KIRILMIŞ KALPLER(arkası yarın)

asiyah

özer&berke
Kayıtlı Üye
1 Mart 2008
1.886
15
Gidecek hiçbir yeri yoktu!..

Denizden gelen iyot kokusu şerbet gibi bir sonbahar akşamının tamamlayıcısı olarak yemyeşil parkın ulu çam ağaçlarının kokularına karışmış, batan güneşin kızıllığı ise gökyüzünün rengini bir alev topuna çevirmişti. Gülcan doğadaki bu ihtişamın farkına bile varmadan ürkek adımlarla çevresine bakınarak yürüyor, arada bir kuşkuyla arkasına dönüyordu. Hava hızla kararmakta olduğu için genç kadının yüzünün çizgileri keskinleşerek bakışlarındaki tedirginlik artıyordu. Üzerindeki ince, triko hırkaya daha fazla sarınarak ağaçlığa doğru ilerledi. Hafif bir rüzgar çıkmıştı. Büyük bir çam ağacının altına gelip durdu. Gözlerinde korku vardı. Çevresini dikkatle kolaçan ettikten sonra yavaşça çömeldi. Ağacın dibine oturdu. Narin vücudu titriyordu. Dudakları tek bir çizgi halini almıştı. Kumral, omuzlarına kadar inen saçlarını annesinden kalma bir eşarpla bağlamıştı. Ellerini hırkasının cebine sokarak iyice büzüldü. Sabahtan beri yürüyordu ve hiçbir şey yememişti. Ağzının, dilinin kuruduğunu hissediyordu. Parkın girişindeki çeşmeden iki avuç su içmişti. Bütün gün midesine giden tek gıda buydu. Ağaçlığın birkaç metre ilerisindeki taşlı yoldan iki kişi geçti. Gülcan onlar geçerken adeta yok olmak istermişçesine küçüldü, iyice sokuldu ağacın gövdesine. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Bu ağacın altında sabahlamayı düşünüyordu. Birazdan güneş iyice kaybolunca çökecek karanlık, şimdiden korkutmaya başlamıştı genç kadını. On sekiz yaşındaydı. Zayıf çelimsiz vücudu uzun basma eteği ve triko hırkasının içinde kaybolmuş gibiydi. Yeşile çalan iri gözlerindeki kuşku dolu bakışlar aynı zamanda inanılmaz hüzün doluydu. Küçük bir burnu, biçimli bir ağzı vardı. Sağ yanağındaki gamzesi her yutkunuşunda belirginleşiyordu... Bir kişi daha geçti yoldan. Tuhaf bir bakışla süzdü genç kadını. Gülcan titrediğini hissetti. Artık uçan kuştan bile korkar hale gelmişti. Dakikalar ilerledikçe koyu bir karanlık çökmeye başladı. Birkaç dakika sonra sadece parkın cılız ışıkları aydınlatır olmuştu her yeri. Biraz gevşedi vücudu. Yorgunluktan her yanı ağrıyordu. Bacaklarının her hücresi zonkluyor, tabanları adeta yokmuş gibi hissizleşiyordu. Yavaşça uzattı bacaklarını. İyice yerleşti toprağın üzerine. Kendi kendine mırıldandı:
- Hayırlısıyla bir sabah olsa...
Ne saatten haberi vardı, ne de nerede olduğundan. Sabah ezanıyla birlikte çıkmıştı evden. Arkasına bile bakmamıştı. Hiçbir eşya da almamıştı yanına. Önce gücünün yettiği kadar koşmuş, sonra yorgunluktan göğsüne sancılar saplanınca durup biraz soluklanmış ve yürümeye başlamıştı. Durmadan, dinlenmeden saatler boyu yürümüştü. Hızını arttıran rüzgar ağaçların dallarını sağa sola eğiyor, koruluktan insanı ürperten bir hışırtı yayılıyordu. Açlıktan başı dönmeye başlamıştı. Düşünmemeye çalışarak gözlerini kapattı. Uyandığı zaman her şeyin bir rüya olduğunu görmeyi ne kadar çok isterdi. Yorgunluk ve açlığın etkisiyle göz kapakları ağırlaştı. Sanki binlerce kiloluk taşlar bağlanmış gibi kapanıyordu gözleri. İrkilerek açtı gözlerini. Korkuyla bakındı etrafa, dikkatle dinledi çevreyi.
“Uyumamam lazım” diye söylendi kendi kendine...

O günü hiç unutamadı!

Oturuş biçimini değiştirerek dayandı ağacın gövdesine Gülcan... On sekiz yıllık hayatını düşünmeye başladı. Bütün yaşananlar neyin bedeliydi ve bunun sorumlusu kimdi? Yitip giden bir hayatın sorgulamasını yapmak kolay değildi. Acıyla çekti içini. Hatırlayabildiği en eskiden bu zaman kadar bir film izlemeye hazırlanıyor gibi dudaklarını ısırarak düşünmeye başladı. Hüzün dolu bir hayatın hikayesiydi bu...
***
Evin içine giren çıkan belli değildi. Gülcan dört yaşında olmasına rağmen sanki büyük bir insanmış gibi bir köşede sessizce oturuyor, kendisine yaklaşıp acıyarak bakan komşu teyzeleri, tanımadığı kadınları ve akrabalarının merhamet dolu sözlerini, şefkatli dokunuşlarını ifadesizce kabul ediyordu. Bir gece önce babasının feryadı ile eve koşmuştu. Bahçede oynuyordu o sırada. Babasını halının üzerinde boylu boyunca yatan annesinin yanında ağlarken buldu. Küçücük kafasında o anda şimşekler çaktı. Daha bir gün önce aynı babası annesini acımasızca dövmüş, yerlerde sürüklemişti. Korkuyla kapının kenarına çekilip büzüldü. Babasının feryatlarını duyan komşular bir anda evi doldurmuşlardı. Gözleri bir ara halıda yatan annesine kaymıştı. Hayatının en son anına kadar unutamayacağı bir manzaraydı o anda gördükleri. Biricik annesi pembe beyaz yüzünde sanki o güne kadar yaşamadığı bir huzuru yaşıyormuş gibi hafifçe gülümseyen bir mutluluk ifadesi ile sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Gözleri yarı aralıktı. Her zaman sevgi dolu sözcüklerden başka bir şey duymadığı dudaklarının kenarından hafif bir kan sızmaktaydı. Korkuyla baktı Gülcan. Ölümün ne olduğunu orada öğrendi. Ölüm annesini alıp götüren ve bir daha geri dönmesine asla izin vermeyecek bir gerçekti... Birileri kendisini kucaklayıp bahçeye çıkarttığı zaman artık her şeyin çok farklı olacağını anlamıştı. O günü hiç unutmadı. Babasının haykırışları, birkaç saat sonra halasının gelişi, evlerinin o güne kadar hiç görmediği kadar kalabalık oluşu, komşu kadınların kendisini okşarken söylediği acıma dolu sözler, döktükleri gözyaşları zaman ilerledikçe kısalıp birbirinden kopan parçalar haline de gelse hep hatırladığı bir manzara olarak kalacaktı. Annesini üzeri yeşil örtü örtülmüş bir kutunun içinde evden çıkardıkları zaman da bahçenin bir kenarına gizlenmiş seyrediyordu merasimi. Kimse onun farkına bile varmamıştı. O anda özlemenin ne olduğunu öğrendi. İçinden fırlayıp ellerin üzerinde götürülen sandukayı alıp kaçmak, ve annesini alıp uzaklara, çok uzaklara gitmek istedi. Onun yüzünü görmek, sesini duymak istedi. Hayatla erkenden tanışmaya başlamıştı Gülcan. Omuzlarına duyguların büyük yükleri yüklenmeye başladıkça saniyeler içinde büyüdü, olgunlaştı... Ardından bir keşmekeşin içinde buldu kendini. Her anını bahçede, her zaman oynadığı köşede geçirmeye başlamıştı. Evden yükselen hıçkırıklar, hoca efendinin okuduğu Kur’ân-ı kerim, dualar ve giren çıkanın belli olmadığı bir kalabalık içinde geçen birkaç gün... Kimse ilgilenmiyordu onunla. Elinde anneciğinin diktiği bez bebeği ile köşesinde oturuyor, kendi kendine düşünüyordu. Gece uykusu gelince yine bulunduğu yerde kıvrılıp yatıyor, uykuya dalıyordu. Gözleri annesini arıyor ama onu bir daha asla göremeyeceğinin bilincinde yeni tanıştığı özlem duygusunu yaşıyordu...

Gözyaşları pembe yanaklarını ıslattı...

Birkaç gün sonra eve giren çıkan azalmaya başlamış ve küçük kızın varlığı nihayet fark edilmişti. Halası gelip kucakladı Gülcan’ı:
- Ah benim öksüzüm, sübyanım... diyerek sarıldı. Oldukça kilolu bir kadındı. Yakın bir köyde oturuyordu. Güzelce yıkadı küçük kızı. Bir yandan da ağlıyordu. Babası ise ortalarda yoktu. Elbiseleri toplandı ve halasıyla birlikte onun köyüne gittiler. Yeni bir hayat başlamıştı artık... Birkaç gün sonra da babası geldi yanlarına. Artık burada yaşayacaklarını düşünmeye başladı Gülcan. Babası her zaman olduğu gibi ilgisiz ve kendisini umursamaz tavırlarıyla eski babası oluvermişti yeniden. Kendisini yapayalnız ve korumasız hissediyordu. Halasının kocasını hiç sevmezdi. Korkardı Hasan Efendi’den. Artık sevgisiz, durgun ve anlamsız günlerle geçmeye başlamıştı hayatı...
***
Halasının yanında geçen bir senenin sonunda bir akşam eve yabancı bir kadın geldi. Sıska, kara kuru bir kadındı. Sivri bir burnu, iri siyah gözleri vardı. Yapmacık bir gülümsemeyle okşadı küçük kızın yanağını. Gülcan bu dokunuştaki sevgisizliği hemen sezdi. Omuzlarını kaldırarak kaçtı kadından. O anda babasının sert sesiyle irkildi:
- Terbiyesizlik yapma Gülcan! Safiye annenle iyi geçinecek ve onun sözünden çıkmayacaksın artık. Bundan sonra o senin annen olacak.
İrkildi küçük kız. Yediremedi, hazmedemedi bu sözleri. Sessizce boyun eğmekten başka çaresi olmadığı için usulca yaklaştı sıska kadına. Safiye bilmiş bir tavırla bir kahkaha attı:
- İşimiz var seninle herhalde küçük hanım...
Birkaç dakika odada durduktan sonra bahçeye çıktı. Yanından hiç ayırmadığı bez bebeğiyle birlikte kapının önünde oturdu ve annesinin ölümünden beri ilk defa ağladı... İnci taneleri gibi dökülen gözyaşları, pembe, yumuşacık yanaklarını ıslattı. Annesinin gülen, şefkat dolu yüzü geldi gözlerinin önüne. Kendi kendine mırıldandı boşluğa doğru:
- Neden ben de ölmüyorum? Neden?!..
Arkasında duyduğu ayak sesleriyle toparlandı. Halasıydı yaklaşan.
- Ne yapıyorsun bakayım burada?
- Hiç, oturuyorum hala...
- Haydi içeriye gir. Safiye annenin yanında otur bakalım. Bir an evvel evlense de şu baban, başımdan gitseniz... Yoruldum, bunaldım artık. Bu yaştan sonra çocuk bakmak benim neyime!..
Suçlu kendisiymiş gibi yavaşça kalktı yerinden içeriye girdi. Babası ve Safiye kahkahalar atıyorlardı. Halit mutlu görünüyordu. Kapının ağzında ayakta duran kızını görünce eliyle işaret etti;
- Gel bakalım bıcırık! Artık buradan gidiyoruz. Büyük şehre taşınacağız. Orada okula gideceksin. Yeni bir evin olacak. Babanın kıymetini bil... Herkese nasip olmaz bu!
Safiye sehpanın üzerinde duran kuru yemişlerden birkaç tane attı ağzına:
- Umarım söz dinlersin, yaramazlık yapmazsın.
Gülcan şaşkın ve çaresiz bir şekilde baktı onların yüzüne. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Başını iki yana salladı:
- Yapmam...
- Aferin... Her zaman akıllı, uslu bir kız ol.
Halit saatine baktı:
- Haydi Safiye, biz kalkalım, yarın çok işimiz var. Seni götüreyim. Sabah erkenden gelir alırım, kasabaya iner nikah işini hallederiz. >

arkası yarın................. NETTEN ALINTIDIR
 
Son düzenleme:
teşekürler arkadaşım paylaşımın için takip edeceğim :kahve: alıntı mı bu yoksa kendin mi yazdın
 
Kurulmuş bir robot gibiydi!

Gülcan bir köşeye oturmuştu... Küçücük beyni bütün olan bitenin farkındaydı. Babası yeniden evleniyordu ve hayatının bundan sonrasında üvey annesinin yanında yaşayacaklardı. İçini kemiren bir kurt annesine haksızlık yapıldığını söylüyor, isyan etmek, bağırmak, kaçmak istiyordu. O gece sabaha kadar sessizce ağladı. Sabaha karşı güçsüz bedeni dayanamayıp uykuya yenik düştüğünde gözleri davul gibi şişmişti...
***
İstanbul’un varoşlarındaki bir mahallede tek katlı gecekondu olan yeni evlerine geldikleri zaman Gülcan tedirgin gözlerle etrafı süzmüş, yeni evine alışmaya çalışmıştı. İki odalı gecekondunun duvarları rutubetten kabarmıştı. Mavi çivitli kireçle boyanmış dış yüzeyinde zemine doğru yer yer yosunlar oluşmuştu. Odalardan birinde babası ve Safiye kalacaktı. Oturma odası olarak kullandıkları odada da her akşam güçsüz kollarıyla yüklenip yaydığı yer yatağında da Gülcan yatacaktı. İki insanın zor sığacağı bir mutfak, yine ondan pek büyük olmayan bir banyo ve tuvaletten oluşan gecekondunun yolu da yoktu. Bir çamur deryasının içinden geçerek ulaşılabiliyordu eve. Gülcan bütün gününü pencerenin kenarındaki sedirde oturup, dışarıda oynayan çocukları seyrederek geçiriyordu. Safiye çalışıyordu. Evlere temizliğe gidiyor, sabah çıkıp akşam geliyordu. Halit ise İstanbul’a geldiklerinin ertesi günü sabahtan çıkmaya başlamıştı evden. Kahveye gidiyor, akşama kadar orada oturuyordu. Safiye’den sonra eve giriyor, akşam yemeğinden sonra karısını alıp odalarına çekiliyorlardı. Gülcan ise uykusu gelmişse yatıyor, gelmemişse karanlıkta yine pencerenin kenarına oturup çamur deryası halindeki sokağı seyrediyordu. Birkaç gün sonra Safiye diklenmeye başladı:
- Akşama kadar evde oturuyorsun Gülcan... Bari bir işe yara, temizlik yap, sofrayı hazırla... Senin yaşında çok kız tanıyorum, annelerinin ellerini sıcak sudan soğuk suya sokturmuyorlar.
Gülcan ifadesiz bir yüzle dinlemişti kadının sözlerini.
“Ben daha beş buçuk yaşındayım...” bile diyememişti. Babası da Safiye’ye destek verdi:
- Tabii ya... Annen haklı, kız gibi işe yara. O ne öyle bütün gün elinde kıytırık bir bebek, oturup duruyorsun. Burası büyük şehir kızım, boş oturulmaz... İşe yarayacaksın, çalışacaksın...
Küçük kız “Ya sen baba! Sen bütün gün kahvede oturuyorsun, sen neden çalışmıyorsun?” diyemedi... Safiye çorbayı doldururken bir dilim ekmek koydu küçük kızın önüne:
- Al bakalım, bunu idareli ye. Para kazanmak için kendimi helak ediyorum. Bundan sonra ben evden gidince mis gibi yapacaksın evi. Yapa yapa öğrenirsin. Bedavadan asalak gibi yaşamak yok öyle...
Böylece Gülcan kendini aşan duygulardan sonra yine kendini aşan fiilleri de öğrenmiş oldu. Artık sabah herkes evden gidince küçücük bedeni hiç oturmadan çalışıyor, ev temizliyor, silip süpürüyor, çamaşır yıkıyordu. Geceleri pencerenin önünde oturamaz olmuştu. Yorgunluktan daha akşam yemeğinde başı düşüyor, uykudan gözleri kapanıyordu. Akşam bulaşığını yıkadıktan sonra hiçbir şey yapamadan devrilip yatıyordu. Kimsenin dikkat etmediği bir şey vardı. Hiç gülmüyor, kendiliğinden hiç konuşmuyordu Gülcan. Kurulmuş bir robot gibiydi. Babası ve analığı onu anlamaktan aciz insanlardı. Hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı...

Hiç arkadaşı yoktu Gülcan’ın

Günler bu monotonluk içinde süratle akıp gidiyordu. Gülcan altı yaşını doldurunca Safiye onu elinden tutup okula götürdü. Kaydını yaptırdı. Halit’e kalsa gerek yoktu okumasına ama uzun süredir İstanbul’da yaşayan Safiye bunun suç olduğunu, çocuklarını ilk okula göndermeyen aileler hakkında ceza kesildiğini anlatmıştı kocasına. Böylece mecburiyet karşısında okula başladı Gülcan. Artık hayatında yeni bir dönem açılmıştı. Sessiz, çekingen, durgun bir çocuktu. Hep pasifti. Ama okulu sevmişti. Artık sırtındaki yük ikiye katlanmıştı. Sabah okula gidiyor, döner dönmez evin işlerini yapıyor, yemeği hazırlıyor, sonra da ders çalışıyordu. Bu sırada Halit ve Safiye arasında tartışmalar, zaman zaman şiddete varan kavgalar başlamıştı. Evin hakimi Safiye gibi görünüyordu. Gülcan bütün olan biteni sessizce izliyordu...
***
Gülcan başarılı bir talebeydi. Derslerini dikkatle dinliyor, öğretmeninin her söylediğini bir teyp gibi beynine kaydediyordu. Öğretmeni Müşerref Hanım bu küçük kızın yüreğinde kopan fırtınaları çözümlemeye çalışan, anlayışlı ve sevecen bir kadındı. Gülcan’a yaklaşmaya çalışıyor, onunla bir dost gibi diyalog kurmaya uğraşıyordu. Onun hayatındaki gelişmeleri ondan başka kimseden öğrenemezdi. Bu nedenle küçük kızı arka sıralardan öne almıştı. Ders anlatırken aniden ona sorular sormaya başlamıştı. Teneffüslerde bu sessizce bir köşeye çekilen kızı takip ediyordu. Gülcan büyüdükçe içine kapanıyordu. Kendisinden istenen her şeyi hiç itiraz etmeden yapıyor, kimseye karşı gelmiyordu. Hiç arkadaşı yoktu. Zamanını okulda da evde de tek başına geçiriyordu. Müşerref Hanım bir gün zil çaldıktan sonra yanına çağırdı küçük kızı:
- Gülcan, annene söyle de gelip benimle bir görüşsün. Sakın unutma. Ona soracağım bazı şeyler var.
Gülcan irkildi. Göz bebeklerine yerleşiveren korku öğretmen hanımı rahatsız etti:
- Kötü şeyler değil Gülcan, seni çok seviyorum biliyorsun, çok da çalışkansın. Ama annenle konuşacağım şeyler seninle ilgili değil kızım.
Bir rahatlama hisseti küçük kızın bakışlarında. Sevgiyle yanağını okşadı. Gülcan o akşam sofrada söyledi öğretmeninin isteğini:
- Öğretmen sizi okula çağırıyor.
Safiye haykırdı adeta:
- Neden? Ne yaptın? Kim bilir ne yaramazlık yaptın da çağırıyor beni... Rahat duramaz mısın sen? Saçımı süpürge ediyorum, akşama kadar koşturuyorum. Ne zorum var benim?
Yan gözle Halit’e baktı:
- Sen de, baban da başıma asalak oldunuz.
Halit homurdandı. Yemeğine devam etti. Safiye devam etti:
- Yalan mı? Akşama kadar baba kız yiyip içiyorsunuz? Mecbur muyum?
Halit ters ters baktı karısına. Dişlerinin arasından fısıldadı:
- Kapa çeneni de otur yemeğini ye!
Gülcan korkuyla titredi. Birazdan artık olağanlaşan şeyler olacaktı. Babası sinirlenecek, Safiye haykıracak, bağıracak, iş şiddete dökülecekti. Korkuyla atıldı:
- Benimle ilgili değilmiş söyleyecekleri...
Safiye durakladı:
- Seninle ilgili değil mi? Eee, ne demeye çağırıyor beni?
Gülcan fısıldadı:
- Bilmiyorum. Annenle konuşacağım dedi.
Safiye homurdanmaya başladı:
- İşimin gücümün arasında... Tövbe, tövbe... Yarın işe giderken uğrarım.
Ters bir şekilde kocasına baktı. Halit yemek yemekle meşguldü. Yemekten sonra Gülcan bulaşıkları yıkayıp ödevlerini yaptı. Safiye’yle babasının odasından münakaşa sesleri geliyordu. Yine babasının boş gezmesinden şikayetçiydi analığı... Hüzünle içini çekti. Duymamaya çalıştı bağırışları...

“Bana kim sevgi göstersin?”

Müşerref Öğretmen kolunun altında kitaplar, okulun koridorunda hızlı adımlarla yürürken arkasından kendisine seslenildiğini duyarak durakladı. Safiye nefes nefese yaklaştı yanına:
- Öğretmen Hanım, beni çağırtmışsınız. İşten izin alıp geldim... Bizim kız yine bir şeyler mi yaptı yoksa? Bütün gece uyumadım inanın.
Müşerref Öğretmen gülümsedi:
- Hayır, şikayet amacıyla çağırtmadım sizi. Ben Gülcan’dan çok memnunum. Çok sessiz, çok çalışkan bir çocuk. Ama konuşmak istediğim şey onun ruh haliyle ilgili. Çok içine kapanık bir çocuk. Çok yalnız. Bir sıkıntısı var gibi geliyor bana.
Safiye şaşırmıştı. Kekeledi:
- Yok öğretmen Hanım, ne derdi olacak. Yoksa size şikayet mi etti?
Öğretmen kaşlarını kaldırdı:
- Hayır, asla... Bu sadece benim gözlemim. Biz öğretmenler sadece öğretimden değil, eğitimden de sorumluyuz. Eğitim yalnızca ders anlatmak, onlara ilim öğretmek değil. Onların sağlıklı düşüncelere sahip bireyler olmasını sağlamak. Ben de bütün öğrencilerimi kişilik olarak gözlemlerim. Bu benim görevim. Gülcan’ın yaşının çocuğu olmadığını görüyorum. Gözlerinde sürekli bir hüzün var. Onun evdeki durumunu öğrenmek istedim. Başka kardeşi var mı?
Safiye başını kaldırdı:
- Yok. Gülcan yalnız. Ben de öz annesi değilim zaten. Üvey annesiyim. Babası tembelin biridir. İşsiz. Ben çalışıp bakıyorum ikisine de. Bilsen neler çekiyorum öğretmen Hanım. Bu kıza da rahat batıyor herhalde...
Müşerref Öğretmen dudaklarını ısırdı. Şimdi çok daha iyi tahlil edebiliyordu küçük kızın durumunu.
- Biraz sevgi ve ilgiye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Safiye öfkelendi:
- Bana kim sevgi göstersin? Ben durmadan koşturuyorum. Hiçbir şeye halim de vaktim de yok. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında. Başka da bir şey yapamam.
Öğretmen başını salladı. Farklı bir tepki beklemiyordu zaten. Hafifçe ama anlamlı bir şekilde gülümsedi:
- Anlıyorum. Ben sadece belirgin bir sorun var mı diye öğrenmek istedim. Şimdi derse girmek zorundayım.
Safiye’nin canı sıkılmıştı. İçinden “beni bunu söylemek için mi getirtti buralara kadar bu kadın!” diye söylenerek veda etti. Hızlı adımlarla, geldiği gibi çıktı okuldan. Ne Gülcan’ı ne de Halit’i düşünecek hali vardı. Zaten şikayetleri dağları aşmıştı. Kocasının avareliğinden bıkmış usanmıştı. Başında bir erkek olsun, ona sahip çıksın diye evlenmişti. Ama evde erkek olan da, eve de, kendine de sahip çıkan kendisi olmuştu.
- Ne değişti ki? Diye düşündü. Kendine bakıyordum zaten iyi kötü, evlendim, iki boğaz daha yüklendi üzerime. Bıktım, usandım artık. Kızını da alsın, defolup gitsin başımdan... diye mırıldanarak hızlı adımlarla ilerledi. Gülcan hakkında öğretmen hanımın söylediklerini duyduğu zaman da hafif bir kıskançlık duymuştu. Onun terbiyesinden, çalışkanlığından bahsetmişti öğretmen. Küçücük kıza bile değer veriliyor, takdir ediliyordu ama koşturan, durmadan çalışan kendisi olduğu halde bugüne kadar hiç kimse tarafından takdir görmemişti. Sıkıntısı öfkesiyle karışarak yerleşti, beyninin bir köşesine.

arkası yarın.....NETTEN ALINTIDIR
 
“Senin suyun ısındı artık!..”

O akşam Safiye eve geldiği zaman suratı beş karıştı. Ne kocasıyla ne de Gülcan’la tek kelime konuşmadı. Gülcan her zamanki gibi yemeği pişirmiş, salatayı yapmış, sofrayı hazırlamıştı. Safiye’nin tavırlı hareketleri Halit’in dikkatini çekmiş olacak ki seslendi:
- Ne bu afra, tafra gene?
Safiye kızgınlıkla baktı kocasının suratına:
- Ne tafrası? Benden bu kadar! Asalak gibi emdiniz kanımı. Canım çıkıyor akşama kadar. Ya bir işe girer çalışırsın, ya da alır kızını çeker gidersin. Sen ayrı dertsin, kızın ayrı dert. Gidip şikayet etmiş okulda. Mutlu değilim, bana şefkat göstermiyorlar falan demiş. Kadın da çağırmış bana dikleniyor, neden ilgilenmiyorsun diye... Bak hele! Benimle kim ilgilensin, bir güzel söz mü duydum evlendim evleneli...Bir takdir mi gördüm? Yok ama yetti... Bıçak kemiğe dayandı.
Halit ve Gülcan şaşkındı. Hiç beklemedikleri bir anda bir isyanla karşılaşmışlardı. Halit yan gözle kızına baktı. Karısının söylediklerine mazeret bulamadığı için Gülcan’a yüklendi:
- Bana bak kız, sen gidip bizi mi şikayet ettin?
Gülcan korkuyla kekeledi:
- Yok baba! Ben bir şey söylemedim.
Safiye gözlerini kıstı, ellerine beline koyup dikildi kızın karşısına:
- Söylemedin de nereden çıkarttı o kadın bu lafları? Yok kimseyle konuşmuyormuşsun, yok mutsuzmuşsun, yok hep yalnız başına köşelerde bucaklarda oturuyormuşsun!..
Küçük kız dudaklarını ısırdı. Bir anda Halit’in şiddetli bir tokadı patladı sol yanağında. Küçük, çelimsiz vücudu bu darbeye dayanamadı, odanın bir köşesine yuvarlandı. Dudağının kenarından ince bir kan sızıyordu. Titreyen parmakları ile sildi kanı. Halit’in kükrer gibi bağırışı duyuldu:
- El âleme bizi şikayet edeceğine anana yardım et. Senin suyun ısındı herhalde. Ben dedim okul neyine bunun diye? Adam gibi evinde oturup sonra da bir kocaya gideydi ya! Ama ben bilirim yapacağımı...
Safiye gizli bir memnuniyetle kocasına karşı hemen yumuşadı:
- Sinirlenme canım, biliyorsun okula yollamazsan cezası var. Bitirsin ilkokulu ondan sonra sokarız bir işe.
- Anayı babayı şikayet etmek neymiş ben gösteririm. Hele bir zayıf getir karnende bak ben ne yapıyorum seni. Şerefsizim adımını atamazsın okula falan. Yıkıl karşımdan şimdi...
Gülcan sessizce süzüldü odadan dışarı. Mutfağa girdi. Gidecek başka yer yoktu. Analığı ile babasının odasına giremezdi. Safiye kızıyordu oraya girdiği zaman. Büzüldü bir kenara. Yüreğinde tarifsiz kırgınlık vardı. Öğretmeninin olmayan bir şeyi oldu gibi anlatmasına anlam verememişti. Hiçbir şey konuşmamıştı Müşerref Öğretmenle. Sanki hayattaki tek tutunduğu dal kırılmış gibi bir hüsran içindeydi. Güvensizliğin ne olduğunu öğrendi o anda. Hâlâ yediği tokadın etkisiyle alev gibi yanan yanağını tuttu. Yaklaşık bir saate yakın kaldı mutfakta. Üşümeye başlamıştı. Neden sonra analığının kahkahalarını duydu. İyice sokuldu bulunduğu yere. Babasının gürültülü bir şekilde boğazını temizleyerek yatak odalarına girdiğini gördü Birkaç dakika sonra Safiye’nin de sesi kesildi. Usulca çıktı mutfaktan, odaya girip yatağını yapmaya başladı...

Müşerref öğretmen ürperdiğini hissetti!

O günden sonra Gülcan daha da içine kapandı. Sanki hiç duyguları yokmuş gibi davranıyordu. Bir robot gibi kim ne söylerse itiraz etmeden yapıyor, haklı haksız söylenen her şeye boyun eğiyordu. Ama yüreğinde büyüyen isyanlar zaman zaman taşma noktasına geliyor, bir anda çılgınlaşıp feryat etmek, bağırmak, doyasıya ağlamak geçiyordu içinden. Fakat duygularını kontrol etmesini de öğrenmişti. Öğretmeninden iyice uzaklaşmıştı. Müşerref Hanımın bütün yaklaşma çabaları boşa çıkıyor, adeta bucak bucak kaçıyordu kadından. Kimseye güveni yoktu. Ne sonunu görebiliyor, ne de hayal kurabiliyordu. Onun yaşındaki bir çocuğun beyninde dans eden düşüncelerden küçük kızın haberi bile olmamıştı. O ne bir rengin cazibesini, ne bir görüntünün güzelliğini, ne bir oyuncağın çekiciliğini yaşamıştı. O küçücük yaşında insanların çoğunun yüklenemediği duyguları öğrenmiş ve yüklenmişti. Yaşıtlarına imrenmek gibi bir düşüncesi de olamazdı. Onların nasıl mutlu olduklarını bilmiyordu ki... Tatil geldiği zaman karnesini uzatan öğretmenine başını kaldırmadan teşekkür etti. Müşerref Hanım onun yanağını okşadı:
- Seni çok seviyorum Gülcan! Sana yakın olmak, seninle dost olmak istedim ama anlamadığım bir nedenle buna asla izin vermedin güzel kızım. Ama yine de ben buradayım. Bana ihtiyacın olursa her zaman yanındayım. Bunu hiç unutma olur mu?
Acı dolu bakışlarını kaldırıp dikkatle gözlerinin içine baktı öğretmeninin. Müşerref Hanım ürperdiğini hissetti. Bu bakışların ardında anlatılmak istenenlerin hiç de olumlu şeyler olmadığını anlıyordu.
- Bana söylemek istediğin bir şey var mı Gülcan?
Küçük kız o anda haykırmak istedi:
“Öğretmenim, neden yalan söylediniz analığıma, ben hiç size ailemi şikayet ettim mi? Bana sevgi göstermiyorlar dedim mi?” Diye hesap sormak istedi. Ama boğazına düğümlenen bir yumruk sözcüklerin çıkmasına izin vermedi. Yutkundu:
- Teşekkür ederim... diye fısıldadı sadece. Karnesini alıp eve geldi. Hemen mutfağa girdi, yemeği hazırladı. Ortalığı topladı. Küçüklüğünden beri elinden bırakmadığı, oyuncaktan ziyade tek arkadaşı olan bez bebeğini alıp sedire oturdu. Dalgın bir şekilde dışarıyı seyretmeye başladı. Akşam babası ve analığı gelince sofra hazırdı. Safiye ceketini çıkartırken sordu:
- Karne aldın mı? Getir bakalım...
Hem karnesini hem de takdirnamesini getirip uzattı. Bir kusur bulmak istermiş gibi dikkatle inceledi Safiye. Sonra uzattı:
- Güzel... Artık tatil başladı. Okul mokul yok. Ev kızı gibi işe yarayacaksın. Sana iş bakacağım. Yazın çalış. Yarım gün bile olsa yeter. Kalan zamanında da evle meşgul olursun.
Kocasına döndü, onay bekleyerek soru dolu gözlerle baktı. Halit kızının karnesiyle ilgilenmemişti bile. Sofradaki salatadan atıştırıyordu. Lokmasını yuttuktan sonra başını salladı:
- Annen haklı, biraz para kazan ev için. Ben iş bulamıyorum bak! Ama sen bulursun. Sigortan yok bir şeyin yok. Daha kolay iş verirler sana. Hem de hayatı öğrenirsin. Hayat öyle okula falan gitmekle öğrenilmiyor. Hayat bambaşka... Haydi bakalım, koyun şu yemeği de yiyelim artık.
Gülcan bütün bu olanlar karşısında hayal kırıklığına uğramadı. Farklı hiçbir beklentisi yoktu zaten...

Her geçen yıl biraz daha güzelleşiyordu

O yaz ve ondan sonra gelen yazlarda Gülcan bir konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Önce getir götür işlerini yaparken daha sonra konfeksiyona geçti. Tekdüze hayatı akıp gidiyor, aynı küçüklüğündeki gibi sessizliği, içine kapanıklığı devam ediyordu. İlkokulu bitirdiği zaman ilk defa babasından bir şey istedi. Diplomasını babasına uzattıktan sonra korkarak fısıldadı:
- Baba, okumak istiyorum... Yine çalışırım, hiçbir şeyinizi eksik etmem. Ama beni ortaokula da gönder!
Halit şaşırmıştı. Bugüne kadar kendisinden hiçbir şey istemeyen kızının bu arzusu, arzusunun içeriğinden ziyade bir şey istemiş olması şaşırtmıştı adamı. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Safiye’ye baktı ister istemez. Safiye kaşlarını çoktan çatmıştı bile:
- Seni okula gönderecek ne param var, ne de halim... Ben karışmam. Sonra başıma kakarsın falan. Ama benden zırnık işlemez. Okula gitmek senin yaptığın gibi gidip gelmek değil küçük hanım, okul demek para demek. Safiye çalışsın kazansın, siz yiyin. Oh!
Gülcan dudaklarını ısırdı. Halit hemen diklendi:
- Yok öyle şey, annen haklı, halimiz meydanda. On iki yaşına geldin, artık çalışma zamanı. Okumayı yazmayı öğrendin işte. Yeter bu kadar.
Gülcan ne dese onların bu fikrinin değişmeyeceğini bildiği için boyun eğdi. Bütün hayatı boyunca bu kadar çok istediği tek şey olmuştu okumak. Ama biliyordu ki asla gerçekleşmeyecekti. Önünü göremediği için şaşkındı. Ertesi gün Safiye hemen her yaz çalıştığı konfeksiyonla konuşup sürekli olarak işe aldırdı Gülcan’ı. Artık sabahtan akşama kadar çalışıyor, akşam eve geldiği zaman yemek ve temizlik işine girişiyordu. Pazar günleri tatildi ve o günlerde de yine çamaşır ve ütüyle geçiyordu zaman. Daha yorucu başka bir tekdüzelik başlamıştı. Büyüyüp serpildikçe Safiye ile arası da gerginleşiyordu. Güzel bir kız olmuştu. Ergenliğin verdiği tazelik güzelliğini daha da belirginleştiriyordu. Yeşile çalan gözleri, biçimli yüzü ve pırıl pırıl parlayan kumral saçları, zayıf, düzgün vücudu ile çevredekilerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Halit ise avareliği ve sorumsuzluğu had safhaya çıkartmış, kızının kazandığı parayı olduğu gibi onun elinden alarak biraz da olsa kendine güven sahibi olmuş, kumar oynamaya başlamıştı. Safiye seslenmiyordu. Hiç olmazsa kazandığı kendisine kaldığı için bu kadarına da razıydı. Nasıl olsa sabah kahvaltısını ve öğlen yemeklerini temizliğe gittiği evlerde tıka basa yediği için öyle bir problemi de yoktu. Gülcan’ın çalışmasıyla rahatlamıştı. Gülcan ise hızla büyüyüp serpiliyor, her geçen yıl biraz daha güzelleşiyordu. Boyu da uzamaya başlamıştı. On beş yaşına geldiği zaman artık görenlerin “maşallah” dediği bir genç kız olmuştu. Alışmıştı genç kız yaşadığı hayata. Başka bir alternatifi tanımıyordu. Kimseyle ilgili değildi. Kimseyi kıskanmıyor, hiçbir şeye gıpta etmiyordu. Kabullenmişti yaşadığı hayatı... Zaman zaman kendi kendine kaldığı zamanlarda beklentilerini sorguluyor, kendisi de hayretler içinde kalarak hiçbir hayalinin olmadığını dehşetle görüyordu. Sanki son nefesini verene kadar bu evde kalacak, konfeksiyona gidip gelecek, boş zamanında ev temizleyecek, bulaşık yıkayacak, yemek yapacaktı. On beş yaşına gelmiş, bir kez bile sinemaya gitmemişti. Ne bir çay bahçesi biliyordu ne de bir deniz kenarı. Gittiği en uzak yer konfeksiyon atölyesiydi. İş yerinde kızların konuşmalarını başka bir dünyanın insanıymış gibi dinliyor, üzerinde düşünemiyordu bile. Bu minvalde giden hayatının sonunu bekliyor gibiydi...

arkası yarın........NETTEN ALINTIDIR
 
Onlardan başka kimsesi yoktu

Gülcan on yedi yaşına girdiği zaman o yılın hayatının akışını tümüyle değiştireceğini asla tahmin edemezdi. Aynı konfeksiyon atölyesinde neredeyse beş senedir çalışmaktaydı. Artık işinde ehil olmuş, yeni giren kızları yetiştirmeye başlamıştı. Patronu yaşlı bir adamdı ve oldukça sert karakterliydi. Gülcan’ın çalışmasından memnundu. O nedenle belli etmese de genç kızı takip eder ve korurdu. bir seneye kadar sigortasını da yapmaya söz vermişti. Safiye ise her zamankinden daha çok konuşmaya başlamıştı. Gülcan büyüyüp serpildikçe onun gençliğini, güzelliğini kıskanır olmuştu. Genç kızın her yaptığına bir kusur buluyor, sürekli, tenkit ediyordu. Gülcan ise bunların hiç birine aldırmıyordu. Hayatın olumsuzluklarına öylesine alışmıştı ki... Halit ise iyice zıvanadan çıkmıştı. Artık gece yarılarına kadar kahvede okey masasındaydı. Sabah kahvaltısından sonra gidiyor, sanki mesaili iş yapıyormuş gibi hiç kalkmadan akşama kadar taş oynuyordu. Safiye ise işten gelir gelmez komşulara gidiyor, geç vakte kadar onlarla birlikte oturuyordu. Gülcan işte olduğu gibi evde de yalnızdı. Zaten yorgun oluyordu. Atölye evlerine yürüyerek kırk dakika kadar bir uzaklıktaydı. Sabah akşam yürüyordu genç kız.
***
Mehmet Ali Demir, sahibi olduğu tekstil fabrikasının tezgahlarını gezdikten sonra idare binasındaki çalışma odasına gelip sekreterine telefon ederek bol köpüklü bir sade kahve istedi. Saatine baktı, akşam olmak üzereydi. Bugün kızı ve karısı Bodrum’dan geleceklerdi. Tatil için gitmişler, neredeyse üç haftadır orada kalmışlardı. İkisini de özlemişti Mehmet Ali Bey. Onlardan başka kimsesi yoktu. Bir tek akrabası bile kalmamıştı hayatta. Zaten hayatı boyunca bütün varlığını kızına vermişti. Genç kız üniversiteyi Amerika’da tekstil üzerine okumuştu. Mehmet Ali Bey birkaç sene sonra sahibi olduğu ipekli tekstil fabrikalarının bütün yönetimini kızına devretmeyi düşünüyordu. Evlendikten uzun yıllar sonra sahip olduğu evladı onun için hayattaki en kıymetli varlıktı. İşinin patronu canından çok sevdiği, gözbebeği olan kızı Ebru olacaktı. Gözünün içine bakarak büyütmüştü evladını. Gerek karısı Melahat Hanım olsun, gerek kendisi olsun onun bir dediğini iki etmemişlerdi. Bir ay kadar önce Amerika’dan tatile gelmişti Ebru. Okul bitmiş, ihtisasını yapıyordu orada. Bir seneye kalmadan temelli dönecek ve fabrikaların başına geçecekti...
Arkasına yaslandı Mehmet Ali Bey. Babacan görünüşü, son yıllarda aldığı kiloların etkisiyle büyüyen göbeği daha bir sevimli etki yapıyordu karşısındaki insanlarda. Geniş, iri kemikli bir yüzü vardı. Saçları alnının oldukça üstüne kadar açılmıştı. Bembeyazdı zaten. Yaşından biraz daha genç gösteriyordu aslında. Neredeyse yetmişe merdiven dayamıştı. Bu sırada sekreter kız kahvesini getirdi. Gülümsedi yaşlı adam:
- Sağ ol kızım... Şoföre de tembih et. Bir saate kadar çıkacağım. Bugün kızım ve karım dönüyor. Erkenden evde olmak istiyorum.
Sekreter kız gülümsedi:
- Gözünüz aydın efendim. Hemen iletirim şoförünüze.
Kapıyı kapatarak odadan çıktı. Höpürdeterek bir yudum aldı Mehmet Ali Bey kahvesinden. Kavuşma zamanı yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Aceleyle içti kahvesini. Daha fazla duramadı. Onları evde bekleyecekti. Ceketini alıp çıktı. Az sonra son model siyah arabasına kurulmuştu. Şoför saygıyla kapıyı kapattı. Mehmet Ali Bey doğruca eve gitmesini istedi. Hızla hareket ettiler. >

Araba kontrolden çıkmıştı artık!

Ebru dikiz aynasına bakarak sinyalini verdi. Sağa döndü. Vitesini değiştirip gaza bastı. Altındaki son model spor araba yaylanarak atıldı ileriye. Genç kız eliyle güneş gözlüklerini düzeltti. Dikkatle yola bakıyordu. Yanında oturan Melahat Hanım saatine baktı:
- Bir aksilik çıkmazsa saat yedi sularında evde oluruz. Acelemiz yok kızım, yavaş kullan.
Ebru gülümsedi:
- Sen merak etme Melahat Sultan... Geze geze gidiyoruz işte. Özlemişim yurdumda araba kullanmayı. Şu manzaranın güzelliğine bak. Babam da bekliyordur. Onu da o kadar özledim ki...
Melahat Hanım gülümsedi:
- O da özlemiş bizi. Dün akşam telefonda sesi titriyordu. Biliyor musun yaşlandı artık. İyice sana düşkün oldu. Evvelden beri düşkündü ama şimdi daha bir başka. Yaşlandıkça duygusallaşıyor.
Ebru dikkatle kıvırdı direksiyonu.
- Az kaldı anne. Seneye bu zamanlar bitmiş olacak bu gurbet. Yanınızda olacağım.
Melahat Hanım başını dışarıya çevirerek mırıldandı:
- İnşallah yavrum, inşallah!
Yanlarından hızla bir kamyon geçti. Ebru ani bir refleksle frene basarak arabayı sağa kaçırdı. Melahat Hanım heyecanlanmıştı:
- Nasıl araba kullanıyor bunlar böyle? Allah korusun...
Ebru arkasından gelen olup olmadığına baktı ve hızlandı. Sinirleri bozulmuştu:
- Önüne gelene ehliyet verilirse böyle olur işte anne. Kimseye saygısı yok bunların. Yaklaşık yarım saattir arkamdaydı. İşaret bile vermeden geçti.
Bir müddet konuşmadılar. Hızla ilerliyordu asfalt yol altlarında. On dakika sonra biraz önce hızla geçen kamyona yetiştiler. Kamyon yavaşlamıştı. Ebru kornaya basarak yol istedi. Kamyon sağa çekildi. Genç kız sinyalini verdikten sonra solladı arabayı. Tam yan tarafa geçerken kamyon aniden direksiyonu üzerine kırdı. Ebru telaşla kornaya dayadı elini ve frene bastı. Resmen oyun oynuyordu kendisiyle kamyon. Sinirlenmişti. Asabi bir şekilde kornaya basmaya devam ederek gazladı genç kız. Hızla fırladı araba. Kamyonun soluna geçti. Bu telaş ve sinir arasında karşıdan gelen başka bir kamyonu görememişti. İkisinin arasında kaldı. Bir an ne yapacağına karar veremedi. Fren yapsa arkasından gelen vuracaktı. Gaza yüklense karşıdan gelenin altında kalacaktı. Melahat Hanımın çığlığı duyuldu:
- Ebru kızım, çarpacağız.
Hızla direksiyonu en sola kırdı. Araba kontrolden çıkmıştı sanki. Yolun yan tarafında zıplayarak ilerliyordu. Birden direksiyon ellerinin arasından kayarak dönmeye başladı. Hızla şarampolden aşağıya iniyorlardı. Melahat Hanımın feryatları çınlatıyordu etrafı. Büyük bir sarsıntıyla yuvarlandı araba. Takla atmaya başladı. Her şey birkaç dakikada olup bitmişti. Araba yolun aşağısında devrilmiş bir şekilde güçlükle durabildi. Ses seda kesilmişti. Karşıdan gelen kamyon şoförü sağa çekmiş ve inmişti arabasından. Spor arabadan dumanlar çıkıyordu. Hiçbir hayat belirtisi yoktu...

Araba kontrolden çıkmıştı artık!

Ebru dikiz aynasına bakarak sinyalini verdi. Sağa döndü. Vitesini değiştirip gaza bastı. Altındaki son model spor araba yaylanarak atıldı ileriye. Genç kız eliyle güneş gözlüklerini düzeltti. Dikkatle yola bakıyordu. Yanında oturan Melahat Hanım saatine baktı:
- Bir aksilik çıkmazsa saat yedi sularında evde oluruz. Acelemiz yok kızım, yavaş kullan.
Ebru gülümsedi:
- Sen merak etme Melahat Sultan... Geze geze gidiyoruz işte. Özlemişim yurdumda araba kullanmayı. Şu manzaranın güzelliğine bak. Babam da bekliyordur. Onu da o kadar özledim ki...
Melahat Hanım gülümsedi:
- O da özlemiş bizi. Dün akşam telefonda sesi titriyordu. Biliyor musun yaşlandı artık. İyice sana düşkün oldu. Evvelden beri düşkündü ama şimdi daha bir başka. Yaşlandıkça duygusallaşıyor.
Ebru dikkatle kıvırdı direksiyonu.
- Az kaldı anne. Seneye bu zamanlar bitmiş olacak bu gurbet. Yanınızda olacağım.
Melahat Hanım başını dışarıya çevirerek mırıldandı:
- İnşallah yavrum, inşallah!
Yanlarından hızla bir kamyon geçti. Ebru ani bir refleksle frene basarak arabayı sağa kaçırdı. Melahat Hanım heyecanlanmıştı:
- Nasıl araba kullanıyor bunlar böyle? Allah korusun...
Ebru arkasından gelen olup olmadığına baktı ve hızlandı. Sinirleri bozulmuştu:
- Önüne gelene ehliyet verilirse böyle olur işte anne. Kimseye saygısı yok bunların. Yaklaşık yarım saattir arkamdaydı. İşaret bile vermeden geçti.
Bir müddet konuşmadılar. Hızla ilerliyordu asfalt yol altlarında. On dakika sonra biraz önce hızla geçen kamyona yetiştiler. Kamyon yavaşlamıştı. Ebru kornaya basarak yol istedi. Kamyon sağa çekildi. Genç kız sinyalini verdikten sonra solladı arabayı. Tam yan tarafa geçerken kamyon aniden direksiyonu üzerine kırdı. Ebru telaşla kornaya dayadı elini ve frene bastı. Resmen oyun oynuyordu kendisiyle kamyon. Sinirlenmişti. Asabi bir şekilde kornaya basmaya devam ederek gazladı genç kız. Hızla fırladı araba. Kamyonun soluna geçti. Bu telaş ve sinir arasında karşıdan gelen başka bir kamyonu görememişti. İkisinin arasında kaldı. Bir an ne yapacağına karar veremedi. Fren yapsa arkasından gelen vuracaktı. Gaza yüklense karşıdan gelenin altında kalacaktı. Melahat Hanımın çığlığı duyuldu:
- Ebru kızım, çarpacağız.
Hızla direksiyonu en sola kırdı. Araba kontrolden çıkmıştı sanki. Yolun yan tarafında zıplayarak ilerliyordu. Birden direksiyon ellerinin arasından kayarak dönmeye başladı. Hızla şarampolden aşağıya iniyorlardı. Melahat Hanımın feryatları çınlatıyordu etrafı. Büyük bir sarsıntıyla yuvarlandı araba. Takla atmaya başladı. Her şey birkaç dakikada olup bitmişti. Araba yolun aşağısında devrilmiş bir şekilde güçlükle durabildi. Ses seda kesilmişti. Karşıdan gelen kamyon şoförü sağa çekmiş ve inmişti arabasından. Spor arabadan dumanlar çıkıyordu. Hiçbir hayat belirtisi yoktu...

Korkuyla hizmetçinin yüzüne bakıyordu!

Mehmet Ali Bey hizmetçinin getirdiği kahvesinden bir yudum daha aldı. Televizyonda haberleri dinlemek için yerinden kalktı. Düğmeye bastı. Ekrana bakıyordu ama söylenenleri duymuyordu. Aklı yolda olan kızı ve karısındaydı. Saat sekize yaklaşmıştı. Sabredemeyerek pencereye gitti. Boğazın en güzel semtlerinden biri olan Tarabya’da, otuz senelik villasındaydı. Büyük bir bahçenin içindeki villa iki katlıydı. Beş sene önce büyük bir tadilat yapmışlar, dış cephesini ve içini yenilemişlerdi. Mehmet Ali Bey sahibi olduğu büyük serveti dişiyle, tırnağıyla kazanmış dürüst bir iş adamıydı. Zaman zaman memleketin ekonomisinde oluşan krizleri dürüstlüğü ve akıllı kararları sayesinde çok etkilenmeden atlatabilmiş, hiçbir zaman zora düşmemişti. Babasının manifaturacılık yaparak girdiği tekstil hayatında onun kendisine bıraktığı bir atölyeyi geliştirerek biri Bursa’da, diğeri de İstanbul’da iki fabrikanın sahibi olmuştu. Kahvesinin son yudumunu da içerek fincanını sehpaya bıraktı. Salonun sağ tarafındaki yemek masası hazırdı. Yanlarından çalışan aşçısı evin hanımı ve küçük hanım şerefine bütün hünerlerini döktürmüşe benziyordu. Zaman ilerledikçe yaşlı adam tedirgin olmaya başladı. Dayanamayarak telefona uzandı. Kızının ve karısını Bodrum’da kaldığı otelin numarasını çevirdi. Biraz sonra kibar bir ses cevap verdi:
- Buyurun Yıldız Motel?
- Eee, iyi akşamlar, ben Mehmet Ali Demir.
- Buyurun Mehmet Ali Bey...
- Bizimkiler saat kaçta ayrıldılar motelden?
Birkaç saniyelik bir sessizlikten sonra görevlinin sesi tekrar duyuldu:
- Saat dokuzda çıkmışlar efendim.
- Teşekkür ederim. Neredeyse gelirler o zaman...
- İyi akşamlar efendim.
Telefonu yerine koydu. Aklından hesap yapmaya koyuldu. Dört saatte İzmir’e varsalar, oradan da yedi saat sürse neredeyse gelmek üzere olmaları gerekiyordu. Tekrar pencereye gidip beklemeye başladı. Yoldan hiç aramamışlardı. Gelince kızına da karısına da sitem etmeye karar verdi. Dakikalar hızla akıp gidiyordu. Saat neredeyse dokuz olmak üzereydi. Mehmet Ali Bey artık oturamıyor, salonun içinde aşağı yukarı dolaşıyordu. Ulaşabileceği hiçbir yer yoktu. O sırada içeri giren hizmetli yavaşça yaklaştı yanına:
- Küçük hanım ve hanımefendi geç kaldılar efendim.
- Evet Rasim. Ben de merak ediyorum.
- Belki gezerek, konaklayarak geliyorlardır efendim. Endişelenmeyin.
Yaşlı adam omuzlarını kaldırdı:
- Bu kadınlar neden düşünemiyorlar acaba? İnsan bir yerden durup telefon eder, haber verir hiç olmazsa...
Tam bu sırada telefon çaldı. Rasim yaklaşık on iki yıldır Mehmet Ali Demir’in yanında görev yapıyordu. Zarif bir tavırla dönüp ahizeyi kaldırdı:
- Mehmet Ali Demir Beyin evi, buyurun efendim?
Yaşı adam telaşla uşağının yüzüne bakıyordu. Rasim’in sakin hatları bir anda gerildi. Yüzünün rengi değişti. Korkuyla Mehmet Ali Beyin yüzüne baktı. Yaşlı adam bir saniyede yanına gelmiş, ahizeyi elinden almıştı...

ARKASI YARIN..........NETTEN ALINTIDIR
 
Araba, korkunç bir süratle gidiyordu!

Siyah lüks araba otobanda son süratle ilerliyordu. Mehmet Ali Bey şoförün yanına oturmuş gözlerini yola dikmiş sanki arabanın ön camından fırlayacak, koşacakmış gibi koltuğun ucunda oturuyor, dudaklarını ısırıyordu. Manisa Devlet Hastanesinden aramışlardı. Karısı ve kızının geçirdiği kazayı haber vermişler, durumlarının ciddi olduğunu iletmişlerdi. Bu saate kadar yaralıların ailelerine ulaşmaya çabalamışlar ama ikisinin de bilinci yerinde olmadığı için ancak şimdi ulaşmaları mümkün olabilmişti. Mehmet Ali Bey olayı öğrenince deliye dönmüştü. Rasim hemen toparlayıcı bir şekilde Türk Hava Yollarını aramış, ama hiçbir uçakta yer bulamamıştı. İzmir üzerinden Manisa’ya ulaşabileceğini düşünmüştü beyefendinin. Ama mümkün olamayınca yapılacak tek şey arabayla hemen yola çıkmaktı. Hemen şoför uyandırılmış, on dakika içinde yola çıkmıştı Mehmet Ali Bey. Korkunç bir süratle gidiyordu araba. Mehmet Ali Bey kilitlenmiş gibiydi. Gittiği yerde neyle karşılaşacağını bilmiyor, durmadan dua ediyordu. İçindeki ümidi kaybetmemek için durmadan telkin ediyordu kendisine. Sabaha karşı üç buçuk sularında Manisa Devlet Hastanesinden içeri girdi siyah araba. Sekiz saatlik yolu altı buçuk saatte gelmişlerdi. Koşarak geçti koridorları. Müracaattaki adama kimliğini söyledi. Biraz sonra genç bir hemşirenin ardında yürüyordu. Hemşire onu nöbetçi doktorun bulunduğu odaya getirdi:
- Doktor bey içeride. Görüşün efendim.
Mehmet Ali Bey bitkin bir halde girdi içeriye. Doktor, uzun boylu, kumral, genç bir adamdı. Ayağa kalkarak elini sıktı yaşlı adamın:
- Buyurun Mehmet Ali Bey. Size çok geç ulaşabildik kusura bakmayın. Olay Manisa Akhisar arasında olmuş. Saat bir buçuk sularında.
Mehmet Ali Bey adeta inledi:
- Bırakın ayrıntıları doktor, kızım ve karım nasıl?
Doktor önüne baktı. Gülümsemeye çalıştı. Kendini zorladığı belli oluyordu. Derin bir nefes aldı:
- Mehmet Ali Bey, biliyorum merak içindesiniz. Karınız şu anda yoğun bakımda. Bir beyin ameliyatı geçirmek zorunda. Ama hemen ameliyata alamıyoruz. Sanıyorum kendisini Ege Üniversitesi Hastanesine nakledeceğiz. Kızınıza gelince...
Durakladı. Bir kez daha yutkundu ve ardından fısıldadı:
- Onun için yapacak bir şeyimiz yok efendim. Maalesef bize getirildiği zaman hayatını yitirmişti.
Dünyanın ayaklarının altından çekildiğini ve boşlukta sallandığını hissetti yaşlı adam. Boş gözlerle doktora bakıyordu. Söylenenlerin ciddiyetini kavrayamamış gibi şaşkın bakışlardı bunlar. Doktor yerinden kalkıp onun yanına geldi ve elini omzuna koydu:
- Biliyorum, çok zor ama kader bu...
- Kızım, kızım... Ebru’m öldü mü yani?
Doktor dudaklarını ısırarak yere çevirdi gözlerini. Mehmet Ali Bey bütün kanının çekildiğini fark etti. Boğuk bir feryat boğazında düğümlendi, sesi çıkmıyordu. Elleri, dudakları titremeye başlamıştı. Anlaşılmaz bir şekilde dudakları kıpırdıyor ama ses çıkmıyordu. Doktor hemen hemşireye haber vererek bir sakinleştirici hazırlamasını istedi. Biraz sonra gereken ilaç verilmişti yaşlı adama. Yüzü bembeyazdı...

Dayanılması zor bir acıyla karşı karşıya!

Mehmet Ali Bey hemşirelerin yardımıyla dışarıya çıkartıldı. Koskoca adam artık hiçbir şeyin farkında değildi. Omuzları sarsılarak hıçkırıyor, içinin acısını gözyaşlarıyla yansıtıyordu. Karısını görmesine izin verilmiyordu. Melahat Hanımın durumu ağırdı ve yoğun bakımdaydı. Şu anda hareket ettirilmesi sakıncalı görüldüğü için Ege Üniversitesi Hastanesine nakledilemiyordu. Doktor durum bu şekilde giderse ameliyatın da bu hastanede yapılması gerektiğini söylemişti. Mehmet Ali Bey ise karar verme yeteneğini kaybetmiş gibiydi. Şoförü Muhsin olanları İstanbul’a bildirmiş, İstanbul’daki aile doktorları yola çıkmıştı bile. Fabrikanın genel müdürü olan Metin Bey de geliyordu ilk uçakla. Yaşlı adam kendisine yapılan sakinleştiricilerin etkisiyle uyur gezer gibi oturuyordu yoğun bakım ünitesinin önündeki bekleme salonunda. Sabah olmuştu. Şoför Muhsin yavaşça yaklaştı:
- Bir fincan kahve getireyim mi size beyefendi?
Mehmet Ali Bey çaresizce baktı şoförüne:
- Ebru’m yok artık Muhsin, kızım öldü Muhsin, ben ne yapacağım şimdi? Nasıl dayanacağım bu acıya?
Muhsin üzgün bir şekilde önüne baktı. Biliyordu ki hayatta bir insanın başına gelebilecek dayanılması en zor acıyla karşı karşıyaydı bu yaşlı adam. Teselli kâr etmeyecekti. Ne söylese onun acısını bir zerre olsun dindirmesi mümkün değildi. Bunun bilinciyle sustu. Bir saat sonra Genel Müdür Metin Bey ve yirmi yıllık aile doktorları Ferruh Tunçbilek koşar adımlarla girdiler servise. Metin Bey altmış yaşlarında bir adamdı. Esmer, yeşil gözlü, tıknazca bir yapısı vardı.
- Beyefendi, mahvolduk duyduğumuz zaman. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
- Kızım, canım, ciğerim gitti Metin... Nasıl dayanırım ben!
Doktor Ferruh Bey yaklaştı:
- Beyefendi, kendinizi toparlamanız lazım. Yapılacak bir şey yok. Hanımefendi nasıllar?
Omuzlarını kaldırdı yaşlı adam çaresizce:
- Yatıyormuş yoğun bakımda, bir şey bilmiyorum ki...
Doktor hemen servise doğru yürüdü:
- Ben bir görüşeyim doktor arkadaşlarla...
Metin Bey yanına oturdu patronunun. Muhsin birkaç metre ötede ayakta duruyordu... Metin Bey elini yaşlı adamın omzuna koydu:
- Nasıl olmuş bu iş?
Mehmet Ali Bey başını iki yana salladı:
- Bilmiyorum, bilsem neye yarar ki? Giden gitti, aslan gibi, prenses gibi kızım gitti.
Bu sırada doktor Ferruh Bey yanında hastane doktoruyla yanlarına geldiler. Mehmet Ali Bey gözyaşlarını silerek başını kaldırdı onların yüzüne baktı. Ferruh Beyin yüzü allak bullaktı. Hastane doktoru hafifçe öksürdü, bir şeyler söylemek istediği belliydi:
- Mehmet Ali Bey, eşiniz...
Yaşlı adam acı dolu bir bakışla süzdü karşısındaki adamı, usulca fısıldadı:
- Öldü değil mi? O da öldü değil mi?..
- ?!.

Yalnız kalmak ve haykırmak istiyordu!

Cenazeler İstanbul’a getirilmişti. Mehmet Ali Bey bitkin bir şekildeydi. Kendisini hayata bağlayan tüm bağlar kopmuştu artık. Yapayalnız kalmıştı. Hayatının en değerli iki insanını bir anda kaybetmiş olmanın verdiği acı ile çökmüş, sanki on yaş birden ihtiyarlamıştı. Çevresindeki insanlar artık onun toparlanmasının mümkün olamayacağını düşünüyor, adamın bütün hayat damarlarının kopmuş olduğu görüşünde birleşiyorlardı. Fabrikanın bütün çalışanları katılmıştı cenaze törenine. Gazeteciler, televizyon kameraları, İstanbul’un ünlü iş adamları ile doluydu tören. Çelenkten göz gözü görmüyordu. Bunların hiçbirinin farkında bile değildi Mehmet Ali Bey. Siyah güneş gözlüklerinin ardına gizlediği kıpkırmızı ve şiş gözleri ile acısını o kalabalığın içinde tek başına yaşıyordu. Paylaşmaya gelen insanlara elinden geldiğince saygılı davranıyor, ama yüreğini sıkan bir mengene kendisini bunaltıyor, yalnız kalmak ve alabildiğine haykırmak istiyordu. Kendini sıkmaktan dişleri ağrıyordu. Yumrukları hep kapalıydı. Törenden sonra birkaç arkadaşı ve fabrikanın yönetimindeki üst düzey yöneticiler villaya geldiler. Genel Müdür Metin Bey bir hemşire tutmuştu yaşlı adam için. Doktor Ferruh Bey de devamlı Mehmet Ali Beyin yanındaydı. Ziyaretçilerin çoğunluğu gittikten sonra Metin Bey, Metin Beyin hanımı ve Doktor Ferruh Bey kaldılar salonda. Mehmet Ali Bey bitkin bir şekilde kendini koltuğa bıraktı:
- İşte hayat bu! Giden gitti... Ancak, Yüce Rabbim insanoğluna hiçbir canlıya vermediği sabrı ihsan etmiş. Dayanamam sanıyorsun, yaşayamam sanıyorsun ama hayat devam ediyor, bu acıyı taşıyor yüreğin. Kaldıramaz gibi gözükse de, her zerresi ıstırapla inlese de yaşıyorsun...
Acı bir şekilde gülümsedi, ağlamaklı bir sesle devam etti:
- Her şeyimi kaybettim. Ne para, ne mal, ne mülk! Hiçbir şeyin önemi yok, değeri yok artık. Bir başıma, yapayalnız kaldım dünyada. Bundan sonra benim için ne olabilir ki?... Ümitlerim gitti, hayallerim gitti, sevgililerim gitti...
Bu ıstırap dolu haykırışa salonda bulunanların verecek cevabı yoktu. Sessizce dinlemekle yetiniyorlardı. Mehmet Ali Bey doktor Ferruh Beye döndü:
- Sen Ferruh! Dönüp duruyorsun etrafımda. Bana bir şey olmasın diye gözümün içine bakıyorsun... Neye yarar ki... Bundan sonra benim yaşamam için çırpınsan da bana acı vereceksin, başka bir söze hacet var mı?
Ferruh Bey sevgiyle baktı ona:
- Allah’ın verdiği canı Allah alır Mehmet Ali Bey... Biraz önce siz söylediniz. Sabır! Başka bir ilacı yok bu acının.
Mehmet Ali Bey minnetle baktı eski dostuna:
- Sabır ya Ferruh! Sabır...
Biraz sonra aldığı ilaçların da etkisiyle iyice durgunlaştı yaşlı adam. Metin Bey karısına işaret ederek ayağa kalktı:
- Biz izninizle kalkalım beyefendi. Siz de biraz uzanın. Belki uyuyabilirsiniz.
Hepsi birlikte tekrar taziyelerini sunarak gittiler. Yalnız kalmıştı Mehmet Ali Bey. Koltuklardan birine oturdu. Bomboştu ev. Hiçbir anlamı yoktu. Başını ellerinin arasına alarak hıçkırmaya başladı...


Gülcan dehşet içinde kalmıştı!

Gülcan işten çıktıktan sonra hiç oyalanmadan hızlı adımlarla yürümeye başladı. Çarşıya uğrayıp ekmek aldı ve doğruca eve gitti. Hemen mutfağa daldı. Akşam için yemek hazırladı, etrafı topladı, salatayı yapıp sofrayı kurdu. Kendisini yorgun hissediyordu. Safiye henüz ortalarda görünmüyordu. Babası ise zaten herkesten sonra gelir, saat dokuza doğru evde olurdu. Sedirin üzerinde otururken göz kapakları ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu. Narin bedeni sabahın altısından beri çalışmakta olduğu için bu yoğun tempoyu kaldıramıyordu. Tam içi geçmişti ki Safiye’nin sesiyle irkilerek uyandı. Kadın kapıdan içeri girer girmez bağırmaya başlamıştı:
- Bıktım usandım artık, bıktım usandım!.. Akşama kadar el kapılarında temizlik yapıyorum. Babası kumar masasında, kızı da yan gelmiş yatmış, uyuyor. Nedir benim çilem. İki tane asalak başımda, yetişemiyorum artık.
Gülcan hayretle baktı kadına. Kekeledi:
- Safiye anne, ne oldu ki?
- Bir de soruyor, yan gelmiş yatıyorsun...
Gülcan şaşkınlıkla gülümsedi:
- Yemeği yaptım, salatayı hazırladım, sofrayı kurdum. Evi de toparladım...
Safiye durakladı. Mutfağa girmemiş, odaya girer girmez Gülcan’ın uyuduğunu görünce ön yargıyla veryansın etmişti. Bir şeyler söylemek istedi ama bulamadı. Sonunda haykırmasına daha da tiz bir sesle devam etti:
- Ya çamaşırlar, kaç gündür çamaşır yıkanmadı. Baban olacak o adamın bütün gömlekleri kirli.
Gülcan derin bir nefes aldı:
- Safiye Anne, çamaşırı hafta sonunda yıkayacağım. Bu saatte yıkasam nerede kuruyacak? Pazar günü sabahtan yıkarım, asar, kurutur, ütülerim.
Safiye yüzünü buruşturdu. Hiçbir şey söylemeden odasına gitti. Üzerini değiştirip geldikten sonra dik dik baktı Gülcan’a:
- Ben tahammül edemeyeceğim artık bu baban olacak duyarsız adama. Ne para yetişiyor, ne de bir şey. Tembel tembel kahve köşelerinde sürten bir adamı besleyemeyeceğim.
Gülcan sesini çıkartmadı. Safiye öfke ile söylenerek çıktı odadan.
“Bu akşam yine kıyamet kopacak...” diye söylendi genç kız. Gerçekten de Halit eve geldiği zaman yer yerinden oynadı. Safiye sınırsız bir şekilde yüklendi kocasına. Ağzına geleni söyledi. Aşağıladı, hakaret etti. Sonunda Halit yerinden fırladığı gibi saçlarına yapıştı kadının. Duvardan duvara vuruyordu Safiye’yi. Kadın çığlıklar içinde feryat ediyordu. Gülcan dehşet içinde odanın bir köşesine büzülmüştü. Müdahale edip kadını babasının ellerinden kurtarmaya kalksa aynı akıbete uğrayacağını adı gibi biliyordu. Sonunda dayanamadı. Babasının birbiri ardına inen tokatlarını durdurabilmek için kolunu tuttu:
- Baba, yapma yalvarırım, öldüreceksin.
Halit ağzından köpükler saçarak döndü, bir tokat da kızına attı bütün gücüyle. Gülcan fırlayıp oda kapısının önüne düştü. Safiye yediği onca dayağa rağmen asla susmuyordu. Ağzına geleni söylemeye devam etmekteydi. Sonunda pes eden Halit oldu ve ağza alınmayacak küfürler ederek kapıyı çarpıp gitti.
 
arkası yarını TRT radyolarından dinlemişimdir ..çok severim ve heyecanla devamını beklerim hani bitişte arkası yarın demeleri yokmu .. yarın olmak bilmez ama artık dinliyemiyorum, asiyah sayende ,buradan okuma fırsatı buldum teşekkürler..
 
Karakoldan çıkınca derin bir nefes aldı

Safiye ertesi gün işe gitmeden önce doğru karakola gitti. Kocasından şikayetçiydi. Komiserden Halit’in kulağını çekmesini istedi. Korkutmak bile yeterdi ona. Ondan sonra bankaya giderek birkaç yıldır Halit’ten gizli biriktirdiği paralarını çekti. Kafasında tasarladığı planları gerçekleştirmek için harekete geçmişti artık. Bütün bu işleri yaptıktan sonra hızla eve döndü. Bütün eşyalarını toplayıp bir çantaya doldurdu. Nasıl olsa ev kiraydı. Ha bu evde, ha başka bir yerde hiçbir şey fark etmeyecekti. Evden çıkıp hızlı adımlarla çarşıya doğru yürüdü. Kimselere bir şey söylememişti. Bir taksi çevirerek arkasına bile bakmadan uzaklaştı.
Halit ise kahvede her zamanki masasında oturmuş, kendisi gibi işsiz güçsüz birkaç arkadaşıyla okey oynuyordu. Polisler kapıdan içeri girince ilgilenmedi bile. Polis memuru kahveciye yaklaşıp Halit Pekmezci’yi sorunca kahveci umursamaz bir tavırla işaret etti adamın oturduğu masayı. Polisler tepesine dikildiği zaman dudaklarının ucundaki sigara dumanından korunmak için bir gözünü kısmış bir şekilde baktı:
- Buyur amirim, ne istedin?
- Halit sen misin?
Adam sigarasını aldı dudaklarından, gözlerinde tedirgin bir ifade belirmişti:
- Benim amirim, hayırdır?
- Bizimle karakola geleceksin, senden şikayet var.
Halit şaşkın bir şekilde arkadaşlarına baktı. Sonra korkak tavırlarla kalktı masadan, polislerin peşine takıldı. Karakola gidince doğrudan komiserin karşısına çıkarttılar. Komiser hafif toplu, uzunca boylu, iri yarı bir adamdı. Kaşları çatıktı.
- Halit sen misin?
- Benim komiserim.
Komiser tepeden tırnağa süzdü Halit’i. Sonra sert bir sesle konuşmaya başladı:
- Karın senden şikayetçi. Dövmüşsün kadını. Yüzünü gözünü morartmışsın.
Halit kekeledi:
- Komiserim, isteyerek olmadı. Çok sinirlendim. Hem her evde olur böyle şeyler...
Komiser elini kaldırarak susturdu adamı:
- Kes! Yok öyle şey. Bak bir daha duyarsam bu sefer gözünün yaşına bakmam bilmiş ol. Gözüm üstünde olacak. Tıkarım içeriye, kimseler de çıkartamaz seni, ona göre... Öyle kolay değil bu işler.
Halit yılışık bir şekilde cevap verdi:
- Tövbe komiserim. İnanın bir daha olmaz. Öfkeli bir tarafıma rastladı.
Komiser eliyle “git” işareti yaptı:
- Ben diyeceğimi dedim. Ona göre...
Halit geri geri çıktı odadan. Yüzlerce kere teşekkür etti komisere. Karakoldan çıkınca derin bir nefes aldı, dişlerini sıktı:
- Ben sana göstermez miyim Safiye! Demek utanmadan beni şikayet edersin ha?
Hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Bu sinirle ve bu moral bozukluğuyla kahveye falan gidecek hali yoktu. Oturup akşama kadar evde Safiye’nin gelmesini bekleyecekti.


Öfkeyle bağırdı zavallı kıza!..

Gülcan eve geldiği zaman babasının neredeyse bir paketten fazla sigara içmiş olduğunu gördü. Halit’in evde olması garibine gitmişti. Hayretle sordu:
- Baba, neden evdesin, bir şey mi oldu?
Halit öfkeyle bağırdı zavallı kıza. Sonra hırıltılı bir sesle devam etti:
- O Safiye denen kadın beni karakola şikayet etmiş, polisler çekti bugün. Adam tehdit etti beni hapse atmakla. Şuna bak yahu, kadının kocasına karşı gelmesi görülmüş şey mi?
Gülcan hiçbir şey söylemedi. Mutfağa girip akşam yemeğini hazırlamaya koyuldu. Saat sekizi geçiyordu. Halit odanın içinde dört dönüyor, bir aşağı, bir yukarı gidip geliyordu. Sonunda dayanamadı:
- Nerede kaldı bu kadın yahu? Gecenin bu saatinde kadın kısmının işi ne sokakta?
Gülcan da tedirgin olmuştu. Birden aklına bir şey gelerek fırladı genç kız yerinden. Safiye’nin yatak odasına girip eski elbise dolabını açtı. İçi bomboştu. Düşündüğü şey doğruydu. Safiye gitmişti. Korkuyla oturma odasına döndü. Halit kızının yüzünün renginin bembeyaz olduğunu neden sonra fark etti:
- Ne var kız? Ne oldu böyle ölü görmüş gibi?
- Baba!
- Konuşsana kız!
Gülcan yutkundu:
- Safiye anne gelmeyecek baba! Gitmiş.
Halit şaşkınlıkla baktı kızına:
- Gitmiş mi? Nereye gitmiş? Kim dedi?
Gülcan sedire oturdu:
- Elbiseleri yok, hiçbir eşyası yok baba, toplayıp gitmiş. Terk etmiş evi.
Halit durakladı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı:
- Vay ahmak kadın vay! Demek gitmiş ha? Nereye gider, kime gider, bu ne namussuzluk!
Gülcan başını iki yana salladı:
- O yaşta bir kadına hiçbir şey yapamazsın baba! Kanunlar ondan yana, senin çalışmadığını, eve bakmadığını söylerse istediği yere gider. Zorla tutamazsın.
Halit yediği bu darbenin altından nasıl kalkacağını düşünüyordu. Onun keyif içinde sorumsuzca yaşamasını sağlayan akarsu kesilmişti böylece. Bir küfür daha savurdu kendi kendine. Hızla ceketini alıp çıkıp gitti. Gülcan sedirin üzerinde öylece oturuyordu. Bundan sonrasında neler olabileceğini kestiremiyordu. Çok fazla sevmezdi Safiye’yi ama alışmıştı evdeki varlığına. Hiçbir zaman onu anneciğinin yerine koymamıştı. Ona “Safiye Anne” diye hitap ederken bile anne kelimesini hep usulca söylerdi. Yine de bunca sene kendince emeği vardı üzerinde. Bundan sonra babasıyla birlikte nasıl bir hayat sürebileceğini kestiremiyordu bile. Gece yarısına kadar oturdu. Babası saat bire doğru geldi eve. Zil zurna sarhoştu. Güçlükle yatırdı onu yatağına. Bir yandan da içkiye nereden para bulduğunu düşünüyordu. Halit başını yastığa koyar koymaz horlamaya başlamıştı. Gülcan insanların değer yargılarının ne denli basite indirgenmiş olduğunu sarsılarak görüyordu... >

Gırtlağına kadar borçlanmıştı Halit

Safiye’nin gidişiyle Halit daha da kötüleşmişti. Kumarın yanı sıra içki de içmeye başlamış, eve hiç ayık gelmez olmuştu. Gülcan’ın kazandığı parayı hemen elinden alıyor, genç kıza bir tek kuruş dahi bırakmıyordu. Evin kirasını ödememişti. İki kere ev sahibi kapıya gelmiş, ikisinde de Gülcan yalvar yakar adamı sakinleştirebilmişti. Babasına kiradan söz açtığı zaman adam hiddetleniyor, küfürler ederek dinlemiyordu kızını. Gülcan hayatlarının son hızla uçuruma doğru gittiğinin farkındaydı. Kazandığı asla yetmiyordu. Bazen bir seferde kaybediyordu Halit parayı. O zaman günlerce kuru ekmeğe talim ediyordu Gülcan. Zaten babasının eve geldiği yoktu. Halit ise gırtlağına kadar borçlanmıştı. Her geçen gün daha fazla batıyordu içinde bulunduğu batağa. İşi büyütmüş, sokak aralarında zar atmaya başlamıştı. Kahveci sadece cebinde parası olduğu zaman kahveye sokuyordu çünkü. Uçan kuşa borcu vardı. Arkadaşları bile değişmişti. Birkaç tane sokakta yatan adamdan başka dostu kalmamıştı. Artık sokak lambalarının altında buldukları ucuz şarapları paylaşıyorlar, cepleri iki kuruş para gördüğü zaman bunu da içkiye ve kumara yatırıyorlardı. Zaman zaman bu derbeder arkadaşlarını eve de getirdiği oluyordu. O zamanlarda Gülcan sessizce sıvışıyor, yan komşuya sığınıp orada yatıyordu. Bu adamlarla aynı evde olmayı asla kabullenemiyordu...
Yine böyle gecelerden birinde babasının arkadaşlarıyla eve geldiğini görünce hemen geceliğini alarak yan komşuya geçti. Halit bir gün önce kumarda kazandığı birkaç kuruşla iki şişe şarap almış, biraz da ekmek peynir getirmişti. Masayı kurdular. Arkadaşlarından bir tanesi odaya göz gezdirdi:
- Halit, senin bir kızın vardı değil mi?
Halit başını salladı:
- Var ya, ne olacak?
- Şöyle zengin bir koca bulsan ona diyorum... Ne kaymak olurdu ha!
Gözleri çizgi halindeydi Halit’in. Kelimeler dolanıyordu ağzında:
- Nerede bizde o şans be dostum. Kız hödüğün teki. Evde otursun, iş yapsın, başka bir şey yok. Nereden bulacak zengin kocayı...
Adam bir kahkaha attı:
- Mesela diyorum... Bal kaymak olurdu inan ki.. Zengin damattan hepimiz nasiplenirdik. Elinde mücevher var ama değerlendiremiyorsun...Başlık parası falan, iyi para yapardın... Beyler gibi de yaşardın bundan sonrasında. Şöyle uzaktan gördüm. Bayağı da güzel kız hani!
Halit başını salladı:
- Güzeldir, güzeldir, çok güzeldir.
İçini çekti. Gözleri dalgınlaşmıştı:
- Anası da güzeldi...
Arkadaşı bardağını kaldırıp uzattı:
- Haydi içelim dostum. Kızın için....
Bardaklar tokuştu. Halit beyninin bir köşesine söylenenleri yerleştirmişti. O gece sabaha kadar içtiler. Sabaha karşı hepsi olduğu yerde sızmıştı. Gülcan sessizce eve gelip tiksinerek baktı gördüğü manzaraya. Sonra üzerini değiştirip koşar adımlarla işe gitti. Yolda gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

“Ölürüm de o kızı gelin diye almam”

Ferit Akbilek merdivenleri hızla çıkarak kapıyı çaldı. Kapıyı açan hizmetçi kıza pardösüsünü uzatarak aceleyle salona girdi. Elli beş, altmış yaşlarında orta boylu, uzun yüzlü bir adamdı. Birbirine bitişikmiş gibi duran kaşları, küçük gözleri vardı. Muhteşem döşenmiş salonda, Fransız stili oturma grubunun üçlü kanepesinde sarı saçlı, oldukça bakımlı bir kadın oturuyordu. Tam kadının önüne gelip durdu:
- Bu oğlun beni delirtecek bir gün.
Aysel Hanım şaşkınlıkla baktı kocasına:
- Ne oldu yine Ferit?
- Erol! Erol’dan bahsediyorum. O kızdan vazgeçmiyor. Bugün yine kavga ettik.
Aysel Hanım dolgun yanaklı, pırıl pırıl bir cilde sahip, ela gözlü bir kadındı. Otoriter bakışları kısıldı:
- Ölürüm de o kızı gelin diye almam ben. Gider bir köylü kızını alırım eve. Yine de o kızı almam.
Ferit Bey sehpanın üzerindeki kristal sigaralıktan bir sigara alıp yaktı sinirli hareketlerle:
- Ben alır mıyım sanıyorsun? Bilmişin teki kız! Yönlendiriyor oğlanı. Neymiş, okumuş, üniversite mezunuymuş, aklı başındaymış falan filan. Gelmez bize öylesi. Saygısız olur böyleleri...
Aysel Hanım tiz bir sesle bağırdı:
- Asla istemem, siler atarım, oğlum demem. Nerede şimdi o?
- Dedim ya kavga ettik, vurup kapıyı gitti. Tehdit ettim, bağırdım çağırdım, dinlemedi bile...
Kadın gözlerini kıstı:
- Ben yapacağımı biliyorum. Görelim bakalım, çok onurluymuş, çok gururluymuş... Hanımefendi onurunu kurtarabilecek mi?
Kocasına döndü:
- Sen merak etme Ferit’çiğim... Ben halledeceğim bu meseleyi. Bırak kadının dilinden kadın anlar. Ben bu işin üstesinden gelirim.
Ferit Bey sıkıntılı bir şekilde soludu. Büyük bir inşaat şirketinin sahibiydi. Son derece zengin bir aileydiler. Bir tek oğulları vardı. Erol, babası gibi inşaatçılığı meslek olarak seçmiş, inşaat mühendisliğinden bir yıl önce mezun olmuştu. Birlikte olduğu kız arkadaşı Jale ile evlenmeyi düşünüyor ama genç kızı asla ailesine kabul ettiremiyordu. Bir banka müdürünün kızı olan Jale, üniversitenin psikoloji bölümünü bitirmiş, özgürlüğüne düşkün, kişilikli ve kendinden emin bir kızdı. Aysel Hanım bir kere tanışmıştı Jale ile. Hiç de şık sonuçlanmayan bu karşılaşmanın ardından ne genç kız, ne de Aysel Hanım birbirlerinden asla hoşlanmamışlardı. Genç kızın kendinden eminliği ve dominant karakteri Aysel Hanımı tedirgin etmiş, biricik oğlunun kendinden uzaklaşacağı korkusu bunaltmıştı kadını. Oğlunu asla paylaşamayacağını biliyordu. Kendisinin tahakkümünü kurabileceği silik bir gelin adayı onun kriterlerine uyabilirdi ancak. Jale ise asla böyle bir kız değildi. Bu yüzden yüzlerce sudan bahane ile karşısına dikilmişti bu ilişkinin. Erol ise diretiyor, Jale’yi sevdiğini söylüyordu. Aysel Hanım ince işleyişlerle Ferit Beyin de kanına girmiş, onun da bu ilişkiye cephe almasına sebep olmuştu. Oldukça zorlu bir kaos yaşanıyordu aylardır evlerinde. Baba ve annesiyle büyük bir çekişme yaşıyordu Erol. Diretiyor, bu arada babasının müthiş servetini de göz ardı edemiyordu. Bugün son nokta konmuş, Ferit bey oğlunu evlatlıktan ve mirasından reddetmekle tehdit etmişti...

ARKASI YARIN.............NETTEN ALINTIDIR
 
“O kızla evlenmene asla razı değiliz!..”

Erol sinirli bir şekilde koltuklardan birine oturdu. Tam karşısında annesi Aysel Hanım, öfkeli olduğu zamanlarda takındığı tavrı takınmış, incecik kaşlarından biri havada, dudaklarını öne doğru uzatmış ve ince, bakımlı ellerini sürekli oynatarak oturuyordu. Babası Ferit Bey ise ayaktaydı ve kısa adımlarla salonda dolaşıyordu. Erol uzun boylu, yakışıklı bir çocuktu. Babasına benziyordu. Onun gibi uzun yüzlü, sert bakışlı bir gençti. Gözlerinin rengini annesinden almıştı. Söze başlayan Aysel Hanım oldu:
- Erol, bu işi nihayetlendirmemiz gerektiğine inanıyoruz.
Erol kaşlarını kaldırdı:
- Bence de anne!
- Bu kızla asla evlenmene razı gelmeyeceğiz.
Genç adam arkasına yaslandı. Bir müddet sessiz kaldı. Sonra konuşmaya başladı:
- Bana nedenini açıkça söyleyin lütfen!
Ferit Bey atıldı bu soruya cevap vermek için:
- Nedenini mi soruyorsun? Söyleyeyim. Bizim aile değerlerimize uymuyor bu kız. İyi olabilir, mükemmel olabilir hatta... Ama ne annen ne de ben istemiyoruz. Kendimize uygun bulmuyoruz. Tabii sana da uygun bulmuyoruz. Fazla bir şey sormana gerek yok...
Erol ellerini birbirine kenetledi:
- Benim seçimim bu... Sizin bu konudaki fikirlerinize saygı duyarım elbette ama rica edeceğim bu kadar müdahaleci olmayın.
Aysel Hanım öfkelenmişti. Tiz bir sesle bağırdı:
- Asla!.. Asla Erol... Gidip sokaktan bir mahalle kızı alıp gelsen onu bile kabul edeceğim. Yeter ki bu olmasın.
Ferit Bey de karısının hiddetine ortak oldu:
- Bu kızla evlenmeye kalkarsan Erol, bugün de söylediğim gibi seni evlatlıktan reddederim. Bir daha bu eve giremezsin. Mirasımdan zırnık alamazsın. Biliyorsun yaparım bunu!
Erol her ikisinin de gözlerinden öfke fışkırdığını görüyordu. Karakter olarak çok kararlı ve kendine güvenen bir genç değildi Erol. Hayata karşı korkaktı. Gücünü babasının servetiyle elde ettiği için onsuz kalmanın omuzlarına getireceği yükü taşıyabilme cesareti yoktu. Jale’yi düşündü. İki yıldır arkadaşlık ediyordu onunla. Gerçekten bağlanmıştı ona. Fakat ailesinin muhalefeti bu sevginin doya doya, huzur içinde yaşanmasına engel oluyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı Erol. Okulunu bitirdiğinden beri boş dolaşıyordu. Ferit Bey cebine harçlığını koyuyor, kendisini sıkmamasını söylüyordu. Yaşadığı güçlüklerden babasının forsu ve serveti sayesinde hemen sıyrılmaya alışmış, onun desteğinin üzerinden çekilmesiyle ortada kalacağını düşünür olmuştu. Şimdi bir muhasebe yapması gerekiyordu. Bir seçimdi bu sonunda. Ya Jale, ya da itibar, para, kolaylık, rahatlık... Korkularından dolayı kendine kızıyordu. Zaman zaman kendisinden nefret ettiği anlar oluyordu. Ama acizlik karakteriydi ve korkularından arınamıyordu. Babasının yüzüne baktı:
- Son sözünüz bu mu?
Ferit Bey anlamlı bir şekilde bakarak “evet” anlamında başını salladı...

“Beni bırakıp gidecek misin?”

Jale dikkatle izliyordu karşısındaki genç adamı. Bir kafeteryada buluşmuşlardı. Dip masalardan birinde oturuyorlardı. Gelir gelmez birer neskafe söylemişler Jale’nin ısrarlarıyla hemen konuya girmişlerdi. Erol yutkundu. Gözlerini kaldırıp genç kıza bakamıyordu. Sonunda kız dayanamadı:
- Erol, konuşsana!
Yutkundu genç adam. Dudakları titriyordu:
- Bir süre daha bekleyeceğiz sanıyorum evlenmek için. Bizimkileri ikna edemedim.
Jale acı bir gülümseme ile arkasına yaslandı. Erol yere bakıyordu:
- Dün akşam konuştular yine. İnat ediyorlar. Sebebini söyleyin dedim, ona da cevap veremiyorlar doğru dürüst.
Jale merakla ama sitemkâr bir şekilde sordu:
- Peki sen ne dedin?
- Israr ettim. Bu benim tercihim falan dedim ama dinletemedim.
Jale hâlâ hafif bir gülümseme ile dinliyordu Erol’u:
- Ne yapacağız o zaman?
Erol arkasına dayandı:
- Biraz daha beklesek diyorum. Biliyorsun hayat zor. Benim işim yok. Yeni bir ev açmak, eşya, ıvır, zıvır, bunlar kolay işler değil. Beş kuruş paramız olmayacak. Arabayı bile alacak elimden babam. Beni mirasından mahrum edecek. Nasıl yaşarım ben!
Durdu. Son söylediği cümleyi düzeltmek amacıyla ekledi:
- Yani biz! Nasıl yaşarız?
Jale anlayacağını anlamıştı artık. Daha fazla üstelemenin bir anlamı olmayacağını düşünüyordu:
- Üzme kendini Erol. Yeteri kadar yıprandı bu ilişki zaten. Biliyorsun geçen ay okuldan gelen bir teklif vardı. Ben de onu kabul edip etmemek arasında karar verememiştim. Fransa’da yüksek lisans yapma imkanını her zaman bulamayacağımı düşünerek gitmeye karar vermiştim.
Erol başını kaldırdı, gözleri açılmıştı:
- Beni bırakıp gidecek misin?
Güldü Jale:
- Sen nasıl ilişkimizde gelecek kaygısı taşıyorsan ben de kendi hayatımda aynı kaygıyı taşıma tasarrufuna sahibim. Zaten seninle evlenmeyi hiçbir zaman ciddi olarak düşünmemiştim. Belki gözüyle bakıyordum ama şimdi görüyorum ki bu imkansız. Evlensek de mutlu ve huzurlu olamayacağız. Ben istenmediğim bir eve gelin olarak gidemem Erol!. Sevgimden ölsem de bu imkansız. Kendimi aşağılatamam. Benim için maddiyat son planda. Karşımdaki insanın sağlam ve karakterli olması her şeyden önemlisi kendine güvenmesi gerekir. Senin mücadele etmeye gücün yok. Yolun açık olsun. Sana mutluluklar dilerim. Her şey çok güzeldi. Yaşanan her şey için teşekkürler...
Başını dik tutarak arkasına bir kere bile bakmadan uzaklaştı. Erol yıkılmıştı...
***
Jale hızlı adımlarla çıktı kafeteryadan. Gözleri dolu doluydu. Bir taksi çevirdi ve evinin adresini verdi. Sinirleri bozulmuştu. Her tarafı titriyordu. İnanmıştı Erol’a. Onun eksilerini mümkün olduğu kadar göz ardı etmeye çalışmıştı. Ama artık biliyordu ki bu ilişki asla yürümeyecekti...

Yüreğindeki acı büyüktü!

Hayatını birleştireceği erkeğin kendine güvenmesini, ayaklarının yere basmasını ve tuttuğunu kopartmasını isterdi Jale... Böylesine zayıf ve hayattan korkan bir insanla ne kadar severse sevsin bir ömrü paylaşamayacağını biliyordu genç kız. Kendini çok iyi tanıyordu çünkü. Mantığı en doğru kararı verdiğini söylüyor, nispeten rahatlatıyordu kendini. Yüreği ise iki yıldır taşıdığı sevginin böylesine acı bir nedenle bitmesinden dolayı kırgındı. Koltuğa dayandı ve gözlerini kapattı. Arkasına dönüp bakmayı sevmeyen bir insandı. Bundan sonra karşısında başka bir yol vardı ve rotasını Erol’un bulunmadığı bu açıklık ve ferah yola döndürmüştü.
Erol ise Jale’nin uzaklaşmasıyla bir kez daha nefret etti kendisinden. Yumruklarını sıktı. Babasının arkasındaki desteğini, maddi imkanlarını ve yaşadığı rahat hayatı terk edememişti. Ama yüreğindeki acı büyüktü. Kendine kızıyor, ailesine hiddetleniyor, öfkesi taşıyordu. Jale’nin bir daha asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Onun nasıl kendinden emin, kişilik sahibi ve doğrularına inandığı zaman ölümüne onları savunan ve mücadele eden bir kız olduğunu biliyordu. İki yıldır çok iyi tanımıştı onu.
“Ben çok acizim...” diye söylendi. “O kız yine bana duyduğu saygıdan, bu sevgiye duyduğu saygıdan dolayı beni aşağılamadı. Yüzüme ne denli karaktersiz olduğumu haykırmadı. Resmen kıza babamın parasını seçiyorum dedim ben. Böylesine aşağılık bir insanım işte...”
Gözlerini kapatıp dudaklarını ısırdı. Ağlamaklıydı:
“Beni de kendi değerlerinin esiri yaptın baba... Bana hayatta verdiğin tek şey bu oldu. Senin değerlerine esir oldum ben de. Kurtaramıyorum kendimi...”
Hesabı ödeyip çıktı dışarıya. Arabasına bindi. Deniz kenarına gidip uzun süre boğazın lacivert sularını seyretti.. Bu dünyada fazlalık olduğuna, asalak olduğuna inanıyordu. Karanlık sulara atlayıp kaybolmak istedi, ancak dalgın düşüncelerle oradan hemen uzaklaştı..
Sahilden ayrılıp boğazda lüks bir restorana gitti. Garsonu çağırıp masayı donatmasını istedi. Acizliğini kutlayacaktı.
“Bana da bu yakışır işte!” diye alay etti kendisiyle. Gece yarısına kadar içti. Kalktığı zaman ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Restoranın sahibi tanıyordu Erol’u. Onun araba kullanamayacak durumda olduğunu görerek garsonlardan birini görevlendirdi. Genç adamı arabayla evine kadar bırakmasını söyledi. Erol uykulu bir halde kapıyı açan hizmetçiye gülümsedi:
- Nasılsın Pervin? Bana bir kahve yap haydi...
Salona girdi sallanarak. Sonra içkinin verdiği cesaretle salon kapısından anne ve babasının yatak odasının bulunduğu üst kata bağırdı:
- Heeeeeyt! Kalkın haydi, gelin hep birlikte kutlayalım, uyansın herkes!
Biraz sonra korku ve şaşkınlık içinde gecelik kıyafetleri ile Aysel Hanım da Ferit Bey de salondaydılar. Erol’un hizmetçinin getirdiği sade kahveyi içmesine yardımcı oldular. Genç adam ağlamaya başlamıştı...

“Sana öyle bir gelin getireceğim ki!..”

Aysel Hanım da ağlamaya başlamıştı. Erol annesinin karşısına dikildi: - Tamam anne! Jale işi bitti.
Avuçlarını birbirine sürterek gülümsedi. Sallanıyordu:
- Gitti! Jale male yok artık. Kız suratıma tükürmeden gitti ama. Yine de mert kızmış ama, şimdi yiğidi öldür, hakkını ver... Ben onun yerinde olsaydım okkalı bir tükürükle ödüllendirirdim kendimi. Sevgiymiş, aşkmış bunlar fasa fiso değil mi baba? Ne gereği var böyle şeylerin. Adamın parası olacak, itibarı olacak. O itibar nasıl kazanılırsa kazanılsın ama önemli değil, yeter ki itibar olsun!
Annesinin tam karşısında durup işaret parmağını uzattı kadının yüzüne:
- Sen Aysel Akbilek... Sen de rahat et. Artık tahakküm edemeyeceğin bir gelinin olmayacak. Senden daha güzel, senden daha nitelikli, senden daha karizmatik bir gelin yok. Bitti, gitti. Jale seninle asla hiçbir şey paylaşmayacaktı. Senden daha fazla niteliklere sahipti çünkü... Şimdi rahat et. Ama unutma!
Gülmeye başladı:
- Bana bir sözün var. Mahalle kızı alıp gelsen kabulüm demiştim. Bana söz verdin. Sözünü tutacaksın anne!
Bir kahkaha attı:
- Sana öyle bir gelin getireceğim ki onu hamur yoğurur gibi yoğurabilecek her türlü egonu onda tatmin edebileceksin. Ben kendime eş değil sana iyi bir oyuncak alıp geleceğim ve sen de bunu hiç itiraz etmeden kabulleneceksin. Yoksa beni asla göremeyeceksin bir daha. Ne benden bir sevgi, ne de anlayış görürsün. Eğer sözünü tutmazsan ben de bunları yaparım...
Aysel Hanım haykırdı:
- Erol, neler söylüyorsun böyle...
Kocasına döndü:
- Ferit, bir şeyler yap...
Ferit Bey dudaklarını büzdü:
- Bırak konuşsun, sarhoş şimdi, ne dediğini bilmiyor...
Erol sallanarak kanepeye yürüdü ve bir bütün olarak bıraktı kendini. Yüzükoyun uzanmıştı. Ayakları hâlâ döşemenin üzerindeydi. Ferit Bey olanı biteni dehşet içinde kapının kenarından izleyen hizmetçi kıza seslendi:
- Pervin, gel yardım et de şunu doğru dürüst yatıralım.
Erol’u düzgün bir şekilde uzattılar kanepenin üzerine. Pervin hemen üzerine bir şey getirip örttü. Genç adam çoktan sızmıştı bile. Ferit Bey rahatlamış bir halde hizmetçiye döndü:
- Sen yat kızım, biz kapatırız ışıkları.
Karı koca salonda yalnız kalmışlardı. Erol’un hırıltılı nefes alışlarından başka bir şey duyulmuyordu. Aysel Hanım tedirgin bir şekilde kocasının yüzüne baktı. Ferit Bey kaşlarını kaldırdı:
- Bu kadarına da katlanacağız artık... Yarına bir şeyi kalmaz.
Kendinden emin bir kahkaha attı ve devam etti:
- Ben oğlumu tanırım. Onu para vermemekle tehdit ettiğin zaman her şeyi yaptırabilirsin. O korkağın tekidir...

ARKASI YARIN...........NETTEN ALINTIDIR
 
Aklı hâlâ Jale’deydi

Erol ertesi sabah korkunç bir baş ağrısı ile uyandı. Gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi zonkluyordu. Pervin’in getirdiği karbonatlı suyla birlikte iki aspirin içti. Külçe gibi hissediyordu kendisini. Aysel Hanım salona geldiği zaman dün geceki olaylar hiç yaşanmamış gibi gülümsedi oğluna:
- Nasılmış benim yakışıklı aslanım bakayım, biraz yaramazlık yapmış dün gece. Haydi gel masaya da güzel bir kahvaltı yap şimdi. Senin için omlet yaptırıyorum. Çok seversin. Haydi gel bebeğim. Baban da giyindi geliyor şimdi.
Erol hiçbir şey söylemeden masaya oturdu. Ferit Bey de gelmişti. Kahvaltıya başladılar. Ferit Bey gülümsedi:
- Bugün galeriye git, son model arabalar gelmiş, seç bir tane. Artık senin araban eskidi. Değiştirelim onu.
Erol cevap vermedi. Aklı hâlâ Jale’deydi. Ferit Bey devam etti:
- Sonra da güneyde güzel bir motelde sana yer ayırtayım. Şöyle güzel bir tatil yap, dinlen keyfince. Döndüğün zaman da şirkette işe başlarsın. Benimle birlikte çalışacaksın. Okudun, koskoca mühendis oldun. Sana sorumluluk vermenin zamanı geldi de geçiyor bile.
Elini cüzdanına attı, içinden bir tomar para çıkartıp oğlunun önüne koydu:
- Bunu da kendine harçlık yap. Alışveriş et. Aldığın her şeyi bana fatura ettir. Bu para sadece ıvır zıvır için.
Erol acı bir gülümseme ile parayı alıp cebine koydu. Aysel Hanım memnundu gelişmelerden. İçinde oğlunun dün gece söylediklerinden dolayı bir tedirginlik varsa da bunu onun içinde bulunduğu duruma veriyor, gerçekleşmeyeceğine kendini inandırmaya çalışıyordu. Erol hiçbir şey konuşmadan kalktı sofradan.
- Ben dışarı çıkıyorum diyerek salondan ayrıldı. Ferit Bey karısına baktı:
- Hiç üzme kendini. Onu can damarından vurdum... Bütün bu önüne serilenlere karşı koyamaz. Ben oğlumu tanırım. Onun yumuşak karnının ne olduğunu bilirim.
Erol o gün akşama kadar arabasıyla dolaştı. İçinden bir ses her şeyi silip Jale’ye koşmasını, “her şeyden vazgeçip sadece seni istiyorum” diye haykırmasını söylüyordu ama korkaklığı ve genç kıza bakacak yüzünün olamayışı dolayısıyla bunu yapamıyordu. İçindeki öfke büyüyor, anne ve babasının tutumuna karşı yüreğinde yükselen intikam hisleri bütün benliğini sarıyordu. Çatışmalarla doluydu iç dünyası.
- Ben ne yapacağımı biliyorum. Diye söylendi kendi kendine. Önce galeriye gitti. Kendisine son model beyaz, iki kişilik spor bir araba beğendi. Oradan eski bir arkadaşına gitti. Onun yanında oyalandı bir süre. Akşama kadar avare bir şekilde dolaştı. Eve geldiği zaman hava kararmıştı. Kafasında planladıklarını gerçekleştirmek için biraz zamana ihtiyacı vardı. Annesinin ilgi dolu yaklaşımına sabır gösterdi. Artık Jale ile ilgili tek bir kelime edilmiyordu evde. Aysel Hanım sordu:
- Tatile çıkacak mısın?
Başını iki yana salladı:
- Hayır, gerek yok. Arabayı beğendim. Yarın teslim alacağım.
Kadın sevinmişti:
- Güle güle kullan oğlum...
Erol yan gözle süzdü annesini. Cevap vermeden salondan çıktı. Yalnız kalmak istiyordu.

Avare bir hayat sürüyordu Erol

Erol sigarasını kül tablasına kuvvetle bastırdı. Karşısındaki sarışın gence baktı: - İşte böyle Ertan... Göz göre göre ayrıldık Jale’yle... Bundan sonrasında benim için o veya bu önemli değil. Ama yapılanı hazmedemiyorum. Ben de önüme ilk çıkan kızla evleneceğim. Sırf intikam için. Sırf annemle babamın değerlerini alaşağı etmek için. Bunu yapacağım...
Ertan kaşlarını çatarak baktı arkadaşının yüzüne:
- İyi de abi! Evleneceğin kızın günahı ne?
Erol acı bir gülümseme ile baktı delikanlının yüzüne:
- Beni hiç ilgilendirmiyor Ertan! İnan hiç ilgilendirmiyor... Hiçbir zaman benim karım olmayacak o! Sadece alacağım intikamın bir parçası olacak. Bana annemin söylediği bir laf var, “Jale’yi bırak yeter ki, kimi alırsan kabulüm” diye... Sözünü tutacak şimdi.
Ertan düşünceli bir şekilde mırıldandı:
- Sana yazık değil mi peki?
- Bana yazık değil Ertan! Ben sevgime sahip çıkamadım, duramadım arkasında... Korkularım galip geldi. Öylesine mücadele gücünden yoksunum ki...
Ertan başını salladı:
- Kendini cezalandırırken bir başka yüreği de yaralayacaksın...
- Herkes beni yaraladı ya! O zaman kimse düşünmedi beni. Jale Fransa’ya gitmiş. Artık ona ulaşmam imkansız. Zaten beni asla kabul etmez... Gidip yalvarıp yakarsam da beni kabul etmez. Tanıyorum onu. Ben babamın esiri oldum Ertan... Onun bana sevgi diye sunduğu maddi değerlerin ardına sığınarak yaşıyorum. Bazen alıp başımı gitmek istiyorum. Her şeyden vazgeçmek istiyorum ama bir şey beni tutuyor. Öylesine alışmışım ki rahata gözüm yemiyor mücadeleyi. Ben de yanlış olduğunu bile bile bu yanlışı yaşayacağım.
Ertan arkasına dayandı. Çayından bir yudum daha aldı. İki genç bir çay bahçesinde oturuyorlardı.
- O zaman sana bir kız bulalım bari... diye gülümsedi. Hiç olmazsa gariban biri olsun ki eksiler bazı artılarla birbirini tamamlasın.
- Bilemiyorum Ertan. Ama bunu yapacağım, kafama koydum...
Akşam üstüne kadar oturdu iki genç. Erol avare bir hayat sürüyordu. Babasının işe başlaması konusunda yaptığı bütün ısrarları duymazlıktan geliyor, gününü gün etmeye bakıyordu. İnanılmaz derecede para harcıyordu. Sanki öfkesini bu şekilde çıkartıyor gibiydi. Nihayet hava kararmaya yüz tutunca kalktı gençler. Erol’un canı eve gitmek istemiyordu. Arabasını hiç bilmediği semtlere doğru sürdü. Bir lokantaya girip karnını doyurdu. Aklı bu gelişigüzel bir insanla evlenmek konusuna iyice takılmıştı. Bir an önce, olaylar çok fazla soğumadan gerçekleştirmek istiyordu bu kararını. Sigarasının bittiğini fark edince arabasını bir mahalle bakkalının önüne çekip indi. Bakkaldan içeri girdiği zaman bir tek müşteri vardı. Beklemeye başladı. Bakkal bekleyen genç kıza bir ekmek uzattı:
- Babana söyle, bir ara uğrasın Gülcan... Borcu birikti iyice.
Genç kız utançla başını önüne eğdi. O anda fark etti Erol genç kızın güzelliğini. İrkilerek baktı yüzüne...

Ne yapacağını şaşırdı Gülcan!

Gülcan hafifçe mırıldandı: - Söylerim Hasan Ağabey... Ekmeği alıp usulca süzüldü dışarıya. Hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Utanmıştı. İçeriye giren delikanlıyı görmüş, onun yanında bakkalın söyledikleri onurunu zedelemişti. Dudakları titreyerek yürüyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. Birden yanı başında bir arabanın durduğunu fark ederek hızla döndü. Beyaz spor arabasının içinde, bakkaldaki genç gülümsüyordu direksiyondan kendisine. Ne yapacağını şaşırdı. Başını çevirerek adımlarını daha da hızlandırdı. Erol gaza yüklenerek arabayı kızın yanına çekti:
- Küçük Hanım?
Gülcan durdu. Başını çevirdi:
- Buyurun?
- Affedersiniz, sizi rahatsız etmek istemiyorum. Ama inanın ciddi bir şekilde konuşmak istiyorum sizinle...
Genç kız şaşırmıştı. Kekeledi:
- Ben... ben sizi tanımıyorum.
Erol arabadan inmiş, yanına gelmişti.
- Ben de tanımanız için buradayım. Yüzünüzde o kadar mahzun bir ifade var ki etkilenmemek elde değil...
Erol bu sözleri söylerken karşısındaki genç kızın inanılmaz derecede sıcak bir elektrik yaydığını fark etmişti. Her zaman olduğu gibi hoşuna giden, kendisini çeken bir şey gördüğü zaman onu elde edebilmek için her şeyi yapan karakteri ortaya çıkmıştı:
- Sizi evinize kadar götüreyim izin verin. İnanın kötü bir niyetim yok. Yapayalnız olduğunuz belli. Ben de yalnızım. Ben de tek başınayım...
Gülcan genç adamın ses tonundaki samimiyetten etkilenmişti. Her genç kız gibi kendisiyle ilgilenilmek hoşuna gitmişti. Ama çekinerek itiraz etmek istedi:
- Benim evim çok yakın, hiç zahmet etmeyin, teşekkür ederim...
- Olsun! O zaman izin verin sizinle birlikte eve kadar yürüyeyim... Çalışıyor musunuz?
Gülcan korkarak cevap verdi:
- Evet çalışıyorum...
Genç adam gülümsedi:
- Ne güzel. Hayatla mücadele eden insanlara bayılırım. Benim adım Erol. İnşaat Mühendisiyim.
Gülcan hafifçe gülümsedi. Hoşlanmıştı bu genç adamdan. Hiç de kötü niyetli birisine benzemiyordu.
- Benim adım Gülcan... dedi usulca.
Erol yan gözle baktı genç kıza. Aradığını bulmuş gibiydi. Annesinin asla kabul etmeyeceği, gördüğü zaman en tiz sesiyle haykırarak “asla!” diye bağıracağı bir kızdı Gülcan. Tam bir gecekondu mahallesi güzeliydi.
- Gülcan ne güzel isim! Size de çok yakışmış. Gülcan.... Sizinle görüşmek istiyorum ben. Yarın sizi bekleyeceğim.
Genç kız tedirgin olmuştu. Sadece gülümsedi. Eve gelmişti. “İyi akşamlar” diye fısıldayarak eve girdi...
***
Gülcan ertesi sabah işe gitmek için kapının önüne çıktığı zaman karşı kaldırımda, evin elli metre ilerisinde park etmiş beyaz arabayı fark edince heyecandan adımları birbirine dolaşmıştı. Erol gülümseyerek ve elinde bir demet kır çiçeği ile bekliyordu kendisini...
 
Gülmekten kendini alamadı genç kız!

Erol, genç kıza bakarak gülümsüyordu: - Günaydın Gülcan! - Günaydın! Sizi burada görünce şaşırdım. Sabahın bu saatinde?
Erol omuzlarını kaldırdı:
- Sabah kaçta gittiğinizi sormayı unutmuşum ben de hava ağarırken birlikte geldim buraya.
Gülcan gülmekten kendini alamadı:
- İnanmıyorum size! O saatten beri, burada?
Erol iki elini yana açtı:
- İşimi tesadüfe bırakamazdım... Haydi binin arabaya sizi götüreyim.
Genç kız çekinerek etrafına bakındı. Birisinin görmesinden korkuyordu. Erol bunu fark edince hemen atıldı:
- Korkmayın, bundan sonra daha dikkatli davranırım, tedirgin olmanızı istemem.
Atölyeye kadar götürdü Gülcan’ı. Genç kız o günü rüyada gibi geçirdi. Hayatında ilk defa bir erkekle bu kadar yakın sohbet içine girmişti. Her genç kız gibi beğenilmekten hoşlanmış, bu kariyer sahibi, zengin olduğu belli olan ve yakışıklı genç tarafından ilgi görmekten müthiş bir haz almıştı. Her şeyden önce Erol’un samimiyetine inanmış, ona bugüne kadar kimseye duymadığı bir güven duymuştu. Buna ihtiyacı vardı Gülcan’ın. Hayatı boyunca her türlü duyguyu iyisiyle kötüsüyle tek başına yaşamış, kimseden en ufak bir destek görmemişti. İnsanlara güvenini kaybetmiş, ilgiye, sevgiye muhtaç büyümüştü. Annesinin ölümünden beri yabancısı olduğu sevgi ve alakayı bir anda yoğun bir şekilde kucağında bulunca o da gözlerini gerçeklere kapatıvermişti. Erol’la hemen her gün görüşmeye başladı. Akşamları iş çıkışında geliyordu genç adam. Arabaya binip bir çay bahçesine gidiyorlar, orada uzun uzun sohbet ediyorlardı. Hafta sonunu da birlikte gezerek geçirmişlerdi. Gülcan kılığına, kıyafetine dikkat etmeye başlamıştı. Aylığından ilk defa bir miktarı saklamış, makyaj malzemesi ile bir iki giyecek almıştı kendisine. Babasının yaptığı huysuzluklar da artık eskisi kadar etkilemiyordu. Bütün gecelerini Erol’u düşünerek geçiriyordu. Genç adamın sevecen yaklaşımı, kibarlığı yüreğinde kıpırtılar oluşturuyor, her geçen gün daha çok genç adama bağlandığını hissediyordu. Gülcan bu ilişki ilerledikçe hayal kurmayı öğrendi. Bu beraberliğin sonu hakkında tatlı hayaller kurmaya başlamıştı. Çünkü Erol gelecekten bahseder olmuştu. Halit ise eve geldiği ve çok nadir ayık olduğu günlerde kızındaki değişikliği fark etti. Ama üzerinde durmadı. Hep yaptığı gibi onu bir hizmetçi gibi kullanmaya, kendisine az da olsa üç beş kuruş getiren bir akar olarak görmeye devam ediyordu. Ta ki bir gün iş çıkışı buluşan iki genci görene kadar. Halit o gün para bulamadığı için içki alamamış, burnundan solumaktaydı. Bu nedenle kızının iş çıkışı atölyenin önüne gitmişti. Eğer onun cüzdanında üç beş kuruş varsa onları almak niyetindeydi. O zaman gördü kızıyla birlikte genç adamı. Kızı koşarak atölyeden çıkıp son derece lüks spor arabaya binmişti. Burnundan soluyordu Halit. Araba kendisini görmeden hızla çekip gitmişti. Ne yapacağını şaşırdı adam. Sonra doğruca eve gidip beklemeye başladı. Hava karardıktan sonra arabanın sesini duyup kalktı. Gülcan gelmişti. Şimdi hesaplaşma zamanıydı...

Şiddetli bir tokat patladı yüzünde!

Gülcan hoş bir akşamın ardından mutlu bir şekilde eve girer girmez babasını burnundan solur vaziyette karşısında görünce şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açıldı. Halit kükredi:
- Seni gidi namussuz seni! Kimdi o yanındaki serseri? Gördüm seni!
Gülcan korkuyla büzüldü kapının arkasına. Elleri, dudakları titremeye başlamıştı. Kekeledi:
- Baba... kimse değil... arkadaşım...
Lafını tamamlayamadı. Şiddetli bir tokat patladı yüzünde. Bir anda dünya karardı. Şimşekler çakmıştı genç kızın beyninde. Zaten içkisizlikten çıldırmış vaziyette olan Halit kontrolünü kaybetmişçesine saldırdı kızına. Ayaklarının altına aldı genç kızı ve tekme tokat girişti. İnliyordu Gülcan. Yüzü gözü kan içindeydi. Dudakları patlamış, burnu kanıyordu. Halit haykırıyordu:
- Başıma bunu da mı getirecektin sonunda ha!...
Gülcan bayılmak üzereydi. Sanki dipsiz bir kuyuya düşüyormuş gibi hissetti kendisini. Bağırış seslerine yan komşuları Kezban koşup gelmişti. Aralık duran sokak kapısından daldı içeriye. Halit’in kollarına yapıştı:
- Halit Ağabey, yapma öldüreceksin, katil olacaksın! Bırak Halit Ağabey...
Sonunda vazgeçti vurmaktan adam. Küfürler savurarak kızının çantasına atıldı. Olduğu gibi ters çevirip boşalttı çantayı. Birkaç kuruş döküldü yere. Onları alıp ters bir şekilde baktı yerde yatan kızına. Hiçbir şey demeden basıp gitti. Kezban mutfaktan bir bardak su getirip genç kızın yüzünü gözünü ıslattı. Acıyla inledi Gülcan.
- Ah be Gülcan’ım... Ne oldu bu adama yine?
Gülcan sık sık nefes alıyordu. Başını iki yana salladı:
- Bugün beni gördü.
- Eee, gördüyse ne olmuş?
Genç kız güçlükle kaldırdı kafasını:
- Yanımda arkadaşım vardı. Erkek arkadaşım.
Kezban tiz bir çığlık attı:
- Deme kız! Aşk olsun sana, böyle bir arkadaşın var ve sen bana hiçbir şey söylemedin ha?
Gülcan dudaklarını ıslattı diliyle:
- Yok Kezban abla, yeni tanıştım sayılır. Çok iyi bir genç. Benimle çok ilgileniyor.
Kezban heyecanlanmıştı:
- Dur hele, gel, kalk şuradan, elini yüzünü yıkayalım. Ben de bir çorba yapayım hemen. Güzelce konuşalım. Detayıyla anlat bakayım bana, neler oluyor bilmek istiyorum...
Yarım saat sonra sedirde oturmuş dinliyordu Gülcan’ı. Heyecan içindeydi. Genç kız her şeyi anlattıktan sonra ellerini çırptı:
- İnan çok sevindim kız. Kaçırma bu çocuğu, kurtarırsın kendini bu hayattan. Hayatın kurtulur... Bakma sen bu deli adama. Bu başında oldukça, sen de buna para getirdikçe hiçbir şey olamazsın. Aklını başına topla. Bak çok da zenginmiş. Kraliçeler gibi bir hayatın olur...
Gülcan acıyla parmağını kanayan dudağına bastırdı. Yarın bu halde Erol’un karşısına nasıl çıkacaktı?!.

ARKASI YARIN .......................NETTEN ALINTIDIR
 
Tüh tüh bak görüyor musun ya kızın şansını valla çok güzel arkadaşım çok etkilendim ben bu yazıdan...
ARKASI YARIN.... :kahve:
 
“Babamı tanımak istemezsin Erol!”

Erol kaşları çatık bir vaziyette dinliyordu Gülcan’ı. Genç kızı o şekilde görünce beyninden vurulmuşa dönmüştü. Kendini bu ilişkiye kaptırmış gibi görünüyordu Erol. Bu beraberliğin geleceği hakkında kurduğu planlar ve bu gelecekte Gülcan’ın oynayacağı rolün gerçeğini unutmuş gibiydi. Zaman zaman yalnız başına kaldığı anlarda yüreğini yokluyor, gönlündeki sevginin hala Jale olduğuna karar vererek sadece intikam ve öç alma duygusu ile Gülcan’a yaklaştığına karar veriyordu. Büyük bir tiyatro oynuyordu hayata ve Gülcan’a karşı. Bunun bedelini de suçsuz günahsız genç kıza ödetecekti. Gülcan hıçkırdı:
- Babamı tanımak istemezsin Erol. Bu ilişkiye son noktayı koymamız gerekiyor.Çok düşündüm dün gece. Hiç uyumadım. Senin de başın derde girsin istemem. Ailen görmüş geçirmiş insanlar anladığım kadarıyla. Bizi tanısalar, olanları duysalar, babamın hayatını öğrenseler neler olur düşünebilir musun?
Erol kararlı bir şekilde:
- Umurumda değil, dedi...
İçinden ise “tam aradığım gibi” diye geçiriyordu. “Annemlere çok iyi bir ders olacak bu seçim!..”
Düşüncelerinden sıyrılarak devam etti:
- Babanla görüşeceğim. Bu ilişkiye bir nokta koyacaksak bu evlilik olur Gülcan. Benimle evlenir misin?
Genç kız o anda bütün acılarını unuttu. Gözleri parladı. Sevgiyle baktı Erol’a:
- Evet, binlerce kez evet Erol...
Duygularına kapılmış, hiçbir şeyi irdelemeden, mantığını göz ardı ederek vermişti cevabını. Hayatında ilk kez bir insana güvenmişti. Kendisini bekleyen geleceği bilmeden atılmıştı bu teklife. Erol ayağa kalktı:
- Haydi o zaman babana gideceğiz. Ben konuşacağım onunla. Bana babanı anlattın. Onu nasıl kazanacağımı çok iyi biliyorum. Onu yumuşatacak bütün silahlara sahibim Gülcan. Oyunu kuralına göre oynayacağız...
Genç kızla birlikte arabaya yürüdüler. Akşam atölye çıkışı buluştukları zaman Gülcan’ın yüzündeki morlukları, şişen dudaklarını görünce hayretle haykırmıştı. Genç kız da ağlayarak anlatmıştı olanları...
Birlikte arabaya bindiler. Halit’in müdavimi olduğu kahveye gittiler. İçeride yoktu. Kahveciye sordu Erol. O da az ilerideki parkın dip taraflarında olabileceğini söyledi. Şüpheyle bakıyordu genç adama. Erol hemen direksiyona geçerek parka gitti. Gerçekten de Halit ve birkaç arkadaşı iki şişe şarabın başına çevrelenmişlerdi. Kendinden emin adımlarla yürüdü genç adam. Gülcan arabada bekliyordu. Gülümsedi:
- Halit Beyle görüşecektim...
Halit başını kaldırıp ters ters baktı Erol’a. Genç adam elini uzattı:
- Merhaba, ben Erol. Gülcan’ın arkadaşıyım. Sizinle konuşmak istiyorum Halit Bey...
***
Yarım saat süren konuşmanın sonunda Halit cebinde kendisi için servet sayılacak bir miktar para ile gülümseyerek döndü arkadaşlarının yanına:
- İşte bu iş bu kadar. Kız nihayet yağlı bir kapı buldu. Yürüyün meyhaneye. Bugün ve bundan sonraki günlerde bendensiniz. Şöyle adam gibi bir gece geçirelim...
Halit hiç sorgulamadan üç kuruş para karşılığında onayını vermişti Gülcan’ın geleceğini etkileyen konuda...
 
Beyaz bir gelinlik bile giyememişti

Gülcan ve Erol hiç kimsenin katılmadığı bir nikah töreni ile apar topar evlendiler. Törende yaşı henüz dolmadığı için Halit’in izni gerekmişti. Gülcan şaşkınlığı, mutluluğu ve tedirginlikleri bir arada yaşıyordu. Erol’a defalarca ailesiyle tanışmak istediğini söylemiş olsa da genç adam buna asla yanaşmamış, türlü bahaneler ve yalanlarla bu isteği geri çevirmişti. Genç kız yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezinliyor, şüphelerini paylaşacak hiç kimseyi bulamıyordu. Erol, anne ve babasının uzun bir seyahatte olduğu yalanını söylemişti Gülcan’a. Kendisinin hayatını ilgilendirecek kararları verirken ve uygularken bunda özgür olduğunu iddia etmiş, ailesinin verdiği kararı sevinçle kabul edecekleri konusunda teminat vermişti. Halit’in ısrarlı hali ve Erol’un kendisine vaat ettiği paraları alabilmek için bu evliliğin hayata geçmesinde gösterdiği acele, işi oldu-bittiye getirmişti...
Gülcan bir anda kendisini evli olarak buldu. Oysa her genç kız gibi onun da hayatının en önemli olayında bambaşka hayalleri vardı. Genç kız hiçbir şeysiz gelin olmuştu. Beyaz bir gelinlik bile giyemeden gerçekleşmişti nikahı. Yine de hayatının dönüm noktasını yaşadığına inanıyor, bundan sonra hiç olmazsa babasıyla birlikte sürdüğü ıstırap dolu hayatın sona erdiğini düşünüyordu. Nikahtan sonra iki genç birbirlerine baktılar. Erol gülümsedi:
- Artık karımsın... Bayan Gülcan Akbilek...
Genç kız utangaç bir tavırla önüne baktı:
- İnanamıyorum Erol...
Genç adam karısının beyaz spor arabaya binmesine yardım etti:
- Şimdi bizim eve gidiyoruz.
Gülcan dudaklarını ısırdı:
- Annenler ne zaman dönecekler?
Erol cevap vermedi. Sinsi bir tebessüm vardı dudaklarında. Arabayı çalıştırdı. İçindeki kinin, öfkenin acısını çıkartabilecekti artık. Anne ve babasının olanları duyunca alacakları tavırları çok merak ediyordu. Arabayı evlerinin bahçesine park edip Gülcan’ın inmesine yardım etti. Genç kız karşısındaki lüks villaya hayranlıkla baktı. Böylesini hiç görmemiş, yanından bile geçmemişti.
- Erol, ne kadar güzel bir ev burası?
- Beğendiğine sevindim.
Yutkundu. Ceketini düzeltti:
- Evde bizimkiler var. Şimdi onlarla tanışacaksın...
Gülcan irkildi:
- Ailen burada mı? Ama...
Erol elini kaldırdı ve susturdu genç kızı:
- Böyle olması gerekiyordu. Bu konuda başka şey sorma artık. Haydi yürü...
Elini tuttu genç kızın. Merdivenlere doğru yürüdüler. Gülcan soğuk bir duş yapmış gibiydi. Kapıyı çaldı genç adam. Kapıyı açan hizmetkara gülümsedi:
- Annem evde mi?
- Evet küçük bey, salondalar...
 
İçini korkunç bir sıkıntı kapladı!

Aysel Hanım her zamanki şıklığı ile oturmuş, magazin dergilerini okuyordu. Öğleden sonrasını kuaförde geçirmiş, bir saat önce eve gelmişti. Hemen bir kahve yaptırmış, kuaförün yorgunluğunu bol köpüklü kahvesini ve Ferit Beyin free-shoplardan özel olarak aldırdığı ince uzun sigaralarından bir tane içerek gidermeye çalışıyordu. Salonun kapısından oğlunun yüzünü görünce bir tebessüm yayıldı yüzüne:
- Benim yakışıklı oğlum gelmiş... Girsene içeri Erol!
Erol bir adım attı salon kapısından:
- Anne, seni birisiyle tanıştıracağım...
- Kimmiş o yavrum?
Erol derin bir nefes aldı. Bu anı görebilmek için aylardır beklemişti. Kendinden emin ve tok bir sesle:
- Karımla anne... Ben evlendim.. diye bağırdı. Aysel Hanım şaşkın bir şekilde baktı oğlunun yüzüne. Erol’un bu tür şakalar yapmasına hiç alışık değildi. Şaşkın bir şekilde gülümsedi:
- Ne... Ne? Anlamadım, Erol, şaka yapmana...
Erol annesinin sözünü kesti:
- Şaka değil anne... Çok ciddiyim. Evlendim ben...
Aysel Hanımın cevabını beklemeden geri dönerek elini uzatıp Gülcan’ı çekti yanına. Gülcan tedirgin bir şekilde girdi salona. Ne yapacağını bilemiyordu. Gidip kayınvalidesinin elini öpmesinin doğru olacağını düşünüyor ama cesaret edemiyordu. Aysel Hanım tiz bir çığlık attı:
- Erol, uzattın ama... Bu kadar yeter!
Erol lakayt bir tavırla salonun ortasına doğru yürüdü:
- Neyi uzattım anne?.. Uzatılan bir şey yok. Ben evlendim. Al istersen bak...
Annesinin olduğu tarafa doğru bordo renkli ince bir defteri fırlatmıştı. Aysel Hanım dudakları titreyerek defteri aldı. Bu, evlenme cüzdanıydı. Açıp okudukça rengi bembeyaz olmuştu. Elleri de titriyordu. Şaşkın ve öfke dolu bakışlarla Gülcan’a döndü:
- Kimin nesi bu kız?
- Karım anne! Sen değil miydin “kiminle evlenirsen evlen kabulüm” diyen. Al, ben de evlendim.
Aysel Hanım başını tuttu:
- Ay ben fena oluyorum, bana su getirin. Pervin, Perviiin!..
Hizmetçi kız hızla odaya daldı. Hemen bir bardak su verdi Aysel Hanıma. Erol hiç umursamaz bir tavırla bir sigara yakmış, bacak bacak üstüne atarak koltuklardan birine oturmuş, dudaklarında müstehzi bir gülümseme ile annesinin paniğini izliyordu. Gülcan ise hâlâ salon kapısının yanında ne yapacağını şaşırmış bir şekilde ayakta duruyordu. Duyduklarına ve gördüklerine inanamıyordu. İçini korkunç bir sıkıntı kaplamıştı. Erol bambaşka bir adam olarak karşısındaydı. Odaya girdiklerinden beri tanınmaz bir insan olmuştu. Aysel Hanım hizmetçinin de yardımıyla biraz toparlandıktan sonra ağlamaya başlamıştı. Bir yandan da adeta feryat ediyordu:
- Ben bunu hak etmedim. Ne idüğü belirsiz bir kızı bana karım diye getiriyorsun, asla kabul etmem bunu, asla, asla... Pervin, hemen Ferit Beyi ara, çabuk gelsin!..
 
Bu kabul edilebilir bir şey değil Erol!”

Ferit Bey allak bullak olmuş bir suratla oğluna bakıyordu. Pervin’in telefonuyla hemen eve gelmiş, olanları duyunca adeta şoke olmuştu. Bu arada Gülcan üst kata yine hizmetçi kızın kendisine gösterdiği odaya çıkmıştı. Tek başına oturuyordu. Erol ve ailesinin bağırışları bulunduğu yere kadar geliyordu. Gülcan titriyordu. Hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı. Hayatında bir kerecik güvenmişti. Güvenmek istediği için, ihtiyacı olduğu için inanmıştı Erol’a. Ama karşılaştığı tavır hem aşağılayıcı hem de ürkütücüydü. Erol’la yalnız kalamamıştı. Bir kez daha yitirdi inancını. Şüpheler ve tedirginliklerle dolu dakikalar geçmek bilmiyordu. Kendisini buralara kadar getiren şeyin sevgi olmadığını anlamıştı. Sessizce oturmuştu yatağın kenarına. Üzerinde uzun siyah bir etek ve açık yeşil suni ipekli bir bluz vardı. Saçlarına bir bant takmıştı. Cildi dupduruydu. Hafif bir göz makyajı vardı yüzünde. Öyle masum, öyle güzel bir görüntüsü vardı ki... Ferit Beyin sesi duyuldu alt kattan:
- Bu kabul edilebilir bir şey değil Erol. Bu şakaya derhal bir son vermeni istiyorum. Bu kız kim ise getirdiğin yere derhal geri götüreceksin...
Erol alaycı bir sesle karşılık verdi:
- Hiçbir yere götüremem baba! O benim karım artık. Siz de bunu kabul edeceksiniz. Unutmayın köylü kızı, mahalle kızı bile getirsem kabulünüzdü... İşte... Getirdiğim onlardan biri.
Gülcan bu sözleri duyunca dudaklarını ısırdı. İçi acıyordu. Aldatılmışlığın, aşağılanmanın bu kadarını hak etmediğini düşünüyordu. Bütün bu konuşmalardan sonra bu evde nasıl kalabilir, kendisi için bu şekilde düşünen bir insana nasıl “kocam” diyebilirdi?.. İki damla yaş süzüldü yanaklarına. Aysel Hanımın feryatları geldi kulağına:
- Ben asla bu kıza gelinim demem. Benim arkadaşlarım, dostlarım arasında bir itibarım var... Ferit ve Aysel Akbilek’in gelini böyle bir mahalle dilberi olamaz. Şu hale bak... Kimin nesi olduğunu bile bilmiyorum, adını bile bilmiyorum. Asla onun bu evde salınmasına tahammül edemem. İki kelime bile konuşmaktan acizdir bunlar. Tahsili bile yoktur Allah bilir...
Erol haykırdı:
- Ne istediğini biliyor musun sen anne? Jale okumuş bir kızdı, ailesi, kişiliği, sosyal konumu senin istediğin gibiydi. Ne yaptınız? Ayırdınız beni... Sevdiğim insanla benim evlenmeme razı gelmediniz, tehdit ettiniz, o onurlu bir insanmış ki arkasına bile bakmadan çekip gitti. Sırf ben sevgime sahip çıkamadığım için, onun önünde siper olamadığım için. Bunun acısını yaşadım ben. Hâlâ içimde yaşıyorum. Ama bu sefer ben istediğimi yapacağım. Beni yönetemeyeceksiniz... Kendimi önce kendime, sonra da size ispatlayacağım.
Ferit Bey kükredi:
- Anne ve babandan intikam mı alıyorsun?
Erol başını salladı:
- Evet, intikam alıyorum baba! Sırf sizin bu halinizi görebilmek, size şu yaşadıklarınızı yaşatmak için evlendim... Sırf bunu yaşayabilmek için evlendim.
Aysel Hanım boğuk bir sesle hıçkırmaya başlamıştı. Bütün bu konuşmaları duyan Gülcan ise taş kesilmiş gibi duruyordu. Kulaklarına inanamıyor, hayattan yediği bu darbeyi de hazmetmeye çalışıyordu...
 
X