- 1 Mart 2008
- 1.886
- 15
Gidecek hiçbir yeri yoktu!..
Denizden gelen iyot kokusu şerbet gibi bir sonbahar akşamının tamamlayıcısı olarak yemyeşil parkın ulu çam ağaçlarının kokularına karışmış, batan güneşin kızıllığı ise gökyüzünün rengini bir alev topuna çevirmişti. Gülcan doğadaki bu ihtişamın farkına bile varmadan ürkek adımlarla çevresine bakınarak yürüyor, arada bir kuşkuyla arkasına dönüyordu. Hava hızla kararmakta olduğu için genç kadının yüzünün çizgileri keskinleşerek bakışlarındaki tedirginlik artıyordu. Üzerindeki ince, triko hırkaya daha fazla sarınarak ağaçlığa doğru ilerledi. Hafif bir rüzgar çıkmıştı. Büyük bir çam ağacının altına gelip durdu. Gözlerinde korku vardı. Çevresini dikkatle kolaçan ettikten sonra yavaşça çömeldi. Ağacın dibine oturdu. Narin vücudu titriyordu. Dudakları tek bir çizgi halini almıştı. Kumral, omuzlarına kadar inen saçlarını annesinden kalma bir eşarpla bağlamıştı. Ellerini hırkasının cebine sokarak iyice büzüldü. Sabahtan beri yürüyordu ve hiçbir şey yememişti. Ağzının, dilinin kuruduğunu hissediyordu. Parkın girişindeki çeşmeden iki avuç su içmişti. Bütün gün midesine giden tek gıda buydu. Ağaçlığın birkaç metre ilerisindeki taşlı yoldan iki kişi geçti. Gülcan onlar geçerken adeta yok olmak istermişçesine küçüldü, iyice sokuldu ağacın gövdesine. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Bu ağacın altında sabahlamayı düşünüyordu. Birazdan güneş iyice kaybolunca çökecek karanlık, şimdiden korkutmaya başlamıştı genç kadını. On sekiz yaşındaydı. Zayıf çelimsiz vücudu uzun basma eteği ve triko hırkasının içinde kaybolmuş gibiydi. Yeşile çalan iri gözlerindeki kuşku dolu bakışlar aynı zamanda inanılmaz hüzün doluydu. Küçük bir burnu, biçimli bir ağzı vardı. Sağ yanağındaki gamzesi her yutkunuşunda belirginleşiyordu... Bir kişi daha geçti yoldan. Tuhaf bir bakışla süzdü genç kadını. Gülcan titrediğini hissetti. Artık uçan kuştan bile korkar hale gelmişti. Dakikalar ilerledikçe koyu bir karanlık çökmeye başladı. Birkaç dakika sonra sadece parkın cılız ışıkları aydınlatır olmuştu her yeri. Biraz gevşedi vücudu. Yorgunluktan her yanı ağrıyordu. Bacaklarının her hücresi zonkluyor, tabanları adeta yokmuş gibi hissizleşiyordu. Yavaşça uzattı bacaklarını. İyice yerleşti toprağın üzerine. Kendi kendine mırıldandı:
- Hayırlısıyla bir sabah olsa...
Ne saatten haberi vardı, ne de nerede olduğundan. Sabah ezanıyla birlikte çıkmıştı evden. Arkasına bile bakmamıştı. Hiçbir eşya da almamıştı yanına. Önce gücünün yettiği kadar koşmuş, sonra yorgunluktan göğsüne sancılar saplanınca durup biraz soluklanmış ve yürümeye başlamıştı. Durmadan, dinlenmeden saatler boyu yürümüştü. Hızını arttıran rüzgar ağaçların dallarını sağa sola eğiyor, koruluktan insanı ürperten bir hışırtı yayılıyordu. Açlıktan başı dönmeye başlamıştı. Düşünmemeye çalışarak gözlerini kapattı. Uyandığı zaman her şeyin bir rüya olduğunu görmeyi ne kadar çok isterdi. Yorgunluk ve açlığın etkisiyle göz kapakları ağırlaştı. Sanki binlerce kiloluk taşlar bağlanmış gibi kapanıyordu gözleri. İrkilerek açtı gözlerini. Korkuyla bakındı etrafa, dikkatle dinledi çevreyi.
“Uyumamam lazım” diye söylendi kendi kendine...
O günü hiç unutamadı!
Oturuş biçimini değiştirerek dayandı ağacın gövdesine Gülcan... On sekiz yıllık hayatını düşünmeye başladı. Bütün yaşananlar neyin bedeliydi ve bunun sorumlusu kimdi? Yitip giden bir hayatın sorgulamasını yapmak kolay değildi. Acıyla çekti içini. Hatırlayabildiği en eskiden bu zaman kadar bir film izlemeye hazırlanıyor gibi dudaklarını ısırarak düşünmeye başladı. Hüzün dolu bir hayatın hikayesiydi bu...
***
Evin içine giren çıkan belli değildi. Gülcan dört yaşında olmasına rağmen sanki büyük bir insanmış gibi bir köşede sessizce oturuyor, kendisine yaklaşıp acıyarak bakan komşu teyzeleri, tanımadığı kadınları ve akrabalarının merhamet dolu sözlerini, şefkatli dokunuşlarını ifadesizce kabul ediyordu. Bir gece önce babasının feryadı ile eve koşmuştu. Bahçede oynuyordu o sırada. Babasını halının üzerinde boylu boyunca yatan annesinin yanında ağlarken buldu. Küçücük kafasında o anda şimşekler çaktı. Daha bir gün önce aynı babası annesini acımasızca dövmüş, yerlerde sürüklemişti. Korkuyla kapının kenarına çekilip büzüldü. Babasının feryatlarını duyan komşular bir anda evi doldurmuşlardı. Gözleri bir ara halıda yatan annesine kaymıştı. Hayatının en son anına kadar unutamayacağı bir manzaraydı o anda gördükleri. Biricik annesi pembe beyaz yüzünde sanki o güne kadar yaşamadığı bir huzuru yaşıyormuş gibi hafifçe gülümseyen bir mutluluk ifadesi ile sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Gözleri yarı aralıktı. Her zaman sevgi dolu sözcüklerden başka bir şey duymadığı dudaklarının kenarından hafif bir kan sızmaktaydı. Korkuyla baktı Gülcan. Ölümün ne olduğunu orada öğrendi. Ölüm annesini alıp götüren ve bir daha geri dönmesine asla izin vermeyecek bir gerçekti... Birileri kendisini kucaklayıp bahçeye çıkarttığı zaman artık her şeyin çok farklı olacağını anlamıştı. O günü hiç unutmadı. Babasının haykırışları, birkaç saat sonra halasının gelişi, evlerinin o güne kadar hiç görmediği kadar kalabalık oluşu, komşu kadınların kendisini okşarken söylediği acıma dolu sözler, döktükleri gözyaşları zaman ilerledikçe kısalıp birbirinden kopan parçalar haline de gelse hep hatırladığı bir manzara olarak kalacaktı. Annesini üzeri yeşil örtü örtülmüş bir kutunun içinde evden çıkardıkları zaman da bahçenin bir kenarına gizlenmiş seyrediyordu merasimi. Kimse onun farkına bile varmamıştı. O anda özlemenin ne olduğunu öğrendi. İçinden fırlayıp ellerin üzerinde götürülen sandukayı alıp kaçmak, ve annesini alıp uzaklara, çok uzaklara gitmek istedi. Onun yüzünü görmek, sesini duymak istedi. Hayatla erkenden tanışmaya başlamıştı Gülcan. Omuzlarına duyguların büyük yükleri yüklenmeye başladıkça saniyeler içinde büyüdü, olgunlaştı... Ardından bir keşmekeşin içinde buldu kendini. Her anını bahçede, her zaman oynadığı köşede geçirmeye başlamıştı. Evden yükselen hıçkırıklar, hoca efendinin okuduğu Kur’ân-ı kerim, dualar ve giren çıkanın belli olmadığı bir kalabalık içinde geçen birkaç gün... Kimse ilgilenmiyordu onunla. Elinde anneciğinin diktiği bez bebeği ile köşesinde oturuyor, kendi kendine düşünüyordu. Gece uykusu gelince yine bulunduğu yerde kıvrılıp yatıyor, uykuya dalıyordu. Gözleri annesini arıyor ama onu bir daha asla göremeyeceğinin bilincinde yeni tanıştığı özlem duygusunu yaşıyordu...
Gözyaşları pembe yanaklarını ıslattı...
Birkaç gün sonra eve giren çıkan azalmaya başlamış ve küçük kızın varlığı nihayet fark edilmişti. Halası gelip kucakladı Gülcan’ı:
- Ah benim öksüzüm, sübyanım... diyerek sarıldı. Oldukça kilolu bir kadındı. Yakın bir köyde oturuyordu. Güzelce yıkadı küçük kızı. Bir yandan da ağlıyordu. Babası ise ortalarda yoktu. Elbiseleri toplandı ve halasıyla birlikte onun köyüne gittiler. Yeni bir hayat başlamıştı artık... Birkaç gün sonra da babası geldi yanlarına. Artık burada yaşayacaklarını düşünmeye başladı Gülcan. Babası her zaman olduğu gibi ilgisiz ve kendisini umursamaz tavırlarıyla eski babası oluvermişti yeniden. Kendisini yapayalnız ve korumasız hissediyordu. Halasının kocasını hiç sevmezdi. Korkardı Hasan Efendi’den. Artık sevgisiz, durgun ve anlamsız günlerle geçmeye başlamıştı hayatı...
***
Halasının yanında geçen bir senenin sonunda bir akşam eve yabancı bir kadın geldi. Sıska, kara kuru bir kadındı. Sivri bir burnu, iri siyah gözleri vardı. Yapmacık bir gülümsemeyle okşadı küçük kızın yanağını. Gülcan bu dokunuştaki sevgisizliği hemen sezdi. Omuzlarını kaldırarak kaçtı kadından. O anda babasının sert sesiyle irkildi:
- Terbiyesizlik yapma Gülcan! Safiye annenle iyi geçinecek ve onun sözünden çıkmayacaksın artık. Bundan sonra o senin annen olacak.
İrkildi küçük kız. Yediremedi, hazmedemedi bu sözleri. Sessizce boyun eğmekten başka çaresi olmadığı için usulca yaklaştı sıska kadına. Safiye bilmiş bir tavırla bir kahkaha attı:
- İşimiz var seninle herhalde küçük hanım...
Birkaç dakika odada durduktan sonra bahçeye çıktı. Yanından hiç ayırmadığı bez bebeğiyle birlikte kapının önünde oturdu ve annesinin ölümünden beri ilk defa ağladı... İnci taneleri gibi dökülen gözyaşları, pembe, yumuşacık yanaklarını ıslattı. Annesinin gülen, şefkat dolu yüzü geldi gözlerinin önüne. Kendi kendine mırıldandı boşluğa doğru:
- Neden ben de ölmüyorum? Neden?!..
Arkasında duyduğu ayak sesleriyle toparlandı. Halasıydı yaklaşan.
- Ne yapıyorsun bakayım burada?
- Hiç, oturuyorum hala...
- Haydi içeriye gir. Safiye annenin yanında otur bakalım. Bir an evvel evlense de şu baban, başımdan gitseniz... Yoruldum, bunaldım artık. Bu yaştan sonra çocuk bakmak benim neyime!..
Suçlu kendisiymiş gibi yavaşça kalktı yerinden içeriye girdi. Babası ve Safiye kahkahalar atıyorlardı. Halit mutlu görünüyordu. Kapının ağzında ayakta duran kızını görünce eliyle işaret etti;
- Gel bakalım bıcırık! Artık buradan gidiyoruz. Büyük şehre taşınacağız. Orada okula gideceksin. Yeni bir evin olacak. Babanın kıymetini bil... Herkese nasip olmaz bu!
Safiye sehpanın üzerinde duran kuru yemişlerden birkaç tane attı ağzına:
- Umarım söz dinlersin, yaramazlık yapmazsın.
Gülcan şaşkın ve çaresiz bir şekilde baktı onların yüzüne. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Başını iki yana salladı:
- Yapmam...
- Aferin... Her zaman akıllı, uslu bir kız ol.
Halit saatine baktı:
- Haydi Safiye, biz kalkalım, yarın çok işimiz var. Seni götüreyim. Sabah erkenden gelir alırım, kasabaya iner nikah işini hallederiz. >
arkası yarın................. NETTEN ALINTIDIR
Denizden gelen iyot kokusu şerbet gibi bir sonbahar akşamının tamamlayıcısı olarak yemyeşil parkın ulu çam ağaçlarının kokularına karışmış, batan güneşin kızıllığı ise gökyüzünün rengini bir alev topuna çevirmişti. Gülcan doğadaki bu ihtişamın farkına bile varmadan ürkek adımlarla çevresine bakınarak yürüyor, arada bir kuşkuyla arkasına dönüyordu. Hava hızla kararmakta olduğu için genç kadının yüzünün çizgileri keskinleşerek bakışlarındaki tedirginlik artıyordu. Üzerindeki ince, triko hırkaya daha fazla sarınarak ağaçlığa doğru ilerledi. Hafif bir rüzgar çıkmıştı. Büyük bir çam ağacının altına gelip durdu. Gözlerinde korku vardı. Çevresini dikkatle kolaçan ettikten sonra yavaşça çömeldi. Ağacın dibine oturdu. Narin vücudu titriyordu. Dudakları tek bir çizgi halini almıştı. Kumral, omuzlarına kadar inen saçlarını annesinden kalma bir eşarpla bağlamıştı. Ellerini hırkasının cebine sokarak iyice büzüldü. Sabahtan beri yürüyordu ve hiçbir şey yememişti. Ağzının, dilinin kuruduğunu hissediyordu. Parkın girişindeki çeşmeden iki avuç su içmişti. Bütün gün midesine giden tek gıda buydu. Ağaçlığın birkaç metre ilerisindeki taşlı yoldan iki kişi geçti. Gülcan onlar geçerken adeta yok olmak istermişçesine küçüldü, iyice sokuldu ağacın gövdesine. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Bu ağacın altında sabahlamayı düşünüyordu. Birazdan güneş iyice kaybolunca çökecek karanlık, şimdiden korkutmaya başlamıştı genç kadını. On sekiz yaşındaydı. Zayıf çelimsiz vücudu uzun basma eteği ve triko hırkasının içinde kaybolmuş gibiydi. Yeşile çalan iri gözlerindeki kuşku dolu bakışlar aynı zamanda inanılmaz hüzün doluydu. Küçük bir burnu, biçimli bir ağzı vardı. Sağ yanağındaki gamzesi her yutkunuşunda belirginleşiyordu... Bir kişi daha geçti yoldan. Tuhaf bir bakışla süzdü genç kadını. Gülcan titrediğini hissetti. Artık uçan kuştan bile korkar hale gelmişti. Dakikalar ilerledikçe koyu bir karanlık çökmeye başladı. Birkaç dakika sonra sadece parkın cılız ışıkları aydınlatır olmuştu her yeri. Biraz gevşedi vücudu. Yorgunluktan her yanı ağrıyordu. Bacaklarının her hücresi zonkluyor, tabanları adeta yokmuş gibi hissizleşiyordu. Yavaşça uzattı bacaklarını. İyice yerleşti toprağın üzerine. Kendi kendine mırıldandı:
- Hayırlısıyla bir sabah olsa...
Ne saatten haberi vardı, ne de nerede olduğundan. Sabah ezanıyla birlikte çıkmıştı evden. Arkasına bile bakmamıştı. Hiçbir eşya da almamıştı yanına. Önce gücünün yettiği kadar koşmuş, sonra yorgunluktan göğsüne sancılar saplanınca durup biraz soluklanmış ve yürümeye başlamıştı. Durmadan, dinlenmeden saatler boyu yürümüştü. Hızını arttıran rüzgar ağaçların dallarını sağa sola eğiyor, koruluktan insanı ürperten bir hışırtı yayılıyordu. Açlıktan başı dönmeye başlamıştı. Düşünmemeye çalışarak gözlerini kapattı. Uyandığı zaman her şeyin bir rüya olduğunu görmeyi ne kadar çok isterdi. Yorgunluk ve açlığın etkisiyle göz kapakları ağırlaştı. Sanki binlerce kiloluk taşlar bağlanmış gibi kapanıyordu gözleri. İrkilerek açtı gözlerini. Korkuyla bakındı etrafa, dikkatle dinledi çevreyi.
“Uyumamam lazım” diye söylendi kendi kendine...
O günü hiç unutamadı!
Oturuş biçimini değiştirerek dayandı ağacın gövdesine Gülcan... On sekiz yıllık hayatını düşünmeye başladı. Bütün yaşananlar neyin bedeliydi ve bunun sorumlusu kimdi? Yitip giden bir hayatın sorgulamasını yapmak kolay değildi. Acıyla çekti içini. Hatırlayabildiği en eskiden bu zaman kadar bir film izlemeye hazırlanıyor gibi dudaklarını ısırarak düşünmeye başladı. Hüzün dolu bir hayatın hikayesiydi bu...
***
Evin içine giren çıkan belli değildi. Gülcan dört yaşında olmasına rağmen sanki büyük bir insanmış gibi bir köşede sessizce oturuyor, kendisine yaklaşıp acıyarak bakan komşu teyzeleri, tanımadığı kadınları ve akrabalarının merhamet dolu sözlerini, şefkatli dokunuşlarını ifadesizce kabul ediyordu. Bir gece önce babasının feryadı ile eve koşmuştu. Bahçede oynuyordu o sırada. Babasını halının üzerinde boylu boyunca yatan annesinin yanında ağlarken buldu. Küçücük kafasında o anda şimşekler çaktı. Daha bir gün önce aynı babası annesini acımasızca dövmüş, yerlerde sürüklemişti. Korkuyla kapının kenarına çekilip büzüldü. Babasının feryatlarını duyan komşular bir anda evi doldurmuşlardı. Gözleri bir ara halıda yatan annesine kaymıştı. Hayatının en son anına kadar unutamayacağı bir manzaraydı o anda gördükleri. Biricik annesi pembe beyaz yüzünde sanki o güne kadar yaşamadığı bir huzuru yaşıyormuş gibi hafifçe gülümseyen bir mutluluk ifadesi ile sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Gözleri yarı aralıktı. Her zaman sevgi dolu sözcüklerden başka bir şey duymadığı dudaklarının kenarından hafif bir kan sızmaktaydı. Korkuyla baktı Gülcan. Ölümün ne olduğunu orada öğrendi. Ölüm annesini alıp götüren ve bir daha geri dönmesine asla izin vermeyecek bir gerçekti... Birileri kendisini kucaklayıp bahçeye çıkarttığı zaman artık her şeyin çok farklı olacağını anlamıştı. O günü hiç unutmadı. Babasının haykırışları, birkaç saat sonra halasının gelişi, evlerinin o güne kadar hiç görmediği kadar kalabalık oluşu, komşu kadınların kendisini okşarken söylediği acıma dolu sözler, döktükleri gözyaşları zaman ilerledikçe kısalıp birbirinden kopan parçalar haline de gelse hep hatırladığı bir manzara olarak kalacaktı. Annesini üzeri yeşil örtü örtülmüş bir kutunun içinde evden çıkardıkları zaman da bahçenin bir kenarına gizlenmiş seyrediyordu merasimi. Kimse onun farkına bile varmamıştı. O anda özlemenin ne olduğunu öğrendi. İçinden fırlayıp ellerin üzerinde götürülen sandukayı alıp kaçmak, ve annesini alıp uzaklara, çok uzaklara gitmek istedi. Onun yüzünü görmek, sesini duymak istedi. Hayatla erkenden tanışmaya başlamıştı Gülcan. Omuzlarına duyguların büyük yükleri yüklenmeye başladıkça saniyeler içinde büyüdü, olgunlaştı... Ardından bir keşmekeşin içinde buldu kendini. Her anını bahçede, her zaman oynadığı köşede geçirmeye başlamıştı. Evden yükselen hıçkırıklar, hoca efendinin okuduğu Kur’ân-ı kerim, dualar ve giren çıkanın belli olmadığı bir kalabalık içinde geçen birkaç gün... Kimse ilgilenmiyordu onunla. Elinde anneciğinin diktiği bez bebeği ile köşesinde oturuyor, kendi kendine düşünüyordu. Gece uykusu gelince yine bulunduğu yerde kıvrılıp yatıyor, uykuya dalıyordu. Gözleri annesini arıyor ama onu bir daha asla göremeyeceğinin bilincinde yeni tanıştığı özlem duygusunu yaşıyordu...
Gözyaşları pembe yanaklarını ıslattı...
Birkaç gün sonra eve giren çıkan azalmaya başlamış ve küçük kızın varlığı nihayet fark edilmişti. Halası gelip kucakladı Gülcan’ı:
- Ah benim öksüzüm, sübyanım... diyerek sarıldı. Oldukça kilolu bir kadındı. Yakın bir köyde oturuyordu. Güzelce yıkadı küçük kızı. Bir yandan da ağlıyordu. Babası ise ortalarda yoktu. Elbiseleri toplandı ve halasıyla birlikte onun köyüne gittiler. Yeni bir hayat başlamıştı artık... Birkaç gün sonra da babası geldi yanlarına. Artık burada yaşayacaklarını düşünmeye başladı Gülcan. Babası her zaman olduğu gibi ilgisiz ve kendisini umursamaz tavırlarıyla eski babası oluvermişti yeniden. Kendisini yapayalnız ve korumasız hissediyordu. Halasının kocasını hiç sevmezdi. Korkardı Hasan Efendi’den. Artık sevgisiz, durgun ve anlamsız günlerle geçmeye başlamıştı hayatı...
***
Halasının yanında geçen bir senenin sonunda bir akşam eve yabancı bir kadın geldi. Sıska, kara kuru bir kadındı. Sivri bir burnu, iri siyah gözleri vardı. Yapmacık bir gülümsemeyle okşadı küçük kızın yanağını. Gülcan bu dokunuştaki sevgisizliği hemen sezdi. Omuzlarını kaldırarak kaçtı kadından. O anda babasının sert sesiyle irkildi:
- Terbiyesizlik yapma Gülcan! Safiye annenle iyi geçinecek ve onun sözünden çıkmayacaksın artık. Bundan sonra o senin annen olacak.
İrkildi küçük kız. Yediremedi, hazmedemedi bu sözleri. Sessizce boyun eğmekten başka çaresi olmadığı için usulca yaklaştı sıska kadına. Safiye bilmiş bir tavırla bir kahkaha attı:
- İşimiz var seninle herhalde küçük hanım...
Birkaç dakika odada durduktan sonra bahçeye çıktı. Yanından hiç ayırmadığı bez bebeğiyle birlikte kapının önünde oturdu ve annesinin ölümünden beri ilk defa ağladı... İnci taneleri gibi dökülen gözyaşları, pembe, yumuşacık yanaklarını ıslattı. Annesinin gülen, şefkat dolu yüzü geldi gözlerinin önüne. Kendi kendine mırıldandı boşluğa doğru:
- Neden ben de ölmüyorum? Neden?!..
Arkasında duyduğu ayak sesleriyle toparlandı. Halasıydı yaklaşan.
- Ne yapıyorsun bakayım burada?
- Hiç, oturuyorum hala...
- Haydi içeriye gir. Safiye annenin yanında otur bakalım. Bir an evvel evlense de şu baban, başımdan gitseniz... Yoruldum, bunaldım artık. Bu yaştan sonra çocuk bakmak benim neyime!..
Suçlu kendisiymiş gibi yavaşça kalktı yerinden içeriye girdi. Babası ve Safiye kahkahalar atıyorlardı. Halit mutlu görünüyordu. Kapının ağzında ayakta duran kızını görünce eliyle işaret etti;
- Gel bakalım bıcırık! Artık buradan gidiyoruz. Büyük şehre taşınacağız. Orada okula gideceksin. Yeni bir evin olacak. Babanın kıymetini bil... Herkese nasip olmaz bu!
Safiye sehpanın üzerinde duran kuru yemişlerden birkaç tane attı ağzına:
- Umarım söz dinlersin, yaramazlık yapmazsın.
Gülcan şaşkın ve çaresiz bir şekilde baktı onların yüzüne. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Başını iki yana salladı:
- Yapmam...
- Aferin... Her zaman akıllı, uslu bir kız ol.
Halit saatine baktı:
- Haydi Safiye, biz kalkalım, yarın çok işimiz var. Seni götüreyim. Sabah erkenden gelir alırım, kasabaya iner nikah işini hallederiz. >
arkası yarın................. NETTEN ALINTIDIR
Son düzenleme: