Psikopatolojik Vakaları Anlatan Film Önerileri (Meraklısına)

Ne zamandır güncelleme yapmamışım, birkaç yeni film daha ekleyeyim o halde. :)

52. A Private War



IMDB Puanı: 6.7

Yılı: 2018

Tür: Biyografi, Dram, Savaş

Süre: 1 sa 50 dk

Yönetmen: Matthew Heineman

Oyuncular: Rosamund Pike, Jamie Dornan, Stanley Tucci

Konusu: Marie Brenner’ın 2012 yılında Vanity Fair dergisine yazdığı makaleyi temel alan “A Private War”, Amerikalı efsanevi savaş muhabiri Marie Colvin’in hayatını anlatıyor. 1985'ten 2012'deki ölümüne kadar The Sunday Times gazetesinde savaşları ve çatışmaları haber yapan gazeteci Marie Colvin, 2001 yılında Sri Lanka'da yaptığı bir haber sırasında sol gözünü kaybetmişti. Suriye'de Homs bölgesinde gerçekleşen kuşatmayı haber yapmak isterken roket atılması sebebiyle hayatını kaybeden idealist gazeteci, birçok gazetecilik ödülüne layık görülmüş bir isimdi.

(Gerçek bir hikayeden uyarlanma bir film bu, ünlü savaş muhabiri Marie Colvin'in hayatını anlatıyor. Ömrü savaşların içinde insanların acılarını, enkazları fotoğraflamakla geçmiş Colvin'in; hatta işine bu kadar bağlılığı sol gözünü kaybetmesine sebep olmuş. Ama yine de bırakamamış işini. Pek çok Travma Sonrası Stres Bozukluğu belirtisi gösteriyor kendisi. Rosamund Pike TSSByi canlandırmamış, adeta yaşamış diyebilirim; oldukça gerçekçi.)

53. Late Afternoon



IMDB Puanı: 7.4

Yılı: 2017

Tür: Kısa Film, Animasyon, Dram

Süre: 9 dk

Yönetmen: Louise Bagnall

Oyuncular: Fionnula Flanagan, Niamh Moyles, Lucy O'Connell (seslendirme)

Konusu: Yaşlı bir kadın geçmişte yaşadığı anılarına doğru sürüklenir. Artık iki zamanın içindedir: geçmiş ve bugün.

(Tahmin edebileceğiniz üzere Alzheimer hastası yaşlı bir kadının geçmişteki anılarına yolculuğunu anlatan 9 dakikalık kısa bir animasyon film. Ama saatlerce süren filmlerin veremediği etkiyi verdi bana, o kadar ağlattı ki beni o 9 dakika içinde; gözümde yaş kalmadı. Çok güzel, ben Türkçe altyazılı izleyemedim ama zaten anlaşılması zor diyaloglar yok, basit cümleler var hep; İngilizce bilmeyenler de çok rahat anlayabilirler. Mutlaka izlemenizi öneririm, Youtube'ta var.)
 
Size çok çok güzel bir mini dizi önerisiyle geldim. İzlemeyen kalmasın derim. Toplamda 4 bölüm, her biri yaklaşık 1 saat civarı süren ama bitirdiğinizde sizi olduğu yere mıhlayacak bir dizi Olive Kitteridge. Hikaye çok katmanlı, sayısız detay var. Disiplinli, inatçı, katı görünüşünün altında pek çok travmayı barındıran aslında yumuşak kalpli, sevilmeye muhtaç bir kadın Olive... ve onun kendisinin tersine bir o kadar uysal ve hoşgörülü olan eşi Henry ile olan 25 yıllık evliliklerinin geçirdiği süreci konu alıyor. Psikopatolojik diyebileceğimiz birçok vaka var; zaten film size gül bahçesi vaadetmediğini ilk bölümden itibaren söyleyecek. Çift terapisti olduğum için mi bu kadar çok etkilendim bilmiyorum ama aşk, ölüm, evlilik, arkadaşlık, aile, ebeveyn olmak, hayat, yaşlılık, depresyon, kuşaklar arası fark gibi pek çok kavramı size o kadar güzel sorgulatıyor ki bıraksanız bunun analizini yapmayı, hakkında sayfalarca makale yazabilirim.

Çok çok beğendim, oyunculuklar (burada Frances McDormand'a ayrıca bir parantez açmak gerekiyor, kadın rol yapmıyor adeta Olive Kitteridge'ın kendisi) bir harika! Her gün 1'er saatinizi ayırarak 4 günde bu efsaneyi izleyebilirsiniz, mutlaka öneriyorum izlemenizi. Ve izleyenler olursa (burası pek aktif değil yazanlar olmuyor gerçi ama) diziyi tartışmayı da çok isterim onlarla.

54. Olive Kitteridge (Mini Dizi)



IMDB Puanı: 8.3

Yılı: 2014

Tür: Dram

Süre: 4 sa (4 bölüm)

Yönetmen: Lisa Cholodenko

Oyuncular: Frances McDormand, Richard Jenkins, Bill Murray

Konusu: HBO imzalı 4 bölümlük bu mini dizi, inatçı, kuralcı, disiplinli bir matematik öğretmeni olan Olive Kitteridge ile onun uysal, hoşgörülü, kibar, eczacı eşi Henry ile olan 25 yıllık evliliğinin geçirdiği süreçleri konu alıyor.
 
Müthiş doyurucu, güzel ve yararlı bir çalışma yapmışsınız. Harika !! Emeklerinize sağlık.

Kısa bir süredir film izlemeye sarmıştım ve zamanımın çoğunu filmin kendisini izlemekten çok, Google'da aramakla yapmakla geçiriyordum. Yine bir film araması yaparken biraz önce denk geldim sayfanıza. Nasıl sevindim, bilemezsiniz. Henüz 45 sayfayı okumam mümkün olmadı. Sadece birazcık göz gezdirebildim ve seçtiğiniz filmler çok ilgimi çekti. Eminim hepsi öyledir. Yarından itibaren hepsini izleyeceğim.

Acaba arama yaptığım film konusu ile ilgili öneriniz var mıdır? Konu; narsisist insan. Google'da, bu konuda hazırlanmış en iyi listeleri çıktı ama özetlerini okuduğumda, içime sinip izlediğim biri olamadı henüz.

Arama yaptığım, ikinci bir konu; çiftlerden birisinin kanser hastası olduğu, bu hastalığın ilişkilere yansımasını konu alan bir film? (Love Story tadında bir şey kasdetmiyorum) Veya şöyle de olabilir; kanser hastası ve yakınlarıyla arasındaki ilişkilerin nasıl sürdüğü?

Çooook teşekkürler
 
Bir de, bir psikolog olarak, uzmanlık bilgilerinizle yaptığınız film yorumları var ya....bayıldım gerçekten...harikasınız.
 
Bir de, bir psikolog olarak, uzmanlık bilgilerinizle yaptığınız film yorumları var ya....bayıldım gerçekten...harikasınız.

Merhaba, öncelikle ben teşekkür ederim. Onur duydum, biraz da mahcup oldum iltifatlarınızdan dolayı. Filmleri beğenmenize de çok sevindim. :) Narsisistik KB ile ilgili film önerilerim olmuştu listeyi biraz tek tek sayfalara gidip kurcalamanız gerekecek ama aklıma gelenler To Die For, American Psycho, Sunset Blvd. gibi filmler. To Die For'da Nicole Kidman saf narsisizmi olan bir karakteri canlandırıyor. Neredeyse narsisizmin çoğu özelliğini birebir yansıtmış diyebilirim. American Psycho biraz antisosyal kişilik bozukluğuyla karışık narsisistik kişilik bozukluğu içeriyor. Sunset Blvd'ta Norma karakteri hem narsisist hem de histriyonik denebilir. Şimdi bilgisayarımı açıyorum, orada eğitimler için kullandığım bazı filmler oluyor oradan bir şeyler çıkarabilir miyim diye bakacağım.

İkinci sorunuza gelince, ben daha önce kanserli hastalarla hiç çalışmadım. Kanser hastası kişilere psikodrama uygulama eğitimlerine katılmıştım ancak ne yalan söyleyeyim, pratikte bir bilgim yok. Ama kanserli hastalarla çalışan arkadaşlarım var, onlara bir danışayım sizin için. Biliyorlarsa film önerisi de rica ederim. Bilmiyorlarsa ben biraz bakınayım :)
 
Sayfalarınızı görünce altın madeni bulmuş gibi hissettim kendimi:)
To Die For hariç, diğer önerilerinizi google'da bulup özetlerini okumuştum ama izlememiştim. Zaten henüz 3-4 saattir araştırdığım bir konu idi. Siz de önerdiğinize göre yarın izleyeyim.

Kanser hastası, çok zor bir vaka. Aslında filmi yapılabilecek o kadar fazla yönlü bir konu ki. Sizden NKB ile ilgili film önerisi isterken, kanser konusu birden aklıma geliverdi, onu da yazıverdim. İsterseniz, boşverin, bu konuda film araştırması yapmayın benim için lütfen. Samimi ilginiz için çok çok teşekkür ederim.
 

Ne demek, bana da faydası olur hem. Umarım vardır güzel bir iki film. Bugün pek bakabilme fırsatım olmadı; yarın mutlaka bakacağım. :)

Bir tane film geldi aklıma aslında ama o biraz daha etik konular tarzı bir şey içeriyor. My Sister's Keeper filmin adı. Kanser hastası bir kız var filmde, küçük. Bu çocuğa ilik olsun diye bir kardeş daha yapıyorlar ama bu kardeş, hasta kız için doğmuş gibi bir şey. Sürekli kan veriyor ablasına, ilik veriyor, vesaire. En son organ bağışlaması gerekince, bir de 13-14 yaşında tam ergenlik çağları, artık dayanamıyor, "Benim de bir hayatım var, ben de insanım ablam için yaşayan bir canlı değilim" tarzında ailesine artık onu kullanmamaları için dava açıyor. Bu sırada abla da riskli bir durumda, öldü ölecek. İki tarafa da ayrı üzüldüğünüz güzel bir filmdi. Psikolojik açıdan kanser hastası bir çocuğa bakmanın zorluklarını da görebiliyorsunuz. Kitabı daha güzeldi gerçi bence filmden, yazarı Jodi Picoult.
 
Son düzenleme:
Kızkardeşimin Hikayesi'ni izlemiş ve beğenmiştim. Ben daha çok hasta kardeşe üzüldüğümü hatırlıyorum. Oyunculuğu ve ağır hasta makyajı da çok iyiydi. Şimdi düşünüyorum da, ilik, kan vs veren diğer kardeş için de çok ağır bir sorumluluk yaratıyor evebeynleri. Yani sadece kardeşinin hayatını kurtarmak için tasarlanmış bir çocuk olduğu duygusu, muhtemelen çok ezici ve hayat boyu iz bırakan türdendir. Gerekli organı, verseydi de vermeseydi de, pek birşey fark etmeyecekti. Her 2 durumda da, bu kardeş çok olumsuz etkilenecekti. Kardeşinin hayatını kurtarmış olsaydı bile, bu kez eksilen organıyla bedenen güçsüz kalacaktı. Anne, baba, iki kardeş...her biri kendi içinde haklı; haksız olan hiç kimse yok gibi.

Aslında kanserin sonucukısa zamanda alınabilecek bir hastalık. Yani kısa sürede ölüm çoğu kez. Bir de şöyle aileler var; mesela ilk ve tek çocukları, zihinsel özürlü. Bu çocuğun gelecekte kendileri artık var olmadığında nasıl hayatını sürdürebileceğinden büyük endişe duyan ana-baba, ikinci bir çocuk yapmaya karar verebiliyorlar. Ve bu 2.ci çocuğun kardeşine kol kanat germesi gerekliliği, hayat boyu sürebiliyor.

Bir ana-baba, benzer bir durumda, 2.ci çocuğu yapıp yapmama kararı veremediklerinde, danışmak için size gelselerdi, onlara ne önerirdiniz? Ben, kendi adıma, bir cevap bulamıyorum.

Dün gece To Die For'la başlangıcı yaptım. Nicole'un karakteri bana daha çok bir psikopat gibi geldi. Kocasını öldürtmesi nedeniyle böyle düşündüm. Bir yandan da merhametsizlik, durumlara uygun olmayan duygulanım bozuklukları da narsistik özellikler sanırım. Ama diğer taraftan, böylesine merhametsiz, hırslı bir kişiliğin köpeğine sevgi ve bağlılık duyması da çelişki yaratıyor gibi. (Ya da kedi köpek severlerle ilgili benim kafamda bir prototip var:)) Bir de şu ilginç oldu benim için; N.Kidman'ın güzelliği, filmde anlatılanların önüne geçti. Daha çok bu kadının kusursuzluğunu izledim. İnanılmaz kusursuz bir bedenin varlığı, beni şaşırttı. Belki birazcık defolu bir oyuncu, daha iyi olabilirdi.

Yakın zamanlarda Closer ve N.B. Ceylan'ın İklimler'ini izlemiştim. İklimler'deki İsa, Closer'daki Dan, ne kadar birbirlerine benziyorlar. Narsistik özellikler değil mi; haz düşkünlüğü, sadakatsizlik, hayatta loser olmak, sevgi, şefkat duyamama, gözlerdeki donukluk, her ikisinin de yanlız kalmayı beceremeyip, bir ayrılıktan hemen sonra diğer kadına yönelmeleri...

Dünyada kanserden ölenlerin sayısı hızla artmaktayken, buna dair film sayısı galiba pek fazla değil. Belki de konunun çok ortada kalmasından kaynaklı. Hasta olmak bir dert, hasta yakını olmak ayrı bir dert. Ayrıca sanırım, böyle bir durumda kendisine başvurulan psikolog ve psikiyatrist olmak da başka türlü bir dert. Bir filmde sempati-antipati duyulabilecek karakterler olması gerekmez mi? Ya da izleyicide bir yargı oluşturacak bir film akışı, finalde bir çözüm, fikir, öneri getirecek bir son olması gerekmez mi? Ama bu konuda bence, hiç biri yok. Bir senarist, yönetmen, olsa olsa kanser ile ötanazi veya intiharla bağlantı kurarak böyle bir film çekebilirler diye düşünüyorum.
 

Mecbur kalmadıkça tavsiye verme taraftarı değilim, saygın meslektaşlarım da bunu önermiyor. Çünkü tavsiye vermek o kişinin, o ailenin sorumluluğunu kendi üzerine almak, onlar adına karar vermek oluyor. O hayatı yaşayan psikolog değil ama psikolog o hayatı yaşayan kişi adına "Şunu yap, bunu yap" diyor. Hem de kişinin üzerinden sorumluluğu almış oluyor psikolog. Yani o tavsiye işe yaramadığında kişi kendini sorgulamayacak, gelip psikoloğa hesap soracak "Seni dinledim gördün mü başıma iş aldım" diyecek mesela. Oysaki bizim istediğimiz kişinin öz farkındalığına ulaşıp hayatı hakkında en uygun kararları tek başına verebilmesi, kendi sorumluluğunu alması. Hele ki böyle hassas bir durumda bana gelinse ben zannediyorum "2. çocuğu yapın/yapmayın" tarzı bir yönlendirmede katiyen bulunamazdım. +/- yöntemimiz vardır, onu uygulardım sanırım. Yani basitçe elimize bir kağıt alırız, beyin fırtınasıyla olayın + ve - yönlerini yazarız ve bu kağıdı onlara veririz. Karar kısmı onlara kalır. Hem de +'sını da -'sini de kendileri düşünmüş olurlar.


Tabi biraz o da var. Ama To Die For'da görülen narsisistik özellikler vardı. Mesela Suzanne'ın her koşulda kendini mükemmel olarak görmesi, en iyilerle kıyaslaması. Hatta kocasını kendisinden daha aşağı seviyede gördüğü için kendisini tanıtırken bile isteye evlilik soyadını önce, kocasının soyadını sonradan söylemesi gibi ilgimi çeken noktalar da vardı. Köpeğine bağlılık duyması biraz şemalar ve şema terapiyle de ilgili olabilir, narsisist bireylerde çok yaygın rastlanır. Senarist bilerek mi yaptı bilmem ama basitçe açıklamaya çalışayım. :) Önce şema nedir biraz onu anlatayım. Şema genelde çocukluk veya gençlikte ortaya çıkan, yaşam boyunca gelişen, genel ve yayılımcı bir içerikte olan, kişinin kendisiyle ve diğerleri ile olan ilişkisini ele alan kısayollardır. Yani matematikteki kümeler konusunu düşünün, siz zihninizde atıyorum "mükemmel eş" kümesi oluşturursunuz ve oraya belli özellikler atarsınız yakışıklı, sempatik, zengin gibi. Size göre mükemmel eş bu özellikleri taşımalıdır, bu sizin şemanızdır.

Bu şemalar tutucu şemalardır, özellikle çocukluktan gelenler kolay kolay değişmez. Dolayısıyla bireyler bu uyumsuz şemalarıyla, şemalarını belirten başa çıkma yöntemlerini kullanarak uyum sağlamaya yani "başa çıkmaya" çalışırlar. Kişilik bozukluğu olan bazı kişilerde baskın olarak kullanılan başa çıkma yöntemleri vardır. Narsisist bir birey genelde şemanın tersini yapmak olarak tanımlanan "aşırı telafi" biçimini kullanır. Ancak birden fazla başa çıkma yöntemi de kullanabilirler. Örneğin Suzanne karakteri sosyal hiyerarşide daha alt seviyede olarak algıladığı kocasına yönelik daha baskın, kibirli bir yaklaşımda, bu aşırı telafi yöntemi oluyor. Ancak onay kazanma, sevilme ihtiyacı da olduğu için köpeğine karşı boyun eğici davranabilir, buna da teslim başa çıkma biçimi deriz. Yani benim düşüncem biraz bu yönde filmle ilgili, farklı şekillerde tartışılabilir.


Evet, o dedikleriniz narsisistik özelliklerdir doğru. Kanserle ilgili olarak söylediklerinize de katılıyorum, etkisi olabilir. Sempati-antipati duyulacak karakter de bence kişiye göre değişiyor. Yani mesela Marvel filmlerinde süperkahramanlar var işte Iron Man, Thor falan gibi bir tarafta da kötü karakterler var Loki, Thanos falan gibi. Loki'ye sempati duyanlar da var birisi ben olmak üzere hahsjsjs. Yani değişebilir. Shutter Island gibi filmlerde net bir son yok, izleyiciye bırakılmış mesela. Ben öyle filmleri de seviyorum, illa yönetmen ya da senarist yönlendirmeyebilir.
 
Şemalar konusu hiç bilmediğim ve sadece duymuş olduğum bir şeydi; sayenizde bilgilendim. Çok teşekkür ederim. Böylece narsisistik Suzanne'in, sadece köpeğine sıcak bir ilgi gösteriyor olması, benim için anlaşılabilir bir şey oldu. Daha önce Nicole Kidman'ın kusursuz güzelliği, filmin anlatmak istediklerini perdeliyor diye şikayet etmiştim ama şimdi başka düşünüyorum. Nicole iyi bir oyuncu seçimi gibi duruyor. Kusursuz giyimi, hep yapılı saçları, makyajı, hep görüntü şovuna dönüştürdüğü beden kullanımı, ...bir narsisistin en çok ve belki de sadece, maddi olanla kurabildiği bağı gösteriyor. Suzanne'in normalleşebilmesi için köpek figürü bir umut ışığı olabilirdi. Gerçi filmde köpek ile ilişsinin derinliğine inilmemiş. Belki de gerçekten Suzanne'in onunla ilişkisi de çok yüzeysel. Seçip edindiği köpek de zaten cins ve güzel bir köpek. Yani kendisine yakışacağına inandığı bir nesneyi seçmiş.

Evvelsi gün Amerikan Sapığı'nı izledim. Öldürme sahnelerini içim kaldırmadığı için hepsini atladım, geriye kuş gibi bir film kaldı gerçi:) Çok irkilten bir film. Pahalı olana, prestijli olana, marka olana, kendi bedenine tutkunluk artık had noktada. Patrick ve arkadaşları artık insan olmaya dair hiç bir şey barındırmıyorlar. Kendisinde sadece hırs ve iğrenme duygusu kalmış. Suzanne'in biraz daha aşama kaydetmiş hali gibi. Suzanne'de de o genç ve kılıksız, toplumun alt kesiminden çocuklara karşı bir iğrenme var. Patrick de dilenciyi, hayat kadınlarını öldürüyor. Bu da sizin anlattıklarınıza göre, bir telafi tercihi galiba? Patrick karakteri, hayalini kurduğu cinayetlerini bir gün gerçeğe dönüştürecektir bence. Ona daha sağlam tatmin veya telafi çareleri gerekecek. Filmin mesajı, narsisist insanlar gün geçtikçe artıyor, maddeye - başarıya- kariyere tapınma çağı, insanlığı mekanik bedenlere dönüştürecek. Bu arada filmin isminin Amerikan Sapığı olması da traji komik. Sanki, insanlığın bu hale gelmesi en çok bizim sayemizde ama bunun öz eleştirisini de en iyi şekilde sadece bir Amerikalı, biz yaparız, der gibi. Amerikan ideolojisi ve üst seviyelerdeki temsilcileri de böylece toptan narsisist olmuş oluyor. Sanki burada da bir telafi mekanizması var, diyesim geliyor. Öz eleştirisini yaparak, iyi puan kazanma...??

Bunun arkasından tesadüfen Her'i izledim. Sanki 3'ü bir dizi gibi oldu. Sonuçta gelecekte bir zamanda insanlar artık yapayalnız. Yalnızlık, etkileşim yoksunluğunu, entellektüel fakirleşmeyi, yavanlığı, yüzeyselleşmeyi getiriyor. Tabi yine maddi olanın gücü de çok etkili. Duygusal mektuplar bile artık ticarileşmiş ve muhtemelen insanlar artık duygu ve bunun ifadesi bakımından çok yavanlaştıklarından, bu işi profesyonellere devretmişler. Yıllardır süren özel ilişkiler, evin düzeninde anlaşma sağlayamamaktan dolayı hemencecik bitebiliyor. Eski zamanların yüksek değerleri olan özveri, sabır, evliliğin kutsallığı gibi şeyler yeni zamanlarda artık yok. Ama insanların içinde belki ufak da olsa sevme, sevilme ihtiyacı sürdüğünden bu bakımdan da işletim sistemi yaratıcıları devreye giriyor. Harika bedensiz insanlar yaratılıyor ve herkesin bir işletim sistemi sevgilisi, arkadaşı, eşi var. Bence çarpıcı olan; işletim sistemiyle aşk ve cinsellik gayet mümkün ve hatta tercih edilebilir görünüyor. Öyle gerçekçi ki, işl. sistemi aynen bir insan gibi, terk etmeyi bile yapabiliyor. Ben olsam kesinlikle işletim sistemiyle aşk yaşıyor olmayı tercih ederdim. Çok kolay ve doyurucu. İşletim sistemiyle yaşanabilecek tartışmaları halletmek bile çok kolay olabilir. Zaten yönetim de işl. sisteminde artık. Onu edinen bir insan, işl. sistemi tarafından yönlendiriliyor olmaktan hoşnut. Hayat kolay kolay akabiliyor böylece. Çünkü insanlar artık çok yorgun ve umutsuz. İçsel mutluluk, bedenle değil, kelimelere dayalı anlatımlarla, tatlı tatlı iletişmekle sağlanabilecek bir şeydir..mi diyor bu film? O halde, bugünkü teknolojik olanaklarımıza göre sanal ortamlarda eş/sevgili/arkadaş olabilmemiz mümkün ve tavsiye edilebilir bir tercih mi oluyor bu durumda?

Bu durum, insanlık için vahim bir nokta mıdır, bilemedim?? Siz, bir danışanınıza sorunlu eşini bırakması ve tatlı bir işletim sistemi edinmesi gibi bir alternatif de olduğunu kendisine gösterir miydiniz? Bu arada erkek oyunculara eski zamanların yüksek belli pantolonlarının giydirilmesini anlayamadım. Bunun anlamı ne olabilir ki?
 
Belirtmeyi unuttum; film önerilerinizden çok hoşnutum. Bu akşam bir başka film seçeceğim öneri listenizden.
 

Her bence yakın gelecekte gayet olası bir durumu gösteriyor. Hentai oyunlarını biliyorsunuzdur belki, Steam'de gayet yaygın. Artık erkekler bu oyunlarla mastürbasyon yapmaya ve zevk almaya başladılar. Ben hiç satın almadım ama nasıl bir şey olduğunu merak ettiğim için Youtube'ta nasıl oynandığını gösteren videoları izledim, merak ederseniz siz de izleyebilirsiniz. Porno izleyen erkek sayısının da ilerleyen zamanlarda düşeceğini ve bu tarz sanal gerçeklik oyunlarına yönelerek mastürbasyonu daha da kolay ve zevkli bir şekle dönüştüreceklerini tahmin ediyorum. Dediğiniz gibi insanlar çok mutsuz, umutsuz ve bir insanı en baştan tanıyarak onu her şeyiyle kabul etmek çok zor geliyor. Her'de olduğu gibi neden bir işletim sistemiyle duygu paylaşımı olmasın ki. Ancak yapay zeka fiziksel olarak tatmin etse de duygusal olarak ne kadar tatmin edebilir? Ne kadar duygu verebilir ve bu şekilde duygu paylaşımı yapılabilir? Bu anlamda biraz tartışmalı. Ben burada daha önceden de yazmıştım, sanal ortamlarda ilişki geliştirmeye karşı değilim. Çünkü giderek hayatlarımızı sosyal medyaya taşıyoruz. Bir insanı Instagram ya da Twitter hesabı ile tanımak daha kolay, daha açık. Yazım tarzından bile kişiyle ilgili bir fikriniz olabiliyor. Tensel temasın, yani yüz yüze olmanın etkisini yadsıyamam ancak kafaların uyuştuğunu sosyal medya sayesinde anlamak, dolayısıyla "ruh eşi" keşfini yapmak bana göre daha kolay olabilir.


Yani, şu an için diyemem sanırım kesin bir şey olmadığı için. Bir de biraz danışana da bağlı, öyle mutlu olacaksa neden olmasın yapabilir tabi ki. Philip Zimbardo var biliyorsunuzdur belki, ünlü bir sosyal psikolog. Onun Bitik Erkekler diye bir kitabı var. Bulursanız okumanızı tavsiye ederim, bence sorularınıza cevap olabilir.
 
Ayy yine unuttuğum bir şey daha; bu konularda belgesel film önerileriniz de var mıdır acaba?

Hmm belgesel... Biraz düşüneyim. Belgesel değil ama burada İlker Küçükparlak'ın Evrim Ağacı için verdiği röportajı eklemiştim. Yaklaşık 4 saatlik bir video ama parça parça hangi alanla ilgileniyorsanız o kısmı da izleyebilirsiniz. Psikoloji ve psikiyatrik hastalıklarla ilgili harika bilgiler veriyor, hepsini izleyebiliyorsanız izleyin derim çok doyurucu. Onun dışında Kitty Genovese olayını anlatan bir belgesel izlemiştim fena değildi. İsmi The Witness.

Bir de şurada güzel bir belgesel listesi vermişler, benim de izlemeyi düşündüğüm filmler var içinde. Siz de yararlanabilirsiniz: https://topdocumentaryfilms.com/category/psychology/
 
"Bir insanı Instagram ya da Twitter hesabı ile tanımak daha kolay, daha açık. Yazım tarzından bile kişiyle ilgili bir fikriniz olabiliyor. Tensel temasın, yani yüz yüze olmanın etkisini yadsıyamam ancak kafaların uyuştuğunu sosyal medya sayesinde anlamak, dolayısıyla "ruh eşi" keşfini yapmak bana göre daha kolay olabilir."

Bence de öyle. Önce sanal ortamdan insanları tanımak, daha kolay ve daha doğru sonuçlar verebilecek bir yöntem. Bu arada Steam'i ve animasyon karakterlerden etkilenerek mastürbasyon yapabilme ortamı yaratan filmleri hiç bilmiyordum. Çok şaşırdım. Demek gerçekten yanlızlaşma hızla artıyor. Sonuç olarak, animasyon karakterler+ işletim sistemi ikilisi gelecekte bir insana duyabileceğimiz istek ve ihtiyaçları epeyce karşılayacak görünüyor. En iyisi bu gerçekten.

İzlediklerimden Aşk ve Küller'deki Cindy'e sizce psikolojik bir sorun atfedilebilir mi? Kötü bir babası var ve evlenmeden önce de zaten mutsuz , cansız görünen bir kadındı. KOcası ise aşırı sahiplenmeci bir kişilikten ziyade, kolay ve geleneksel, hayat dolu ve canlı bir karakterdi Ben, Cindy'nin kocasını ve hatta çocuğunu kurban ettiğini düşündüm.

Amour'u hem konusu, hem de görüntüler, sadelik, doğallık ve oyuncular bakımından çok beğendim, çok sevdim. Böyle bir gerçeği, ileri yaşlardaki çiftlerin tamamı yaşıyordur sanırım. Gerçi böyle bir hastalık gerçekliği sadece yaşlı çiftlere değil, genç olanlar için de geçerli. Genç olanlarda, yaşlı olanlara nazaran, sağlıklı eş, hasta olan eşi daha kolay ve hızlıca terk eder diye tahmin ediyorum ?? Bu arada filmdeki çiftin kızının tutumu bence üzücüydü. Annesine mesafeli, soğuk, annesinin bakımında babasına destek olma anlamında isteksiz ve misafir gibi eve gelip giden bir evlat. Annesinin elini tutmakta bile tereddüt ediyor. Yaşlı babasının, güvercine sarılması karşısında ne kadar tezat oluşturuyor kızın davranışları.

Bu kız için ne düşüneceğimi bilemedim. Pragmatik bir kişilik mi? Zamanımız koşullarına göre normal bir evlat mı? Yoksa o da mı psikolojik sorunları olan biri? Hele damat...daha bir aşmış, daha bir mekanik varlık.

Haneke'nin başka filmlerini de izlemeye karar verdim. Bir öneriniz var mı?

Belgeseller için verdiğiniz link çok iyi. Çok teşekkür ederim.
 
Rica ederim, ne demek. Sizin gibi kültürlü, bir o kadar da sıkı film tutkunları konuma pek uğramıyor (muhtemelen sitede sayıca fazla değil) o yüzden ben de sizi görünce sorularınıza baştan savma cevaplar vermek istemiyorum, PC başına geçip uzun uzun yazıyorum. Cevaplarımda o yüzden biraz gecikmeler olabiliyor, affınızı diliyorum bu yüzden.


Blue Valentine kadın erkek ilişkileri üzerine benim en sevdiğim filmlerden birisi. İsmi bile aslında Türkçe'ye tam olarak çevrilememiş, o anlamı verememiş yani. Küller diyerek geride kalan yıkımı tabir etmeye çalışmışlar ama aslında tam olarak tutkulu bir aşktan kalan küller de denemez pek bana kalırsa. Blue (feeling blue) İngilizce'de biraz daha melankoliyi, depresyonu, mutsuzluğu temsil eden bir sözcük. Valentine zaten malumunuz. Toksik ilişki diye bir tabir var ya, Cindy ve Dean'in ilişkisi tam olarak o. Aslında burada aşktan ziyade iki tarafın da karşılanamamış ihtiyaçları var; bununla beraber kök ailelerden gelen travmatik olaylar var. Zaten o yüzden ilişkinin bir başına bakıyoruz bir de sonuna. Sonuna bir bakıyorsun, ikisi de birbirinden o kadar alakasız, o kadar uyumsuz ki diyorsun "Allah Allah, bunlar niye evlenmişler ki?" falan. Sonra başa bir gidiyorsun ki Cindy'nin babası sürekli öfke nöbetleri geçiren bir adam, annesi de pasif bir kadın. Cindy'nin birlikte olduğu adamlara falan da bakınca çok net bir Terkedilme şeması olduğu görülüyor. Başta da size şema terapide bahsetmiştim hatırlarsınız; başa çıkma türleri vardır teslim, kaçınma, aşırı telafi diye. Cindy burada terkedilme şemasına teslim, yani onu zaten terk edecek, ulaşılması güç adamları seçiyor. Neden Dean? Burada da aşırı telafi (partneri itme) yöntemini seçmiş olabilir, çünkü ilkinde başa çıkamadı. :) Dean'in geçmişine baktığımız zaman da Dean'ın annesi babasını başka bir adam için terk etmişti sanırım, yani Dean'de de bir Terkedilme şeması var. Birbirlerini bulmaları bence şaşırtıcı değil. :) Şema terapi hayatın her alanında o kadar etkili ki, çok seviyorum ehehe.

Birbirlerini buldular, Cindy hamile. Ama bebeğin babası kim belli değil. Buna rağmen Dean bile bile onunla evleniyor. Muhtemelen yine Terkedilme şeması yüzünden, çünkü hem evlenerek kurtarabileceği ve annesinin yaptığının aksine onu terk etmeyecek bir kadınla, istediği bir aile babası olabileceği bir düzen yaratmaya çalışıyor. Cindy ise o koşulsuz sevgiyi istiyor, çünkü daha önce herkes onu koşullu sevdi (örn: cinsel birliktelik). Ama sonradan görüyoruz ki Cindy'nin babasında gördüğü her şey Dean'de var. Başlarda çok tatlı, sempatik olan, ona zevk vermek için kendini feda eden (oral seks sahnesi vardı, o sahne özellikle çekildi bence), şarkılar söyleyen Dean gitti; yerine kaba saba, öfkesini kontrol edemeyen, insanlara saldıran, duvarları yumruklayan bir Dean geldi.

Bir tür radar gibi Cindy gitti babasına benzeyen adamı seçti. Buna psikolojide "yineleme zorlantısı" denir. Freud amca bunu "Kişinin başına gelen travmatik bir tecrübeyi bir şekilde benzer koşullarda tekrar yaratıp tekrar yaşayarak travmanın yol açtığı nevrotik etkileri gidermeyi amaçlaması" olarak tanımlıyor. İlişkilerde en bilindik örneği de aynen budur. Çocuklarını sürekli döven bir babanın kızının gidip ona şiddet uygulayan bir adamla evlenmesi mesela. Bu insanlardan şeyi de çok duyarsınız: "Hep manyaklar beni buluyor yaa, ruh hastalarını çekiyorum resmen" falan. Bu aslında bir iyileşme isteğidir de denebilir. Acıyı arttırdıkça değişime yönelmek istersin, istemelisin. İstemedikçe gidip daha da manyağını bulma olasılığın yüksek midir? Evet. "Acı yok Rocky" dedikçe bilinçdışı, al sana daha da fazlası kurtul artık bu döngüden der. Fark ettiysen ne ala. Cindy de fark ediyor bana kalırsa; Dean'i de terk etmesi bu yüzden.

Uzun uzun yazdım ama sonuca varabilmek içindi bu. Yani diyeceğim Cindy aslında travmatik bir geçmişten gelen, şemalarında problem olan, ilişkilerinde kısır döngüye takılmış bir kadın. Tanı koyulabilir miydi bilmiyorum ama bence Şema Terapi'nin çok yararını görürdü. :)

Vaktiniz olursa 4 bölümlük bir mini dizi var, HBO yapımı. Olive Kitteridge. Onu da izlemediyseniz eğer mutlaka izleyin derim, çok seveceğinize inanıyorum. O dizi için bırakın tartışmayı, sayfalarca makale dahi yazabilirim. Siz de izlerseniz birlikte konuşuruz, ne güzel olur. :)


Amour'u izleyeli baya oldu, bakalım biraz düşüneyim. Kızı biraz pasif olarak hatırlıyorum, sizin kadar detaylı incelemek hiç aklıma gelmemişti. Ne güzel bir bakış açısı, teşekkür ederim size. Şimdi çok hatırlamıyorum yani kızın ailesiyle olan geçmiş ilişkileri gösterilmemişti sanırım filmde, ne oldu ne bitti de bu kız mesafeli oldu bilemiyoruz ama sanki aile kızın daha çok eğitimine, kariyerine odaklanmış da onun duygusal ihtiyaçlarını yeterince karşılamamış gibi. Kız da ailesine karşı bir görev bilinciyle gidip geliyor gibiydi. Pragmatik biri de olabilir tabi bu bakış açısıyla. Geçmişi pek göstermediği, daha çok yaşlı çiftimizin arasındaki bağa odaklandığı için kız hakkında çok yorum yapamadım. Bir de seyredeli çok uzun zaman oldu, detaylı hatırlayamadım pek filmi. Blue Valentine'ı iki kez izledim :)

Haneke'nin The White Ribbon filmi de çok güzeldir, Oscar adaylıkları olan da bir film aynı zamanda. La Pianiste de güzel, Haneke'nin de gözbebeği olan Isabelle Huppert başrol. Amour'daki kızımız ehehe. Ben de Isabelle Huppert hayranıyımdır bu arada, çok severim.
 
Estağfurullah..çok naziksiniz. Ama övgünüzle gönlümü okşadınız. Çok teşekkür ederim. Ayrıca aydınlatıcı, öğretici ve filmde göremediklerimi gösteren detaylı yanıtlarınız için daha çok teşekkür ederim. Ben bu şekilde film izlemekten ve sonra bir uzmanla karşılıklı yorumlamaktan çok keyif alıyorum.

Aşk ve Küller ismi gerçekten pek olmamış. Daha filmi izlemeye başlamadan önce, bu isim bana pembe dizi aşk romanlarının isimlerini çağrıştırmıştı. Blue'nun İngilizcedeki mutsuzluk anlamını hiç bilmiyordum. Şaşırdım. Birazcık ezoterik yazılar okumuştum. Mavi renk, orada da pek hayırlı olmayan, negatif bir renk olarak tanımlanıyordu. Özellikle koyu mavi.

"Acı yok Rocky" dedikçe bilinçdışı, al sana daha da fazlası kurtul artık bu döngüden der.
Freud'un anlattığı süreç, bilinçdışının yönettiği bir süreç öyleyse? Bize üstüste manyakları seçtiriyor ki canımız artık en sonunda, dayanılamaz ölçüde yansın ve bu sayede silkelenip neden hep manyakları çektiğimizi fark etme şansı yakalayalım. Böylece bilinçdışındakiler, artık bilinçli bilgiye dönüşsün. Bu mekanizma böyle mi?

Evet, şimdi anladım. Haklısınız. Dean, babanın belli olmadığı bir hamileliği, bir bakıma kendisi için fırsata dönüştürüyor. Cindy, Dean'e muhtaç kalmış gibi. Böyle olunca Dean, sizin dediğiniz gibi Cindy'nin kendisini hiçbir zaman terk edemeyeceğini sanıyor. Ama böyle bir fedakarlık, daha sonra gelip kendisini vuruyor. Hatta, terk edilmemek, boşanmamak için haddinden fazla özverili, hep alttan alan bir tipe dönüşüyor. Cindy, seks sırasında Dean'in coşkusuna katılamıyor ve nerdeyse eziyet çeker gibi. Bunun üzerine Dean'e, bana vur, diyor. Dean ise, seni seviyorum, vurmam, diyor. Kendisini dövmesini istemekle, Cindy ne yapmış oldu burada? Dean'den ayrılma kararını daha kolay ve kesin bir şekilde verebilmek için mi şiddet görmek istedi?

Olive Kitteridge'i izledim. Yine, o kadar güzel bir film önermişsiniz ki. Ben, Olive'in babasının intiharı ile karakter özellikleri arasında bağlantıyı çıkartamadım. Belki filmde babasının da biraz tanıtılması gerekirdi. Olive, sadece babasının intiharından dolayı değil, çocukluğunda-gençliğinde başka ve uzun süreli travmalar yaşamış olmalı ki, bu kadar hınç dolu, öfke dolu, mutsuz bir kadın olsun diye düşündüm. Ailesi dahil, küçük-büyük her insandan nefret ediyor. İnsanları kırmak, üzmek bakımından hiçbir çekincesi yok. Sivri diliyle, sert otoriterisiyle insanları, çocukları, ailesini silindir gibi ezip geçiyor ve hiç pişmanlık duymuyor. İstediği an, şiddet uygulamaktan hiç kaçınmıyor. Hiç kimse umurunda değil. Oğlunun düğününü bile pek sallamıyor. (Düğündeki sıkılgan, neşesiz hali, tören sırasında fındık atıştırması, ) Böyle bir tip, kazada ölen sevgilisini de bir süre sonra mutsuz ederdi. Zaten bir araya gelebilselerdi, Olive'in yapay mutluluğu, uzun süreli olmazdı.

Olive, o kadar kendine yabancı ki. Bir yanı hassas ve duygusal, bir yanı haşin diyemiyorum. Diyemiyorum, ama kocasının hastalığı sırasında birden bire, şefkatli bir eşe dönüşmesini de bir yere oturtamıyorum. Neden birden iyi ve sevgi dolu bir eşe dönüştü ya da bunu nasıl becerebildi? Çünkü hasta kocasına gösterdiği ilgi, sevgi içten görünüyor. Gerçekten bu kadının iyi yanları vardı da, hep güçlü ve dimdik (intihar eden babasının aksine) ayakta durabilmek için mi insanlara aydınlık yüzünü göstermiyordu? Duygusal ve hassas olmayı, belki de zayıflık olarak görüyordu. Muhtemelen babası için de zayıf birisi olduğunu düşünüyor ve babası gibi olmamaya çalışıyordu. Böylece Olive, babası gibi intihar etmek zorunda kalmayacaktı. Olive, hayatta kalabilmenin, ancak hassalıklardan arınarak mümkün olabileceği fikrini bilinçsizce edinmiş olmalı.

İstisnasız herkese kırıcı ve sert davranmakla birlikte, bir kadının kazara denize düştüğünü görünce, ani ve içten bir tepki gösterebildiğine göre, insanlara karşı tamamiyle duyarsız olduğu söylenemez. Keza, Kevin'i de işleyebileceği bir cinayette karşı engelliyor. Bu da Olive'in bir başka iyiliği. Hasta köpeğini sarıp sarmalayıp veterinere götürdüğünde, arabayla kazara köpeği ezebileceği endişesiyle kocası Henry'e sert çıktığında da Olive içten ve hassas, duyarlı, üzgün, endişeli olabiliyor. Yine parkta yere uzanmış bir adam görünce, ölmüş olabileceği düşüncesiyle endişeye kapılıyor ve adama yardımcı olmaya çalışıyor. Yani bu özellikleri içinde bir yerde gizlenmiş bir şekilde duruyor. Ama sadece, birilerinin ölüm ihtimali ortaya çıktığında Olive'in iyi insan yanlarını ve ölümü engellemeye çalışmasını görebiliyoruz. Bu da intihar eden baba travması herhalde.

Ancak, durum yukarda yazdığım gibiyse, filmin sonlarındaki intihar girişimi nedir, bunu anlayamadım. Hem başkalarının ölümlerini engellemeye çalışıyor ama kendi ölümünü kurguluyor. Üstelik planlı bir intihar da denilebilir. (Bir yerde, ölmek için önce köpeğinin ölmesini beklediğini söylüyordu. Yani eğer önce kendisi ölürse, köpeğe bakabilecek, emanet edebileceği kimse olmadığı için, önce köpeğinin ölmesini bekliyor ki sonra kendisi de intihar edebilsin. Zaten veteriner sahnesinden hemen sonra parktaki intihar girişimi sahnesini görüyoruz. Ayrıca, burada Olive'in sevgi ve merhametli yanını doğru algıladığımı sanıyorum. Çünkü benim de kedilerim köpeklerim var ve umarım ki ben onlardan sonra ölürüm diye diliyorum, çünkü onları emanet edebileceğim kimsem yok)

Olive intihar girişiminde samimi olmayabilir diye düşünüyorum. (Tabanca elindeyken, 3 çocukla yaptığı ve gülümsediği küçük konuşma, kendisi kararlı olsaydı, vazgeçirebilecek bir faktör olmazdı diye düşündüm) Belki de samimiydi ama sonradan tanıştığı adam onda bir yaşama isteği yarattı? İlaveten intihardan vazgeçerek aslında yine bir başka ölümü-belki- engellemeye çalışıyor. Çünkü karısını kaybetmiş olan o tanıştığı adam da yanlız ve Olive yanında olmazsa, bu adamın da sonu bilinçli/bilinçsiz intihar gibi görünüyor.

Henry'e gelince...ne kadar tatlı, hoşgörülü, sevgi dolu, nazik bir adam. Ama galiba, ileri derecede bağımlı bir kişilik. Belki sadece Olive'e karşı değil, herkese karşı böyle bir bağımlı kişilik sergiliyor. İnsanlardan ve onların verebileceği az veya çok sevgiden, ilgiden yoksun kalmamak uğruna hep özverili, hep alttan alan, hep insanların iyiliği için koşturan, bazı insanların haksızlıkları, yanlışları karşısında bile gerekli sert tepkiyi göstermek kaçınan, .... Böyle bir kişi olmasaydı, Olive ile evliliğini sürdürmezdi. Ama Henry'nin içinde öyle bir birikmişlik var ve Olive'i de evliliklerinde öyle doğru konumlandırıyor ki, can korkusu yaşadığı bir silahlı saldırı esnasında, nasıl altına çişini kaçırdıysa, aynen Olive ile ilgili gerçek düşüncelerini de öfkeyle ağzından kaçırıveriyor. (Ayrıca saldırı sahnesinde, diğerlerinin aksine sadece Olive çok soğukkanlı ve korkusuzca duruyor. Bu da dikkate değer. )

Filmin sonlarına doğru Olive, kendisiyle ilgili bir aydınlanma, farkındalık yaşamaya başladı mı diye düşünüyorum. Sanırım hayır. Çünkü son günlerde de, yeni tanıştığı adamla yemekteyken sözlü itişmeye girişiyor, ziyaretine gittiği oğluyla ve geliniyle hırlaşıyor, gelinin oğlunu tokatlıyor, havaalanında sorun çıkartıyor)

Bu filmle ilgili düşünecek ne kadar çok şey var...Hani sayfalarca makale yazabilirim demişsiniz ya...valla çok haklısın. Ben şu anda pes ettim, yoruldum:)) Sizin yorumlarınızı çok merak ediyorum. Son olarak, bir de şu aklıma geldi, size bir soru olarak; Olive gibi birisinin, yani hem yaşı ileri, dolayısıyla her bir özelliği kemikleşmiş ve çok inatçı, kendisine ve değerlerine sımsıkı sarılmış bir kadın/erkek uzun süreli bir terapiden faydalanabilir mi?
 
Olive'e takıldım, kaldım:))

- Cindy'nin eş seçiminde olduğu gibi, Olive de galiba bir bakıma, intihar eden babası (Kabaca intiharın zayıflığı akla getirmesi nedeniyle. Gerçi bana göre intihar edebilmek bayağı bir cesaret ve güçlülük gerektiren bir eylem ama burada sadece insanların çoğunluğu tarafından algılan şekliyle, zayıflık göstergesi sayılması halinden söz ediyorum) gibi zayıf kişilikte olan Henry'i eş olarak seçiyor.

Önceki mesajınızda, cindy'den söz ederken şunu yazmıştınız;
Bu aslında bir iyileşme isteğidir de denebilir. Acıyı arttırdıkça değişime yönelmek istersin, istemelisin.
Olive de,Henry'den başka 2 kişiyi seçiyor. Birisi kazada ölen adam ve diğeri de, filmin sonuna doğru tanıştığı adam. Bu 2'si de Henry'den çok farklı. Olive karşısında dik ve kararlı durabilen, açıksözlü ve gerektiğinde Olive'in canını sıkma bahasına tepkilerini açıklıkla koyabilecek adamlar. Buna göre, Olive, kendisi farkında olmasa da, artık iyileşme isteği içinde, umut veriyor, diyebilir miyiz?

Olive'in çiçeklerini de kesmemesi/öldürmemesi aklıma geldi ve yine bu kadın aslında iyi mi, yoksa kötü mü ikilemi içinde kaldım. Kendime hiç kimse tamamen iyi veya tamamen kötü olamaz, griler de var dedim. Amaaa, Olive'in halleri o kadar zıt ve uç kutuplarda ki, yine anlayamadım bu kadını. Koyu gri bir insanı kötü, açık gri bir insanı ise iyi diye nitelendirmek mümkün. Ama Olive, gri değil; ya beyaz, ya da siyah olabilen birisi. Olive'inki patolojik bir durum mudur ?
 

Aynen öyle. Ders alamazsanız bir döngü içinde takılıp kalıyorsunuz, ondan sonra "Neden manyak insanlar beni buluyor?" diye ağlıyorsunuz. Ha bu kendini suçlayacağınız bir şey değil, yani hata bende deyip geçmek yerine acaba neden bu insanlara kapılıyorsunuz, hayatınızda neler olmuş olabilir ya da hayatınızda neye ihtiyaç duyuyorsunuz da bu toksik ilişkilere çekiliyorsunuz buna bakmak gerekir. Şemalar çünkü bilindik olana yönelir.

Bu da aynen öyle, çok doğru. Dediğiniz gibi muhtemelen geçmiş ilişkilerle bağlantılı. "Bana vursun ki kararımda haklı olduğumu görebileyim, Dean'in de aslında babam gibi olduğunu anlayayım ve onu bırakmam daha kolay olsun" gibi bir bilinçdışı metin olabilir. Vurmasa da zaten Cindy'nin kararı değişmedi; Dean onun gözünde biteli epey olmuştu zira.


Olive Kitteridge'i izlemenize çok sevindim :) Benim de düşünecek bir sürü şeyim olmuştu izlerken, yazdıklarınızı okurken bana da bambaşka fikirler verdiniz doğrusu. "Aaa niye bu açıdan bakmadım doğru aslında" dediğim çok yer oldu. Size teşekkür ederim bu anlamda. Bazıları çok sıkıcı bulsa da ben Olive Kitteridge gibi filmleri seviyorum, çünkü hepimizin hayatında olabilecek, hepimize tanıdık gelen, bildiğimiz insanlar bunlar. O geniş zaman diliminden hayatlarına bakarken bazen kendinle bile özdeşleştiriyorsun, 25 sene sonra kendini yalnızken düşünüyorsun gibi gibi.

Olive, hayatta kalabilmenin, ancak hassalıklardan arınarak mümkün olabileceği fikrini bilinçsizce edinmiş olmalı.

Bu konuda sizinle aynı fikirdeyim. Olive duygularını bastırıyordu, çünkü aileden geliyordu bu. Yine şemalar üzerinden konuşacağım biraz, sıkmıyorumdur umarım ehehe. :) İnsanın her eylemi, etine işlenmiş eski acıların, zihnine kazınmış eski resimlerin yeniden yorumlanmasıdır aslında. Olive'in çocukluk dönemi bildiğimiz gibi çok güzel geçmemiş. Çünkü birdenbire babası intihar etmiş ve hayatı dağılmış. Şu anda da sürekli bir tetikte olma hali içinde, kendini tüm duygular dahil soyutlayarak olası bir kriz anında bu kadar dağılmayacağını düşünüyor. Kontrolünü kaybetmek istemiyor. İçindeki o incinebilir çocuğu göstermek istemiyor.

Olive'de ben biraz narsisistik eğilimler de seziyorum. Mesela şöyle bir konuşma vardı, tam hatırlayamıyorum da. Oğulları evlendiği zaman Olive kızı beğenmiyor, her şeyi bildiğini sanan bir kadınla evlendiğini iddia ediyor. Henry "Ben de öyle" diyor. Olive de "Ben zaten her şeyi biliyorum" tarzı bir laf ediyor, buram buram narsisizm işte ehehe. Zaten Henry ve Olive'in ilişkisinin yürüme sebebi de bu. Siz de söylemişsiniz kesinlikle doğru, Henry bağımlı kişilik yapısına sahip bir eş. Zıt kutuplar birbirini çeker. Bir taraf baya zıt bir kutuptaysa anlaşmaları için diğerinin de karşı kutupta olması gerekir. Olive narsisist, Henry ise ona boyun eğen bağımlı. 25 sene çok güzel bir ilişki sürdürebilmişler, çünkü her iki taraf da birbirinden ihtiyaçlarını karşılayabilmiş.

Olive intihar edemez, ha şöyle aslında eder. Ama narsistik bireylerin intiharları bile çok sansasyoneldir. Yani birine ceza olsun diye kendini öldürebilir, ona vicdan azabı çektirebilmek için. Ölürken bile geride kalanlara yaratacağı yıkımı düşünür. Olive'in ihtiyaçlarını karşılayacak birine ihtiyacı vardı. Zaten dikkatinizi de çekmiştir, anne-oğul ilişkisi bile sağlam değil Olive'in. Onları bir arada tutan tek şey Henry, yani baba karakteriydi. O da gidince ilişkileri komple çöktü. Henry öldükten sonra Olive kendini güvensiz hissetti, ki en temel ihtiyaçlardan biri. Bölümün adı bile "Security (Güvenlik)" ti benim çok dikkatimi çekmişti mesela. Dolayısıyla kendisiyle benzer bir kimsesizlik çeken Jack karakteri ile tanışması sebepsiz değildi. Ama ben bunu bir "fedakarlık" ile yaptığını düşünmüyorum. Onu çeken kişi Jack'ti.


Yok ben de sanmıyorum :) Dolayısıyla son sorunuza da cevap vereyim. Her bir özelliği çok kemikleşmiş birisi muhtemelen kendinde bir sorun görmüyordur. Yani Olive'i bu durumuyla yüzleştiren çok insan oldu, kendi oğlu dahil, Kevin dahil. Ama Olive her zaman kendiyle kalmayı, aşılamaz duvarlar örmeyi tercih etti. Çünkü ipin ucunu kaçırsa kendini bir daha toparlayamayacağından korkuyordu. Henry'nin ölümü onun için bir dönüm noktası olabilir ama farkındalık yaratmasına sebep olmadı. Muhtemelen Jack ile birlikteyken de aynı şekildedir. :) Yani kendinde sorun görmeyen birisi terapiye falan gelmez, zaten kişilik bozukluklarında Borderline hariç yardım arayanını pek görmeyiz. Ha yardım alması gerektiğinin farkında olsaydı zaten o kadar kemikleşmiş olmayacaktı, dolayısıyla tabi fayda görürdü. Yani almak isteseydi bir şeyleri, alırdı.
 

Olive bence kötü ya da iyilikten bağımsız değerlendirilmeli. Olive ne yapıyorsa kendine yapıyor. Kendine acı çektiriyor, o melankoliden belki bir derece zevk de alıyor bunu bilemiyorum. Olive'in çevreyle bir derdi yok bence, kızgınlığı kendine. Olive çocukken hissetmiş muhtaçlık duygusunu, babasının intiharıyla birlikte. Yaşlandıkça, eşi vefat edince, sevdikleri birer birer gidince o muhtaçlık duygusunu yeniden yaşamış oldu. Şemalarını hep tetikte olma, dikkatli olma, ipin ucunu kaçırmama üzerine kurdu yıllar boyunca. Duygularını saklayarak, kurallara bağlı, mükemmeliyetçi, hatasız biri gibi gözükerek kimsenin onu incitemeyeceğini düşündü. Mükemmel insanlara zarar gelmez. Ama yaşlandıkça seçenekleri kısıtlandı, onu seven insanlar bir bir hayatından gitti. Zamanla biraz törpülendi tabi yaşlılık etkisiyle biraz da, Henry'e falan düşmesi o yüzden. Ama yine de çok değişmedi. Dolayısıyla evet Olive patolojik diyebiliriz, biraz kişilik bozukluğu biraz uzun süreli melankoli durumu. Yani Olive aslında hayatı paylaşmak için zor bir kadın. Anca kendisiyle zıt kutuplarda ihtiyaçlara sahip birisi yanında kalabilir.

Bu arada bence Olive yalnızca köpeğini gerçekten sevdi, köpeği de onu. Olive'i anlamak benim için de zor açıkçası, o yüzden sayfalarca tartışılabilecek bir kadın. Hepimiz farklı bir şeyler söyleyebiliriz. Henry'nin mesela Denise'te ne bulmak istediğini de tam anlayamadım ben. Bağımlı bir eş aslında, kaçamak yapmak biraz yapısına ters. Denise desen o da kendisi gibi bağımlı, hatta kocasını görüyoruz ileride otoriter bir eleman. Denise ile farklı olabilir mi diye mi düşündü, genç bir kızın onu heyecanlandırmasıyla arzularına mı yenildi? Yoksa Olive'den göremediği sıcaklığı Denise'te mi aradı? Bilemiyorum.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…