bu yazıyı bir arkadaşım facede paylaşmış daha uzundu ama ben etkilendiğim kısmı kes kopyala yaptım hoşuma gitti duygulandım paylaşmak istedim kızlar.
Doğanın buyruğu, insan kararını dinlemedi!
Eğer bir bebek zamanının geldiğini, anne karnındaki meskenin onun için kısıtlandığını düşünüyorsa gelecektir. Doğa onun yanındadır. Onun tercihleri, durumu birincildir. Sizin aldığınız kararlar, verilmiş ameliyat tarihleri, yapay buluşmalar onu bağlamaz… Eğer gelecekse ve gelmek için doğal yolları kullanacaksa bu sürece iştirak etmeniz sizin yararınızadır. Doğal olan pusula, nadiren sizi yanıltır…
İşte yirmi üç Ağustos, saat 04.50’de yataktan haykırarak uyandığımda “o anın” geldiğini anladım. Hastaneye gidecek ve oğlumu alacaktım… Aramızda bir neşter mesafesi vardı. Bir sonraki sabah, eğer bir aksilik çıkmazsa evimizde üç kişi olacaktık. Annelikle benim aramdaki o neşter mesafesi, bir paravan… Deniz’i çağırdım, işaretin geldiğini söyledim, gidip oğlumuzu alalım dedim… Beni bekleyen ağrılar, acılar düşündüğüm son şeydi. Çok az kalmıştı, biliyordum.
Ancak…
Saat beş buçuğa gelirken hastanedeydik. Sancı namına hiçbir şey hissetmiyordum. Damarlarımda dolaşan tek şey adrenalindi. Yüreğim gürültücüydü. Adımlarım paytak olabilirdi fakat içimde bir şey, bir çeşit güç koşuyor, akıyor, deviniyordu… Sezaryen olacağımı söylememe rağmen hemşire hanım beni muayene etmek istedi. Yollar kapalıydı, oğlum gelmiyordu. Eve geri gönderildik. Peki bize yapılan açıklama neydi? Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde anlattığı hikayeyi anımsatan şu cevap: “Olur öyle şeyler!”
Peki…
Sonra eve geldik… Zaten öyle sakin evden çıkılır mıydı? Hangover filminin soundtrackını dinleyerek doğuma gidilir miydi? Hadi diyelim oldu, doğuma giden kadın Phil Collins’in “Love is in the air” şarkısına niye eşlik etsindi? Baterinin patladığı noktada elde bagetle davul çalma taklidi ise çok fazlaydı zaten. Çok saçma…
Araba kapımızın önünde durdu. Kapı açıldı. Ve ailenizin yazarı Ezgi Uzmansel müthiş bir sancı tarafından tokadı yedi. Tabii hemşire hanımın “olur öyle şeyler” telkininden sonra sancı için “olur öyle şeyler” diyerek kendisini yatıştırdı. (Neyse kendimden 3. Şahısmışım gibi bahsetmeyeceğim)
Sonra eve gidişimiz, evde bizi bekleyenlere “Olur öyle şeyler” dediler şeklinde rapor verişimiz ve kahvaltımızı edişimizi o kadar net anımsıyorum ki. Sancılar düzenli gelmeye başladığında, bir an için duruyor, nefes egzersizleri ile sancıyı savuşturuyor sonra kahvaltı ardından pişirdiğimiz kahvemizi yudumluyordum… Sancı dediğim okkalı, kırbaç gibi… Ama muhabbet de şahaneydi ben de muhabbet arası sancı çekiyordum. Evet kesinlikle saçma!
Eşim beni evdekilerle baş başa bırakıp, biraz kestirmeye çıktı. Gücünü toparlayıp işe gidecekti. Saat on’a gelirken ben de biraz kestirmek istedim. Gitmişken onu uyandırıp, işe sepetleyecektim. Yatağıma ulaştığımda onu uyandıracak bir cümle kurmak yerine küçük bir çığlık atmış olabilirim. Gözlerini açtığında “İster misin, ben doğuruyor olayım!” dedim. Doktorluk bilgisi ve uyku mahmurluğu tuhaf bir kokteyl oluşturmuştu belli ki, “Eh olabilir!” dedi, gözleri yeniden devrildi. Ama yeniden gelen işaret bal gibi doğurduğumu söylüyordu. Hastaneye gidecektik tekrar ama daha geleli birkaç saat olmuştu…
Yine ağırdan aldım. Bir banyo, birazcık bakım yaptım. Aralarda gelen sancıları, hohlayıp puflayıp savuştururken kendim için yeni bir elbise seçtim. Kırmızı… İçeri dönüp, oldukları yerde uyuklayan ev ahalisine “Biz yeniden hastaneye gidiyoruz millet, dönünce öğlen yemeğimizi yeriz artık” dedim.
O gün öğlen yemeği yiyemeyecektim, haberim yoktu!
Hastanenin kapısından nasıl girdiğimi anımsamıyorum. Karnımda koca bir kütle ve vücudumda şiddetli bir ağrıyla beraber yürüyorduk çünkü. Doktorumun muayenehanesine girince, kendisi azarlar bir tonda konuştu: “Ezgicim bence sen bayramdan önce bu işi halletmek istiyorsun, öyle zırt diye sezaryen yapmam… Bekleyeceğim!” diyerek beni muayeneye aldı. Ama iki dakika sonra kendi söylediklerini kendisi yanlışlayacaktı: “Doğum başlamış ve bebek kanalda… Bunca sancıyı çektikten sonra seni sezaryene yedirtmem… Normal doğurtacağım, çık doğumhaneye epidural bağlasınlar” dediğinde ona “Yaşa!” dediğimi hatırlıyorum en Öztürk Serengil tonlamasıyla…
Sonrası bir ırmak gibiydi. Acı, ağrı, güç… Ama öyle bir güç ki, doğanın anneliğe atfettiği, Tanrının anneliği kutsadığı kadar var! Korku ve korkusuzluk yan yana dans ediyorlar. Bense kendimi tabiatta doğum yapan bir yabani canlı kadar bilgili hissediyorum. Bu içten gelen bilgiye annelik içgüdüsü diyorlar sanırım. Ve bir savaş, mücadele… Aşktan başka hiçbir neden sizi buna itemez.
İtemez… Ama siz itiyorsunuz… İtiyorsunuz… Bir kadının bu kadar güçlü olmadığını söylediler size değil mi? O nasıl bir itiş gücü, nasıl bir performans… Bir yandan bebeğinize nefes gönderiyorsunuz… Öte yandan itiyorsunuz. Onu hayatın içine, dünyaya itiyorsunuz… Damarlarınızda Tanrı’nın üflediği o kudret dolanıyor, kaslarınızda hiç bilmediğiniz ilahi bir güç… Sonra yorgunluğunuz savaşa katılıyor. Gözleriniz gidip gelecek. Kendinizi bıraksanız öyle bir uykuya dalacaksınız ki. Ama bırakamazsınız… Doktorum, ebe hanımlar haykırıyor: “Hadi Ezgi, son kez…” Gözlerim devriliyor. Artık her şey kesitler halinde… Gözümü kapatıyor ve itiyorum. Gözümü açıyorum gayretkeş doğumhane ekibi… Kanter içindeler… Gözümü kapatıp itiyorum, gözümü açıyorum duvardaki saat oraya mıhlanmış… Gözümü kapatıyor ve itiyorum, gözümü açıyorum oğlum… Sesini duyuyorum. Bayılıyorum. Sadece arka planda oğlumun güçlü ağıdı. O ılık ırmak beni kucaklamış… Ve onu yanıma getiriyorlar. Oğlum susuyor ve ben başlıyorum, bağırarak ağlıyorum. Birbirimize kavuşuyoruz. Hoş geldin Rüzgar Ali’m.
Beni doğumhanenin dışına çıkarttıklarında, gözlerim eşimi aradı. Ağlıyordu. Ağlıyorduk. Etrafımızda sevdiklerimiz. “Bakın” diyordum “Bu benim oğlum…” Sıcacık, küçücük, kollarımın arasında. Doğa, Tanrıdan aldığı emirle, randevu tarihimizi öne almıştı. Oğlumla böyle ıpılık kucaklaşmıştık… Nice kavuşma parçası okudum, pek çok defa yazdım. Ama sevgili dostlar, böyle samimi ve sahici olanını ne yazdım, ne yaşadım.