Satır arası / Kahve molası

Bilinç başka şeylerin yanı sıra ölümlü olduğumuzu keşfetmemize yarıyor. Bunu bilmemek daha iyi olmaz mıydı?

Öleceklerini bilmeyen hayvanlar -en azından öyle sayıyoruz- ölüm kaygısını yaşamıyorlar. Onları nasıl kıskanmayalım.

Buna karşılık, bilinç varlıkların buluşmasını sağlıyor; ötekinin öteki olarak tanınmasını.

Biribirine bağlanmış bilgisayarlar karşılıklı duygular besleyebilirler mi biribirine?

İki böceğin çiftleşmesi iki insan arasındaki duygusal buluşmadan daha az görülür.

Acıma ötekinin acısının, kaygısının bilincinden doğar. Duygu gibi o da bilinç olmadan var olamaz.

Dünya ve evrenle ilişkisi ise hiç olmaz. Bilgisayarlar varoluşlarının anlamını kavramaya çalışmazlar.

Varoluşun geçiciliğinin bilinci şimdiki ana değer katar.

 
Geri kalanlara, bizden sonra yaşayacak olanlara bir çeşit manevi vasiyet bırakmamız gerek.

Birkaç yıl birlikte olduğumuz gerçekliğin ( Üç küçük tur ve sonra çekip giderler ) anlamı konusunda algıladığımız ve kavradığımızı sandığımız şeyi onlara iletmemiz gerek.

Bu varlığı yönetme biçimimiz üzerine reçetelerimizi onlara aktarmamız gerek.

Buna "yaşama mesleği" ya da "yaşama sanatı" denebilir.


İçten içe şu kanıyı taşıyorum ki başka varlıklarla -yol arkadaşlarımızla- ilişki kişisel yaşamımızın ve kesin olarak tüm kozmik evrimin en gizemli ve en önemli öğesidir.


Önemli olan evrenle temasın zenginliğinde yer alır. İç dünya ile dış dünyanın biribirine kavuştuğu yerde. Haz ve seyir düzeyindedir.


Müzik dünyanın yüreğine girmemizi sağlar.

Mozart'ı, Schubert'i, Wagner'i dinlerken, yaşam ile müziği yaratan evren için içimde karşı konmaz bir coşku ve minnet duygusunun yükseldiğini hissediyorum.


SON

 
Birden bir eksiklik hissettim, neden bilmem?

Alışmışım sanırım bu başlığa.

Zaman zaman süreler uzasa da, genelinde kahve molasında bana eşlik eden "K.K" da, aynı zamanda bir kahve molalık yer olmuş adeta burası bana...

Bu başlığı bitirmeyeyim en azından bu anlamda... Bir dolu başka şeyler daha geldi şimdi bir anda aklıma...


Hatta, "nasıl oluyordur bilmem ama" olabiliyorsa eğer " Satır Arası / Kahve Molası" yapmalı belki de -bu başlığın- adını...

Evet, evet... Başlığın nasıl değiştirildiğini öğrenmeli ve bu şekilde bir değişiklikle devam etmeli...

Kah unutulmaya yüz tutmuş yerler ve kimseler, kah seyirlikler, kah ibretlikler ve daha neler neler ...

Güzel olacak evet bence, burada yer alacak olan her bir şeyler...



 
Son düzenleme:
Çok sevdiğim bir türkü ve çok sevdiğim bir öykü olsun bu akşam ki satır arası ve kahve molası..
 


Bir yanda davullar çalar, öte yanda mezar kazılır mı hiç ? Hangi kentin hangi yörenin töresinde var bu ?

Böyle bir yöreye, böyle bir kente halkımız o güzel türküleri yaratan halkımız ilenmez mi ? "Viran olasın, ıssız kalasın" demez mi ? Derler elbet...


Tarihini düşemediğimiz ama 1893 - 94 yıllarında Rumeli'deki kolera salgını nedeniyle 1800'lü yılların sonu diye varsaydığımız dönemde geçer olay.

Halkımızın ilendiği kent de, Rumeli'nin incisi Selanik kentidir. O dönemin Selanik'i dillere destan.

Şundan ki; Osmanlının hoşgörülü yönetimi altındaki Selanik'te yetmişiki millet bir arada yaşıyor.

İlkin Bizans ve kısa bir dönem de Venedik yönetiminde kalan Selanik daha sonra İkinci Murat döneminde Osmanlı topraklarına katılmış.

 
1912 yılına kadar 500 yıla yakın Osmanlı yönetiminde kalmış. Kolkide ve Olimpos Dağları arasındaki Vardar Vadisi'nin ağzında kurulmuş olan Selanik; deniziyle, dağıyla, çiçek bahçeleriyle tablo gibi bir kentti o zamanlar.

Bu kenti güzelleştiren bir tek doğası değildi elbette. Çarşısında, pazarında, dükkanında, mağazasında kentin toplumsal yapısına uygun binbir dil konuşulur, halk birbirini anlardı.

Sevgi saygı Selanik'in simgesi olmuştu. Rumu, Ermenisi, Pomakı, Arnavutu, Türkü kardeş gibi geçinip giderlerdi. Museviler, Müslümanlar, Hristiyanlar kentin çeşitli yörelerinde özgürce kendi ibadetlerini yapacakları cami, kilise, havralarını kullanır; kimse kimseyi rahatsız etmezdi.

15.yüzyılda Kraliçe İsabella ile Kral Ferdinand döneminde Musevilere "Ya Hristiyan olacaksınız ya da on aya içinde İspanyayı terk edeceksiniz" deniyor.

Sultan İkinci Beyazıt İspanyol Musevilerine sahip çıkıyor. Kaptan-ı Derya Hasan Paşa'yı donanması ile birlikte İspanya'ya gönderiyor.

Bir grup Musevi'nin kurtulmasını sağlıyor. Ve onları İstanbul'a getirtiyor. Bu gelen gruptan 2000 kadarını da daha sonra Selanik'e gönderiyor. Böylelikle Selanik'in yaşamına yeni bir grup giriyor. Ve ticaret birden bire canlanıyor. Yeni mağazalar bankalar oteller açılıyor. Yollar caddeler limanlar yapılıyor.






 

Musevilerin kent yaşamına kattığı ticari canlılıktan; diğer etnik gruplar da nasibini alıyor.

Hamdi Bey,
Kapancılar gibi Müslüman iş adamları da çeşitli iş kollarında yatırımlar yapıyorlar. Sözün özü, Selanik Osmanlının Avrupa’daki merkezi haline geliyor.

Bu gelişmeler
insanlar arasındaki geleneksel dostluğu hiç bozmuyor. Herkes birbirine saygısını sürdürüyor. Sabahın erinde sıra sıra kürek çekip balığa çıkan Rumkayıkçılara hep birlikte “Kalipsarya” diyor

bol balık dileniyor; akşam dönüşlerinde meraklı gözlerle kayıkların yüklerini boşaltmaları gözleniyor. Akşam üstü çingene kadınların sattığı renk renk çiçekler,
kokinolar caddelere apayrı bir güzellik veriyor.

Gelişen ticari yaşama ayak uydurup
tekstil iş kolunda mağaza açan Müslümanlardan biri de Renda’lı Rüstem Ağa’ydı.

Kentin eski merkezinde
Şadırvan Mahallesi’nde Hortacı Süleyman Efendi Camii civarındabüyük bir kumaş mağazası vardı Rüstem Ağa’nın.

Mağazasında dallı güllü basmalar,
ağır kadifeler, Şam işi ipekliler, Selanik dokumaları top top dururduraflarda. Selanik’in o günkü sosyetesi Rüstem Ağa’nın mağazasından giyinirdi.

Rumeli kızlarının sırtındaki zarif elbiselerin,
renk renk feracelerin, üç eteklerin kumaşları Rüstem Ağa’nın mağazasından çıkardı.

Belindeki Trablus kuşağından sarkan
gümüş saat kordonuyla; bir yana eğikfesiyle, kara pala bıyıklarıyla -yörük esmeri- babacan bir adamdı RüstemAga. Boş zamanlarını Hortacı Camii’nin önündeki

Asmalı Sokak Kahvesi’nde nargilesini fokurdatarak
köpüklü kahvesini yudumlayarak geçirirdi.
 
Son düzenleme:
Rüstem Ağa gözü gönlü tok, çayı içilir, yemeği yenir bir kişiydi. Anlı şanlı konağında, kumaş mağazasında onlarca insan çalışır, ekmek yerdi.

Ne ki, Rüstem Ağa'nın da kendince derdi vardı. Şundan ki; dört kız babası olan Rüstem Ağa'ya Allah bir oğlan evlat vermemiş, kendinden sonra mala mülke sahip çıkacak, soyunu sürdürecek bir oğlu olmamıştı.

Kahvedeki konuşmalar, döner dolaşır bu konuya gelir; Rüstem Ağa'nın içi burkulur, malı mülkü, varlığı konağı bir anda sıfıra inerdi gözünde.

Olsa ne, olmasa ne, ölüp gittikten sonra el eline kalacaktı tümü.

Kızları bir bir evermiş, yuvadan uçurmuştu. Bir tek Fitnat kalmıştı evde.
Daha onaltısındaydı Fitnat. Gözü gibi seviyordu Fitnat'ı Rüstem Ağa.

Akşam olup eve geldiğinde babasını kapıda karşılayan Fitnat, yüzünde gülücüklerle sarılıyordu boynuna.
Elindekileri alıp, sırtındakileri çıkarmasına yardım ediyor, elini ayağını yıkaması için ibrikle su döküyor, havlusunu uzatıyordu babasına.

Güzelliği de dilden dile dolaşıp, dünürleri çoğalıyordu Fitnat'ın. Ama babası verimkar değildi kimseye; "Daha çocuk sayılır Fitnat'ım, feracesini atalı kaç yıl oldu ki !" deyip, savıyordu gelenleri.

 
[SUB][/SUB][SUB][/SUB]Günlerden bir gün, Selanik yakınlarındaki Mazganlı Köyü'nden Mehmet adlı bir genç, alış veriş için Rüstem Ağa'nın mağazasına geldi. Eline aldığı kumaşları yumaklayıp denetliyor, fiyatlarını soruyordu kumaşların. Sonunda elbiselik, gömleklik kumaşlardan seçip, kuşağından çıkardığı kesesinden ödedi parasını.

Rüstem Ağa, ilk kez mağazasında gördüğü bu gencin nereli olduğunu, ne iş yaptığını sordu.

"Mazganlı'danım, Celeplik yapıyorum. Selanik pazarına birkaç mal getirdik arkadaşlarla. Sattık.

Üç beş parça ihtiyacı alıp, köye döneceğim. Niyetim burada kalıp, bir iş tutmaktı ama, zor. " dedi.

Gencin bu içten, saf anlatımı hoşuna gitti Rüstem Ağa'nın. Kendisinin de hesap kitaptan anlayan, alış veriş bilen birine ihtiyacı vardı.

"Delikanlı, adın ne? Kimin kimsen var mı köyde? Ne tür iş ararsın?" deyince, delikanlı

"Adım Memet. Dört erkek kardeşiz. Anam babam da köyde yaşıyor. Hesaba, kitaba aklım erer. Alış - verişten anlarım" deyince,

İçinde kımıl kımıl bir şeyler kaynadı Rüstem Ağa'nın. "Benim de böyle bir oğlum olsaydı" diye iç geçirdi.

Sonra da "Gel çalış bu dükkanda. Ekmeğin aşın, yatacak yerin benden. Giysini, içeceğin kadar tütünü verir, emeğinin de hakkını öderim." dedi.

Delikanlı hiç beklemediği bu öneri karşısında, alnında biriken terleri mendiliyle silip;

"Daha ne isteyim ağam, sen münasip gördüysen biz de layık olmaya çalışırız" diyerek, ellerine sarıldı Rüstem Ağa'nın.

 
Gün o gün; saat o saat işe başladı Memet.

Her geçen gün daha da ısındı işine. Rüstem Ağa'nın da günden güne gözüne daha çok girdi.

Leb, demeden leblebiyi anlıyor, işe kendi işi gibi sarılıyordu Memet.

İlkin kumaş toplarını indirip kaldırmakla başladı işe. Sonra, mağazanın tüm işlerine el attı.

Rüstem Ağa O'na baktıkça

" Ah şu Memet gibi benim de bir oğlum olsa, soyumu sürdürse" diye iç geçiriyordu.

Akşam olunca, tütün denklerinin arasına serdiği şiltelerin üstünde uyuyan Memet, bir tek mağaza işleriyle değil, gerektiğinde konağın işlerine de koşturuyordu.

Mağazaya gelen müşterilere ve çevre esnafa da kendini sevdiren Memet'i, Rüstem Ağa, zamanlı zamansız eve de yolluyor, ya aldığı yemeklikleri gönderiyor; ya da unuttuğu bir şeyi alıp getirmesini istiyordu.


İşte bu gidiş gelişlerin birinde olan oldu...

 
Memet'le Fitnat, göz göze geldi. Elleri ellerine değdi.

Çok geçmeden de kimsenin görmediği bir köşede buluşup fısıldaşır oldular.

Memet, bir türlü durumu Rüstem Ağa'ya açamıyor, içine kapandıkça kapanıyordu.

Sonra, Fitnat'ın davranışlarındaki değişikliği sezen anası, sorguladı kızını.

Durumu öğrenince de babasına açtı meseleyi.

Rüstem Ağa'nın da zaman zaman aklından geçen, Fitnat'ı Memet'le everme işi, kendiliğinden gelişince, hoşuna gitti.

Gülümsemeye başladı.

"Öteki kızları nasıl yuvadan uçurduysak, Fitnat' da bir gün gidecekti. Memet'ten iyisi mi olacak? Efendi çocuk. Eli işe yatkın. Namuslu çocuk. Mal, mülk dediğin ne ki?

Hepsi geçici. Biz dünyadan el çekecek olsak, gözümüz arkada kalmaz." deyince, anası haberi Fitnat'a uçurdu.

Çok geçmeden de Memet işinden izin alarak köyüne gidip, ana-babasına açtı durumu.

Onların da rızasını alarak, üç beş armağan yetirip kentin yolunu tuttular.

Rüstem Ağa'nın Hortacı'daki evinin kapısını çaldıklarında, Fitnat'ın yüreği duracak gibiydi.

Al yanakları biraz daha kızarmış olarak, elleri titreyerek açtı konağın kapısını.

Konukları, anası babası da kapıda karşıladı. Konağın büyük salonuna aldılar.

Şuradan buradan konuşup kahvelerini içerken, "Allah'ın emriyle"

diye başladı Memet'in babası. Sonra da;

"Kısmetse olur. Hele bir de kızımıza danışalım. Lakin Fitnat bizim evimizin şenliği.

Onsuz bu konağın tadı kalmaz.

Biz isteriz ki, oğlunuz bizimle olsun. Evimizde kalsın.

Bize evlat olsun. Kızımız da bizden kopmamış olur." deyince, Memet'in babası;

"Niyetimiz sizinle akraba olmak. Memet zaten kent yaşamına alıştı.

Kızınızı köye getirip de ne iş tutacak ? Bizim zaten üç tane gelinimiz var köyde.

Sizin dediğiniz gibi olsun. Yeter ki mutlu olsunlar." deyip, söz kestiler.

Fitnat kız, kapı aralığından konuşulanları dinlerken, sevinçten uçuyordu.




 
Usulen; "kızlarıyla konuşup, sonucu bildireceklerini" söylediler. Konukları yolcu ettiler.

İlkin Fitnat'la konuştu babası. Ne desin Fitnat'cık ?

"Siz bilirsiniz baba. Siz uygun görürseniz ben de evet derim." diye görüşünü bildirdi.

İç güvey alacakları için fazla beklemeyip, düğünü bir an önce yapmaya karar verdiler.

Nasıriç'teki çiftlik evlerinde davulları çaldırıp, anlı şanlı düğün yapacaklardı.

Gençler heyecanla o günü beklerken, Selanik'i kabus gibi bir hastalık kasıp kavurmaya başladı.

Kolera dedikleri illet, bir çok canı alıp götürmeye başlamıştı. Kenti, kara bulutlar gibi sarmıştı kolera.

Yalnızca Selanik'i değil; tüm Rumeli'yi sarmıştı.

Kimine göre, Selanik limanlarındaki yabancı gemilerden bulaşmıştı.

Kimine göre de Balkanlar'daki savaştan kaçıp Selanik'e sığınan göçmenler taşımıştı kolerayı.

Şu... Bu... Tevatür çeşit çeşit. Ama yaşam sürüyor bir yandan...


Çok geçmeden, iki aile yeniden bir araya gelip düğün gününü kararlaştırdılar.

Üç hafta içinde hazırlıklar tamamlanıp, düğün yapılacak, gençler baş göz olacaktı.

Konu komşudan bazıları; varsıl, saygın Rüstem Ağa'nın kızını, yoksul bir gence iç güveysi olarak vermesini hoş karşılamıyordu.

Ama Memet'in dürüst ve çalışkan olduğunu, bir evlat gibi aileye gireceğini söyleyenler, çoğunluktaydı.

Artık günleri sayıyorlardı...

On beş... On dört... On üç...

Ama koleranın sarstığı Selanik'de, camilerde durmadan selalar okunuyor, cenazeler ard arda kaldırılıyordu.

Kolera olmadık yerlerde, olmadık kişilerde uç gösteriyor, ilkin ateş, kusma, ishal; çok geçmeden de bir yatak, bir yorgan çaput gibi halsiz bırakıp, suyunu emdikten sonra da alıp götürüyordu hastayı.

On iki... On bir...


Ama Fitnat'ın hali hal değildi. Hastanede doktor fısıldadı kulağına babasının.

"KOLERA".

Dokuz... Sekiz... Yedi... Üç...

Düğüne üç gün kala sizlere ömür !

İlkin ateş, kusma, sonra da kesiksiz ishal ve halsizlik...

 
Aman ! Yaman doktor, ilaç ... Boş !

Bir kuş yavrusu gibi... babasının kollarında can verdi Fitnat...


Hortacı Camiinde selası okunurken, üç gün sonraki düğüne izin vermeyen ölüme ilenen Memed, caminin bir kenarına çekilmiş, bir yandan hüngür hüngür ağlıyor;


Öte yandan, kınası yakılmamış geline bu illeti bulaştıran Selanik'e ileniyordu...


Çalın davulları çaydan aşağyı

Mezarımı kazın dostlar belden aşağyı

Suyumu da dökün boydan aşağyı

Aman ölüm zalim ölüm üç gün are ver

Al başımdan bu sevdayı götür yare ver...


Selanik içinde selam okunur

Selanın sedası dostlar cana dokunur

Gümüş kazma ile mezar kazılır

Aman ölüm zalim ölüm üç gün are ver

Al başımdan bu sevdayı götür yare ver...


Selanik Selanik ıssız kalasın

Taşına toprağına bre dostlar diken dolasın

Sen de benim gibi yarsız kalasın

Aman ölüm zalim ölüm üç gün are ver

Al başımdan bu sevdayı götür yare ver...




 
okunacak o kadar güzel satırlar var kii..off neydi o türküü..

bir acı ağat vardır içinde..ben türkünün konusunu biliyorum aslında ama hem başlığa hem de bu konuya
saygısızlık etmemek adına hakkıyla okumak istediğimden yine erteliyorum.kafamın daha elverişli olduğu bir zaman veya zamanlarda okumak istiyorum..

ne güzel etmişsin, içeriğini henüz okuyamasam da candannn kelimlerin içinde olduğunu bilmek güzel ve huzur verici ablamm
 
Beğeniler kısmında, buraya uğradıkları anlaşılan arkadaşlara bir selam yazayım derken...

 
Ama burada bir şeyler olmuş...

Aaaaa... Hem de çok güzel bir şey olmuş...

İyi de; ama nasıl olmuş bu böyle ? :26: Bunu çok istemiştim ve gerçekleşmiş... :26:

Çok güzel olmuş çok... (Tabi gördüğüm şey halüsinasyon değilse ! Yoksa ... Yok canım ... gerçektir herhalde...)

Buraya devam etmek için can atıyorum...

 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…