Masal Bahçesi

lavender

Nirvana
Kayıtlı Üye
26 Haziran 2009
712
2
Tepedeki Dev

Memleketin birinde bir ulu tepe... O tepenin üstünde bir koca dev yaşarmış. Tepenin eteklerinde sulak ve verimli topraklar üzerinde ise birçok kabile yıllardır hayatlarını sürdürüp giderlermiş.
Çocukluk yıllarında bu tepeye gelip yerleşen deve, önceleri kimseye zararı dokunmadığı için ses çıkaran olmamış. Tepedeki vahşi hayvanları yiyerek beslenen dev, gel zaman git zaman kocaman olmuş.
Derken gizli saklı insanlara da el uzatmaya başlamış. Tepenin kuzey yakasındaki kabile kalabalık değilmiş. Bundan cesaret alan dev oraya dadanmış. Her gün gelip içlerinden birkaçını seçip götürüyormuş.
Sayıları günbegün azalan bu kabilenin üyeleri etraftaki diğer kabilelere haber göndermişler. "Birlik olalım, bu devi buralardan uzaklaştırmanın bir yolunu bulalım" demişler. Ancak elçiler üç beş gün sonra eli boş dönüp gelmişler.
Komşu kabileler aynen şöyle diyorlarmış:
"Devin bize hiçbir zararı yok ki. Bu konu bizi niçin ilgilendirsin? Bizi karıştırmayın. Siz başınızın çaresine bakın."
Kuzeyli kabilenin büyükleri toplanmışlar, düşünüp taşınmışlar. Tek başlarına devle mücadele edebilecek kadar güçlü olmadıklarına karar vermişler. Zaten sayıları da oldukça azalmış olduğu için nereye olsa sığarız deyip derlenip toplanmışlar. Bir sabah erkenden yurtlarını terk etmişler.
Karnı iyice acıktığı zaman dev yine tepenin kuzey yamaçlarına inmiş. Bir de ne görsün!
Bütün yamaç bomboş. Ortada ne bir çadır ne bir insan kalmış. Hayal kırıklığına uğrayan dev hışımla tepenin etrafını dönmeye başlamış. Ve rastladığı her kabileden kendisine her gün birer kişi göndermelerini istemiş.
Günbegün kuvvetlenen, adımlarıyla tepeyi zangır zangır titreten devden artık diğer kabileler de korkmaya başlamışlar. Onun için her gün içlerinden birisini seçerek deve gönderiyorlarmış. Dev bu adamların bazılarını hizmetinde kullanıyor bazıları ile de karnını doyuruyormuş.
Eşlerini, evlâtlarını birer birer deve kurban veren insanlar bu durumdan çok huzursuz olmaya başlamışlar. Daha önce kuzeydeki kabilenin yardım çağrısına kulak asmadıkları için de çok pişman olmuşlar. Ve bu devden kurtulmanın yollarını düşünmeye başlamışlar. Ama giderek güçlenen bu yaratığı yenmek imkânsız görünüyormuş.
ınsanlar çaresizlik içinde "Bugün sıra hangimizde acaba?" diye kara kara düşünürken, Atakan adlı bir delikanlı atılmış ortaya ve devi yok etmenin yolunu bulduğunu söylemiş. Atakan yaşlı ve fakir bir kadının tek çocuğuymuş. Etrafında becerikliliği ve zekâsı ile tanınıyormuş. ınsanlar merakla onun etrafına toplanmışlar. Bulduğu çözümü anlatması için yalvarmışlar.
O da başlamış anlatmaya:
"Biz tek tek ya da kabile kabile o devle savaşamayız. Ama birlik olursak onu yenebiliriz. Hep birlikte el ele tutuşup tepenin etrafını saralım. Tepeye doğru çıkalım. Çıktıkça halka daralır. Biz de iç içe birçok halkalar oluşturur devi kuşatırız. Ve herkes eline aldığı bir okla deve hücum eder. O zaman dev bizden kurtulamaz."
Bu fikir herkesin hoşuna gitmiş. Tepenin etrafındaki bütün kabileler bu fikri kabul etmişler.
Bir gün el ele tutuşarak tepenin etrafında halka olup yukarı doğru çıkmağa başlamışlar. Halka daraldıkça iç içe yeni halkalar oluşturmuşlar. Devin yanına ulaştıkları
zaman ise halkalar aşılması imkânsız, etten bir duvar hâlini almış. Ve herkes elindeki oklarla deve hücum etmiş.
Bu kalabalık karşısında koca dev kime saldıracağını, önce hangisine hücum edeceğini bilemeden şaşırmış kalmış. Ve vücuduna saplanan sayısız okla cansız yere serilmiş. ınsanlardan bir tanesinin bile burnu dahi konamamış.

ıbişle Memiş

Bir zamanlar, uzak bir dağ köyünde yaşlı bir adam yaşarmış. Gel zaman git zaman ihtiyar adamcağız nefes alamamaya başlamış. Artık dünyadan göçüp gitme zamanının geldiğini anlayınca ıbiş ile Memiş'i yanına çağırarak demiş ki;
"Evlatlarım! Çok zor nefes alıyorum. Birkaç gün daha ya yaşarım ya yaşamam. Ben öldükten sonra annenizi size emanet ediyorum. Tarlalarımızı ekin, hayvanlarımıza bakın. Kardeş kardeş geçinerek baba ocağını yaşatın."
ıhtiyar, bu sözleri söyledikten birkaç gün sonra dünyaya veda etmiş.
Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Güz gelmiş. ıbiş ile Memiş tarlalarını bir güzel sürmüşler. Ekin ekme zamanı gelince Memiş:
"ıbiş Abi, sen tarlalarımızı ek. Ben koyunlarımızı güdeceğim" demiş.
ıbiş bunu kabul etmiş.
Memiş davar sürüsünü alarak dağlara, yaylalara çıkmış. Burada komşu köyün çobanıyla arkadaş olmuşlar. Bir gün çoban Memiş'e demiş ki:
"Biz ne akılsız adamlarız arkadaş. Niye hep çobanlık yapıyoruz. Gel bu sürüleri satıp büyük şehirlere gidelim!"
Memiş düşünmüş taşınmış;
"Buralarda kalıp da ne yapacağım. Anamdan bana ne? Ağabeyim ıbiş ona bakar nasıl olsa" demiş.
Birkaç gün sonra da sürüleri satıp şehre gitmişler. Orada günlerce gezip dolaşmışlar. Eğlenmişler. Sonunda da beş parasız kalıp iş aramaya başlamışlar. Fakat yapabilecekleri bir iş bulamamışlar.
Bu sırada köyde annesiyle kalan ıbiş ise durup dinlenmeden çalışmış. Tarlaları ektikten sonra boş durmamak için şehre inerek bir dükkanda çıraklık yapmış. Babasının son sözlerini hatırladıkça daha çok çalışıyormuş.
ıbiş bir gün dükkânı süpürürken yerde bir kese bulmuş. Açıp bakmış ki içi altın dolu. ıçinden bir ses ona "Durma, kimse görmeden cebine at, sonra da buradan kaç, git!" diyormuş. Fakat başkasına ait altınları almanın günah olduğunu bilen ıbiş keseyi ustasına teslim etmiş.
Keseyi ıbiş'i denemek için yere atan ustası ise
"Aferin evlâdım, zaten helâl süt emmiş biri olduğun belliydi" demiş.
Ekin biçme zamanı gelince ıbiş köyüne dönmüş. Eline orağını, tırmığını, tırpanını alan herkes tarlasına ekin biçmeye başlamış. ıbiş de gitmiş tabii ki. Ekinlerini biçen ıbiş alnındaki terleri siliyor, sapsarı başaklara bakarak gururlanıyormuş. Annesi de oğluna hayır dualar ediyor, her gün tarlaya azık getiriyormuş.
Buğdayını biçip arabaya yükleyen ıbiş köyün yolunu tutmuş. Biraz gittikten sonra bir yokuşa gelmiş. Her zaman bu yokuşu çabucak tırmanan hayvanlar bu sefer bir adım bile atmıyormuş. Çaresiz kalan ıbiş geceyi orada geçirmeye karar vermiş. Sabahleyin bir de bakmış ki buğdayların hepsi altın olmuş.
Şaşkın şaşkın bakarken altınların içinden parmak kadarcık bir adam çıkmış;
"Öyle bakıp durma, sen babanın sözünü tuttun. Söz dinleyen dürüst insanlar her zaman her başarılı olurlar. Dükkânda bulduğun paraları sahibine teslim ettin, anana çok iyi baktın, ekin ektin, biçtin, ekmeğini helâl yollardan kazandın. Ama kardeşin Memiş sizleri düşünmedi. Şimdi cezasını çekiyor. Bu altınlar senin alın terinin armağanıdır" demiş ve kaybolmuş.
Bu arada köye doğru giden, üstü başı perişan, saçları kirli ve darmadağınık birini görmüş.
Yakınlaşınca gelen kişinin kardeşi Memiş olduğunu görmüş. ıbiş kardeşine acımış ve eve götürmüş. Memiş ise anasının ellerine sarılarak af dilemiş. Ana yüreği bu, dayanır mı? Kadıncağız oğlunu affetmiş. ıki kardeş araba dolusu altının yarısını fakirlere dağıtmışlar. Kalanıyla da güzel bir ev yaptırmışlar.
Sığır, koyun, keçi tarla alarak yine çalışmaya devam etmişler.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Deniz Kızı

Vakti zamanında uzak ülkelerden birinde bir padişah varmış. Padişah bir gün saraydan çıkıp şehri dolaşmaya başlamış. Gezip dolaşırken bir ara sahile de uğramış. Halk deniz kenarına inmiş, kimi olta kimi de ağ ile balık avlıyormuş. Padişah yanındaki vezirine sormuş:
"Bunların ellerindeki nedir?.. Denize bunları niçin atarlar?" Vezir cevap vermiş: "Bunlar balık ağı ve oltadır" padişahım. "Peki, bu denizden çok balık
çıkar mı?"
"Belli olmaz sultanım. Baht işidir bu."
Padişah bir müddet halkı seyrettikten sonra:
"Bir de benim bahtım için ağ atın. Bakalım bana ne çıkacak" demiş ve saraya dönmüş.
Padişahın emri üzerine hemen birkaç ağ getirip denize bırakmışlar. Bir süre bekledikten sonra çekmişler. Bir de ne görsünler! Ağın içerisinde bir deniz kızı var.
Kızı ağdan kurtarıp padişahın huzuruna getirmişler. Padişah sormuş:
"Söyle bakalım in misin, cin misin?"
Deniz kızı ağzını açıp tek kelime söylememiş.Padişah sorusunu birkaç kez Kızdan yine de hiç cevap alamamış.O zaman emretmiş:
"Götürün şunu, çarşı pazar gezdirin, ne yaptığını, ne yiyip ne içtiğini bana bildirin."
Deniz kızını şehrin çarşılarında, pazarlarında, sokaklarında dolaştırmışlar. Kız sarımsak satan birini görmüş, kahkahalarla gülmüş. Tütün satan bir satıcı görmüş, kahkahalarla gülmüş. Biraz erde bir kalabalık görmüş. Oraya gitmiş. Kalabalığı yarıp ilerlemiş. Burada da geçmişten ve gelecekten haber verdiğini, her şeyi bildiğini, insanların düşüncelerini okuduğunu söyleyen bir
falcı görmüş. Yine kahkahalarla gülmüş.
Bunları bir bir anlatmışlar. Padişah, deniz kızını derhal huzuruna çağırmış. Niçin güldüğünü sormuş. Kız ilk defa konuşmuş:
"Sultanım, sarımsak satana güldüm, çünkü insanlara faydalı olan bir yiyeceği taneyle satıyordu. Tütüncüye güldüm, çünkü insanlara zararlı olan bir maddeyi kilo kilo satıyordu. Ama hepsinden çok da falcıya güldüm. Çünkü oturduğu yerin tam altında koca bir küp altın olduğu hâlde bundan haberi yok. Her şeyi bildiğini iddia ederek halkı aldatıyordu. "
Padişah hemen adamlarını gönderip küpü çıkartmış. Altınların hepsini yoksullara dağıtmış. Kızı da serbest bırakarak denize yollamış.

Kedi Yavrusu

Güneş, dağın arkasından yavaş yavaş yükselerek sokakları aydınlatmaya başlamış, fırından gelen taze ekmek kokuları kedi ve köpekleri harekete geçirmişti. Mahalle artık uyanıyor, yeni bir güne başlıyordu. Huzur Mahallesi, adından da anlaşılacağı gibi huzurlu ve mutlu insanların yaşadığı bir yerdi. Mahallenin en sonundaki Çıkmaz Sokak iki katlı, bakımlı, bahçeli evlerden oluşuyordu. Her taraf kuş sesleriyle cıvıl cıvıldı. Ağaçların yaprakları hışırdarken etrafa serinlik veriyordu. Evlerin bahçesi rengarenk çiçeklerle kaplı, sarı, kırmızı, beyaz güllerle bezeliydi. Sokak, çocuklar için vazgeçilmez bir oyun alanıydı. Çıkmaz sokak olduğu için ne araba ne de insanlar geçiyordu. Bu yüzden çocuklar orada rahat rahat oyun oynayabiliyordu.
Çocuklar arasında en dikkat çekici olanı Cahit adlı bir çocuktu. Sanki yaramazlık yapmak için yaratılmıştı. Vücudu yaşıtlarına göre daha gelişmişti. Arkadaşları tarafından lider kabul ediliyordu. Aslında fiziksel olarak biraz büyük olmasa arkadaşları ona fazla itibar etmeyeceklerdi. Ama biraz da çekiniyorlardı. Bir gün cam kırar, öbür gün birini döver, bir başka gün de kedilerin kuyruğuna teneke bağlardı.
Cahit ve arkadaşları o gün de erkenden sokağa çıkmışlardı. Sokağın sonunda henüz inşaat halinde bir ev vardı. Hepsi oraya gitmeye karar verdi. Akıllarından inşaattaki kumları dağıtmak, tuğlaları kırmak, oynayıp zıplamak geçiyordu. Orada bir müddet oynadılar. Bir ara Ali'nin sesi duyuldu:
"Çocuklar, koşun, koşun! Bakın burada ne var!"
Öteki çocuklar hemen Ali'nin sesine doğru yöneldiler. Bir de ne görsünler! Minicik bir kedi yavrusu duvarın dibinde uyuyor. Kedi gürültüyü duyunca uyanıp şaşkın ve ürkek çocuklara bakmaya başladı.
Çocuklar kedi hakkında düşüncelerini söylemeye başladılar. Kimisi "Eve götürüp besleyelim", kimisi "Hayır, annesini arayıp bulalım", kimisi de "Yarın okula götürüp eğlenelim" diyordu.
Ali ise;
"Ona burada bir yuva yapıp gizlice besleyelim" dedi.
Arkadaşlarının fikirlerine hiç aldırış etmeyen Cahit, elini kaldırarak;
"Susun" dedi. "Buna ne yapacağımıza ben karar vereceğim!"
Biraz düşünür gibi yaptıktan sonra;
"Bunun kuyruğuna ip bağlayalım" dedi.
Arkadaşları bundan pek hoşlanmamalardı ama Cahit'in dediğim dedik tavrını da bildiklerinden fazla ses çıkarmadılar.
Cahit eve gitti ve beş on dakika sonra elinde bir iple geri döndü. Arkadaşları Cahit'in ne yapacağını korkuyla izliyorlardı. Cahit elindeki ipi kedinin kuyruğuna doladı ve sıkıca düğümledi, kediyi kucağına alıp dışarı çıktı. ınşaatın hemen yanında bir dut ağacı vardı. ıpin bir ucunu ağaca bağladı. Kedi ürküp korktuğu için atılıyordu. Bu esnada kuyruğu acıyor olmalı ki avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
-"Miyavvv... Miyavvv...Miyavvv!"
Bir süre sonra ağacın altına büyük kahverengi bir kedi geldi. Belli ki yavru kedinin annesiydi. Ağacın etrafında bir tur attı ve çocuklara saldırmaya başladı. Çocuklar kaçıştılar. Cahit kendince cesur olduğu için kaçmadı. Ama kedi Cahit'in üzerine atladı ve elini
yüzünü tırmaladı. Cahit'in eli yüzü kanlar içindeydi. Ağlaya ağlaya evlerine gitti.
Cahit eve varınca annesi ona şefkatle sarıldı;
"Ne oldu yavrum sana" diye sordu. "Kim dövdü seni böyle?"
Cahit hıçkırıklarla ağlarken annesi onun elini yüzünü silmeye çalışıyordu. Aslında yaraların ve kanın önemi yoktu. Onu asıl düşündüren, her annenin yavrusuna ne kadar düşkün olduğu ve yavrusu için neler yapabileceğiydi. Bunu çok iyi anlamıştı şimdi. Annesine başından geçenleri bir bir anlattı. Hatasını anladığını ve cezasını da çektiğini söyledi. Beraberce gidip yavru kediyi çözdüler. Kedi sevinçle annesine koştu. ıki kedi koklaşarak uzaklaştı.
Bu olay Cahit'in hayatında bir dönüm noktası oldu. Artık hiç kimse onu yaramazlık yaparken, hele hele hayvanlara eziyet ederken görmedi.

Oyunla Gelen Üzüntü

Havalar soğumuş, kış mevsimi kendisini iyice hissettirmişti. Evlerde sobalar kurulmuş, güz hazırlıkları tamamlanmıştı.
Akşamları okuldan eve geldiğimde üşüyen ellerimi ısıtmak için sobanın yanına koşardım. Babam işten eve gelirken ara sıra kestane alır, annem de onları sobada pişirirdi. Bizimle birlikte yaşayan babaannem de akşamları hepimizin bir araya geldiği anlarda bize güzel hikâyeler, masallar anlatırdı. Kardeşimle beraber babaannemi dinler, kestanelerimizi yerdik. Böylece ailemle birlikte kışın tadını çıkarırdık.
Okulda öğretmenimiz, kış mevsiminin özelliklerinden, bu mevsimin de kendine ait güzellikleri olduğundan bahsetmişti. Yağan karla birlikte kartopu oynamak bu güzelliklerden sadece birisiydi. Öğretmenimiz kartopu oynarken dikkatli olmamızı, arkadaşlarımıza zarar vermememiz gerektiğini söyledi. Biz öğretmenimizi dinlerken kar yağışının hayalini kurmaya başlamıştık bile.
Kışın ortalarına gelmiştik. Hafta sonu olduğu için okul tatildi ama ben alışkanlığım nedeniyle yine erken kalkmıştım. ıyi ki erken kalkmışım. Pencereden baktığımda bir de ne göreyim! Her yer tıpkı kartpostallardan gibi bembeyazdı. Sabırsızlıkla beklediğim kar sonunda yağmış, sanki oyun oynamamız için bizi bekliyordu. Aceleyle üzerimi değiştirip, sevinçle mutfağa koşmuştum. Hemen kahvaltımı yapıp arkadaşlarımı kartopu oynamak için dışarı çağırmıştım.
Paltomu, eldivenlerimi giyip kendimi dışarıya atmıştım. Arkadaşlarım da benim gibi sabırsız ve heyecanlı bir şekilde sokağa çıkmışlardı. Neşe içinde oynuyor, birbirimize kartopu atıyorduk. Daha sonra kardan adam yapmaya karar vermiştik. Yarım saat içerisinde tıpkı bir insana benzeyen bir kardan adamımız olmuştu.
Birbirimize kar atıp neşeyle oynarken aklıma bir muziplik gelmiş, yerden aldığım küçük bir taşı kartopunun içine koyup fırlatmıştım. Kartopu, arkadaşım Ali'nin kafasına isabet edince Ali birdenbire yere yığılıvermişti. Hepimizin yüzündeki neşe, aniden korku ve endişeye dönüşmüştü. O an etrafımızda bir kalabalık oluşmuş, büyüklerden birisi Ali'yi kucakladığı gibi bir taksiye bindirmiş ve hastaneye götürmüştü. Diğer arkadaşlarım Ali'nin ailesine haber vermeye gitmişlerdi. Bense yaptığımız kardan adam gibi donakalmıştım.
Hepimiz Ali'nin evinin önünde hastaneden dönmelerini beklerken arkadaşımıza bir şey olmaması için dua ediyorduk. Hiç kimse konuşmuyor ancak bana katilmiyşim gibi bakıyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Sadece eğlenmek için en sevdiğim arkadaşıma zarar vermiştim. Ya ona bir şey olursa! Ya Ali öldüyse! Ben, en sevdiğim arkadaşımın katili mi olacaktım?
Olayın üzerinden iki saat geçmiş, Ali'den hiçbir haber alınamamıştı. Ailesi de henüz gelmemişti. Evet, Ali'ye kesin bir şey olmuştu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Öğretmenlerimin, arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacaktım! Bana her zaman dürüst ve iyi bir insan olmamı söyleyen, bunlarla ilgili sık sık hikâyeler anlatan babaanneme ne diyecektim!
Bu sorumsuzluğumun hesabını kendi kendime sorarken arkadaşlarımın sesiyle irkilmiştim. Ali'nin ailesi geliyordu, yanlarında Ali de vardı. Hem de hiçbir şey olmamış gibi yürüyordu. Gözlerime inanamıyor, sevinçten içim içime sığmıyordu. Ali ölmemişti ama bütün bunlar benim suçumu hafifletmezdi. Ali'den özür dilemiştim, o da beni atfetmişti.
Ancak hayat boyu unutamayacağım bir hata yapmıştım.
Neşeli başladığımız oyunun, üzüntüyle bitmesine neden olmuştum.
Kartopu da olsa her oyunu kurallarına göre oynasak ve yaptığımız her davranışın sonucunu düşünsek üzücü olaylar yaşamayız. Böylece, hatırladığımızda bize üzüntü veren anılarımız olmaz.

Allı ile Pullu

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ormandaki evinde iki yavrusuyla birlikte bir anne keçi yaşarmış. Yavrulardan birinin adı Allı, diğerinin ise Pullu'ymuş.
Annesi her gün yiyecek bulmak için evden dışarı çıkar, çıkarken de yavrularına şöyle dermiş:
"Yavrularım ben size mememle süt, ağzımla ot getirmeye gidiyorum. Ben yokken sakın dışarı çıkmayın. Kimseye kapıyı açmayın. Hain kurt buralarda dolaşıyor olabilir. Dikkatli olun."
Bir gün yine bu sözleri tekrarlayarak evden çıkmış. Meğerse hain kurt anne keçinin evden çıkmasını gözlemekteymiş. Anne keçinin iyice uzaklaşmasını bekleyen kurt, keçi yavrularının yaşadığı evin kapısını çalmış. Allı ile Pullu sormuşlar:
"Kim o?"
"Benim yavrularım, anneniz. Size mememle süt, ağzımla ot getirdim."
Allı ile Pullu şaşırmışlar:
"Hayır sen bizim annemiz olamazsın. Annemizin sesi böyle kalın değildi."
Hain kurt bu sözleri duyar duymaz, bir koşu arı kovanlarının olduğu yere gidip bir kovan bal yemiş. Bununla sesini yumuşatmış. Tekrar yavru keçilerin evinin kapısını çalmış. Allı ile Pullu "Kim o?" diye sorduklarında:
"Benim yavrularım anneniz. Kapıyı açın, size ağzımla ot, mememle süt getirdim" demiş.
ıki kardeş kapıyı açıp açmayacaklarına karar verememişler. Bunun üzerine Pullu'nun aklına bir fikir gelmiş:
"Bize ayağını göster" demiş.
Bunun üzerine kurt, ayaklarını kapının aralığından uzatmış. Kurdun siyah, kıllı ayağını gören Allı ile Pullu:
"Hayır, sen bizim annemiz değilsin. Annemizin eli ayağı bembeyazdı" demişler.
Hain kurt bu sözleri duyunca hemen fırına koşup un bulmuş. Elini ayağını bir güzel una bulamış. Sonra da yavruların kapısını çalmış:
"Açın yavrularım açın. Size ağzımla ot, mememle süt getirdim" demiş
Yavrular seslenmişler:
"Bize ayağını göster!"
Kurt una bulanmış ayağını kapının aralığından göstermiş. Allı ile Pullu bu sefer kurda inanıp kapıyı açmışlar. Yavrular kapıyı açar açmaz kurt hemen içeri girmiş; iki yavruyu bir lokmada yutmuş.
Anne keçi eve gelip de yavrularını bulamayınca onları hain kurdun yediğini hemen anlamış. Ağlaya ağlaya evden dışarı çıkmış. Bir de ne görsün! Yavrularını yiyen kurt derenin kenarında
uzanmış, uyumuyor mu? Aklına bir fikir gelmiş anne keçinin. Eve koşup bir makas, iğne ve iplik almış, koşup tekrar kurdun uyuduğu yere gelmiş. Meğerse aceleyle iki yavruyu birden çiğnemeden yutan kurt, onları hazmedemeyerek derin bir uykuya dalmışmış. Anne keçi elindeki makasla dikkatle kurdun karnını kesmiş. Allı ile Pullu kurdun karnından fırlayarak sevinçle annelerine sarılmışlar. Anneleri onlara dere kenarından taş toplayıp getirmelerini söylemiş. Anne keçi taşları kurdun karnına koyup iğne iplikle dikmiş.
Uykudan uyanan kurt susuzluktan içinin yandığını hissetmiş. Su içmek için dereye doğru birkaç adım atacak olduğundan dengesini kaybedip dereye yuvarlanmış. Karnındaki taşların ağırlığıyla derenin dibini boylamış.
Hain kurttan kurtulmanın sevinciyle annelerine sarılan Allı ile Pullu bir daha annelerinin sözünden çıkmayacaklarına söz vermişler.
 
Ahmet’in Köpeği

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellâl iken pireler berber iken, zamanın birinde güzel, şirin, yeşil mi yeşil bir köyde Ahmet adında sevimli fakat çok yaramaz bir çocuk varmış. Zaten doğduğu zamandan belliymiş yaramazlığı Ahmet'in. Buna biraz da evdeki büyükleri sebep olmuş. Ahmet'in bir dediği iki edilmez, herkes pervane olurmuş etrafında. Gel zaman git zaman, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış, küçük sevimli ve yaramaz Ahmet yürüyüp koşmaya, oyunlar oynamaya başlamış.
Ve bir gün dedesi Ahmet'e arkadaş olsun diye bir köpek hediye etmiş. Dede torun, kara gözlü ve kara tüylü bu köpeğe Karabaş adını vermişler. Kısa zamanda Karabaş ile Ahmet çok iyi arkadaş olmuş. Kırlarda dolaşırlar, her günü beraber geçirirlermiş. Sanki Karabaş olmazsa hayat yaşanmazmış Ahmet için. Köydeki bütün çocuklar da Karabaş'ı çok severlermiş. Karabaş onlar için de en sadık dostmuş. Arkadaşlarının Karabaş'a olan bağlılığını bilen Ahmet, oyunlarına Karabaş'ı da getiriyormuş. Köyün çocuklarının adeta sevgilisi haline gelmiş.
Derken kış yaklaşmış, ağaçlar sararan yapraklarını birer birer dökmeye, havalar soğumaya, geceler ayaza dönmeye başlamış. Kışın çok çetin geçeceğini radyodan dinleyen Ahmet'in dedesi, ev halkına kendi çocukluğunda da çetin geçen kış mevsimlerinden aklında kalanları anlatıyormuş. Dedesinin de küçükken bir köpeğinin olduğunu söylemesi Ahmet'in dikkatini çekmiş. Ahmet dedesine dönerek; "Şimdi nerede o köpek dedeciğim" diye sormuş. Bu soru karşısında çok sevdiği köpeğinin yanlışlıkla zehirlenerek öldüğü an gözlerinin önüne gelen dedenin gözleri yaşarmış. Akşam yemeğinden sonra bu eski anılarla yapılan sohbetten çok etkilenen Ahmet, gecenin ilerleyen saatlerine doğru uyuklamaya başlamış. Annesi, Ahmet'in uyku saatinin geldiğini söyleyerek sütünü içip yatmasını istemiş. Ahmet, ev halkına iyi geceler dileyerek yatağına yatmış.
Başını yastığa koyduğu gibi dedesinin ölen köpeğini ve Karabaş'ı düşünerek uykuya dalmış. Ya Karabaş ölürse? Dedesinin karlı havalarda köpeklerin kuduz hastalığına yakalanabileceğini söylemesi kulaklarında çınlıyormuş. Dışarı da kar yağmakta, köpek sesleri etrafı kuşatmaktaymış. Camdan dışarıya bakan Ahmet, Karabaş'ı her zamanki yerinde görememiş. Tam bu esnada dedesi içeriye girmiş ve hüzünlü bir hâlde Ahmet'e yaklaşmış ve şöyle demiş.
"Bak benim biricik torunum. Her canlı gibi bütün hayvanlar da doğar, büyür ve ölür. Aslında onlar ölmezler, sadece hayatlarını başka yerlerde
yaşamaya devam eder. Kuduz, çok kötü bir hastalıktır. Eğer bu hastalığa yakalanan hayvanlar, insanlar arasında yaşarlarsa bize de mikrop bulaştırırlar. Bu hastalığa yakalanan hayvanların etrafındakilere zarar vermemeleri için uzaklaştırılması gereklidir. Siz siz olun hasta olan hayvanlara yaklaşmayın.
Dedesinin bu nasihatlerini dinleyen Ahmet, Karabaş'ı her zamanki yerinde göremediğini ve dışarıya çıkıp bakmak istediğini söylemiş. Dedesi, Ahmet'e Karabaş'ın da artık hayatını başka yerlerde sürdürmek zorunda olduğunu söylemesiyle Ahmet'in hıçkırıklarla yataktan fırlaması bir olmuş.
Telaşla dışarıya çıkan Ahmet, Karabaş'ı her zamanki yerinde sabah yemeğini yerken görünce rahat bir nefes almış. Ama görmüş olduğu bu rüya onda o kadar etki bırakmış ki Karabaş'ı her zamankinden daha fazla sevmeye başlamış. Onun yıllık aşılarının da zamanında yaptırılmasına karar vermiş.
İşte çocuklar, bu yüzden evinizde beslediğiniz bütün hayvanların bir gün hastalanabileceğini gerekli olan aşılarının zamanında yaptırılmasına dikkat edin.

Fatoş Okula Başlıyor

Annesi çarşıdan dönüp de okul önlüğünü, defter ve çantasını görünce yüreği sıkıştı Fatoş'un. Nedense korkuyordu okula gitmekten. Yarım gün boyunca evden ayrı kalacak, annesini göremeyecekti. Gerçi dışarıda oyun oynamaya çıktığı zaman da öyle oluyordu ama okul çok farklıydı. Dışarıda oynarken canı istediği zaman eve gelebiliyordu ama okula giden arkadaşlarından duyduğuna göre okulda böyle davranılamazdı. Bir zil vardı okulda o çalınca bahçeye çıkılıp oynanır yine çalınca bir sonraki zile kadar sınıfa girilip ders yapılırdı. Eğer yaramazlık yapan olursa öğretmen kızardı. Yaramazlık yaptığında annesiyle babası da kızarlardı ama onlar annesiyle babasıydı. Yabancı birinin kızmasına dayanamayacakmış Annesi çarşıdan dönüp de gibi geliyordu Fatoş'a. Hem sonra hiç tanımadığı bir sürü çocuk da olacaktı orada. Ne yapacaktı onca yabancının arasında. Derslerden de korkuyordu zaten. Bir keresinde arkadaşının gösterdiği yazılar, harfler ve rakamlar çok garip gelmişti ona. Herhalde onları öğrenmek çok zor olacaktı. Nerden bakılırsa bakılsın okul korkutucu bir yerdi işte. İstemiyordu. Okulların açılacağı
sabah annesi uyandırdı Fatoş'u.
"Fatoşcuğum hadi yavrum. Bak okula gideceksin hazırlanman gerek."
"Anneciğim kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bugün okula gitmesem olmaz mı?"
Annesi Fatoş'un hiçbir şeyi olmadığını biliyordu. Okuldan korktuğunu anlamıştı. Yine de ateşi olup olmadığına baktı.
"Yok canım bir şeyciğin yok. Herhalde okula gideceğin için heyecanlanıyorsun."
Fatoş yatağından doğrulup annesine yalvarmaya başladı.
"Anneciğim ne olur okula gitmeyeyim. Hiç istemiyorum."
"Ama okula gitmezsen hiçbir şey öğrenemezsin, büyüyünce iş bulamazsın. Hani sen doktor olacaktın."
"Olsun ben de senin gibi anne olurum. Çalışmam."
"Benim okula gitmediğimi mi sanıyorsun. Kardeşin yeterince büyüyene kadar ara verdim çalışmaya. Her insan çalışıp bir meslek sahibi olmalıdır. Hem çalışmayıp anne olsan bile çocuklarını iyi büyütmek için okumalısın."
"Ama orada bir sürü tanımadığım insan var. Korkuyorum."
"Buradaki arkadaşlarını da önce tanımıyordun ama tanışınca ne kadar çok sevdin hepsini. Okuldaki çocuklarla da tanışınca daha çok arkadaşın olur. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Bugün okula gidip bir dene bakalım sevecek misin?"
Fatoş razı oldu bu anlaşmaya. Hazırlanıp okula gitti, öğretmeniyle tanıştı. Çok güler yüzlü bir hanımdı öğretmeni. Okulda geçirdiği ilk günün sonunda eve gelir gelmez annesinin boynuna sarıldı.
"Sen haklıymışsın anneciğim.
Bugün bir sürü yeni arkadaşım oldu. Sonra öğretmenimiz de çok iyi. Bize okuma yazma öğretmeye başladı bile. Şimdi hemen yemeğimi yiyeceğim. Hem çok acıktım hem de bir an önce ödevimi yapmalıyım."
Sonraki günler sevinçle gitti okula Fatoş. Bir sürü şey öğreniyordu. Okumayı, yazmayı, matematiği ve daha pek çok bilgiyi. Okula gitmek, bilmediklerini öğrenmek çok ama çok güzeldi Fatoş için.

En Güzel Hediye

Zeynep okuldan geliyordu. Servisten inip eve doğru ilerlerken "Aaaa" diye duruverdi.Sokağın başındaki çöp bidonlarının yanına kırık bir saksı atmışlardı.Saksının içinde bir de minicik fide vardı.Zeynep, canlı bir bitkinin bu şekilde sokağa atılmasına çok üzüldü.Küçük fideyi eve götürüp saksıya
dikti. Artık okuldan gelince hemen odasına koşuyor, küçük fidesinin suyunu verip, hafifçe toprağını kabartıyordu. Küçük fide her gün gelişiyor, taze yapraklar veriyordu.
Zeynep annesine bunun ne çiçeği olduğunu sordu. Annesi;
"Şebboy galiba ama yine de açtığı zaman göreceğiz" dedi.
Zeynep'in doğum günü yaklaşıyordu. Bu sebeple, birkaç gün önceden evde tatlı bir telâş başlamıştı. Zeynep o gün okuldan arkadaşları ile gelecek ve doğum gününü beraberce kutlayacaktı.
Nihayet doğum günü geldi çattı. Zeynep okuldan dönerken çok heyecanlıydı. Acaba annesi odasını nasıl düzenlemişti? Ablası ve kardeşleri ona neler almışlardı? Arkadaşları odasını beğenecekler miydi? Bu düşünceler Zeynep'i heyecanlandırıyordu.
Zeynep, arkadaşlarıyla güler oynaya evin kapısına geldi ve zile bastı. Annesi kapıyı açtı. Çocukları eve buyur etti. Çocuklar Zeynep'in annesinin elini öptüler. O da kızının arkadaşlarının tek tek hatırını sordu, saçlarını okşadı. Zeynep onları odasına götürdü.
Odasının kapısını aralayıp içeriye girdiler.
Çocuklar odanın mis kokulu havasından etkilenerek;
"Ne güzel bir oda böyle! Hem ne kadar da güzel kokuyor" dediler.
Zeynep annesine sordu:
"Anne odama kolonya mı döktün?"
"Hayır kızım" dedi annesi ve ona pencereyi gösterdi.
Zeynep'in çiçeği açmıştı. Yapraklarının ortasında sarı ve bordo beş altı çiçekten oluşan bir salkım ve bir sürü de tomurcuk vardı. Yaklaşıp kokladı Zeynep. Bunun, hayatındaki en güzel koku olduğunu düşündü. Çiçeği, Zeynep'e hediyelerin en güzelini vermişti bugün. Yetiştirdiği çiçekten dolayı bütün arkadaşları ona imrendiler.
Zeynep'in annesi söze karıştı:
"Çocuklar, bu çiçekler birçok tohum verecek. Zeynep o tohumlardan pek çok fide yetiştirecek. Eğer isterseniz sizlere de verebilir. Değil mi Zeynep?"
"Tabi ki veririm" dedi Zeynep büyük bir sevinçle.
O küçük bir fideyi kuruyup ölmekten kurtarırken, onun yüzlerce fide vereceğini ve bu fidelerle birçok insanı sevindireceğini hiç düşünmemişti.
 
eneee bunlar ayri ayri masalmi, okumadim hepsini sade göz gezdirdimkaydirigubbakcemile5
ciktisini alip askima verim geceleri bana okusun uyumadan:ecrin_bebek:
güzel paylasim cok tskopuyorumnanaktan
 
bende her gece kızıma masal okuyorum.bunlarıda okuyacağım.
paylaşımın için teşekkürler canım.
 
X