ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI
(Otobiyografi-2009)
GİRİŞ
Her insanın yaşamında belirli dönüm noktaları vardır. Yıllarca biriken her anı bir gün gelip dışa vurur. Bazen yere düşüp kırılan bir cam gibi sert ve sivri, bazen de omzumuza konan kuş misali hafif ve sevimli...
1984 yazı. Sıcak bir yaz akşamında gözlerimi dünyaya açmanın kader olduğunu düşünürdüm düne kadar. Oysa kader diye bir şey yokmuş, kader sadece bizim ellerimizdeki tek kolu kopmuş oyuncak bir bebekmiş. Hepsi bu. Devlet hastanesinin 2 no.lu doğum odasında avaz avaz bağıran kadınların arasında genç bir tanesi dikkati çekiyordu. Sakindi; sanki hiç sancı çekmiyordu. Güzel kızı bugünde gelmeyecekti anlaşılan(!) Beklenen doğum ufaklığın mesajını verir gibi önce sessiz ve ürkek akşam saatlerinde ise ameliyathanenin duvarlarını çınlatacak kadar hırçın ve güzeldi…
Hemşire birkaç dakika sonra tekrar ameliyathaneden içeri girdi. Kadın; dokuz aydır hikâyeler anlattığı, geceleri küçük tekmeleri ile uyandığı, tek gözü hala azıcık açılmamış küçücük kızını tutuyordu elinde. Hemşire bebeğe tekrar baktı, gülümsedi ve annesine verirken;
“Tebrikler, koca ayaklı bir kızınız oldu “ dedi.
İşte genç kadın koca ayaklı kızına o gün kavuşmuş oldu…
***
BÖLÜM 1
“İşin Aslı”
İstanbul 1975,
İnsan birisine misket oynarken âşık olabilir mi? Annemle babam işte tamda böyle âşık olmuşlardı. İstanbul’un sakin semtlerinden biri olan Erenköy’ de –ileride benimde çocukluk ve genç kızlığımı geçireceğim semtte- haşarı bir çocukluk dönemini birlikte geçirmişlerdi. Oynadıkları oyunlar hala annemin aklının bir köşesindedir ki, arada, beklide o günleri özlediğinde “harika bir çocukluk geçirdim” der durur. Kim bilir beklide büyüdükçe başaramadıkları o şeyi çocukken yakaladıkları içindir…
“Anne, Nerimanlara oturmaya gidebilir miyim, lütfen lütfen lütfen.”
“Hiç düşünmüyorsunuz beni değil mi! Sabahtan akşama kadar ayakta geziniyorum, çarşısı pazarı, bulaşığı, çamaşırı hepsi bana bakıyor. Baban gelsin her bir yaptığını anlatacağım. Ben artık baş edemiyorum sizinle.”
“Yarın bütün işlerde sana yardım edeceğim anne, söz. Neriman bekliyor.”
“Ortalığı silip süpürmeden hiçbir yere gidemezsin. Ablan gibi okuyup bir şey olacağın da yok bari bana evde yardım et Güzin”
“Peki, anne, bitirirsem akşamüzeri gidebilirim ama dimi?”
“Haydi, haydi oyalanma…”
Baba korkusu; insana en dip köşeleri temizlemeyi, tavanlardaki bütün örümcekleri almayı hatta hiçbir iş yapmadan oturan ablana sataşmayı bile önleyecek kadar büyük bir korkuydu. Ama ne yaparsa yapsın annem yinede dedemin üç dört günde bir tekrarlayan tokatlarından nasibini alırdı. Ahmet Bey; o zamanlar İstanbul Haydarpaşa Gümrük Muhafazada çalışıyordu. Okuma yazma oranının genç nüfusta %10-15 olduğu dönemlerde ilk okul mezunu olarak yüksek mertebe ile gümrükte işe girmişti. Ne yazık ki bu evini ve kızlarını üç gecede bir görmesi demekti. Şimdi görevde on beşinci yılını bitirirken çocuklarından ayrı kalmasına sebep olan işin getirisini kullanıp içgüveysi olarak geldiği bu ahşap evi en baştan yapacaktı. Hem de öyle böyle değil betonarme bir bina inşa edecekti. Civardaki en yüksek binayı. Yaptı da...
Takip eden beşinci yılın sonunda binanın üçüncü katını da bitirmişti. Ve bu; tüm civardaki en yüksek binaydı. Elindeki para bitince ustalar yerine boya badana işlerinde kızlarıyla birlikte çalıştırmış, birçok malzemeyi de kendi taşımıştı. Ama başarmıştı işte. İleride eline tekrar para geçtiğinde belki üç kat daha çıkabilirim diye söz vererek elinde evine adını verdiği soyadı yazılı beyaz mermer taşı binaya çaktı. “Özay Apt. No:36”
“Sakatsa sakat seviyorum, sakat diye onu küçük göremezsin. Ben kararımı verdim baba, evleneceğim.”
Dedemin teyzeme attığı o tokat on yedi yaşındaki anneme büyük aşkların bir tokatla yıkılabileceğini göstermişti. Teyzem üniversiteyi kazanmış, dönemin seçkin okullarından birinde gazetecilik okumaya başlamış ve her konuda olduğu gibi hevesi hemen kaçmıştı. Ertesi sene bir bankaya memur olarak girmiş ve eniştemi orada tanımıştı. Banka da müdür yardımcısıydı, saygı duyulan biriydi ve kadınlarla konuşmasını çok iyi beceriyordu. Teyzem bankaya ilk girdiğinde müdür yardımcısının dikkatini hemen çekmişti. Öğle arası muhabbetler, iş çıkışı otobüs beklemeler, kasa sayımları derken ilk başlarda ona karşı pekte bir his beslemeyen teyzem aynı şubedeki Nilgün’ün de bu adamdan hoşlandığını belli etmesi ile ertesi hafta eniştemin evlenme teklifini tereddütsüz kabul etmişti. Emindi işte; bu adamı seviyordu. Hem de Nilgün’den daha çok. Yemeğe çıktıkları bir gün teyzeme kendi durumundan bahsetmişti. On dokuz yaşındayken ayağının nasıl otobüsün altında kaldığını, neler yaşadığını, bunu ona niye daha önce anlatamadığını, onu çok sevdiğini ve ondan vazgeçerse bunu anlayışla karşılayacağından bahsetmişti. Teyzem işte bu yüklü duygularla o akşam dedemin karşısına geçip o tokadı yiyebilecek cesareti bulabilmişti. Tam 4 ay sonra dedemin gururuna ve ananemin sitemlerine rağmen evlenmişlerdi.
Teyzemin evden gidişi ile annemin yaşadığı boşluk dile getirilmez derecedeydi. Sanki ananem tüm olanlardan onu suçluyordu. Onu suçluyordu kendini de... Erken yaşta kadınlığını kaybetmiş ve iki çocukla evi idare etmeye çalışıyordu ama bu onun küçük kızını gerektiğinden fazla yok saydığı gerçeğini örtmüyordu. Annem için o dönem ev işleri iki kat artmış, en yakın arkadaşı ile artık hiç görüşemez hale gelmişti. Bu iki yıl süren durum annemin babama âşık olması ile son buldu. Ananem her zaman buna daha çok tepki gösterir gibi gelmiştir bana.
“Aşk gerçekten ayaklarımızı yerden kesermiş.” Babamın çarşafların arasında yarısı kaybolmuş uykulu yüzünü izlerken tam böyle düşünüyordu annem. O duygulu ve güçlü bir kadındı. Aşkı uğruna birbirine düşman iki aileyi dize getirmiş ve babamla evlenmişti. Ve ben evliliklerinin 21.ayında onlara ceeee! Diyerek mutluluk getirmiştim. Evet, mutluyduk ve işin aslı işte tam burada başlamaktaydı.
*****
(Otobiyografi-2009)
GİRİŞ
Her insanın yaşamında belirli dönüm noktaları vardır. Yıllarca biriken her anı bir gün gelip dışa vurur. Bazen yere düşüp kırılan bir cam gibi sert ve sivri, bazen de omzumuza konan kuş misali hafif ve sevimli...
1984 yazı. Sıcak bir yaz akşamında gözlerimi dünyaya açmanın kader olduğunu düşünürdüm düne kadar. Oysa kader diye bir şey yokmuş, kader sadece bizim ellerimizdeki tek kolu kopmuş oyuncak bir bebekmiş. Hepsi bu. Devlet hastanesinin 2 no.lu doğum odasında avaz avaz bağıran kadınların arasında genç bir tanesi dikkati çekiyordu. Sakindi; sanki hiç sancı çekmiyordu. Güzel kızı bugünde gelmeyecekti anlaşılan(!) Beklenen doğum ufaklığın mesajını verir gibi önce sessiz ve ürkek akşam saatlerinde ise ameliyathanenin duvarlarını çınlatacak kadar hırçın ve güzeldi…
Hemşire birkaç dakika sonra tekrar ameliyathaneden içeri girdi. Kadın; dokuz aydır hikâyeler anlattığı, geceleri küçük tekmeleri ile uyandığı, tek gözü hala azıcık açılmamış küçücük kızını tutuyordu elinde. Hemşire bebeğe tekrar baktı, gülümsedi ve annesine verirken;
“Tebrikler, koca ayaklı bir kızınız oldu “ dedi.
İşte genç kadın koca ayaklı kızına o gün kavuşmuş oldu…
***
BÖLÜM 1
“İşin Aslı”
İstanbul 1975,
İnsan birisine misket oynarken âşık olabilir mi? Annemle babam işte tamda böyle âşık olmuşlardı. İstanbul’un sakin semtlerinden biri olan Erenköy’ de –ileride benimde çocukluk ve genç kızlığımı geçireceğim semtte- haşarı bir çocukluk dönemini birlikte geçirmişlerdi. Oynadıkları oyunlar hala annemin aklının bir köşesindedir ki, arada, beklide o günleri özlediğinde “harika bir çocukluk geçirdim” der durur. Kim bilir beklide büyüdükçe başaramadıkları o şeyi çocukken yakaladıkları içindir…
“Anne, Nerimanlara oturmaya gidebilir miyim, lütfen lütfen lütfen.”
“Hiç düşünmüyorsunuz beni değil mi! Sabahtan akşama kadar ayakta geziniyorum, çarşısı pazarı, bulaşığı, çamaşırı hepsi bana bakıyor. Baban gelsin her bir yaptığını anlatacağım. Ben artık baş edemiyorum sizinle.”
“Yarın bütün işlerde sana yardım edeceğim anne, söz. Neriman bekliyor.”
“Ortalığı silip süpürmeden hiçbir yere gidemezsin. Ablan gibi okuyup bir şey olacağın da yok bari bana evde yardım et Güzin”
“Peki, anne, bitirirsem akşamüzeri gidebilirim ama dimi?”
“Haydi, haydi oyalanma…”
Baba korkusu; insana en dip köşeleri temizlemeyi, tavanlardaki bütün örümcekleri almayı hatta hiçbir iş yapmadan oturan ablana sataşmayı bile önleyecek kadar büyük bir korkuydu. Ama ne yaparsa yapsın annem yinede dedemin üç dört günde bir tekrarlayan tokatlarından nasibini alırdı. Ahmet Bey; o zamanlar İstanbul Haydarpaşa Gümrük Muhafazada çalışıyordu. Okuma yazma oranının genç nüfusta %10-15 olduğu dönemlerde ilk okul mezunu olarak yüksek mertebe ile gümrükte işe girmişti. Ne yazık ki bu evini ve kızlarını üç gecede bir görmesi demekti. Şimdi görevde on beşinci yılını bitirirken çocuklarından ayrı kalmasına sebep olan işin getirisini kullanıp içgüveysi olarak geldiği bu ahşap evi en baştan yapacaktı. Hem de öyle böyle değil betonarme bir bina inşa edecekti. Civardaki en yüksek binayı. Yaptı da...
Takip eden beşinci yılın sonunda binanın üçüncü katını da bitirmişti. Ve bu; tüm civardaki en yüksek binaydı. Elindeki para bitince ustalar yerine boya badana işlerinde kızlarıyla birlikte çalıştırmış, birçok malzemeyi de kendi taşımıştı. Ama başarmıştı işte. İleride eline tekrar para geçtiğinde belki üç kat daha çıkabilirim diye söz vererek elinde evine adını verdiği soyadı yazılı beyaz mermer taşı binaya çaktı. “Özay Apt. No:36”
“Sakatsa sakat seviyorum, sakat diye onu küçük göremezsin. Ben kararımı verdim baba, evleneceğim.”
Dedemin teyzeme attığı o tokat on yedi yaşındaki anneme büyük aşkların bir tokatla yıkılabileceğini göstermişti. Teyzem üniversiteyi kazanmış, dönemin seçkin okullarından birinde gazetecilik okumaya başlamış ve her konuda olduğu gibi hevesi hemen kaçmıştı. Ertesi sene bir bankaya memur olarak girmiş ve eniştemi orada tanımıştı. Banka da müdür yardımcısıydı, saygı duyulan biriydi ve kadınlarla konuşmasını çok iyi beceriyordu. Teyzem bankaya ilk girdiğinde müdür yardımcısının dikkatini hemen çekmişti. Öğle arası muhabbetler, iş çıkışı otobüs beklemeler, kasa sayımları derken ilk başlarda ona karşı pekte bir his beslemeyen teyzem aynı şubedeki Nilgün’ün de bu adamdan hoşlandığını belli etmesi ile ertesi hafta eniştemin evlenme teklifini tereddütsüz kabul etmişti. Emindi işte; bu adamı seviyordu. Hem de Nilgün’den daha çok. Yemeğe çıktıkları bir gün teyzeme kendi durumundan bahsetmişti. On dokuz yaşındayken ayağının nasıl otobüsün altında kaldığını, neler yaşadığını, bunu ona niye daha önce anlatamadığını, onu çok sevdiğini ve ondan vazgeçerse bunu anlayışla karşılayacağından bahsetmişti. Teyzem işte bu yüklü duygularla o akşam dedemin karşısına geçip o tokadı yiyebilecek cesareti bulabilmişti. Tam 4 ay sonra dedemin gururuna ve ananemin sitemlerine rağmen evlenmişlerdi.
Teyzemin evden gidişi ile annemin yaşadığı boşluk dile getirilmez derecedeydi. Sanki ananem tüm olanlardan onu suçluyordu. Onu suçluyordu kendini de... Erken yaşta kadınlığını kaybetmiş ve iki çocukla evi idare etmeye çalışıyordu ama bu onun küçük kızını gerektiğinden fazla yok saydığı gerçeğini örtmüyordu. Annem için o dönem ev işleri iki kat artmış, en yakın arkadaşı ile artık hiç görüşemez hale gelmişti. Bu iki yıl süren durum annemin babama âşık olması ile son buldu. Ananem her zaman buna daha çok tepki gösterir gibi gelmiştir bana.
“Aşk gerçekten ayaklarımızı yerden kesermiş.” Babamın çarşafların arasında yarısı kaybolmuş uykulu yüzünü izlerken tam böyle düşünüyordu annem. O duygulu ve güçlü bir kadındı. Aşkı uğruna birbirine düşman iki aileyi dize getirmiş ve babamla evlenmişti. Ve ben evliliklerinin 21.ayında onlara ceeee! Diyerek mutluluk getirmiştim. Evet, mutluyduk ve işin aslı işte tam burada başlamaktaydı.
*****