KIRILMIŞ KALPLER(arkası yarın)

Bakışlarını Erol’un gözlerine dikmişti!

Gülcan bir süre sonra sesleri duymaz oldu. Sessizce oturuyordu. Bundan sonra ne yapması gerektiğini düşünmeye çalışıyor ama hiçbir çıkar yol bulamıyordu. Erol’la hemen konuşacaktı. Neler olduğunu soracak ve onun gerçek niyetini anlayacaktı. Ayrılıkla bitmiş bir sevginin kurbanı olmak istemiyordu. Onuru kırılmıştı. Gözleri şişmişti. Yanakları sırılsıklamdı. Neden sonra dışarıdan yaklaşan ayak sesleri ile irkildi. Soluğunu tuttu. Oda kapısı sert bir şekilde açıldı ve Erol girdi içeriye. Gözlerini kısarak baktı Gülcan’a:
- Duydun mu bütün konuşmaları?
Gülcan başını salladı. Gözlerini kaldırıp Erol’un gözlerine dikti bakışlarını. Sorgular gibi bir hali vardı. Genç adam bakışlarını kaçırdı:
- Her şeyi anladın sanıyorum...
Usulca fısıldadı Gülcan:
- Neden? Neden ben?
Erol sıkıntıyla soludu:
- Bana soru sorma... Böyle olması gerekiyordu. Bu evde yaşayacaksın. Daha rahat, maddi açıdan daha problemsiz bir hayatın olacak. Ama benden bir eş olarak beklentin olmasın. Ben hayatımda bir tek kişiyi sevdim. Onu da annem ve babam yüzünden kaybettim. Bunun öcünü almam gerekiyordu. Aldım. Sana da bunun karşılığında rahat bir hayat vaat ediyorum. Bunu arasan da bulamazdın...
Gülcan acı acı güldü:
- Haklısın Erol. Asla bunu bulamazdım. Hâlâ aynı hatayı yapıyorsun. Senin en büyük değerin para demek ki!.. Sevdiğin kızı da bu değerden vazgeçemediğin için yitirdiğin belli. Öcünü aldın belki ama değişen ne?
Erol öfkeyle dönüp baktı Gülcan’ın yüzüne. Onun yaşından beklenmeyen bir zekayla olayı hemen kavrayabilmesine ve bu tespiti yapabilmesine hayret etmiş ve sinirlenmişti. Gerçekler, herkes gibi duymak istediği en son şeydi ve kızdırmıştı:
- Boyundan büyük laflar etme bana... Ne biliyorsun ki?
Gülcan başını iki yana salladı:
- Bilmem gerekeni öğrendim sanıyorum. Ama merak ediyorum, neden ben? Annenin tarif ettiği mahalle kızı olduğum için mi? Onları utandıracak bir sosyal yaşantıdan geldiğim için mi?
Erol cevap vermedi. Birkaç parça eşya aldı odadan. Bir kez daha dönüp baktı Gülcan’a ve hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Gülcan acıyla inleyerek kapandı yatağa. Hıçkırarak ağladı. Evliliğinin ilk dakikalarında acı gerçekle karşılaşmış yaşadığı büyük hayal kırıklığını nasıl taşıyabileceğini düşünüyor ve ağlıyordu. Yabancı bir yerdeydi ve istenmediği bir ortamdaydı. Kendini sığıntı gibi hissediyor, özgürlüğü elinden alınmış bir tutsakmış gibi düşünüyordu. Şanssızlığına kahretti.
“Annem, canım annem, neden beni de götürmedin sonsuzluklara? Neden bıraktın beni?!.” diye inledi... Yorgun hissediyordu kendisini. Göz kapakları ağırlaşmıştı. İnanamadı. Bunca yaşanan şeyden sonra uykusunun gelmiş olmasına akıl erdiremiyordu. İçinin kazındığını hissetti. Dönüp gidemezdi. Biliyordu ki babası bulduğu bu yağlı kapıdan geri dönmesine asla izin vermezdi. Hayatı iki misli zindan olurdu.
“Çarem yok benim... Neyin bedeli bu? Neden ben ödüyorum?!.” diye inledi...
 
Pılını pırtını toplayıp defol bu evden!..”

Bir müddet uyumuş olacaktı ki aniden kapının açılmasıyla irkilerek fırladı uzandığı yerden. Kapının ağzında Aysel Hanım duruyordu. Kadın sanki ağzından köpükler saçıyordu:
- Bana bak! Derhal pılını pırtını toplayıp defolacaksın bu evden!..
Gülcan titredi. Kadın hâlâ haykırıyordu:
- Sen asla benim gelinim olamazsın. Olsan olsan hizmetçi olursun benim evime. Şu hale bak. Aman Allah’ım, inanılır gibi değil. Neyin peşinde olduğun belli. Kaç para istersen vermeye hazırız. Yeter ki geldiğin yere defol git!.. Gülcan mısın, Gülhan mısın nesin, bilmiyorum, bilmek de istemiyorum ama bir an önce defolup gideceksin.
Genç kız korkuyla geri çekilmişti. Onurunun yerlerde süründüğünü düşünüyordu. Bu kadar kolay ödetilemezdi işlemediği suçların bedeli. Kekeledi:
- Ben... Ben hiçbir şey bilmiyordum inanın!..
Alaylı bir şekilde güldü Aysel Hanım:
- Bilmiyordun ha? Ben tanırım sizi, sizin ne olduğunuzu çok iyi bilirim ben...
Tam bu sırada Erol göründü kapının ağzında:
- Anne, lütfen odana git. Gülcan bu evde kalacak... Eğer bu evden giderse beni de kaybedeceksin. Bunu unutma. O gittiği anda senin hayatından bir daha gelmemek üzere çıkıp gideceğim. Şimdi bizi karımla yalnız bırak. İyi geceler anne!
Aysel Hanım inledi. Yalvaran gözlerle baktı oğluna. Bir kez de Gülcan’a çevirdi bakışlarını. Çaresizlik elini kolunu bağlamıştı. Oğlundan ayrılması demek ölümdü onun için. Hayatta paylaşamadığı ve paylaşamayacağı tek varlıktı oğlu. Hıçkırarak koşar adımlarla çıktı odadan. Erol kapıyı kapattı:
- Haydi yat Gülcan, çok yoğun bir gün geçirdin. Merak etme sana kimse tek bir şey söyleyemeyecek bu evde. Ben var olduğum sürece kimse sana böyle davranamayacak.
Gülcan acı bir gülümseme ile teşekkür etti. İçi yanıyordu. Erol birkaç dakika sonra kapıya doğru ilerledi:
- Yarın birlikte çıkar üstüne başına yeni bir şeyler alırız, eksiklerini tamamlarız. Şimdi iyi geceler.
Kapıyı usulca kapatıp dışarı çıktı. Genç kız uzun süre hiç kıpırdamadan durdu. Sonra eski naylon çantasının içinden geceliğini çıkarttı. Bulunduğu odanın kapısının yanındaki bölümde bir banyo vardı. Girip elini yüzünü yıkadı. Biraz ferahlamıştı. Geceliğini giyip ışığı söndürdü. Uzun zaman uyuyamadı. Yatağın içinde dönüyordu. Bütün hayatını; başından içinde bulunduğu ana kadar düşündü... Bir film izlermiş gibi hatırladığı her saniyeyi irdeledi. Hayatta hiç kimsesinin olmadığını biliyordu. Ne anneciğine doyabilmiş, ne de babasından sevgi görmüştü. Hep horlanmıştı. Hep itilmişti. İnandığı, güvendiği tek insan olan Erol’dan ise beklemediği bir darbe yemişti.
“Suçlu benim...” diye mırıldandı kendi kendine.
“Ben tanımadım, kapılıp gidiverdim. İhtiyacım vardı. Bana değer verdiğini zannettim, yaşanmamışlıklarımı buldum onda. Nereden bilirdim yüreğindeki kin dolu oyunda rolümün biçildiğini...”
İçini çekti. Vakit gece yarısını geçti. Yavaşça mırıldandı kendi kendine:
“Allah hepsini affetsin... Bana da dayanma gücü versin...” >
 
Dışarıda hayat yeni başlıyordu

Ertesi gün alışık olduğu üzere erkenden uyandı Gülcan. Bir gün önce yaşadığı kâbus dolu saatlerin etkisinden olacak sıkıntılı bir uyku uyumuştu. Gece yarısı sık sık kalkmış, terlemiş, bunalmıştı. Sabaha karşı artık narin vücudu hem uykusuzluktan hem de gün boyu yaşadığı stresten olacak dayanamamış ve bir külçe gibi adeta sızmıştı. Uzaklardan ezan sesi geliyordu. Gözleri mahzun bakışlarla uzaklara daldı. Odanın penceresi bahçeye bakıyordu. Yemyeşil bahçedeki yıllanmış ağaçlar sabah rüzgarının etkisiyle vakur bir şekilde sağa sola eğiliyorlardı. Pencereyi açtı. Mis gibi bir hava doldu içeriye. Kuş sesleri duyuluyordu. Sanki selam verir gibi eğilip bükülen dalların çıkardığı hışırtılar hüzünlü bir melodi gibi geliyordu kulağına. İçindeki yaşama sevinci yok olmuş gibiydi. Eskiden hayranı olduğu doğaya bakarken bile gözleri ıstırap doluydu...
Usulca giyindi ve ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı. Herkes uyuyordu. Aşağıya inip sokak kapısını açtı. Bahçeye indi. Islak çimlerin üzerinde yürüdü. Bahçe demirlerine kadar gitti. Dışarıda hayat yeni başlıyordu. Arabalar caddeden hızla geçiyor, güneş karşı tepelerden biraz sonra yüzünü göstereceğini, gökyüzünün büründüğü kızıllıkla haber veriyordu... Gülcan içini çekti. Hiç tanımadığı bir yerde, hiç tanımadığı insanların arasında ne işi olduğunu düşündü. Erol bile ne kadar yabancıydı kendisine. Daha düne kadar bilmediği ve hiç görmediği bir insan! Onun peşine takılıp ve yalanlarına inanıp ardından kendisine tamamen yabancı bir ortamın içine gelmek akıl kârı değildi. Kendisine kızdı:
“Ne yaptım ben böyle? Nasıl inandım, nasıl güvendim?”
Öylesine bunaltıcı bir hayatın içindeydi ki gördüğü en cılız ışığın bile ardından koşarak gidecek durumdaydı. Böyle bir ışıktı Erol onun için. Ama onun asıl niyetinin ne olduğunu dün öğrendiği zaman bir kez daha yıkılmıştı. Bundan sonra Erol’la ilişkisinin nasıl olacağı konusunda en ufak bir fikri yoktu. Kırılmıştı. Yaşadığı en büyük hayal kırıklıklarından birisiydi. Kolay taşınacak, kolay hazmedilecek bir şey değildi. Aşağılandığını hissetmiş, sanki cansız bir maddeymiş gibi kullanılmıştı... Bahçe parmaklıklarına yaslanmış bunları düşünürken arkasında bir hışırtı duydu. Hızla döndü. Erol gözlerini kısmış, bir ağacın ardından seyrediyordu kendisini. Şaşırdı Gülcan, sanki suç işlemiş gibi kekeledi:
- Erken uyandım... Çok güzel bir hava vardı...
Genç adam başını sallayarak yaklaştı onun yanına. Ellerini ceplerine sokmuş, düşünceli görünüyordu. Yanına gelip durdu. O da dışarıyı seyrediyordu. Neden sonra mırıldandı:
- Sana çok büyük bir haksızlık yaptığımı biliyorum. Vicdanım beni rahat bırakmıyor...
Gülcan irkildi ama belli etmedi. Cevap vermedi. Erol devam etti:
- Senin rahat olman için her şeyi yapacağım Gülcan. Geri dönemezsin. Babanı tanıdım. Hiç olmazsa buna izin ver. Bundan sonraki hayatını bu şekilde bari garanti altına alayım. Ben de çok yıkılmıştım biliyor musun? Çok sevmiştim. Sevdiğim insanı göz göre göre kaybettim. Bunun acısını o kadar derin yaşadım ki hiçbir şey gözümde yoktu. İnsanlardan nefret ettim.
Gülcan acı acı gülümsedi:
- Kötülüğe kötülükle cevap vermeyi tercih ettin yani...
Erol dudaklarını ısırdı, önüne baktı:
- Ben aşağılık bir adamım...
 
Dünden beri bir şey yememişti!

Gülcan hiçbir şey söylemeden geri dönerek yavaş adımlarla villaya doğru yürüdü. Erol ağlamaklıydı. Genç kızın peşinden geldi. Birlikte eve girdiler. Hizmetçi kız Pervin de kalkmıştı. Gülcan’a baktı acıyarak:
- Kahvaltınızı hazırlayayım mı küçük hanım?
Gülcan alışık olmadığı bu davranış karşısında şaşırdı. Mahcup bir şekilde kekeledi:
- Ben... Bilmem ki...
Dünden beri hiçbir şey yememişti. Erol atıldı:
- Birlikte kahvaltı edelim Gülcan...
Genç kız nasıl söyleyebildiğini kendisinin de anlamadığı bir cesaretle cevap verdi:
- Ben yalnız kahvaltı etmek istiyorum Erol.
Pervin hemen atıldı:
- Hemen hazırlayıp odanıza getireyim küçük Hanım...
Teşekkür etti Gülcan. Sonra Erol’a döndü:
- İzninle şimdi odama gitmek istiyorum.
Arkasına bile bakmadan merdivenlere doğru ilerledi. Erol kaskatı kalmıştı olduğu yerde. Mahalle kızı diye aşağıladığı genç kızın asil ve onurlu davranışları şaşırtıyordu genç adamı. Yutkundu ve hizmetçiye döndü:
- Bana da bir kahve getiriver Pervin...
Salona girip koltuklardan birine oturdu. Çelişkiler içindeydi. Vicdanı kendisini rahat bırakmıyor, suçsuz günahsız bir genç kıza yaptığı kötülükten dolayı korkunç bir rahatsızlık duyuyordu. Bazen de aklına sevdiği insan, yani Jale gelince her şeye boş veriyor, ondan ayrılmasına, onu kaybetmesine sebep olan insanlardan, annesinden ve babasından böyle yıpratıcı bir intikam alabildiği için mutlu oluyordu. Pervin az sonra kahvesini getirdi. Bir yudum aldı. Kahvenin buruk lezzetini daha iyi duyabilmek için bir müddet yutmadan ağzının içinde tuttu. Bu sırada açıldı salon kapısı. Babası Ferit bey girmişti içeriye. Uykulu gözlerle baktı oğluna. Erol başını kaldırdı:
- Günaydın baba!
- Erol! Erkenden kalkmışsın...
- Uyuyamadım baba...
Ferit Bey etrafına bakındı. Sanki bir şey arıyor gibiydi. Sonunda dayanamadı:
- O nerede?
Erol güldü alayla:
- Karımı mı soruyorsun? Odada...
Ferit Bey sıkıntıyla soludu:
- Bu işe bir son vermek zorundasın Erol. Bu böyle olmaz. Sana hiçbir çocuğun sahip olmadığı şeyleri verdim. Servetimi önüne serdim. Bu muydu yapacağın? Bu evlilik en kısa zamanda bitecek. Derhal hem de..
Erol kaşlarını kaldırdı:
- Hayır baba! Ben evliyim ve evliliğim sürecek. Siz de kabulleneceksiniz Gülcan’ı...
Ferit Bey gözlerini kısarak öfkeyle baktı oğluna. Söylemek isteyip de söyleyemediği çok şey var gibiydi.
Öfkeyle kalktı yaşlı adam yerinden. Oğlunun karşısına geçip durdu. İşaret parmağını uzattı yüzüne doğru:
- Dediğimi yapacaksın, seni mirasımdan mahrum ederim yoksa. Sürünürsün...
 
Genç adam, acıyla buruşturdu yüzünü!

Erol alaycı bir kahkaha attı babasının sözlerine karşı: - Artık bu tehditlerinin etkisi yok baba... Ben şimdi yaptığımı Jale’yle ilişkim bitmeden yapmalıydım. Ama korktum. Haklısın, zayıftım, bana öğrettiğin değerlerin, yani paranın, rahatlığın esiri olmuştum. Yüreğimin sesini dinleyemedim. Ama görüyorum ki sana ve anneme rağmen bir şeyler yapılabiliyormuş. Bunu yakaladıktan sonra asla bir daha geri dönmem. Beni evlatlıktan reddedebilirsin baba, bu senin tasarrufun. Ama benden Gülcan’ı boşamamı isteme. Bu kız hayatınız boyunca sizin boynunuzda bir pranga gibi kalacak. Ferit Akbilek’in gelini diyecekler...
Ferit Bey dişlerini ve yumruklarını sıktı. Bir şey söylemeden hırsla salondan çıkıp gitti. Erol kendisini tanıyamıyordu. Babası ve annesi karşısına geldiği zaman Gülcan’a karşı hissettiği vicdanını kıpırdatan bütün suçluluk duyguları kayboluyor, genç kızı intikamı için kullanmaya devam ediyordu. Elinde olmadan gerçekleşiyordu bütün bunlar. Müstehzi bir şekilde gülümsedi:
- Bu ders size hayatınızın sonuna kadar yeter. Sizde beni reddedecek yürek yok.
Bakışlarını pencereden dışarıya çevirdi. Jale’yi düşündü. Duyduğu kadarıyla genç kız Fransa’ya gitmişti... İçi acıdı. Özlemişti onu. Ama bir daha asla bir araya gelemeyeceklerini adı gibi biliyordu. Jale insanı bir kere silip atacak cinsten bir insandı ve Erol’u hayatından çıkartmıştı. Acıyla buruşturdu yüzünü. O anda ne bütün gece kendisini rahat bırakmayan vicdanının sesini duyuyordu ne de Gülcan’ı düşünüyordu. İçinden yükselen sadece kin, öfke ve intikam duygusuydu. Salon kapısının açılıp annesinin girdiğini gördüğü zaman alaycı ifadesi bir anda yeniden yerleşiverdi yüzüne. Aysel Hanımın kaşları çatıktı:
- Babana karşı nasıl davranıyorsun Erol, seni tanıyamıyorum. Adam hiddetinden köpürüyor...
- Hak ettiği gibi davranıyorum anne!
Aysel Hanım tiz bir sesle haykırdı:
- Terbiyesiz!
Erol aldırmadı. Lakayt bir tavırla pencereye gitti, dışarıyı seyretmeye başladı.
- Seni tanıyamıyorum Erol... Aklını başına topla. Bu kız bizim ailemizin soyadını taşıyamaz.
- Taşıyor bile anne. Sen istediğin kadar itiraz et. Jale’yi kabul etmediniz, Gülcan’ı kabul etmek zorundasınız.
Aysel Hanım yumruklarını sıktı:
- Asla... Asla kabul etmeyeceğim. Değil onu kabul etmek bu evde aynı havayı solumak dahi istemiyorum.
Omuzlarını kaldırdı Erol:
- Yapacak bir şeyim yok anne. İstersen karımı alıp gideyim. Bir daha görüşmeyelim.
Annesini en yumuşak yerinden vurduğunu biliyordu. Bütün olumsuzluklara rağmen Aysel Hanımın ondan asla vazgeçmeyeceğinin bilincindeydi. Annesinin kendisine olan aşırı zaafını çok iyi biliyor, onlardan aldığı intikam paralelinde bunu da çok iyi kullanıyordu. Aysel Hanım korkuyla inledi:
- Ben... Ben sen olmadan yapamam..
 
“Bizi kızdırmak için yapıyor bunları!..”

Erol müstehzi bir tavırla annesine baktı. Dudaklarında aşağılayıcı bir tebessümle odadan dışarı çıktı. Aysel Hanım yalnız kalınca inledi:
“Oh Ya Rabbim! Benim günahım ne? Oğlumu kaybetmeyi asla göze alamam. Hele o kenar mahalle dilberine asla bırakamam oğlumu. Onun gözümün önünde kontrolüm altında olması en iyisi. Ferit’i sakinleştirmeliyim. Yoksa Erol’u kaybedeceğim...”
Salon kapısını açıp bütün gücüyle bağırdı:
- Pervin! Pervin!
Biraz sonra hizmetçi kız koşarak geldi:
- Hemen kahvaltıyı hazırla, önce bana bir kahve yap. Sade olsun. Bir de aspirin getir, başım çatlayacak...
- Baş üstüne hanımım...
Biraz sonra kahvesi ve aspirini gelmişti. Pervin hemen sofrayı hazırlamaya koyuldu. Aysel Hanım kahvesini bitirmeden Ferit Bey geldi. Giyinmişti. Suratı hâlâ asıktı. Aysel Hanım hemen toparlandı:
- Ferit’çiğim, hiç kendini üzme hayatım. Her şey olacağına varır. Bak akıllı düşünelim. Biz oğlumuzu karşımıza alamayız. Ona yakın davranmalı, ona ilgi göstermeliyiz. Elbet o da böyle bir evliliğin olamayacağını anlayacak. Onu dışlarsak bu sefer gidip o kenar mahalle dilberine sığınacak. Biz onu kendimizden uzaklaştırmayalım, göreceksin o zaman her şey kendiliğinden hallolacak.
Ferit bey karısına baktı:
- İşe yarar mı dersin?
Aysel Hanım atıldı:
- Tabii ki yarar, sen ne diyorsun, Erol’u tanıdığını söylemiştin. Bakma, şimdi sinirle, öfkeyle bir tavır takındı. Biliyorsun aşk acısı insana her şeyi yaptırır. O da kendini bilmez bir iş yaptı. Ama eminim aradaki o büyük uçurumu görecektir. Zaten görmese intikam için böyle bir şeye kalkışmazdı. O da biliyor bu sürtükle olamayacağını. Sadece bizi kızdırmak, bizi üzmek istiyor.
Karısının söyledikleri mantıklı gelmişti yaşlı adama. Başını salladı:
- Haklısın Aysel...
Aysel Hanım bilmiş bir şekilde kafasını kaldırdı:
- Ötekini ben hallederim, dar ederim ona bu evi. Göreceksin barınamayacak, kendi çekip gidecek...
Ferit Beyin keyfi yerine gelmişti. Pervin’in getirdiği fincanı gülümseyerek aldı eline:
- Mükemmel bir kadınsın sen Aysel! Bazen öyle akıllı düşüncelerin oluyor ki...
Aysel Hanım kocasının iltifatlarına şımarık bir tavırla teşekkür etti. Az sonra Erol geldi yanlarına. Kerim Bey hemen atıldı:
- Gel bakalım aslanım, otur şuraya, sana biraz haksızlık ettik galiba. Olanları unutalım. Paran var mı söyle bakalım, al sana biraz harçlık...
Cebinden cüzdanını çıkartıp bir tomar banknot aldı içinden ve uzattı:
- Sen genç adamsın. Parasız gezmek olmaz değil mi? İstersen bir ara şirkete uğra, sana yeni odanı göstereyim. Ne de olsa vârisim sensin, biraz ilgilenmen lazım işle. Hah, hah, ha...
Erol babasının yüz seksen derece dönüşüne şaşırmıştı. Annesinin yüzüne baktı kuşkuyla. Aysel Hanım gülümsedi:
- Sen bizim her şeyimizsin aslan oğlum...
 
“Oğlumu senden kurtaracağım!..”

Genç adam babasının uzattığı parayı alıp keyifle cebine koydu. Sonra kahvaltıya oturdu. Hiç kimse Gülcan’ın nerede olduğunu sormuyordu. Genç kız kendisine gösterilen odada Pervin’in getirdiği kahvaltıyı yapmış, dünden beri açlıktan kazınan midesini rahatlatmıştı. Günün bundan sonraki kısmı zor geçeceğe benziyordu. Bütün gün odada oturup kimseyle konuşmadan, hiç kimseyi görmeden geçecek yalnız saatler başlamıştı.
“Bundan sonra bütün günler böyle geçecek...” diye mırıldandı. Çekip gitmeyi düşünüyordu. Ama babasının vereceği tepkiyi biliyor, hayatının bir anda eskisinden daha korkunç bir kâbusa döneceğinden şüphe duymuyordu. Kaldığı odayı incelemeye başladı. Kapının sol tarafında büyük bir gardırop vardı. Hemen onun karşısında pirinç başlıklı tek kişilik bir yatak, yatağın yan tarafında bir komodin ve karşısında iki koltuk bulunuyordu. Koltukların arasında duran yuvarlak fiskos sehpanın üzerinde kristal bir kül tablası duruyordu. Koltukların arkasında balkona açılan kapı vardı. Kapının sol tarafında ise banyo girişi, hemen banyo kapısının yanında bir çalışma masası ve duvara asılı üç tane rafın üzerinde de çeşitli kitaplar duruyordu. Yerler açık kahverengi halı kaplıydı. Perdelerin güneşlikleri de koyu kahverengiydi. Tavandan orijinal bir avize sallanıyordu. Gülcan odayı sevimli bulmuştu. Pervin’in laf arasında söylediğine göre burası misafirler için hazırlanmıştı. Raflardan bir kitap alarak koltuklardan birine oturdu. Bir romandı elindeki. Sessizce okumaya başladı. Başka yapacak bir işi yoktu çünkü. Birkaç saat sonra oda kapısının hızla açıldığını duyarak irkildi. Aysel Hanım bir kaşı havada karşısında duruyordu. Üzerine açık sarı ipekli bir bluz ve ayağına son derece kaliteli koyu yeşil bir etek giymişti. Saçları yapılıydı. Makyajı oldukça muntazamdı. Gülcan korkarak baktı kadına. Aysel Hanım iki adım attı odanın ortasına doğru:
- Burada ne kadar barınacağını sanıyorsun? Oğlumu senden kurtaracağım. İstediğini şimdilik aldın ama kazanan ben olacağım. Ne paramızı ne de oğlumu yediririm sana bunu unutma! Sakın ortalıkta dolaşma. Seni bu evin içinde asla görmek istemiyorum. Çünkü sen bizim için bir yüz karasısın!..
Gülcan donup kalmıştı. Bu derece aşağılanmak gücüne gitmişti. Hiçbir şey söylemesine fırsat vermedi kadın ve geldiği gibi kapıyı çarparak çıkıp gitti. Genç kız dudaklarını ısırdı:
“Neyin bedeli bu Allahım, neyin bedeli? Sen bir çıkış yolu ver yarabbî”
Oturdu tekrar koltuğa külçe gibi. Kafasının içinden bin bir düşünce geçiyor ama bir türlü hiç birisini sıraya koyamıyor, derleyip toplayamıyordu. Bu şartlar altında bu evliliğin sürmesi mümkün değildi. Ama Gülcan işinden ayrılmıştı. Her şeyden öte babası olacak adam dünyayı zindan edecekti ona. Çünkü Halit, Erol’un oldukça yağlı bir kapı olduğunu düşünüyor, kızının evliliğinden sağlayacağı çıkarların hesabını yapıyordu durmadan. Bunları kaybetmeyi göze alamazdı. Eğer Erol’u terk ederse bunun bedelini şimdikinden daha ağır biçimde ödetirdi Gülcan’a. Çaresizlik genç kızı bunaltmıştı. O sırada odaya giren Pervin onun gözlerinin dolu dolu olduğunu görüp hayretle baktı. Gülümsedi Gülcan:
- Kahvaltı çok güzeldi Pervin kardeş... Ellerine sağlık...

ARKASI YARIN.................NETTEN ALINTIDIR
 
Damadının ne iş yaptığını bilmiyordu!

Halit ceplerini yoklayınca beş kuruş bozuk parasının dahi olmadığını görünce dişlerinin arasından anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak sert adımlarla yürümeye başladı. Gülcan evlendiğinden beri vur patlasın, çal oynasın bir hayat sürüyordu. Erol’un Gülcan’ın karşılığında verdiği parayı düşüncesizce savurmuş, her gün meyhanede ve kumar masasında çılgınca vakit geçirmiş, sabahlara kadar sigara dumanı ve içki kokuları arasında kumar oynamıştı. Sonunda cebindeki para suyunu çekmişti. Kendisi gibi serkeş bir hayat süren arkadaşları daha bir gece önce zengin damat sayesinde artık yokluk çekmeyeceklerini söylememişler miydi? Hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Biraz daha para isteyecekti Erol’dan. Ne de olsa gül gibi kız vermişti ona. Gülcan evden gittiğinden beri arayıp sormamıştı kendisini. Zaten aklına bile gelmemişti kızının varlığı. Damadının iş yerini bilmiyordu. Daha doğrusu Erol’un ne iş yaptığını bile bilmiyordu. Kahveden içeriye girip arkadaşlarının yanına oturdu. Eline para geçtiğinden beri kahveye gidebiliyordu. Yoksa kahve sahibi hiçbirini kapıdan içeri sokmuyordu. Halit bir çay söyledi. Sonra arkadaşlarına doğru eğildi:
- Bugün gidip biraz arpalık isteyeceğim damattan.
- İyi edersin yahu! Kızı bedavaya götürecek hali yok ya bu adamın!
Halit gelen çayını karıştırırken başını salladı:
- Tabii... Ama bir mesele var! Adam nerede oturur bilmiyorum ki...
Arkadaşları hayretle baktılar onun yüzüne. Halit sinirlendi:
- Ne bakıyorsunuz be! Bilmiyorum işte, sorup soruşturacak değilim ya...
Adamlardan biri atıldı:
- Soyadını biliyor musun bu adamın?
Halit durakladı:
- Dur bakayım, Akdemir miydi, Akbilek miydi neydi... Öyle bir şey olacak... Tamam, Akbilek...
Adam keyifle arkasına yaslandı:
- Tamam işte, aç rehberi, bulursun telefon numarasını, adresini...
- Bulurum ya... Fenerbahçe’de oturduğunu biliyorum. Gideyim bakayım postaneye.
Yine geldiği gibi hızla çıktı kahveden. Biraz sonra postahanedeki rehberden adresi bulmuştu. Kahveye dönüp kahveci Akif’e yaklaştı:
- Akif ağabey, bana biraz para versen, gidip damattan harçlığımı alınca vereceğim geri. Yol parası yapacağım... Haydi, Allah’ını seversen...
Akif ters ters baktı Halit’e. Sonra hiçbir şey demeden cebinden bir miktar para çıkartıp uzattı. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgeyecek hali yoktu. Halit beş dakika sonra otobüse binmiş, Fenerbahçe’nin yolunu tutmuştu bile. Ağırlığını koyacak, kopartabildiği kadar yüklü bir miktarı kopartmaya çalışacaktı. Kendisine engel olmaya kalkacak halleri yoktu. En doğal hakkıydı kızını görmek. Pis bir şekilde sırıttı:
“Haydi bakalım Erol efendi, pamuk eller cebe!” diye mırıldandı kendi kendine...
 
“Bir bey sizi görmek istiyor”

Yarım saat sonra Fenerbahçe’ye gelmişti Halit. Elindeki adrese göre bir müddet aradı evi. Daha sonra sorduğu bir adam karşıda, denizin karşısındaki villayı işaret edince bir ıslık çalmaktan kendini alamadı. Burası evden ziyade küçük bir saraya benziyordu.
Halit kapıyı çalıp beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra Pervin kapıyı açmış, karşısındaki bakımsız, serkeş görünüşlü adamı gelişigüzel bir dilenci zannederek başından savmaya kalkışmıştı:
- Yok kardeşim bir şey, başka kapıya...
Halit ayağını uzattı, kapının kapanmasını engelledi:
- Hop! Ağır ol bakalım küçük hanım, benim adım Halit. Ben Gülcan’ın babasıyım. Ne o, kızımı göremeyecek miyiz yani? Öyle mi emir aldın efendilerinden?
Pervin hayretle baktı karşısındaki adama. Toparlandı hemen:
- Affedersiniz... Bir dakika Gülcan Hanıma haber vereyim...
Halit sırıttı:
- Boş ver Gülcan’ı, sen damat evde mi onu söyle? Erol evde mi?
Pervin korkuyla süzdü adamı. Sonra başını salladı:
- Evde efendim. Bir dakika çağırayım.
- Çağır bakalım, haydi biraz acele et!.. Kırıtıp durma karşımda...
Hizmetçi kız koşar adımlarla uzaklaştı. Erol salonda annesiyle birlikte oturuyordu. Günlük gazeteleri almış göz gezdiriyor, bir yandan da kahvesini yudumluyordu. Pervin salona girdi:
- Küçük bey, kayınpederiniz olduğunu söyleyen bir bey sizi görmek istiyor. Ön kapıda bekliyor.
Erol hayretle önce hizmetçi kıza, sonra da annesine baktı. Aysel Hanımın kaşları çatılmıştı. Tiz bir sesle haykırdı oğluna:
- Erol bu da ne demek oluyor?
- Ben hallederim anne, sen karışma!
Hızla salondan çıktı. Kapıya geldi. Halit gülümsedi:
- Vay damat Bey, nasılsın bakalım?
Ardından cevap beklemeden bilmiş bir tavırla ekledi:
- Kusura bakma, keyfinizi bozduk ama anlarsın bu işlerden. Biraz arpaya ihtiyaç var.
Erol dudaklarını ısırdı:
- Sana yeteri kadar vermiştim sanıyorum. Anlaşmamız böyle değildi...
Halit diklendi:
- Sonrasında daha da vereceğim dedin, şimdi kıvırtma damat bey... Biz senin sözünü söz bildik, “he” dedik... Şimdi yan çizmenin bir anlamı yok...
Erol cüzdanını çıkartıp kalın bir deste çıkarttı:
- Bu son Halit Efendi... Bundan başka zırnık işlemez.
Uzattı parayı:
- Kızını görmeyecek misin, Gülcan yukarıda...
Halit omuzlarını silkti:
- Boş ver kızı şimdi, burada keyfi iyidir. Burada adam kötü olur mu yahu... Selam söylersin, haydi hoşçakal.
Gözleri parlamış bir şekilde elindeki banknotları sayarak uzaklaştı. >
 
“Ben Fransa’ya gidiyorum anne”

Aysel Hanım tek kaşı havada, ayakta bekliyordu oğlunu. Erol salona girer girmez atıldı bir panter gibi:
- Duydum bütün konuşmaları... Bize nasıl bir kızı gelin diye getirdin açıkça görülüyor, oğlum, sen deli misin? Bu insanlarla birlikte nasıl bir hayat sürersin sen? Bu adam eşkıya gibi, ben bir daha bu adamı kapımda görürsem polis çağırırım! Yaktın kendini Erol’um, yaktın kendini... Bizi de yaktın!
Erol alaycı bir tavırla gülümsedi annesine:
- Siz de kız beğenmiyorsunuz! Jale’ye de aynı şeyleri yaptınız...
- Jale, Jale, o kıza olan tutkun zaten bunları getirdi başımıza... Keşke karşı çıkmasaydım ona. Hiç olmazsa kariyeri vardı, iki laf etmeyi biliyordu...
Sonra aklına aniden gelmiş gibi atıldı:
- Git bul onu, gönder bu kızı, söz veriyorum sana karşı çıkmayacağım, yeter ki bu sülüklerden kurtulalım.
Hayretle baktı Erol annesine:
- Ciddi misin anne bu söylediklerinde? Nasıl söyleyebiliyorsun bunu?
Aysel Hanım omuzlarını silkti:
- Zararın neresinden dönülse kârdır oğlum. Sana kız mı yok! Madem bütün mesele Jale denilen kız!
Erol koltuklardan birine oturdu:
- Bazı şeyler artık geriye dönemez anne. Jale onurlu bir kızdır. Bir daha benimle birlikte olmaz.
Aysel Hanım bir sigara yaktı:
- Hiç de öyle değil. Sen gidip ikna edersin. Eğer seviyorsa mutlaka dönecektir. Denedin mi?
Erol ilk defa Jale hakkında annesiyle bu kadar rahat ve olumlu konuşabilmenin heyecanıyla haykırdı:
- Döner mi dersin anne?
Aysel Hanımın içi istemese de kötünün iyisidir diyerek üsteledi:
- Tabii döner oğlum. Sana dönmeyecek de ne yapacak? Aslan gibi yakışıklı çocuksun, paran da var...
Erol sevinçle fırladı ayağa:
- Ben Fransa’ya gidiyorum o zaman anne... Hemen pasaport işlemlerine başlayayım. Gidip konuşayım Jale’yle... Eğer ikna edebilirsem... Hemen ayrılırım Gülcan’dan.
Aysel Hanım memnun bir şekilde gülümsedi:
- Ah yavrum, ah benim güzel oğlum, nasıl büyük bir hata yaptın böyle?!..
Erol yerinde duramıyordu. Hızla odasına fırlayıp giyindi. Eğer annesinin dediği gibi olursa hayatı boyunca sevdiği tek kıza kavuşma imkanı olacaktı. Şimdi yaşıyordu hırsla ve öfkeyle yaptığı işin pişmanlığını. Bütün bunları aklından geçirirken bir başka hayatı nasıl mahvettiğinin bilincinde değildi. Hiç düşünmüyordu Gülcan’ı. Onun hayallerini nasıl yıktığını, onu nasıl bir dipsiz kuyuya attığını aklına bile getirmiyordu. Giyinip arabasına atladığı gibi hızla uzaklaştı evden. Aysel Hanım sinsi bir şekilde gülümsüyordu. İlk etabı kazanabilirse ne yapıp edip Jale’yle oğlunun evlenmesine yine mani olmak için elinden geleni ardına koymayacaktı. Şu anda kurtulması gereken kişi Gülcan’dı. Genç kız bu eve geldiğinden beri odasından çıkmıyordu. Bütün gün dört duvarın arasında oturuyor, sanki müebbet hapse mahkum edilmiş bir mahkum gibi yüzünü göstermiyordu. Hayatı küçücük bir mekanın içinde neyi beklediğini bilmeden geçiyordu...
 
Gülcan heyecanla fırladı ayağa!..

Gülcan evlendiğinden beri dışarıya adımını atmamıştı. Bir kere sabah erken saatte bahçeye çıkmış, Aysel Hanımın odasına gelip yaptığı hakaretlerden sonra ondan da vazgeçmişti. Erol’u iki gündür hiç görmemişti. Gördüğü tek yüz, üç öğün yemeğini getiren ve kuşluk vakti gelip odasını süpüren Pervin’di. Hizmetçi kızla bir dostluk kurmuştu. Çok özel konulara inmemekle birlikte olduğu saatlerde sohbet ediyorlardı. Tabii bu sohbetlerden Aysel Hanımın asla haberi yoktu. Çünkü buna hemen engel olur, hatta Pervin’in işine son vermeye kadar götürebilirdi tepkisini. Pervin o gün de odayı süpürmek için kapıyı çaldı iki defa. Gülcan heyecanla kalkıp kapıyı açtı:
- Küçük Hanım, süpürecektim...
- Gel Pervin abla...
Hizmetçi kız hemen daldı odaya, balkon kapısını açtı odanın havalanması için. Yatağın örtülerini kaldırdı. Gülcan çekingen bir tavırla yaklaştı:
- Yardım edeyim mi Pervin abla?
- Yok küçük Hanım, siz ellemeyin, ben yaparım. Siz oturun...
Gülcan koltuklardan birine oturdu. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Pervin konuştu:
- Bu sabah babanız geldi.
Gülcan heyecanla fırladı ayağa:
- Babam mı? Sahi mi? Ne zaman?
- Sabah, Erol Beyle görüştü. Hemen kapıdan.
Gülcan zeki bir kızdı. Babasının ne için geldiğini hemen anlamıştı. Omuzları çökmüş bir vaziyette geri oturdu. Yıkılmıştı. Kekeledi:
- Beni, beni sormadı mı?
Pervin acıyarak baktı genç kıza:
- Erol Beyi görmek istedi sadece.
Başını salladı Gülcan “Anlıyorum” diye mırıldandı. Zaten hiçbir zaman babasını bir destek olarak görmemişti. Yine de kendini her zamankinden fazla yalnız hissetti. Pervin devam etti:
- Erol Bey de Fransa’ya gitti. Acele bir işi çıkmış. Evde sadece hanımefendi var.
Gülcan üzüntülü bir şekilde gülümsedi. Cevap vermedi. Geleceği hakkında hiçbir şey düşünemiyordu. Oradan oraya savrulup duruyor, kendisini savuran rüzgâra hükmedemiyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor ama bir şey yapabilmek için de hiçbir gücü olmadığını biliyordu. Bütün istediği biraz sevgiydi aslında. Biraz güler yüze hayatını verirdi. Kendisine yakınlık gösteren insanın kölesi bile olabilirdi. Hayattan tüm beklediği anlayış ve sevgiydi. Erol’a olan aşkı azalmıştı. Yine de onunla yaşadığı kısa dönemdeki duygu yoğunluğunun kırıntıları yüreğinin bir köşesinde duruyordu. Ara sıra karşılaşıp konuştukları zaman onun vicdanının rahatsızlığını hissetmesi kendisini duygulandırıyor, yaşadıklarını o saniyede göz ardı edebiliyordu. Öylesine açtı sevgiye... Bir başkasının senaryosunda oynayan oyuncu gibiydi âdeta. Oysa bu kendi hayatıydı ve hayatının kontrolünü tamamen başkalarının ellerine teslim etmişti. Bu durum içini acıtıyor, kendisini aciz, kişiliksiz hissetmesine neden oluyordu

...
 
İçeriden ayak sesleri geliyordu!

Uçak Orly Havaalanına indiği zaman saat akşamüzeri beşti. Erol uçaktan çıkıp pasaport kontrolünü yaptırdıktan sonra bir taksiye atlayıp Paris’in arka semtlerinden birinin adresini verdi. Jale’nin oturduğu yerin adresini onun en yakın arkadaşından almıştı. Kendisine bir mektup yazacağını söylemiş, asıl niyetinden bahsetmemişti. Taksi istediği yere kendisini getirip bırakınca parasını ödeyerek önünde durduğu altı katlı taş binaya baktı. Neredeyse yüz yıllık gibi görünüyordu. Mermer merdivenlerinden çıkarak içeri girdi. Kolejde okuduğu için derdini anlatabilecek kadar İngilizce bilirdi. Kapının açıldığı geniş lobideki bankonun arkasında duran ince uzun, esmer Fransız delikanlıya yaklaşarak İngilizce olarak Jale’nin adını verdi. Delikanlı bu temiz görünüşlü genç adamdan şüphelenmemiş olacak ki beşinci kattaki yirmi yedi numaralı odayı işaret etti. Asansöre bindi. Eski tip demir akordeon kapılı asansör kaplumbağa hızıyla çıktı katları. Uzun koridoru heyecanla yürüdü. Yirmi yedi numaranın önüne gelince derin bir nefes aldı. Yavaşça kapıya vurdu. İçeriden ayak sesleri geliyordu. Az sonra kapı açıldı ve Jale karşısında Erol’u görünce hafif bir çığlık atarak iki adım geri çekildi.
- Erol! Burada ne işin var?
Erol gülümsüyordu. Ellerini iki yana açtı:
- Geldim, senin hasretine dayanamadım daha fazla. Her şeyi silip atarak geldim.
Gülümsemeye devam ediyordu:
- Beni içeri almayacak mısın?
Jale yana çekildi. Tedirgin bir hali vardı. Erol içeri girdi, etrafına baktı:
- Ne kadar sevimliymiş burası böyle...
Genç kıza döndü:
- Annemi ve babamı ikna ettim Jale... Her şeyi kabul ettiler.
Jale toparlanmış, ilk anda yaşadığı şaşkınlıktan kurtulmuştu. Kaşları çatıldı:
- Ne demek istiyorsun yani?
- Benimle evlen Jale... Sen olmadan ben bir hiçim.
Genç kız dikkatle baktı onun yüzüne. Acımasız bir ifade yerleşmişti gözlerine:
- Bu imkansız Erol. O hikaye bitti. Ben silip attım o meseleyi beynimden de kalbimden de. Sadece güzel bir anısın sen, daha fazla bir şey olamazsın.
Erol hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yalvaran gözlerle baktı genç kıza:
- Jale, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, bak buralara kadar geldim arkandan, ne olur...
Jale hafifçe gülümsedi:
- Bu imkansız Erol, çünkü ben evlendim. Çok mutluyum. Burada tanıdığım ve sevdiğim aynı okuldan bir Fransız gençle evlendim. Şimdi bana mutluluklar dile ve git buradan.
Erol beyninden vurulmuşa dönmüştü. Duyduklarının gerçek olup olmadığını düşünüyor, her şey bir şaka gibi geliyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama Jale izin vermedi. Kapıyı ardına kadar açmış onun çıkmasını bekliyordu. Erol yavaşça kapının dışına çıktı. Jale gülümsedi:
“Güle güle Erol, ben de sana mutluluklar dilerim” diyerek kapıyı kapattı. Erol donmuş kalmıştı...
 
Başı dönüyor midesi bulanıyordu

Erol uçaktan iner inmez havalimanına park ettiği arabasına atlayarak son hızla uzaklaştı. Jale’nin yanından ayrıldıktan sonra sanki bir uyur gezer gibi bilinçsizce sokaklarda dolaşmış, sonra kurulmuş bir makine gibi hareket ederek tekrar havalimanına dönmüş, İstanbul uçağına binmişti. Yol boyunca beyninde sadece Jale’nin bir başkasıyla evlenmiş olduğu gerçeği vardı. İçindeki ayrılık acısı, sevdiğini kaybetmenin verdiği dayanılmaz sızı ve ailesine, insanlara karşı duyduğu öfke mantıklı düşünmesine engel oluyor, sadece duygularının esiri olarak hareket ediyordu. Uçakta gizli gizli ağlamıştı. Arabasına bindiği zaman nefes alamıyordu. Deli gibi dolaştı caddelerde. Yıkılmıştı. Hiçbir şey umurunda değildi artık. Bir restoranın önüne çekti arabasını. İçeri girip dip masalardan birine oturdu. Biraz sonra masası donanmıştı. Saatlerce içti, içti... Ayağa kalktığı zaman sallanıyordu. Hesabı ödedi. Tahmin edilemeyecek kadar sarhoştu. Bu halde araba kullanamayacağını anlayınca bir taksi çağırdı. Villanın adresini verdi. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Gözleri dolu doluydu...
Villaya geldiği zaman gece yarısını çoktan geçmişti. Güçlükle anahtarını çıkarttı. İçeri girdiği zaman bir müddet etrafına baktı. Herkes yatmıştı. Merdivenleri çıkarken iki kere düşme tehlikesi atlattı. Odasına giderken birden karar değiştirip Gülcan’ın kapısına geldi. Kapıyı açtı. Genç kız uyuyordu. İçeri girdi. Sarhoş genç tam ayak ucunda durdu karısının. Gülcan uykusunun içinde bir yabancının varlığını sezmiş olacak ki gözlerini açtı şaşkınlıkla. Yatağın ucundaki karaltıyı görünce korkuyla inledi. Hemen komodinin üzerindeki gece lambasını yaktı. Hayretle baktı Erol’a:
- Erol?
- Sen benim karımsın değil mi?
Genç kız fırladı yataktan. Onun sarhoş olduğunu anlamıştı. Babasından alışıktı bu manzaralara. Üzüntüyle ısırdı dudaklarını. Genç adamı kolundan yakaladı:
- Erol, çok sarhoşsun... Otur şuraya...
- Evet sarhoşum...
Genç adam kendisini bu hale sokan gerçeği unutmuş, beyninden çıkartmış gibiydi. Bilinçsizce hareket ediyordu. Gülcan’ın yüzüne baktı:
- Ben burada yatacağım...Karımla birlikte...
Gülcan irkildi. Evlendiğinden beri ara sıra gördüğü kocası şimdi yanına gelmişti. Korkuyla geri çekildi:
- Erol, haydi yat uyu ne olur... Çok kötü görünüyorsun...
Genç adam ayağa kalktı. Yüzünü buruşturarak baktı genç kıza. Sonra aniden elini kaldırıp bir tokat attı yüzüne. Gülcan sanki dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi her yerin karardığını hissetti. Bilincini yitirerek yatağa yuvarlandı. Sabah gün ağardığı zaman yediği tokadın etkisiyle sızlayan yanağının acısıyla açtı gözlerini. Yalnızdı odada. Gece olanları hatırlamaya çalıştı. Son hatırladığı birdenbire yediği darbeydi. Yanağı şişmişti. Hemen banyoya koştu, soğuk suyla yıkadı yanağını. Ateş gibi yanıyordu. Erol gitmişti. Giyinerek koltuğa oturdu. Ağlıyordu... Bunca aşağılanmanın verdiği nefret hissiyle kaçıp uzaklara gitmek istiyordu. Pervin kahvaltısını getirdiği zaman hiç konuşmadı. Teşekkür etti sadece. Hiçbir şey yemedi. Bütün gün koltukta oturup, gözlerini sabit bir noktaya dikerek düşündü. İstenmediği bir yerde bir hapis hayatı yaşıyordu. Ama en fazla ağırına giden dün gece maruz kaldığı davranış olmuştu... >
 
Her şey o korkunç gecede olmuştu!

O günden sonra Erol’u görmedi. Hayatla ilişkisi kesilmiş gibiydi. Bu zaman zarfında birkaç kere Aysel Hanım odasına gelmiş, olmadık hakaretlerle yine onu aşağılamış ve en kısa zamanda villayı terk etmesini söylemişti. Dayanacak gücü kalmamıştı artık. Aciz bir şekilde hâlâ Erol’dan bir destek bekliyordu. Sağlıklı düşünemez olmuştu. Gidecek yeri yoktu. Babasına döndüğü zaman karşılaşacağı olayları biliyor, cesaret edemiyordu. Beş kuruş parası yoktu cebinde. Zayıflamıştı. Yüzü sapsarıydı. Kendisine acıyarak bakan Pervin’in teselli verici sözlerinden başka dayanağı kalmamıştı. O talihsiz gecenin üzerinden bir ay geçti. Erol ortalarda yoktu. Pervin onun eve de gelmediğini, zaman zaman uğrayıp üzerini değiştirdiğini ve babasından para alıp yeniden gittiğini söylemişti. Aysel Hanım oğlunun bu davranışlarının sebebinin Gülcan olduğuna kendini inandırmıştı. Bu yüzden bütün öfkesiyle yükleniyordu kıza. Evde bazen onun çığlıklarını duyuyordu Gülcan. Merdivenin başına gelip bağırıyor, bütün kinini kusuyordu. O gün Pervin akşam yemeğini getirdiği zaman yerinden kalkacak hali yoktu. Pervin endişe ile baktı yüzüne.
- Küçük hanım, bir iki lokma yeseniz...
- Çok kötüyüm Pervin abla... Başım dönüyor, midem bulanıyor...
- Ah küçük hanım...
Gülcan ayağa kalktı. Sallanıyordu. Yalvarır gibi baktı hizmetçinin yüzüne. O anda dünya fırıldak gibi döndü. Tutunmak istedi bir yerlere. Başaramadı ve olduğu yere yığıldı. Pervin telaşla bağırarak koştu aşağıya. Aysel Hanım ve Ferit Bey salonda kahvelerini içiyorlardı. Pervin nefes nefese girdi içeriye:
- Hanımefendi, Beyefendi, Küçük Hanım bayıldı. Yığıldı olduğu yere...
Ferit Bey gözlüklerinin üzerinden şaşkınlıkla baktı telaş içindeki hizmetçiye. Sonra ayağa fırladı. Aysel Hanım ise umursamaz bir tavırla dinliyordu.
- Nasıl bayıldı, nerede? Diye sordu Ferit Bey.
- Odasında beyefendi, çok kötü görünüyordu zaten...
Ferit Bey hemen telefona gitti, ahizeyi kaldırıp numaraları tuşladı. Aile doktorunu çağırmıştı. Aysel Hanım lakayt bir tavırla söylendi:
- Hastalıklıdır... Ne gerek var doktor çağırmanın, az sonra gelir kendine. Bıktım zaten bu kızdan. Evin içinde, sığıntı olduğunu anlamak tasarrufundan bile yoksun. Defolup gitsin artık Ferit. Görüyorsun işte, Erol da istemiyor. Sadece bir inat uğruna getirip onu eve koydu. Huzurum kaçtı. Sanki bir hayvan besler gibi bakıyoruz mecburmuşuz gibi...
Ferit Bey düşünceliydi:
- Yazıktır Aysel, biz üzerimize düşeni yapalım... Sokak köpeği bile olsa bu durumda yardımcı olunur.
Doktor Taner Bey on beş dakika sonra gelmiş, doğruca Gülcan’ın odasına çıkmıştı Pervin’le birlikte. Dikkatle muayene etti Gülcan’ı. Sonunda işini bitirip gülümsedi:
- Bu baygınlık normal küçük Hanım. Bir bebeğiniz olacak çünkü. Şimdi dikkatle dinlenin. Ben bazı takviye edici ilaçlar yazacağım. Biraz beslenmeniz lazım. Tekrar kontrole geleceğim...
Gülcan dehşet içindeydi. Her şey o korkunç gecede olmuştu. Bir sokak kadını muamelesi görmüş ve bir hayvanın bile karşılaşamayacağı davranışlara maruz kalmıştı. İçindeki acı tarif edilir gibi değildi...
 
“Kendi ipini kendin çektin!”

Aysel Hanımın tiz çığlığı villanın bütün odalarında yankılandı. Doktor Taner Beyin söylediklerini duyunca adeta çıldırmıştı kadın. Ferit Bey şaşkınlık içinde dinliyordu doktoru. Aysel Hanım ise öfkeyle haykırıyordu:
- Bu çocuk asla doğmayacak... Benim oğlumun çocuğu olamaz bu... Erol bu kadar aptal olamaz... Mümkün değil. Olamaz!
Kocasına döndü ve işaret parmağını sallayarak haykırdı:
- Bir gün bile durmayacak bu evde bu kız, hemen göndereceksin. Derhal Erol’u bul Ferit... Hemen Erol’u bul bana. Şimdi!
Ferit Bey karısını sakinleştirmeye çalışıyordu:
- Dur hele, dur bakalım Aysel... Hemen hüküm verme. Onlar sen istesen de istemesen de evli. Karı koca. Nasıl engel olabilirsin sen?
Aysel Hanım fenalıklar geçiriyordu:
- Ben evde bunun varlığına tahammül edemezken bir de çocuk çıkarttı başıma. Ah Erol, ben seni ne yapayım, nasıl temizleyeceksin bu pisliği bilmiyorum. Bul Ferit şu oğlanı...
Ferit Bey yerinden kalkıp telefona gitti. Erol’un birkaç arkadaşını arayıp ona ulaşmalarını ve oğlunun hemen eve gelmesini söyledi. Doktor Taner Bey yazdığı reçeteyi masanın üzerine bırakıp ayrıldı evden. Aysel Hanım sigara üzerine sigara içiyor ve bir panter gibi kükrüyordu. Sonunda dayanamadı. Hızla merdivenleri çıkıp Gülcan’ın oda kapısını ardına kadar açtı. Kız yataktaydı. Bitkin görünüyordu. Tam odanın ortasına gelip durdu:
- Sonunda yapacağını yaptın, istediğin buydu değil mi? Bir çocuk yapıp mirasa ortak olmak... Yağma yok kendini akıllı zanneden aptal şey! Bu çocuk doğmayacak. Kim bilir nasıl kandırdın oğlumu. Artık kendi ipini kendin çektin... Belki de karnında çocuğunla geldin buraya... Söyle öyle değil mi?
Gülcan dehşet içindeydi. Korkuyla bakıyordu kayınvalidesine. Yatağın içinde büzülmüştü iyice. Beyni, sinirleri allak bullaktı. Bugüne kadar hiç hak etmediği şeylere maruz kalmış, acizliğinden korkaklığından, cesaretsizliğinden hepsini sineye çekmişti. Artık dayanamayacağını hissediyordu. Aysel Hanım dişlerini sıktı. Çılgınca feryat ediyordu:
- Bu çocuk asla doğmayacak, asla... Asla! Erol’umu kandırdın değil mi?
Gülcan hiç cevap vermedi. Zaten verecek cevabı da yoktu. Söylese kim inanırdı ki... Bir paçavra muamelesi gördüğünü, kimseyi kandırmadığını, Erol’un kendisine adeta bir hayvan gibi davrandığını söylese ne değişecekti ki!.. İnledi sadece... Gözlerini kapattı. Sicim gibi yaşlar dökülüyordu gözlerinden yanaklarına doğru. Kafese kapatılmış minik bir serçe gibi titriyordu zavallı... Aysel Hanım öfkesini odadaki eşyalardan çıkartmaya başladı. Her şeyi fırlatıp attı yerlere. Koltukları tekmeledi. Gözü dönmüştü. Neden sonra hırsını sıktığı yumruklarından çıkartarak, şakaklarındaki damarları patlayacakmış gibi kabarmış bir halde çıktı odadan. Gülcan bir fırtınadan çıkmış gibiydi. Dudaklarını ısırdı:
- Bebeğimi yok edecekler! Diye inledi... İstese de istemese de karnında taşıdığı can onun bir parçasıydı. Onun varlığını duyduğu anda bir şok yaşamış ama annelik duygularıyla içi sıcacık olmuştu.
 
Alaycı bir ifade vardı yüzünde!

Erol Fransa’dan döndükten sonra iyice serkeşliğe vurmuştu işi. Jale’nin evlenmesini hazmetmek, yaşadığı aşk acısına dayanabilmek için sorumsuz bir hayat sürüyor, bütün zamanını sokakta, kendisi gibi boş gezen arkadaşlarının yanında, içki masalarında geçiriyor, acısını böyle hafifletmeye çalışıyordu. Gülcan aklına bile gelmiyordu. Anne ve babasına duyduğu öfke yüzünden onları üzmek, onlardan intikam almak duygusuyla yanıp tutuşuyordu. Kimseye inanmıyor, mantığını yitirmiş, taş kalpli bir insan gibi merhamet ve sevgi duygularından uzak duruyordu. O gün de yine avare avare dolaşırken yanına gelen arkadaşı babasının kendisini aradığını, derhal eve gitmesi gerektiğini söylemişti. Lakayt bir tavırla omuz silkti:
- Ne yapacakmış ihtiyar beni?
- Ben bilmem abi... Adam aradı, bulun Erol’u, hemen eve gelsin, çok acil dedi.
- Boş ver... Şimdi işim var. Bir ara uğrarım...
Gece yarısına kadar yine sorumsuzca dolaştı gece kulüplerinde. Nihayet artık ayakta duracak hali kalmayınca arabasına binip eve doğru hareket etti. Villanın bütün ışıkları yanıyordu. İçkinin verdiği mahmurlukla gözlerini kırpıştırarak baktı pencerelere. Sonra yavaşça çıktı merdivenleri zile dayandı. Pervin telaş içinde açtı kapıyı:
- Ah küçük Bey, nerede kaldınız. Anne ve babanız sizi bekliyorlar...
Omuz silkti, cevap vermedi hizmetçi kıza. Salon kapısını açtı:
- İşte geldim...
Ferit Bey yüzünü buruşturarak baktı oğlunun yüzüne:
- Çok şükür teşrif edebildiniz beyefendi... Neredesin bu saate kadar?
Erol mahmur gözlerle baktı babasına. Alaycı bir ifade vardı yüzünde. Cevap vermedi. Annesine döndü. Aysel Hanım ayağa fırladı:
- Erol... Otur şuraya bu yukarıdaki kenar mahalle dilberi hamileymiş.
Erol şaşkınlıkla baktı annesine:
- Ne? Sahi mi? Eee?
Aysel Hanım tiz bir sesle haykırdı:
- Bu senin çocuğun olamaz Erol... Asla olamaz...
Erol gözlerini kırpıştırdı. Garip hareketler yaptı içkinin tesiriyle. Dili dolanıyordu konuşurken:
- Neden olamaz anne? Biz evliyiz...
Bilinçsizce konuştuğu belliydi. Babasına baktı gülerek:
- Hadi dede oluyorsun Ferit Akbilek...
Ferit Bey öfkeyle haykırdı:
- Erol! Kendine gel...
Erol koltuklardan birine oturdu. Sarhoş olmasına rağmen Fransa’dan döndüğü akşam yaşananları hatırlıyordu. Bir sigara yaktı:
- O benim çocuğum...
Anne ve babasının halini gülerek seyrediyor, onları bu hale getirmenin kin dolu zevkini yaşıyordu...
***
Erol, Gülcan’ın yanına hiç gitmedi. Bütün gece bekledi genç kadın kocasını. Onun eve geldiğini duymuştu arabanın sesinden. Uyumamıştı. Gözlerinden uyku akmasına rağmen uyuyamıyordu...
 
“Hakkını helal et Pervin Abla!..”

Erol ertesi gün de gelmeyince artık bazı kararlar vermesinin zamanının geldiğine inandı. Karnındaki bebeğin yok edilmesine asla izin vermeyecekti. Akşama doğru Aysel Hanım geldi odaya. Adeta iğrenerek bakıyordu Gülcan’a:
- Yarın Pervin’le birlikte öğleden sonra doktora gideceksin. O bebekten kurtulacaksın. Ondan sonra da cebine para koyacağım ve bu evden gideceksin. Sana, senin varlığına daha fazla tahammül edemeyeceğim.
Gülcan hiç cevap vermedi. Korku içindeydi. Aysel Hanım bu sözleri söyledikten sonra yüzünü buruşturarak baktı genç kadına. Aynen geldiği gibi öfkeyle çıkıp gitti. Gülcan akşama kadar hiçbir şey yememişti. Akşam Pervin’in ısrarlarıyla bir tabak çorba içti. Gülümsedi hüzünle:
- Bana bu evde tek yakınlık gösteren sendin Pervin Abla. Hakkını helal et.
- O nasıl konuşmak küçük Hanım? Tabii ki helal olsun. Keşke elimden daha fazlası gelseydi ama biliyorsun benim de ekmek param burası. Annemin baktığı babasız iki küçük çocuğum var benim de... Bu işi kaybedersem aç kalırlar. Onlara hasret, burada hizmetçilik yapıyorum. Sadece evlatlarım için. Sen şimdi düşünme bunları. Yat uyu güzelce. Yarın doktora gideceğiz...
Gülcan acı acı gülümsedi:
- Evet... Bebeğimi yok etmeye...
Pervin dudaklarını ısırarak odadan çıktı. Ağlamaklı olmuştu. Gülcan yatağına uzandı. Beyninin içinde çeşitli düşünceler vardı. Bütün gece düşündü gözünü kırpmadan. Sabaha karşı ani bir kararla kalktı. İki parça eşyasını bir torbaya doldurdu. Sonra ayaklarının ucuna basarak koridora çıktı. Ses çıkartmamaya gayret ederek aşağıya indi. İnce, triko bir hırka giymişti. Sokak kapısını açınca yüzüne vuran sabah serinliği içini ürpertti. Hızlı adımlarla bahçe kapısına yürüdü. Başını annesinden kalan bir eşarpla bağlamıştı. Biraz olsun sabah ayazından kulaklarını koruyabiliyordu böylece. Elindeki naylon torbayı koluna taktı. Ellerini hırkasının cebine sokarak hızlı adımlarla gelişigüzel yürümeye başladı. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Her şeye katlanabilir, çelimsiz başını sokacak bir yer nasılsa bulurdu. Bugüne kadar cesaret edip de yapamadığı şeyi, bebeğini kaybetme korkusu yaptırtmıştı sonunda. Çok düşünmüştü gece boyunca. Bundan sonrasında karşısına çıkacak engelleri aşabilecek yüreğinin olup olmadığını tartmıştı. Sonunda bir karara vardı. Daha fazla aşağılanmaya, daha fazla onurunun ayaklar altına alınmasına izin vermeyecekti. En önemlisi bedeninde taşıdığı canın yok edilmesine asla müsaade etmeyecekti. Bütün gün yürüdü. O kâbus gibi günlerin geçtiği mahalden uzaklaşmak istiyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden yürüdü. Cebinde beş kuruş parası yoktu. Karnı acıkmıştı. Nihayet akşam olmak üzereyken gördüğü bir parkın içine girdi. Açlığını gördüğü bir çeşmeden su içerek bastırmaya çalıştı. Geceyi geçirecek kuytu bir yer bulmak zorundaydı. Sonunda parkın taşlı yolundan çıkarak ilerideki ağaçların altına gitti. Büzülerek birinin altına oturdu. Bütün hayatını bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirmişti. Karanlık iyice bastırmıştı. Üşüyordu. Naylon torbanın içindeki iki parça giyeceğini çıkartıp üzerini örtmeye çalıştı. Hem bir gece öncesindeki uykusuz geçen saatlerin etkisi, hem de bütün gün durup dinlenmeden yürümesinin bedenine verdiği yorgunluk çöktü üzerine. Gözleri kapanıyordu. Uyumaya korktuğu için direnmeye çalıştı ama nafile. Gözleri kapandı..
 
Anıları içini acıtıyordu!

Mehmet Ali Demir, kızı ve karısını kaybettikten sonra kendisini hayata bağlayan can damarlarından ikisini kopmuş olarak değerlendiriyor, hayatının geri kalan kısmını bir robot gibi geçiriyordu. Tarabya’daki villadan ayrılmış, Anadolu yakasında Bostancı’da başka bir müstakil ev kiralamış, orada oturuyordu. Canından çok sevdiği iki insanı trafik terörüne kurban verdikten sonra o evde oturamayacağını düşünmüş, uşağı Rasim’i, şoförü Muhsin’i de alarak buraya taşınmıştı. Anıları içini acıtıyor, hayatının en kıymetli iki varlığıyla yaşadığı ortamda, onlar olmadan yaşayamayacağını düşünüyordu. Rasim arada bir gidip villanın bakımıyla ilgileniyor, sanki içinde birileri yaşıyormuş gibi temizletiyor ve hazır halde bekletiyordu. O hazin kazadan beri Mehmet Ali Bey bir gün bile uğramamıştı villaya. Çökmüştü adam. Eski neşesinden eser kalmamıştı. Akşamları işinden eve geldiği zaman bir müddet gazetelerle ilgileniyor, yemeğini yedikten sonra odasına çekilip kimseyle konuşmuyordu. Kurulmuş bir makine gibi yaşıyordu artık. Her şeyden elini eteğini çekmişti. Zaten hiçbir yakını yoktu. Karısı ve kızının ölümünden sonra yapayalnız kalmıştı. Sahip olduğu muhteşem servet onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Umurunda bile değildi. Hafta sonları ayrı bir işkenceydi Mehmet Ali Bey için. Yapayalnız geçiriyordu hafta sonlarını. Sabahları evinin elli metre ilerisindeki parkta yürüyüşe çıkıyor, anılarını düşünüyor, onlarla avunuyordu...
O cumartesi sabahında da erkenden uyanmıştı. Rasim’in getirdiği köpüklü, orta şekerli kahvesini içtikten sonra eşofmanlarını giymiş ve yürüyüşe çıkmıştı. Hafta içini yoğun geçirmişti. Fabrikaların işinin yoğunluğu, toplantılar derken bütün bir hafta su gibi akıp gitmiş ama yaşlı adamda yorucu bir etki yapmıştı. Ağır adımlarla yürüdü parka doğru. Arkasından gelen Şoför Muhsin arabasını parkın girişine park ederek on adım geriden takip etmeye başlamıştı patronunu. Mehmet Ali Bey parkın girişinde gördüğü bir sokak köpeğini okşadı. Sarı renkli, kırık kulaklı köpek kuyruğunu sallayarak cevap verdi bu şefkatli dokunuşlara.
“Sen ne güzel şeysin böyle bakayım...” iye mırıldandı yaşlı adam. Sonra kendisini takip eden şoförüne döndü ve seslendi:
- Muhsin, şu hayvana bir şeyler alıp ver, yesin. Belli ki karnı aç...
Yürüyüşüne devam etti. Mis gibi bir hava vardı. Büyük ağaçların hışırtılarından ve tek tük cıvıldayan kuşların sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Kimse yoktu sabahın bu erken saatinde parkta. Yoluna devam etti. Birden ilerideki ağaçların altında bir kıpırtı fark ederek o tarafa yöneldi. Gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Genç bir bayan büzülmüştü bir ağacın dibinde. Üşüdüğü her halinden belliydi. Başındaki eşarp kaymış, kumral, omuzlarına dökülen saçları görünüyordu. Yavaşça yaklaştı Mehmet Ali Bey. Gözleri kapalıydı genç kadının. Hafifçe omzuna dokundu. Birden fırladı çelimsiz kadın. Korkuyla açtı gözlerini ve tedirgin bir şekilde yanı başında dikilen yaşlı adama baktı. Korkudan dudakları titremeye başlamıştı. Mehmet Ali Bey onun yeşile çalan iri gözlerine dikkatle bakınca irkildi. Kaybettiği kızı Ebru’ya benziyordu. İliklerine kadar titrediğini hissetti. Yumuşacık bir sesle fısıldadı:
- Korkma kızım... Benden sana kötülük gelmez...

ARKASI YARIN ......................NETTEN ALINTIDIR
 
Adımını attığı anda dünyası karardı!

Gülcan cevap veremedi. Hakikaten ürkmüştü. Mehmet Ali Bey elini uzattı:
- Gel bakayım... Yoksa sen bütün geceyi burada mı geçirdin?
Başını salladı Gülcan “evet” anlamında. Bu babacan görünüşlü adama karşı bir sıcaklık hissetti...
Mehmet Ali Bey dikkatle bakıyordu zavallının yüzüne. Genç kadının çok normal olmayan ürkek davranışları daha çok merak etmesine sebep olmuştu.
- Korkma kızım, sabaha kadar burada uyunur mu hiç? Senin evin barkın yok mu bakayım?
Gülcan ağlamaklıydı. Etrafına bakındı. Sonra başını kaldırdı “hayır” anlamında. Mehmet Ali Bey daha fazla üsteleyerek onun huzursuz olmasını istemedi:
- Peki kızım, tamam, ama burada kalamazsın, karnın da açtır senin değil mi?
O anda fark etti Gülcan saatlerdir hiçbir şey yemediğini. Açlıktan midesi gurulduyor, gözleri kararıyordu. Yine de onuruna yediremedi:
- Değil efendim... Aç değilim...
- Yine de gel bir şeyler yiyelim, ister misin?
Gülcan başını iki yana salladı. Hâlâ korkuyla bakıyordu yaşlı adama. Mehmet Ali Bey ne yapacağını şaşırmıştı. Gülcan’ın yüzüne dikkatle baktıkça onda kaybettiği kızı Ebru’ya benzeyen daha çok noktalar görmeye başlamıştı. Ağacın dibine oturdu yavaşça:
- O zaman biraz sohbet edelim ister misin?
Gülcan ayakta duruyordu. Sırtını ağaca yaslamıştı. Suçlu bir çocuk gibi titriyordu. Zayıf bacakları kendisini taşıyamaz durumdaydı. Birkaç adım uzaklaşmak istedi gayri ihtiyari. Fakat adımını attığı anda dünya fırıldak gibi dönmeye başladı. Hem yaşadığı tedirginlik ve korkuyla yükselen adrenalini, hem açlığın etkisinden olacak her yer kararıverdi. Yüksekten bırakılmış bir tüy gibi süzülerek düştü. Her şey birkaç saniyede olup bitmiş, Gülcan ağacın dibine yığılıvermişti. Mehmet Ali Bey ok gibi fırladı yerinden ama yakalayamadı genç kadını. Bütün gücüyle bağırdı:
- Muhsin, Muhsin çabuk koş!
Genç şoför yıldırım gibi bitiverdi yanında.
- Kucakla şu genç bayanı çabuk, yavrucak belli ki aç ve susuz... Hemen götürelim buradan. Allah Allah... Kimin nesi acaba? Pek de güzel, pek de genç...
Muhsin hemen Gülcan’ı kucakladı. Hızlı adımlarla parkın çıkışına doğru yürüdüler. Araba hemen orada duruyordu. Dikkatle yatırdılar genç kadını arka koltuğa:
- Eve gidelim Muhsin, ben hemen Ferruh’u arar çağırırım eve. Zavallı çocuk! Kim bilir neler yaşadı?
Hızla eve döndüler. Rasim olanları duyunca hemen iki katlı evin üst katındaki odalardan birini hazırladı. Gülcan hâlâ baygındı. Yatağa yatırdılar. Mehmet Ali Bey aceleyle emektar doktoru Ferruh Beye telefon edip hızla olanları anlattı ve hemen gelmesini istedi. Kapıda bekleyen Rasim’e döndü:
- Güzel bir çorba yap Rasim. Bakalım Ferruh da gelsin, o ne diyecek. Bu çocuk sanıyorum ki aç!
 
“Böylece ondan kurtulmuş olduk!”

Şoför Muhsin o sırada Gülcan’ın torbasını getirmişti. Mehmet Ali Bey dikkatle döktü torbanın içindekileri. Birkaç parça giyecek ve nüfus cüzdanı çıkmıştı torbanın içinden. Dikkatle okudu:
- Gülcan Akbilek.... Hey Allah’ım, daha on sekiz yaşında... Hem de evliymiş... Kim bilir ne hazin, ne sıkıntılı bir hikayedir ... Bekleyelim bakalım, bana bir kahve daha yap Rasim...
Uşak patronunu o elim kazadan sonra ilk defa böyle heyecanlı görüyordu. Koşarak çıktı odadan.
***
Pervin kahvaltı tepsisini dikkatle taşıyarak merdivenleri çıktı. Gülcan’ın odasının önüne gelince tepsiyi bir eline aldı ve öteki eliyle kapıyı vurdu. İçeriden duymaya alışmış olduğu “buyur Pervin Abla” sesini duymamıştı. Bir kez daha vurdu kapıya. İçinden “uyuyor yavrucak herhalde” diye düşünüyordu. Yavaşça çevirdi kapının kolunu. Başını uzattı içeriye. Yatak hiç bozulmamıştı ve Gülcan ortalarda yoktu. Tepsiyi masanın üzerine koyup banyoya baktı. Kimsecikler yoktu odanın içinde. Endişelenmişti.
“Allah Allah! Nereye gider bu kız?” diye söylendi. Birden akıl edip Gülcan’ın dolabına baktı. Dolap bomboştu. O anda anladı zavallı kızın gittiğini. Telaş içindeydi. Hızla merdivenleri indi salona koştu. Aysel Hanım ve Ferit Bey kahvaltı ediyorlardı. Erol her zamanki gibi gece eve gelmemiş, bir arkadaşında kalmıştı. Hızla girdi salona:
- Hanımefendi, beyefendi, gelin hanım gitmiş!
Aysel Hanım tam çayından bir yudum almak üzereydi bu çığlığı duyduğu anda. Az kalsın boğuluyordu, bir iki kere öksürdükten sonra gözlerini kısarak baktı Pervin’e:
- Nereye gitmiş?
- Yok efendim odasında, giyecekleri de yok. Bomboş oda. Gitmiş.
Ferit Bey arkasına yaslandı, dudaklarını büzdü:
- Bence en hayırlı işi yapmış.
Aysel Hanımın dudaklarında sinsi bir tebessüm belirdi:
- Bence de... Peşinden koşup arayacak değilim. Böylece kurtulmuş olduk işte. On sekiz yaşını doldurmuş, dilediği yere defolup gider. Ohh! Rahatladım Ferit.
Pervin içi acıyarak baktı onlara. Hiçbir şey söylemedi. Aysel Hanım mutlu bir yüzle hizmetçiye döndü:
- O odayı iyice havalandır, temizle.
Kocasına döndü:
- Hatta badana bile yaptıralım Ferit, o kızın köylü kokusu sinmiştir şimdi odaya.
Tam bu sırada sokak kapısının açıldığını duydular. Erol gelmişti. Genç adam salona girince fevkalade bir şeyler olduğunu hemen sezmişti. Soru dolu gözlerle baktı anne ve babasına:
- Hayırdır? Yüzünüz gülüyor?
- Seninki gitmiş...
Erol şaşırmıştı. Hayretle baktı annesine:
- Kim benimki?
- Yukarıdaki, kim olacak!
Erol anlamıştı:
- Gülcan mı? Nereye gitmiş?
Omuzlarını kaldırdı Aysel Hanım:
- Ne bileyim ben, defolup gitmiş, paçavralarını almış gitmiş işte. Kurtulduk böylece....
Erol umursamaz bir tavırla birkaç saniye sessiz kaldı sonra hizmetçi kıza döndü:
- Pervin, bana koyu bir kahve getir. Birkaç parça da kızarmış ekmek. Midem kötü bugün...
 
X