Haşimoto hastalığına tutuldum...Paylaşım alanı

Bende haşimato hastasıyım

Ama hamile kalamadım bu yüzden

Tsh düşmeden hamile kalamazsın kalsan da düşük olabilir yada engelli olabilir bebek dedi
Bana gebelik oncesinde ve gebelikte kontrollere gitmis olmama ragmen bakmadilar bile tiroid degerlerime. Belki uzun zamandır hastaydım. Allah korusun bebeğime birsey olabilirdi.
 
Bende hamile kalmama engel var mı die gittim ilk doktora kadın doğuma

Evlenmeden 4 sene önce troid rahatsızlığı geçirdiğimi söylememe rağmen sadece t3 t4 tsh ıma bakıldı

En son eşimin troid hastası patronu haşimato kesin dedİ benim için

Bi doktorun bilemediğini bi insan bildi ya

Medipol bağcılar hatice hnm endokrin doktorundan ısrarla anti tpo ve anti tg istedik

Kadın gerek yok tsh normal dedi biz yinede istedik ve haşimato çıktı düşünün
 
Ben hamile kalamıyorum değerlerim normale döndü ama hala kalamadım
Ben hamile kaldığımda haşimato hastası mıydım değil miydim onu da bilmiyorum. Bunu 1 hafta once öğrendim bebegim şuan sağlıklı hayatta ve doğum yapalı 7 ay oldu. Anti tpo degerinin 1000 in üzerine çıkması ne kadar zaman alır bilmiyorum.
Belki hamile kalmadan da bu degerin yuksekti yada hic yoktu bu konuda bi fikrim yok çünkü hiç bu yönde 1 hafta öncesine kadar ömrümde tahlil yapılmadı.
Belki hamile kalacağım sırada biliyor olsaydım, okuduğum gebe kalamama riski psikolojimi de son derece etkileyip moralmen stres altında hamile kalmama engel olacaktı.
Değerlerin normale döndüyse ve başka bir mani yoksa tahmin ediyorum ki stres ve takıntı yapıyor olabilirsin. Hastalıktan kurtulmuşsun buna sevin, herseyi akışına bırak ve kendini mutlu hisset.
 
Selenyum kullanıp fayda görevar mı?

Haşimato hastalığı bende de var maalesef, ben 1 yıl kadar selenyum ve çinko deposu olan brezilya fındığından günde 2 tane yedim aç karnına zaten fazla yememeniz gerekiyor...Bunu düzenli bir şekilde yaptım ama hastalığı geriletmedi, kan testinde çinko oranı yüksek çıktı sadece bir de selenyum hapları var bazı dr'lar veriyor ama kimisi faydası yok diyor.....Şu an selenyum almıyorum euthyrox 25'lik kullanıyorum, kısaca vücudunuza faydası olur tabii selenyum ihtiyacı karşılanır ama Haşimatoya kayda değer bir etkisi yok maalesef.
 
kızlar selam,
ben de 3 senedir bu hastalıkla boğuşuyorum. bütün hayat enerjimi söküp aldı resmen. öğrenmeden hemen önceki zamanlarıma göre çok daha iyiyim fakat daha önceki senelerime bakarak yerlerdeyim resmen. her şeyi ite kaka yapar oldum.

öğrendiğimden beri levotiron 100mg kullanıyorum. merak ettiğim aranızda hem levotiron hem de euthyrox deneyen var mı? değerlerim düzgün çıkıyor genelde ama halsizliğim bir türlü geçmiyor. euthyrox daha iyi gelebilir mi sizce?
 
Peki "Selenyum testi" yaptırdınız mı?
 
Babam levotiron bense euthyrox kullanıyoruz. Benim kutu bitince onunkinden bir kaç gün kullandım ve test yaptırmıştım, denk geldi yani. Sonuç çok iyi değildi. Euthyrox bana daha iyi geliyor gibi. Bu durum psikolojikte olabilir, başka etkenlerdende. Dr. unuza ve eczacılara bir danışın derim.
 
HALA EKMEK (TAM BUĞDAY DAHİL) YİYOR MUSUNUZ?

Aşağıdaki hastalıkların birinden şikayetçi iseniz, aslında altta yatan sebep gluten hassasiyeti olabilir.

- Haşimato

- Reflü

- Alerjiler

- Diyabet

- Kısırlık

- Osteoporoz

- Anemi

- Migren

- Depresyon

- Fibromiyalji

- Şizofreni

- Sedef

- Eklem romatizması

- Karaciğer yetmezliği

- Kronik yorgunluk

- Cilt döküntüleri

- Ülseratif kolit

- Crohn hastalığı

- Huzursuz bacak sendromu

- İyileşmeyen vücut ağrıları

- İyileşmeyen baş ağrıları

- Tüm otoimmün hastalıklar

- İrritabl bağırsak sendromu (İBS)

Sözün özü: Haşimatodan, kansere, kısırlıktan sedefe pek çok hastalığın altında gluten alerjisi yatıyor olabilir. Ekmeğin her çeşidinden uzak durun!

Kaynak: Aktaş, Dr. Ümit, Bitkisel Kürlerle İlaçsız Tedavi, HayyKitap, 2015.
 
Tirod için doğal ne yapabilirim? Selenyum takviyesi işe yarıyor mu?

Alıntı : SABUNAGACİ - 01/06/2014

Yaklaşık 10 yıldır tiroid hastası oldugumu biliyorum. İki haneli üst limite sahip AntiTPO değerlerim milyonları bulmuş durumda.

Bolca bitki çayları Coenzim Q10, Ginseng, Ginkgo Biloba takviyeleri alıyorum da Selenyumu yeni okudum. Paylaşmak istedim. Biraz hastalığa dair bilgi biraz dağarcık..

Buyrun, İstanbul’dan İyi pazarlar..

———————



Tiroid Nedir?

Tiroid bezi, boynun ön tarafında, gırtlağın alt hizasında, kelebek şeklinde bir organdır.

Her iki yanında ses telleri ile ilgili sinirler ve arkasında paratiroid bezleri bulunur.

Tiroid bezinde, gıdalarla alınan iyot kullanılarak, tiroid hormonları üretilir. Bunlar, T4(tiroksin) ve T3 (triiodotironin)’dür. Tiroid bezinde bunların dışında, kalsitonin denen başka bir hormon daha üretilir, bu hormon, kandaki kalsiyumun kemiklere alınmasında görevlidir.

Ancak tiroid hormonları denince genellikle kastedilen T4 ve T3’tür.

T4 ve T3’ün bir kısmı, kanda diğer maddelere bağlanır. Asıl etkili olan kısım bağlanmamış (Serbest – Free) olanlardır. Bu yüzden T4 ve T3 yerine, artık FT4 ve FT3 tetkikleri istenmektedir.

Vücudumuzdaki savunma hücreleri, anne karnından itibaren kendi hücreleri ile tanıştırılır. Böylece, mikrop gibi yabancı hücrelerle savaşırken, kendi hücrelerine zarar vermemesi sağlanır. Bazen, nedeni çok açık olmamakla birlikte, bazı iç ve dış etkenlerle (özellikle sigara, katkı maddeleri gibi…) hücrelerimizin kimliğinde değişiklikler olur. Değişen bu hücreler, savunma hücreleri tarafından yeni bir hedef hâline gelir. Bu tür hastalıklara, kendi kendine immün reaksiyon hastalığı anlamına gelen, “otoimmün hastalıklar” denir. Eklem ve kâlp romatizması, bu çeşit hastalıklardandır. Savunma hücrelerinin hedefi, tiroid hücreleri olursa, buna “otoimmün tiroidit” denir. Uzun süre, hastalığı ilk kez tarif eden Japon bilim adamının adı ile, “Haşimato tiroiditi ya da Haşimato hastalığı” olarak anılmıştır.

Genellikle eklem ve kâlp romatizması halkımız tarafından iyi bilinse de, ortalama her yüz kadından 13’ünü ve her yüz erkekten 3’ünü etkileyen “otoimmün tiroidit” pek bilinmez.

Savunma hücreleri hem doğrudan, hem de ürettikleri antikorlarla (TPOAb ve TgAb) tiroid hücrelerine saldırır.

TPOAb, tiroid hücresi içinde bulunan “tiroid peroksidaz” maddesine karşı üretilmiş antikordur. (Çok doğru olmamakla birlikte) bazen Anti-M antikoru olarak da anılır. TgAb, (tiroid hücreleri tarafından yapılan ve kan dolaşımına da geçen) “tiroglobulin” isimli maddeye karşı üretilmiş antikordur. Anti-T antikoru olarak da anılır. Özellikle TgAb, otoimmün tiroidit dışındaki bazı hastalıklarda da (nodüler guatr, Graves hastalığı gibi) yüksek bulunabilmektedir. Bu yüzden hastalığın teşhis ve tâkibinde, TPOAb daha önemli bir gösterge kabul edilir.

Hastalığın erken döneminde, tiroid hasarına bağlı olarak T4 ve T3’de genellikle bir miktar azalma görülür. Buna cevap olarak, beynin ortasında bulunan hipofiz bezi, tiroid bezini büyümeye ve daha çok çalışmaya sevkeden tiroidi uyaran hormon (TSH) üretimini arttırır. Tiroid bezi bir miktar büyüyebilir (guatr). Böylece T4 ve T3 miktarı normâle ulaşır (ötiroidi). Hastalık bu dönemde zaman zaman alevlenmeler gösterip, zaman zaman gerileyebilir. Alevlenme dönemlerinde hücre yıkımı artar ve genellikle TPOAb seviyesi yükselir. Hücre yıkımının arttığı dönemde, kana geçen tiroid hormonunda artış izlenebilir (bu döneme Haşitoksikoz da denir).

Kanda tiroid hormonlarının yükselmiş olmasına, tirotoksikoz denir. Eğer bu yükselmenin sebebi, tiroid bezinin çok çalışıp, çok hormon üretmesi ise, buna özel olarak hipertiroidi denir.



Bu geçici tiroid hormonu fazlalığını (tirotoksikoz), tiroid bezinin aşırı hormon üretimi yaptığı diğer hâllerden (hipertiroidi) ayırmak gerekir. Eğer bu ayırım yapılamazsa, istenmeden tiroid bezine zarar verilebilir. Oysa otoimmün tiroidit hastası zaten tiroidini kaybetmekte olduğundan, her gramın önemi büyüktür.

Hastalık ilerledikçe, hasar gören hücreler çoğalır, artan TSH’a rağmen, T4 ve T3 azalmaya devam eder. Buna bağlı olarak, tiroid hormonu yetersizliği (hipotiroidi) belirtileri ortaya çıkar. Bunlar:

Erken dönemde:

* Hâlsizlik,

* Zihnî faaliyetlerde azalma (unutkanlık, uykuya meyil),

* Kas ağrıları ve kramplar, eklem ağrıları,

* Aşırı üşüme,

* Kabızlık,

Kuru cilt, saç tellerinde incelme, tırnaklarda incelme ve kolay kırılma,

* Adet düzensizliği ve belki kısırlık/düşük…

Geç dönemde:

* Konuşmanın ağırlaşması, yavaşlaması, seste kalınlaşma,

* El-yüz ve ayaklarda ödem (şişlik),

* Tat ve koku almada azalma,

* Kilo alma (çok nadir kilo kaybı da olabilir),

* Cilt renginde solukluk/sararma,

* Kaşların yan taraflarında incelme hatta dökülme,

* Dilde kalınlaşma,

* Nabızda yavaşlama…

Sıklıkla hasta, hastalığının farkına ancak bu dönemde varır.

Otoimmün tiroidit hastalarının % 95’ten fazlası, hücre harabına bağlı olarak, tiroid bezini tamamen kaybeder ve kalıcı tiroid hormonu yetersizliğine girer. Tiroid bezi küçülür ve zamanla kaybolur. Bu dönemde hastalık özel bir isimle, atrofik tiroidit olarak anılır. Bu hastaların ömür boyu tiroid hormonu hapı kullanması gerekir.



Otoimmün tiroidit’in, kadınlarda, doğum sonrası görülen özel bir şekline, doğum sonrası (postpartum) tiroidit adı verilmiştir. Hamilelik yaşamış her 100 kadından ortalama 7’sinde görülür. Ancak bir kez bu atağı yaşamış kadınların ortalama % 70’i, ikinci hamileliklerinde de aynı atağı yaşamaktadırlar.

Otoimmün tiroidit çocukluk döneminde de başlayabilir. Fakat hastalık, en sık 45-65 yaş arasında fark edilmektedir. Kadınlarda, erkeklere oranla (4-5 kat) daha sık görülmektedir. Ailesinde otoimmün hastalık (özellikle otoimmün tiroidit) olan kişilere özel dikkât gösterilmelidir. Ancak hastalık genellikle tamamen ırsî nedenlerle değil, muhtemelen, yatkınlığı olan kişilerde, çevresel etkenlerle başlamaktadır. Çalışmalar, hücrelerimize etki eden bazı yabancı maddelerle, hücrelerimizin yapısının, dolayısıyla kimliklerinin değiştiğini, bunun da savunma hücrelerimizi şaşırttığını düşündürmektedir.

(Çocuklukta baş ve boyuna radyoterapi almış kişilerde, amiodarone, interferon alfa, interferon beta, interlökin-2, G-CSF denen ilâçların, otoimmün tiroidit’i tetikleyebildiği bilinmektedir ve bu tedavilerden birini görmüş hastaların, hekimlerine muhakkak bu konuda bilgi vermesi gerekir.)

Otoimmün tiroidit hastalarında, bu hastalıkla beraber, diğer bazı otoimmün hastalıklar da bulunabilir. Hastaların bu açıdan da araştırılması, erken teşhis ve tedavi açısından yararlı olur.



Otoimmün tiroidit ile beraberliği sık görülen hastalıklar:

B12 vitamini eksikliği – Pernisiyöz anemi: (Ortalama her 3 hastadan birinde görülür.) Bazı antikorların etkisi ile, gıdalarla alınan B12 vitamini, bağırsaklardan emilemez ve kana geçemez. Uzun süreli B12 eksikliğinde, ağız/dil yaraları, ishal, his kaybı, dengesizlik ve nihayet sinir hücrelerinde kalıcı hasar görülür. Ayrıca bu hastalarda “kansızlığın önemli bir nedeni” de, B12 vitamini eksikliğidir. Bu yüzden her otoimmün tiroidit hastasının (sabah açken) kandaki B12 vitamini seviyesinin ölçümü yapılmalıdır. Tedavide (ağızdan alınan B12 vitamini büyük ölçüde emilemediği için), “iğne ya da çok yüksek dozlu özel haplar”ın kullanılması gerekebilir.

Sjogren (jögren) sendromu: (Ortalama her 3 hastadan birinde görülür.) Ağız-göz kuruluğu izlenir. Göz kuruluğunun ilk belirtileri batma, yanma hissi olabilir. Tükürük salgısının azalmasına bağlı olarak (özellikle kraker gibi kuru) gıdaların yutulmasında güçlük olur. Tükürüğün azalmasına bağlı olarak özellikle dişeti çizgisine yakın çürüklerin olması, Sjogren sendromunu düşündürmelidir. Bu hastaların zaman zaman kulak önündeki tükürük bezinde (parotis) şişmeler olabilir.



Myasthenia Gravis: Yüzde, özellikle göz çevresindeki adalelerde zayıflık izlenir. Daha çok göz çevresindeki kasların zayıflamasına bağlı olarak, mimiklerde azalma, çift görme, göz kapağında düşüklük, hatta yutma güçlüğü gözlenebilir. Genellikle kas kullanımı arttıkça (bir diğer ifade ile sabahtan akşama) bu bulgularda artış olur.

Celiac (çöliak) hastalığı: Bir bağırsak ve emilim hastalığıdır. Uzun süreli ishâl, hazımsızlık, gaz, bazen kilo kaybı görülür. Bununla beraber “hâlsizlik, kansızlık, kemik erimesi, adet düzensizliği/kısırlık, dişlerin dış kesiminde zayıflık ve sinir sistemi hastalıkları da (sara gibi)” görülebilir.

Astım.

Vitiligo: Vücudun belirli alanlarında cilt renginin yer yer açıldığı hastalıktır.

Böbreküstü bezi yetmezliği.

Ayrıca otoimmün tiroidit ile Graves hastalığı arasında geçişler de bilinmektedir. Graves hastalığı da bir tiroid hastalığıdır. Bu hastalıkta, tiroid bezini “çok çalışmaya ve büyümeye” teşvik eden antikorlar vardır. Yâni gene bir otoimmün tiroid hastalığıdır fakat, otoimmün tiroidit’in aksine, tiroid hormonu üretiminde artış (hipertiroidi) sözkonusudur. Graves hastalığında da bazen, antikor (özellikle TgAb) yüksekliği olabilir. Bu yüzden, (özellikle Haşitoksikoz dönemindeki) otoimmün tiroidit hastalarına bazen, yanlışlıkla Graves hastalığı teşhisi konduğu olur. Graves’de hormon üretimi artmıştır. Oysa Haşitoksikoz’da, üretim artmaz, hormon yükselmesinin sebebi, ölen hücrelerin içindeki hormonun kana boşalmasıdır ve (genellikle 6-9 ayı geçmeyen) geçici hormon yüksekliği söz konusudur. Bu hastalarda hormon seviyesi zamanla normalin de altına düşer. Nasıl olduğu bilinmese de, bu iki hastalık arasında geçişler olabilmektedir.

Otoimmün tiroidit hastalarında bazı tiroid tümörlerinin, diğer insanlara oranla biraz daha sık görülebildiğine dair işaretler vardır. Bu yüzden, otoimmün tiroidit hastasındaki tiroid nodüllerinin (yumrularının) tâkibinde büyük fayda vardır.

Teşhis:

Otoimmün tiroidit hastalığı, içinde bulunulan evreye göre çok farklı belirtiler ve tetkik sonuçları ile karşımıza çıkabilmektedir.

Erken dönemde hastalarda en sık belirti, boğazda sıkışma hissidir. Anlatıldığı gibi erken dönemde tiroid bezinde bir miktar büyüme (guatr) olsa da, genellikle bu, solunum yoluna baskı yapacak boyutta olmaz. Sıkışma hissinin nedeni bu yüzden çok açık değildir ve kaygı vermemelidir.

Hastalığın tâkîbinde, FT3, FT4, TSH, TPOAb ve TgAb tetkiklerinin düzenli aralıklarla yapılması önem taşır. Hastaların ortalama % 90’ında TPOAb, % 40’ında TgAb yüksek bulunur. (TPOAb, otoimmün tiroidit teşhisinde ve tâkibinde daha önemli bir göstergedir.)

Tiroid hormonlarının aşırı yükseldiği durumlarda (tirotoksikoz),

* Çarpıntı, titreme, sıcak basması, aşırı terleme,

* Kilo kaybı,

* Sinirlilik,

* Adet düzensizliği,

* Yersiz ağlama eğilimleri görülebilir.

Özellikle yaşlılarda, kâlp hastalarında, tiroid hormonları ve TSH’ın daha yakından tâkîbi, hayâti önem taşır.

Tecrübeli hekimler tarafından yapılan tiroid ultrasonu (USG), hastalığın teşhisi, evrelendirme ve tedaviyi yönlendirme açısından önem taşır. Ortalama her 2 kişiden birinde, tiroid bezinde nodül (yumru) varlığı bilinmektedir. Nodül, başlı başına, ayrı bir hastalıktır. Bu nodüller, genellikle “iyi huylu adenom”lardır. Adenomların bazısı, çok çalışan “toksik/sıcak nodül” olarak isimlendirilir. Bazı nodüller ise, çalışmayan “soğuk nodüller” olabilir. Bazı nodüllerin içinde kanser gelişimi olabilir. Bu açıdan soğuk nodüller daha risklidir.

Kanserleşme açısından daha riskli görülen nodüller şunlardır:

* Tek nodül (çok sayıda nodüle oranla daha risklidir),

* Orta hattaki (isthmus denen kısımdaki) nodüller,

* Soğuk nodüller,

* Hızlı büyüyen nodüller (not: bazen çarpma, elle muayene vs. sonucu tiroid içinde kanama olabilir ve “saatler içinde gelişen şişlik”, hastalarda kaygı uyandırabilir. Hematom denen kan dolu şişliğin, nodül ile ilgisi yoktur. Ancak kanamanın nedeni açısından tetkik yapılması uygun olur.)

* Çevreye yapışıklık gösteren nodüller,

* Özellikle ileri yaşlarda birden bire beliren nodüller,

* 4 cm’den büyük nodüller,

Tiroid nodülü, kendi başına, ayrı bir hastalıktır. Otoimmün tiroidit hastalarında nodül olup olmadığı araştırılır. Nodül varsa, nodülün tâkip ve tedavisi ayrıca yapılmalıdır.

Otoimmün tiroidit hastalarında, hücre hasarı ve yara dokularının iç içe olması, ultrason’da bazı yanıltıcı görünümlere sebep olabilir. Bazen nodüle benzeyen hücre kümeleri, yalancı nodül olarak karşımıza çıkar. En tecrübeli hekimlerin bile ayıramadığı görüntüler olabilir. Bunların yakın tâkîbi, bu açıdan önemlidir. Yalancı nodüller değişik yerlerde belirip, kaybolabilir. Farklı ultrason raporları bu yüzden hastalarda güvensizlik duygusu uyandırmamalıdır. Özellikle bu raporların dosyalanıp, büyüme eğilimi olan yapıların dikkâtle incelenmesi gerekir. Bunların gerçek nodül olma ihtimâli yüksektir. Ultrasonun aynı hekim tarafından ve aynı cihazla yapılması bu açıdan faydalı olabilir.

Tiroid sintigrafisi’nde “düşük düzeyli ve dağınık aktivite tutulumu” tipiktir. Ancak çok farklı görünümler de olabilir. Özellikle, tiroid bezinin çok çalışıp – çok hormon ürettiği (hipertiroidiye yol açan) hastalıklarla, haşitoksikoz denen durumun ayrımında sintigrafi faydalı olabilir. Çünkü haşitoksikozda T4, T3 yüksekliğinin sebebi, tiroidin çok çalışması değil, ölen hücrelerden dolaşıma anîden boşalan hormonlardır. Otoimmün tiroiditte tiroid bezi, bilâkis daha az çalışmaktadır. Sırf bu ayırım yapılamadığı için tiroidi alınan ya da tiroid küçültücü radyoiyot tedavisi verilen hasta sayısı hiç de az değildir. Bu da zaten tiroidi küçülmekte olan hastaya, ikinci bir darbe olmaktadır. Ancak çok nadir durumlarda, otoimmün tiroidit hastaları için de bu tedavilere gerek duyulabilir.

Tiroid sintigrafisi çekilmeden en az 3 hafta önce, (hayâti bir gereklilik yoksa) tiroid hormonları kesilmelidir. Tiroid hormonu hapları (levotiron, tefor, euthyrox…) kesilmeden yaptırılan tiroid sintigrafisi, sıklıkla yetersiz sonuç verir. Çünkü, dışarıdan alınan tiroid hormonunun etkisi ile (sanki vücuttaki tiroid hormonu üretimi artmış gibi) TSH düşer, tiroid bezi az çalışmaya başlar. Bu da sintigrafide tiroid bezinin olduğundan daha zayıf gözükmesine, bazı küçük nodüllerin seçilememesine neden olabilir. Hamilelere tiroid sintigrafisi çekilmez.

Otoimmün tiroidit hastalarında bazı tiroid tümörleri, diğer insanlara oranla biraz daha sık görülebilmektedir. Bu yüzden, otoimmün tiroidit hastasındaki nodüllerin tâkibinde büyük fayda vardır.

Bazen, şüpheli nodüllerden iğne ile parça alınması (FNA – ince iğne aspirasyon biyopsisi) ve mikroskop altında inceleme gerekebilir.

Ultrason, sintigrafi ve diğer kan tahlillerinin hiçbirisi, nodülde tümör olup olmadığı konusunda yüzde yüz güvenli bilgi veremez.

İğne biyopsisinde de, iğnenin ucuna denk gelen hücreler incelenebildiğinden, yanılma payı vardır. Ayrıca bazı tümörler iğne biyopsisi ile tanınamaz. Biyopsiyi yapan hekim ne kadar tecrübeli olursa olsun, özellikle içi sıvı dolu (yâni kistik) nodüllerden yeterli hücre çekilemeyebilir ve biyopsi sonucu “yetersiz” gelebilir. Bu durumda biyopsinin, ultrason eşliğinde tekrarı gerekebilir. Ancak bunlar hastaları telâşlandırmamalıdır. Nadiren görülen bu durumlarda sonuç büyük oranda (ortalama % 92) “iyi huylu nodül” ile uyumlu gelmektedir.

Otoimmün tiroidit hastalarında, sık görülen diğer otoimmün hastalıkların olup olmadığı da araştırılmalıdır. Özellikle kandaki B12 vitamini düzeyinin kontrolü, göz kuruluğu varsa göz hekimi tarafından tâkîbi, hastanın kalıcı hasarlardan korunması açısından son derece faydalı olabilir.

Tiroidinde nodülü olan hastaların, ailesinde kanser (özellikle tiroid kanseri) olan hastaların, başka hastalığı olanların, bunlar hakkında hekimini muhakkak bilgilendirmesi gerekir.

“Tiroidde nodül, vücutta (özellikle yüzde) kıllı benler, meme/rahim ya da yumurtalıkta kitle, sindirim kanalında polip denen çıkıntıların” olduğu son derece nadir bir hastalık bilinmektedir. Cowden sendromu denen hastalıkta, bunlardan birkaçının yakalanması, diğerleri için tedbir alma imkânı getirebilir. Bu açıdan her detay muhakkak göz önünde tutulmalı ve hekim bilgilendirilmelidir.

Otoimmün tiroidit teşhisi konmuş hastaların, çocukları, kardeşleri gibi yakın akrabalarının da (özellikle kız çocuğu, kız kardeş, anne, hala, teyze,…) incelenmesinde fayda vardır.

Tedavi:

Otoimmün tiroiditte yakın zamana dek bilinen tek tedavi şekli, azalan tiroid hormonunun, hormon hapları ile (levotiron, tefor, euthyrox…) takviyesinden ibaretti.

Tiroid hormonu yetersizliği olan hastada, tiroid hormonu takviyesi kaçınılmazdır. Ancak, hastalığın erken dönemlerinde de (henüz hormon yetmezliği başlamamış olsa bile), düşük dozda tiroid hormonu verilmesinin faydalı olduğu bilinmektedir. Tiroid hormonunun dışarıdan alınması, tiroid bezinin dinlenmesine vesile olduğu için, tiroid bezi daha az çalışmakta, bu sâyede yıkım da bir miktar yavaşlamaktadır.

Tiroid hormonu, hap şeklinde, sabahları aç karnına alınmaktadır. Eskiden hayvansal kaynaklı ilaçlar denenmiş olsa da, şu an satılan hapların çoğu sentetiktir (hayvansal değildir). Yurt dışında hâlâ bazı hayvan kaynaklı ilaçların reklamı yapılmaya çalışılsa da, insana yabancı maddelerin, zaten duyarlı hâle gelmiş savunma hücrelerini büsbütün uyarma riski çok yüksektir. Ve bu hormonlar (iddia edilenin aksine) insan hormonu ile aynı değildir.

İlacın dozu, hastanın şartlarına, hormon durumuna göre (TSH, FT3, FT4) ayarlanır. Bu da hastanın düzenli aralıklarla hormon tetkiki yaptırmasını gerektirir. Özellikle kilo alıp vermeler, mevsim değişiklikleri, enfeksiyonlar, hormon düzeylerini etkileyebilir. Günde yarım tablet ilâç kullanan hastanın bir süre sonra hipotiroidi bulguları başlayabilir ve ilâcı bir tablete çıkarması gerekebilir. Hastanın, hormon düzeyinin normâl olduğu (ötiroidi) hâlini yakından tanıması ve bunun dışında bulgularla karşılaştığında, (kontrol zamanı gelmemiş olsa bile) hekimine başvurması gerekir.

Tiroid hormonu takviyesi, hastanın (zaten sahip olması gereken) “normâl” hormon düzeyine ulaşması için yapılır. Hormon düzeyi normâl seviyede olduğu müddetçe, bu ilâçların ciddi bir yan etkisinin olmaması beklenir. Yine de, böyle bir durumun ortaya çıkması hâlinde hekime danışılmalıdır. (İlacın fazla gelmesi sonucu kandaki hormon seviyesinin uzun süre yüksek seyretmesi, kemik erimesine yol açabilir.)

Yakın zamana dek, otoimmün tiroidit’te, otoimmün savaşı baskılayan herhangi bir tedavi şekli bilinmiyordu. İlk kez 2002 yılında, Alman profesör Roland Gartner’ın yaptığı bir çalışma ile, “selenyum” verilen hastaların önemli bir bölümünde TPOAb seviyesinin düştüğü gösterildi. Bu, öyle büyük ilgi gördü ki; dünyanın en çok satılan tıp kitaplarında (CMDT gibi) hâlâ kaynak olarak gösterilmektedir.

2004 yılında Yunan profesör Leonidas Duntas tarafından yapılan çalışma ile, selenyum’un etkisi bir kez daha gösterildi.

İlk araştırmacılar, tedavinin daha çok “selenyum eksikliği olan kişilerde” etkili olduğunu düşündüler. Oysa:

– Bu araştırmalara katılan hastaların çoğunun kanında selenyum eksikliği olmadığı hâlde, tedavi sonrası TPOAb değerleri düşmüştü.

Ayrıca selenyum tedavisi sırasında, hücre direncinin artmasından öte, antikor düzeyleri düşmekte idi. Bu da, selenyum tedavisi ile hücrelerin kuvvetlendiğinden çok, savunma hücrelerindeki antikor üretiminin baskılandığını düşündürmekteydi.

– Son olarak, selenyum eksikliğinin önlenmesi ve selenyuma bağımlı maddelerin maksimum düzeyde çalışabilmesi için günlük 70 mikrogram selenyum yeterli iken, hiçbir araştırmacı 200 mikrogramdan daha düşük dozda selenyum tedavisi denememişti.

2003 yılında Dr. Ömer Türker tarafından başlatılan bir çalışma ile, günlük 100 mikrogram’lık dozla bile antikorların baskılanamadığı, selenyumun ancak daha yüksek dozlarda etkili olduğu gösterildi.

Böylece, selenyum tedavisinin, “eksikliği olan hastaları doyurarak” değil, muhtemelen “savunma hücrelerini baskılayarak” etki ettiği gösterilmiş oldu.

Avrupa “Endokrinoloji Dergisi”nde yayınlanan ve Avrupa Tiroid Birliği (ETA) Kongresi’nde sunulan çalışma, bu konuda “ülkemizin ilk, dünyanın 4. ve en geniş araştırması” oldu. Dokuz ay boyunca derginin “en çok okunan makalesi” olan çalışma, aynı zamanda Amerika’nın resmi internet sitesi MedlinePlus’da, bu konuda kaynak olarak gösterilen tek çalışma oldu.

Bu çalışmanın ardından, Yunan ve İtalyan araştırmacıların yaptıkları çalışmalarla, selenyum tedavisinin uzun süreli etkisi teyyid edildi.

Hattâ Türk hekimlerin ardından, İtalyan araştırmacılar da, “selenyum’un hamilelik döneminde bile etkili olduğunu ve tedavi ile (otoimmün tiroidit’in hamilelik sonrası görülen özel bir formu olan) pospartum tiroidit görülme oranının azaldığını” gösteren bir çalışma yayınladılar.

Selenyum, gıdalarla aldığımız, vücudumuzun ihtiyaç duyduğu bir element, bir çeşit mâdendir. Selenyumun astım, romatoid artirit, vitiligo gibi pekçok hastalıkta faydası bilinmektedir. Vücudumuzda, “sağlıklı çalışması için selenyuma ihtiyaç duyulan” en az 30 çeşit protein tanımlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)nün de içinde olduğu pek çok kaynak, her insanın, günlük 40-70 mikrogram civarında selenyum alması gerektiğini bildirmektedir. Otoimmün tiroidit tedavisinde erişkin bir hasta için kullanılan günlük ortalama doz ise, 200 mikrogram kadardır. Yâni tedavinin özü, zaten hergün gıdalarla almamız gereken doğal bir mâden’in, biraz daha yüksek dozda alınmasından ibârettir.

Selenyumun bu dozda ciddi bir yan etkisi beklenmez. Nadiren hazımsızlık veya bulantı olabilir.

Amerika’nın resmi sağlık sitesi MedlinePlus da, erişkinler için günlük dozu (RDA) 80-200 mikrogram, maksimum günlük dozu ise, 400 mikrogram olarak belirtmektedir.

Selenyum, tiroid bezine karşı oluşan savaşı baskılamak için kullanılır. Bu arada tiroid hormonu tedavisi kesilmemelidir.

Otoimmün tiroidit tedavisinde, tiroid hormonlarının düzenli aralıklarla kontrol edilmesinin ve özellikle nodül varsa ultrason tâkibinin önemi büyüktür.

Bu hastalığa eşlik eden diğer otoimmün hastalıkların tedavisi (pernisiyöz anemide B12 vitamininin iğne vs. ile takviyesi, Sjogren sendromunda göz damlaları ile göz kuruluğunun tedavisi gibi…) ilgili hekimlerce tâkîb edilmelidir.

KAYNAK

Uzman Dr. Ömer TÜRKER

http://www.tiroidim.com
 
Dr. Mitchell Gaynor: Kansere Karşı "Üç Mineral" Size Yeter!


Dr. Mitchell Gaynor
Dünya'nın en önemli kanser uzmanlarından Dr. Mitchell Gaynor'a göre; vitaminlerin yardımcılarıolarak kabul edilen minerallerden;"kalsiyum", "selenyum" ve "çinko"; kanserle savaşın baş aktörleridir.

Mineraller olmadan, insan organizmasının çalışması hayal bile edilemez. Damarlarınızda yol alarak, hücreden hücreye dolaşıp, hayati önemdeki enzimatik tepkimeleri harekete geçirir. Genellikle vücut hiyerarşisi içinde,"vitaminler"den sonra gelen "ikinci sınıf vatandaşlar" olarak görülürler. Ancak her şey böyle değildir.Kalsiyum olmasaydı, kemiklerinizi ayakta tutmak için ne kullanacaktınız? Ya da çinko olmasaydı,bağışıklık sisteminiz ne hale gelirdi? Bu liste uzayabilir. Kanserle mücadelede ise, koruyucu rollerinden ötürü öne çıkan üç mineral türü var. Bunlar, "kalsiyum", "çinko" ve "selenyum".

KALSİYUM: "KOLON KANSERİ"Nİ KOVAR

Araştırmalar gösteriyor ki, sütün yüksek miktarda içerdiği kalsiyum, insan hayatı için büyük önem taşıyor. Sadece kemiklerin bileşenlerini oluşturmanın dışında, kalp ritmini düzenlemede, deri ve kas sağlığında,enerji üretiminde, kanın pıhtılaşmasında, sinir sisteminin ve bağışıklık fonksiyonlarının çalışmasında da büyük etkisi bulunuyor.

Sebze eksiği olan bir beslenme düzeni, kalsiyum eksikliklerine neden olabilir. Kalsiyumun emilimini engelleyen fosfordan bol miktarda içerdiği için, aşırı kola tüketimi de, bu mineralin eksikliğine yol açar.Araştırmalar, kalsiyumun, kolon kanseririskini büyük ölçüde azalttığını ortaya koyuyor.Kalsiyum, kolon kanserine neden olan safra kesesi asitlerinin yayılmasını engelleyerek; zarar verici özelliklerini ortadan kaldırıyor.

ABD'de yapılan bir araştırmada, kalın bağırsaklarında polipleri(tümöre dönüşebilecek, küçük doku kabarıklıkları) ameliyatla alınan bir grup hastaya, altı ay boyunca, günde 1-2 gram kalsiyum verildi. Aynı durumdaki başka hastalara ise, kalsiyum verilmedi. Sonuçta kalsiyum verilmeyen hastaların, %55'indepoliplerin yeniden oluştuğu gözlendi. Kalsiyumun kansere karşı koruyucu etkisine dair birçok araştırma yapıldı. Düzenli kalsiyum alan kanser hastalarının, yaşam süresinin uzadığı da biliniyor. Yılda yaklaşık 50 bin insan, kolon kanseri nedeniyle hayatını kaybediyor. Eğer kalsiyum desteğine gerekli önem verilirse, bu sayının düşeceğine kesin gözüyle bakmak yanlış olmaz.

KALSİYUM: HANGİ GIDALARDA VAR?

Süt, peynir, yoğurt ve diğer süt ürünleri, kalsiyum açısından oldukça zengindir. Turp, yeşil yapraklı sebzeler, sardalye, som balığı ve soya peyniri de, önemli kalsiyum kaynaklarıdır. Kolon kanserine karşıen etkili olan kalsiyum çeşidi ise, istiridye kabuğundaki kalsiyum karbonattır. Ancak hazmetmesi zor olduğu için, bunu tüketmek pek tavsiye edilmiyor.


KALSİYUM: NE KADAR ALINMALI?

6 aya kadar 400 mg
1 yaşına kadar 600 mg
1-5 yaş 800 mg
6-10 yaş 800-1200 mg
11-23 yaş 1200-1500 mg
Kadınlarda 25-50 yaş 1000 mg
Kadınlarda hamilelik ve emzirme dönemi 1200 mg
Kadınlarda menapoz sonrası 1000-1500 mg
Erkeklerde 25-65 yaş 1000 mg
65 yaş üzeri tüm erkek ve kadınlar 1500 mg

ÇİNKO EKSİKLİĞİ: KANSERİ DAVET EDİYOR

Vücut, hücrenin yapıtaşları; RNA ve DNA ile insülin üretimi için ve ayrıca birçok hayati enzim hareketini gerçekleştirmek için, çinkoya ihtiyaç duyar. Çinko; yaraların iyileşmesi, temel bağışıklık fonksiyonları, gençlerde kemik oluşumu, kan şekerinin kontrolü, erkeklerde cinsel fonksiyonlar, koku ve tat alma duyusunun gelişmesi açısından faydalıdır. Ayrıca kanserle mücadelede büyük önem taşıyan T-hücrelerinin olgunlaşması için, çinko gereklidir. Vücuttaki çinko oranı düştükçe, bağışıklık sisteminin kansere karşı savaşı da zayıflar. ABD'de yapılan bir araştırmaya göre; kanser hastalarının %55'inde çinko eksikliği var. Çinko eksikliğinin, prostat, yemek borusu ve akciğer kanserlerine neden olduğu da tespit edildi. Böbrek kanseri nedeniyle hayatını kaybeden insanlardaki çinko oranının, sağlıklı insanlara göre çok daha düşük olduğu biliniyor.


ÇİNKO: HANGİ GIDALARDA BULUNUR?

Temel kaynakları, balık, yumurta, et, tavuk, hindigibi kümes hayvanlarıyla; mantar, bira mayası, fındıkve ceviz gibi kabuklu gıdalardır. Çinko, sebzelerden çokhayvansal gıdalarda bulunur. Kansertedavisi gören ya da kanser riskinden kaçınmak isteyen birçok kişi,hayvansal gıdaları tüketmeyi azalttığı için çinkoeksikliği yaşayabilir. Böyle durumlarda günde 15-30 mg. arası çinko takviyesi yapılmalıdır.Kalsiyum ve diğer mineraller, çinko emilimini azaltır. Pirinç vebarbunya gibi gıdalar da aynı etkiyi yaratır. Bu nedenleçinko, tek başına alınmalıdır.

ÇİNKO: NE KADAR ALINMALI?

Vücut, günde 15 mg. çinkoya ihtiyaç duyar. Bu miktarın, 30 mg. kadar olması tercih edilebilir.

SELENYUM: GÜÇLÜ KANSER ÖNLEYİCİ

En güçlü kanser önleyici minerallerden biridir. Günde alınacak birkaç yüz mikrogram selenyum bile, vücut için yeterlidir. Antioksidan etkisi yüksektir, bağışıklık sistemini güçlendirir, kalp ve dolaşımsistemiiçin güçlü bir koruyucudur. Japonya'daki kadınlar arasında meme kanseri oranının düşük olması, bu halkın tükettiği yüksek selenyum içeren gıdalara bağlanır. Aynı şekilde Çin'de selenyumun az tüketildiği bölgelerde; mide, yemek borusu ve karaciğer kanseri vakalarındaki yüksekliğin de, bu nedene bağlı olduğu tahmin ediliyor. Amerikan Tıp Birliği'nin yaptığı bir araştırmada, deri kanseri olan 1000 kişi, iki ayrı gruba bölündü. Bir gruba düzenli olarak yedi yıl boyunca, günde 200 mikrogramselenyum verildi. Araştırma sonundaselenyum verilen kişilerde kanserin yayılmasının, % 41 oranında azaldığı, ölüm oranının ise diğer gruba göre %52 daha az olduğu tespit edildi. Selenyumun, kanserle mücadelede giderek artan bir şöhreti var.

SELENYUM: HANGİ GIDALARDA BULUNUR?

Karaciğer, deniz kabukluları, tuzlu su balıkları, hububat, sarımsak, soğan, brokoli, deniz yosunuve yumurta.

SELENYUM: NE KADAR ALINMALI?

Selenyumun aşırı miktarda alınması, önemli yan etkilere neden olabilir. Güvenli dozajı, bir yetişkin için günlük100-200 mikrogramdır. Bazı kişilerin günde 400-600 mikrogram almasına karşın, yan etkilerle karşılaşmadığı da belirtilmiştir. Ancak bu herkes için önerilen bir durum değildir. Kanserle mücadele için günde, 200 mikrogramın yeterli olduğu kabul edilir.


LİFLİ GIDALAR: TÜMÖR OLUŞUMUNU ENGELLER

Şimdi sizleri duyuyor gibiyim; "evet kabızlığın çaresini, biliyoruz." Ama iş bu kadar basit değil. Liflerin hayatımızdaki rolü, yalnızca bağırsaklarımızı düzene koymak değil. Evet, bağırsaklarımızı düzene koyuyor, ancaklifler ayrıca kolesterolümüzü düşürüyor, kansere sebep olan kimyasalların vücuttan atılmasını sağlıyor ve kan şekeri seviyemizi dengeliyor. Şimdi de kanserle olan ilişkisine gelelim. Size çok önemli iki lif türünden bahsetmek istiyorum: "Lignan" ve "citrus pectin".

Lignan: Keten tohumu içinde bulunur ve kendi başına birantikanser savaşcısıdır. Ayrıca kadınlarda,menopoz dönemi sıcak basmalarına, bakteriyel enfeksiyonlara, mantara ve viral enfeksiyonlara karşı da etkilidir. Vücudumuzda üretilen östrojen hormonunu bağlayarak, bu hormonun meme dokusu üzerindeki kanserojen etkisini önler. Ayrıca aromotase isimli enzimin, diğer bazı hormonlarımızıöstrojene çevirmesini önler. Keten tohumuyağını, beslenme rejiminize dahil etmenizi, şiddetle tavsiye ediyorum. Günde bir çorba kaşığı içebilirsiniz. Tadından hoşlanmayanlar, salatalarına koyabilirler. Ama sakın pişirmeyin ve lütfen buzdolabında muhafaza edin.

Pectin: Bir başka lif, bir başka kanser savar. En çok turunçgillerde bulunur. Kısaca MCP diye adlandıracağımız bu madde, kanserin yayılmasını(metastazı) durdurmakta çok etkilidir.

Yüksek lif oranlı bir beslenme düzeni, östrojen seviyesini normale çeker.

Birçok sebze ve meyvede bulunan isoflavones ve lignanlar, bağırsaklarımızda zayıf östrojene çevrilirler. Buöstrojen, daha sonra meme dokusuna giden kuvvetli ve vücudumuzun ürettiği östrojenle yarışa girer ve yarışı kazanırlar. Meme dokusuna yapışırlar. Böylece östrojene duyarlı tümörlerin gelişmesine, olumsuz yönde etki ederler.

Lifli gıdalarla beslenmek, beraberinde zayıflığı da getirir, bu da düşük östradiolseviyesi demektir.Östradiol,östrojenin en kanserojenformudur. Genelde yağ dokusunda depolanır.
Alıntı
Gülgün Sönmez, gazetevatan, 13/11/2008
 
Arkadaşlar benim TSH değerim 0.4. Ben de hashimatoluyum. İki aydır diyet ve spora rağmen bir gr bile kilo veremiyorum.TSH düşük old. için mi acaba? Siz nasıl kilo veriyorsunuz?
 
Arkadaşlar ben hem haşimato hem de romatoid artrirt hastasıyım.Araştırmalarım sonucunda aslında rahatsızlıkların temelinde yatan candida albicans bağırsak mantarı olduğunu öğrendim. Bu konuyu araştırıp çok basit olan tükürük testini yapabilirsiniz.
 
Haşimatonun temelindede mi? Peki nasıl bir tedavi yöntemi öneriliyor?
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…