• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Satır arası / Kahve molası


Mevsimlerin ve mevsim sevinçlerinin dönüşü. Mor menekşe derlemek, bülbülün ötüşünü dinlemek. Toy kırlangıçların uçuş derslerine tanıklık etmek.
Biraz da hüzünle, sağanların bizi terk edişini, mor çiğdemlerin nemli topraktan bitişini gözlemek. Köklerini bulmak için doğaya kulak vermek, gerçekliğe demirlemek...
 



Güneş ışınları ormana eğik geliyor. Ağaçların koyu renkli gövdelerini yaldızlıyor, kara toprak üzerine beyaz ışık sızıntıları bırakıyor.

Hava serin, zaman zaman da neredeyse soğuk. Serin havanın burun deliklerimden girişini zevkle duyumsuyorum.


Ormanın girişinde, akasyaların sonsuzcasına loplu yapraklarının açık yeşiline beyaz akasya çiçeği demetleri karışıyor. Dallarda taçyaprakları gökyüzünün canlı mavisine bir derinlik veriyor. Yavaş yavaş, şurda burda yere düşüyor, yoldaki tekerlek izlerini kar gibi örtüyorlar.

Çiçeklerden çıkan koku seli yalnız yürüyüşçünün, yolunu dolduruyor...

 

Deniz üstünde günbatımını seyretmek için tepeye çıkarken, makilerin ağır kokularını solurken, aç kuşların bağırtılarını dinlerken, sevdiklerimin imgeleri, "yaşamım" denen bu engin olayda bana eşlik eden imgeler geliyor belleğime.

Dünyanın bu gösterilerinin önüne, savaş ve felaket imgeleri çıkıyor kimi zaman.
Güzel günlerin çok kırılgan olduğunu kendi kendine yinelemek gerek.
Bu onları bizim için daha da değerli kılıyor.

Sarı düğünçiçekleri üzerinde "gündüz tavuskelebekleri" uçuşup duruyor.
Çitin yakınında bir "mührüsüleyman" açmış. Korunun bitiminde dişbudaklar tohumlarını geliştiriyor.
Uzakta bir guguk kuşu ötüyor...

 
Sol başparmağım sağ bileğimin üzerinde, yüreğimin atışını duyumsuyorum.
Uzun bir an, doğumumdan beri bana eşlik eden, varoluşumun yapısında bulunan bu sadık ve kaçınılmaz ritmi dinliyorum.

Bu ritmi bana aktarmış olan ana - babamın ve büyük ana - babalarımın hiç kopmayan zincirlenişi boyunca, başparmağımın altındaki bu vuruş beni doğrudan doğruya yeryüzü yaşamının uzak geçmişine bağlıyor, yüz milyonlarca yıldır süren bir öykünün içine sokuyor.

Ben Dünya'nın öyküsünün bu kesin anında yer alıyorum.
Bu yürek atışının bana sağladığı bilinç meşalesini elli altmış yıl boyunca taşıyorum.
Bir sürü başka insanın yüreği atmaya başlarken, benden önceki birçok başkası gibi benim yüreğimin atışı da duracak.

Dünya üzerindeki yaşamın eşsiz serüveninin döngüsü bu ...

 
Yaz sonunda bir kuru gölcük. Güneş ufka doğru iniyor, ağaçların gölgeleri sararmış yapraklarla örtülü çatlak toprak üzerinde uzanıyor.
Bir kızılgerdan, kuru bir dala tünemiş, bana bakıyor.
Sonra gür bir yalancıçınarın içine dalıyor. Ardından, hafifçe sızlanışlı şakımalarını dinliyorum.

Dilenir ki bu armoni dolu anlar sonsuza dek sürsün.
Gün gelip artık var olmayacaklarını düşünmek bile istemeyiz.
Ancak fiziksel bozulma ve çok yakın bir dostun yakın zamandaki ölümü bana bu anların kırılganlığını, gelip geçiciliğini hatırlatır.

Sekoyalar ve Lübnansedirleri dikip sularken, büyümelerini seyrederken, bir bakıma geriye doğru saydım.
Onları ancak belli bir boya kadar görebileceğim.
Ama birkaçyüzyıl sonra ne kadar olacaklarını başka bahçelerden biliyorum.
Benim için bu imgeler artık var olmayacağım bir dönemi somutlaştırıyor...

 
Sarı topraktan yeşil mısır filizleri çıkıyor.
İki kelebek filizler arasında uçuşuyor.
Düşünüyorum: "Dünya'da kelebekler var. Onlarla aynı mekanı paylaşıyoruz."

Altmış kadar yıl önce ben bu gezegene ulaştığımda, o çoktan kirlenmişti.
O zamandan beri çok olaylar oldu.

Dünya savaşı, Hiroşima bombası, aşırı sanayileşme, Çernobil, ozon tabakasının incelmesi, sera etkisi...

Biz durumu daha da kötüleştirdik ve geleceği ciddi ciddi tehlikeye soktuk.
Yaşama alanımızı paylaşan birçok hayvan türü yok oldu gitti.

Köylü ürününün verimini arttırmak için böcek zehiri kullanıyor.
İnsan gücünün büyüklüğü karşısında kelebeklerin kırılganlığını düşünmek gerek.

Mısır bol veriyor, kelebek nüfusu ise hızla azalıyor.
Onların geçici güzelliğinden daha ne kadar yararlanırız ki?

 


Bulutlar biribirini itiyor, aralarından uzak ışık parçaları geçiriyorlar.
Kuşlar yaprakların loşluğu içinde ötüyor, ağaçlar benimle birlikte kendilerini geceye bırakıyorlar.


Geçen kış kırda bir fırtına oldu. Fırtına dinince ormana büyük bir hoşluk geldi.
Fırtınanın kopardığı koca bir yuvarlak toprak tabakası yerden dik açıyla yükseliyor.

Yarılan topraktan kök uçları çıkıyor; biraz korkunç gri renkleri aklıma "Dünya'nın göbeği" imgesini getiriyor.
Yasak bir dünyaya gizli bakış. Çınar altında ölüler ülkesi. Odysseus'un annesine kavuştuğu çukur.

Şimdi açık yarayı buğdaygiller örtüyor, bu devlerin yaşadığı yere kök salıyor.

Felaketler "geliyorum" der. Sonra da "geldiler" deyip başka konuya geçeriz...

 
Bir Vietnam köyünde, küçük kızlar ülke giysileriyle şarkı söyleyip dans ediyorlar.
Lüle lüle parlak siyah saçları ahenkle sallanıyor. Döşeme, tempolu küçük adımlarla tınlıyor.
Gülüşmeler oluyor, coşku büyüyor.

Bu çocukların hepsi savaşta ailelerini kaybetti.
Onları kızıl Kmerlerin yaktığı köylerin duman tüten yıkıntıları içinden çıkardılar.
Bonbardıman geceleri onları ölümle yüz yüze getirdi.
Yaşama şansları çok azdı.

Birkaç yıl ve büyük bir gönül yüceliği, manzarayı tamamen değiştirdi.
Çocukça seslerinin verdiği mesaj açık.
Yaşam dipdiri ve zaman kimi kez ondan yana...

 
Haziranda kuru bir dal yavru kuşlara tünek olmuş; ana sutavuğu onlara bahçeden çilek getiriyor.

Gelecek yıl dal gölün dibinde çürüyecek.
 


Güneş çoktan battı, gece oluyor. Hava yumuşak. Kıyıdan boğuk sesler işitiliyor.
Bir parkta birkaç kız ve oğlan çocuğu ağzı denize dönük bir top bataryasının çevresine toplanmış.
Uzun borular üzerine tünemişler, bembeyaz giysileri koyu renkli madene sürtünüp yıpranıyor.
Fısıltılar ve ses yükselmeleri bir yeniyetmelik havasını, baştan çıkarma halini akla getiriyor.

Kafamda bir flash-back. Savaş.
Askerler topları dolduruyor. Top mermileri gecenin içinde gümbürdüyor.
Işık parıltıları çoğalıyor, gürültü kulakları sağır ediyor.
Açıkta gemiler alev alev yanıyor. Denizciler kendilerini buz gibi suya atıyorlar.
Toplar öyle sıcak ki, yeniden doldurmak için beklemek gerekiyor.

Bu akşam, dilsiz toplar bu uzun güneşli günün ılıklığını koruyor.
Karanlık iyice kaplıyor geceyi. Kumsalın ötesinde mırıldanan denizden başka bir şey işitilmiyor artık.
Bir de zaman zaman, maden boruların üzerine oturmuş yeniyetmelerin neşeli gülüşleri.

Zaman geçti. Toplar rol değiştirdi. Şimdi genç insanların tatlı heyecanlarına kucak açıyorlar...


 
Fırtına zamanı dalgaların kayalık üzerinde kulakları sağır eden bu patlaması, milyonlarca yıldır yankılanıyor: bugün de ben tanıklık ediyorum ona.
Uzun bir süre daha yankılanmaya devam edecek ama ben artık var olmadığım için işitemeyeceğim.

Gelip geçici bir kişide bilincin ortaya çıkışının gizemi.
Bu başarının kuşaklar boyu sürüp gidişi.
Peki ne kadar zaman için?

Yalın varoluşumuz karşısında şaşkınlığa düşmek.
Doğum-öncesi ve ölüm-sonrası gizemleriyle ilgili şaşırtıcı ölçüde basit gerçek.

Yaşamımızın bir zaman aralığında bulunduğunu, takvim yılı olarak hesaplandığını, bir yüzyıla ya da biribirini izleyen iki yüzyıla sığdığını düşünmek bize doğal geliyor.

Ne ki takvim uylaşıma dayalıdır. Biz zamanın ne olduğunu bildiğimizi sanıyoruz.
İnsan beyninin dışında zaman var mı? Biz yokken de akıp gidiyor mu?

Dört mevsimin öylesine tanıdık olan sıralanışının bir kaç yinelenmesinin ötesinde, bir sürü dostumuzun sırrına erdiği o hiç bilinmeyen alan uzanır...

 


Kitaptaki ilk başlığa ait bölüm bitti.

Meraklıları zaten biliyorlardır veya bilmek isteyecek ve araştıracaklardır mutlaka.

Yine de, belki pas geçenler olursa düşüncesiyle , devamına geçmeden önce, küçük bir hatırlatmada bulunabilir miyim ?

Yazmakta olduğum satırları okuyacak olan okuyucuların; Hubert Reeves' in diğer kitaplarını da , ilgiyle ve severek okumak isteyeceklerinden zaten eminim.

Doğaya ve insanoğlunun doğayla ilişkisine dair kozmik gözlemlerini adeta kozmik bir duaya dönüştürdüğü " boşluk bakışımın biçimini alıyor" kitabında yer alan canlı türleri hakkındaki bilgileri de lütfen pas geçmemenizi tavsiye etmek isterim.

Şimdi artık hepimiz (aynı zamanda pek çok bilgi kirliliği de bulunmasına rağmen, yine de) bir tıkla bir dolu bilgiye ve görsele çok rahat ulaşabiliyoruz.

Örneğin;

İlk bölümde yer alanlardan, "Sarı düğün çiçeklerine" ve "Mührüsüleymana" şöyle bir göz atabilirsiniz.

Özellikle "Gündüz tavus kelebeği" nin o dayanılmaz ve doyulmaz güzelliği zaten bir başka güzel...

Üzerinde, aniden ortaya çıkan gözleri varmış. Muhteşem bir ileri teknoloji doğal savunma... (Kendi de zaten başlıbaşına bir tablo gibi adeta, çok ama çok güzel.)

Gerek bu Kelebekle ilgili yapılan araştırmaları ve sonuçlarını, gerekse kitap içinde yer alan diğer canlılar ve bitkileri; dileyenler zaten inceleyeceklerdir.

Aslında ülkemiz pek çok konuda olduğu gibi, bu konularda da pek çok doğal zenginliklere sahip idi ve halen sahip.

Bu konularla alakalı, sade bir vatandaş ve karşıma çıkan her birşey hakkında az da olsa bilgi sahibi olmayı seven biri olmam dışında, herhangi bir bilgiye veya yeterliliğe sahip değilim asla...

Sadece; sanırım 2003 yılları olmalı, tam olarak hatırlayamıyorum şimdi.

Aynı zamanda Çevre Günü etkinlikleri kapsamındaki bir yürüyüş gününde; aramızda bulunanlardan (ihtisaslaşmış ve akademik kariyeri olan bir kişinin) minik bir takım bitki ve çiçekleri göstererek birşeyler anlattığı gruba yöneldiğimde, konuşmasının son bölümünden kulağımda kalan, yarım yamalak bir bilgi kırıntısı o gün bu gündür hep aklımdadır.

Ne kadar olduğunu hafızama yerleştirmemiş olduğum sayıları beni şaşırtmıştı ve bir sürü Türkiye endemiği bitki olduğunu, ayrıca bunların da büyük bir kısmının Uludağ endemiği olduğunu ve ne yazık ki bunların yeterince önemsenmediği için bir kısmının türünün artık yok olmak üzere olduğunu ve bu sayılarda düşüş olduğu gibi birşeyler söylemişti. Uzun zamandır hatırıma bile gelmemiş olan bu konuyla ilgili olarak, hazır hatırlamışken;

(Bir ara, yarım saat - bir saatlik bir zaman kadar da olsa, en kısa sürede google amca / teyze ye müracaat etmek elzem oldu, an itibariyle)

Gündüz tavus kelebeğinin de kendi içinde farklılıkları var. Ülkemizde karadeniz bölgesinde olduğundan başka kalıcı bir bilgi yok hafızamda.

Yazmayı bitirdikten sonra, bir günümü buna ayırıp, tek tek hepsiyle ilgili bilgilerimi tazelemek niyetindeyim, aynı zamanda görsel şölenler eşliğinde.

Bu gibi durumlarda, hakikaten her defasında, şu teknolojiye ve gelişmesine katkısı olanlara (olumsuzluklarının ötesinde bu tür faydaları da olması nedeniyle) ne kadar teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum...
 
Son düzenleme:
Zaman zaman, okumakta olduğum kitabıma da dalınca, saat sabahın 5 i olmuş bile...

Daha sonra devam edeceğim bölüme geçmeden önce, yukarıdaki düşüncelerimi de paylaşarak sonlandırmak istedim şimdilik.

Malum, yarın (bugün) Pazartesi.
Yeni ve güzel bir hafta başlangıcından ziyade, klasik sendromla anılmak da bu günün büyük bir talihsizliği olmalı...
 

Bir kaç gün sabredemediğim için; bugün öğleden sonra dayanamayıp bu başlığı açtım ve devam ettim.

Kitabın, buraya kadar alıntıladığım bölümünün tamamı olmasa da, büyük bir kısmı, zaten net ortamında başkaca yerlerde de mevcut olduğu için, bu kadarını yazmakta bir sakınca olmadığını düşündüm.

Ancak, izinsiz olarak bundan sonrasına devam etmem uygun ve doğru olmayacağı için, öncelikle bu boyutuyla ilgilenmem gerekiyor...

Haftanın ilk mesai gününde bu ne kadar mümkün olur? Onu da bilemiyorum ya...

Bütün insanlar için iyi bir hafta olsun dileklerimle...
 

Tam ve kapsamlı bir araştırma yapmamış olsam da;

Bu kitabın; uzun yıllardır tekrar basımı yapılmadığını, ayrıca son iki yıldır zaten ülkemizdeki "mevcut yayın hakkının" da son bulmuş olduğunu biliyordum, buraya bir bölümünü alıntılamaya başlarken...

Sadece; Çok küçücük de olsa ihtimal verdiğim bir husus nedeniyle, şansımı bir kez daha zorluyordum son günlerde...

Ancak, kesin netice, tahmin ettiğimden öte gidemedi...

Diliyorum ki; bir şekilde "dilimize çevirilmiş haliyle yeniden basımı yapılsın" temenni ve umudumdan başka bir şey gelmiyor elimden bu konuda ne yazık ki ...

Böyle zamanlarda; bir yandan tabi ki üzülüyorum, hazine değerindeki bilgiler ve okumaya doyulamayacak güzellikte satırların sadece yayınlanmış kadarıyla sınırlı kalmasına.

Lakin; diğer yandan çok daha fazla ihtimam gösterilmesi gereken daha öncelikli şeyler söz konusu olunca, ilkinden vazgeçmek yapılması gereken en doğru şey...

 
Hal böyle olunca; gerçekleştirilmeyen doğruların sözde kalmasının hiç bir anlamı da olamayacağı için, yazarına, dilimize çevirisini yapana, basımını düşünüp gerçekleştirenlere ve tüm emeği geçenlere, kendi adıma çok ama çok teşekkür ediyor ve kapanışın da aynı lezzette olabilmesi için, yine bu kitabın son satırlarını ekleyerek gerçekleştirmek istiyorum.

Başka başka ülkelerde ve başka başka dillerdeki çevirisi veya basımı ne durumdadır hiç bilemiyorum ama yabancı dil konusunda sorunu olmayanlar için iyi bir seçenek olabilirler diye düşünüyorum...

Başka bir kitap söz konusu olsaydı eğer (tabii ki aslı tadında olmaz mutlaka ama) belki en azından nelerden ve nasıl bahsedildiği şeklinde devam edilebilirdi.

Lakin; böylesi bilimsel ve aynı zamanda duygusal gerçekliklerin, yine böylesi güzel ve özel satırlarla birleşmiş mükemelliğinin zerresini bile ne yazık ki yine kendileri dışındaki satırlarla yansıtabilmek asla mümkün olamaz ve de hiç bir şekilde aslını yansıtamaz zaten...

Diyerek;

Kitabın "Fikri ve Mülki Hakları" nı daha fazla ihlal etmemek adına burada sonlandırıyorum, içindeki güzel satırları yazmayı...

 
Yaşamın ve ölümün anlamı konusunda Tanrının "akıl almaz" sessizliği.

"Kulaklarınızı açın" diye yanıtlar inananlar. Ne ki, kültürden kültüre yanıtlar değişir.

Çok sayıda Cisimleşme mi, Cenette yeniden dirilme mi? Belki de fark önemsiz...


Çocukken İkinci Dünya Savaşını yaşadım. Yok etme kampları bana dünyada korkunun varlığını öğretti.

Sonra Normandiya Çıkarması oldu. Sonunda adalet egemen oldu ve kötüler cezalandırıldı.

Çocuğun korkuyla temas kurduğu ilk düzeydir bu. Sinemada ya da televizyonda öykü iyi biter.

İkinci düzeyde çocuk, gerçeklikte öykünün çok kötü de bitebildiğini keşfeder. Hutular ile Tutsiler kendi "çıkarmalarını" korkarım uzun süre bekleyecekler...


 
Deniz uzun beyaz dalgalarını sivri kayalıklara doğru atıyor.

Zeytin ağaçlarının yeşili bir bulut kümesinin sessizce dolaştığı gökyüzünü sahnenin önünden ayırıyor.

Gün muhteşem, dünya güzel...


Peki Cezayir... Peki Kosova... Her gün haberler geliyor, hepsi birbirinden korkunç.

Katliamlar, açlık, kolera, acı sonsuz gibi.

Önümdeki bu şen denizin birkaç bin kilometre ötesinde korku hayal gücünün sınırlarını aşıyor. Binlerce kurban...

Bilmemek isterdik. Can çekişen çocukların şişmiş yüzleriyle, üst üste yığılmış kadavraların ölü imgeleriyle karşı karşıya kalmamak.

Bunları artık düşünmemek. Neye yarar ki bu? Gözlerini Akdeniz'in mavisine dikmek.

Ama bu gerçekler o kadar kolay unutulmaz. Her yanımızı kuşatır, her yanımızdan taşarlar. Nasıl yapmalı?

Bu imgeleri edilgin olarak kaydetmek yerine, onlara meydan okumalı.

Hangi mesajları taşıyor bu imgeler? Onları nasıl almalı ?
 
İlkin genel bir saptama. İnsan açısından, artık hiçbir şey kozmik karmaşıklık artışının "güzel tarihinde" yürümüyor.

Doğa güçlerinin müdahalesiyle başlangıç koşullarından çıkış, evrenin tarihinin hoş bir imgesini veriyor.

Yıldızlarda atomlar oluşuyor, yaşam ortaya çıkıyor ve Dünya üzerinde gelişiyor.

Bu bağlamda, insanın korkuya ve çılgınlığa kapılmamayı başaramaması, gerçekliğin ve evrimin anlamına ilişkin her türlü "iyimser" yoruma en büyük engel.


Alınması daha da zor olan ikinci bir mesaj:

Korku kesinlikle geri gelecektir. Şimdiye dek bizi yok etmediyse, şanslı olduğumuz içindir.

Ona meydan okumaya hazırlanmak gerek. Ona edilgin olarak katılmayı reddetmek. Hayır demeye çalışmak.

Bitmez tükenmez intikam mantığından kurtulmak. Hutular Tutsileri katleder, çünkü Tutsiler Hututları katletmemiştir.

Sırplar Hırvatları ortadan kaldırır, çünkü ...

Her zaman iyi bir gerekçe vardır ve katliamlar bitmez tükenmezcesine biribirini izler.

İntikamın toptan reddi ondan kurtulmanın tek olanaklı biçimidir.

Ödenecek bedel yaşamını yitirmektir. Kazanılacak ödül "yaşamı" kurtarmaktır.

 
Değiş tokuşa ve yardımlaşmaya vurgu. Doğa zaten harekete geçmiştir. Bize de onu izlemek düşer.

Dirimsel stratejilerden aldığımız mirası bilgece yönetmek, doğaya kendini aşmayı sürdürme şansını vermenin tek biçimidir.


Doğa bize tamamen ahlak dışı görünür. Kedi işini bitirmeden önce fareyle uzun uzun oynar.

Romalılar vahşi hayvanların insanları parçalayışını görmek için sirke gidiyorlardı.

"Doğal" olan ille de dilenir olan değildir.

İnsanoğlu kendini "doğanın bilinci" göreviyle öne itilmiş bulur.

Ona düşen, kabul edilebilir davranış normlarını ortaya koymaktır. Doğanın yetersizliklerine çare bulmak.

"Yaşamdan yana" olmak. Yaşayan her şey için evrensel acıma.

Bu yeğlemeler ussalık bakımından değil, değerler bakımındandır.

Ussalık, aşağıda yer alır. "Sağduyulu olan" ile "ussal olanı" biribirinden ayırmak gerekir.

İlki sezgiyi ve duygusal olanı içerir. İkincisi ise yalnızca mantık sürecinin düzgün ilerleyişi anlamına gelir.


Darwinci bakışta zeka "yaşam savaşında" temel bir kozdur. Peki biyolojik evrim çerçevesinde bilinç hangi rolü oynar?

Bilince zekanın eşlik etmesi zorunlu mudur?

Gelecekte bilgisayarlar insanlar kadar zeki hale gelirse, kendi varlıklarını ve kendilerini çevreleyen dünyanın varlığının bilincinde olacaklar mı?



 
Back