Hayat çoğu zaman bir film gibidir. İyi başlar, kötü biter. Önceleri keyifle izlersin. Heyecanlanır, mutlu olursun. Sonra yavaş yavaş keyif almamaya başlarsın, sıkılırsın. Başka kanallara yönelir ama yinede aradığını bulamazsın. İlişkilerde böyledir; İlk karşılaştığınız an hiç silinmez beyinlerden. Hele o ilk göz göze gelişler, ilk dokunuş, ilk öpüşme...
Hepsi güzel bir anı olarak kalır. Yanınızdayken dünyanın en mutlu insanı hissedersiniz kendinizi. Ne olursa olsun sizi bir kalkan gibi koruyacağına inanırsınız. Gün geçtikçe anlarsınız aslında sizi koruyanın o olmadığını. Kalkan vazifesini üstlenenin aslında kendinizin olduğunu. Bu aşka zarar gelmesin kimseler mutluluğunuzu bozmasın diye!
Aslında uzakta çok uzakta sanırken korkularınızı tam karşınızda olduğunu fark edersiniz. Mutsuzluk yavaş yavaş kemirmiştir tüm benliğinizi. Aylarca, yıllarca sinsice işlemiştir kanınıza. Ve artık öyle bir hal almıştır ki artık ne emilecek kan, ne de kemirilecek bir beden yoktur!
O an geriye dönüp baktığınızda aslında hiç bir zaman mutlu olmadığınızı, bu aşkın sadece üzüntü ve keder verdiğini fark edersiniz. Yıkılır, hayattan ümidinizi kesersiniz. Artık bir hiç olduğunuzu düşünmeye başlarsınız. Oysa hayat hiçte sandığınız kadar acımasız değildir. Acımasız olanlar insanlardır.
Mutluluk bir bebeğin gülüşündedir, bir çiçeğin yaprağında, yıldızlardadır...Asıl mutluluk varoluşunuzdadır.
Bu saatten sonra yapılacak en iyi şey hayattan intikam alırcasına sevmek, herşeyden zevk almak, herşeye rağmen dimdik ayakta kalıp ölünceye kadar mutlu olmak, mutluluk saçmaktır...