KIRILMIŞ KALPLER(arkası yarın)

“Şu damat beyi ziyaret edeyim”

Halit yalpalayarak yürüyordu gecenin karanlığında. Bir hafta önce ev sahibi evden atmıştı kendisini. Erol’dan aldığı paralar suyunu çekmişti. Elindeki son birkaç kuruşu da o akşam yemiş, kendini kaybedene kadar içmişti. İçinden ertesi günü damat beyi bir kez daha ziyaret etmesi gerektiğini düşünüyordu. Sokak lambasının altında durdu. Gözleri çizgi halini almıştı. Leş gibi içki kokuyordu. Daha fazla yürüyemedi ve olduğu yere yığılarak sızdı. Sabah gözlerini açtığı zaman yoldan geçenlerin kuşku ve tiksinti dolu bakışlarıyla karşılaştı. Homurdanarak kalktı yerden. Hâlâ ayılamamıştı. Karşıdan gelen orta yaşlı bir adama yaklaştı:
- Birader, bir sigaran varsa versene...
Adam huzursuz bir şekilde cebinden paketini çıkarttı ve olduğu gibi uzattı:
- Al, hepsi senin olsun...
Bir an önce uzaklaşmak istermiş gibi bir hali vardı adamın. Aldırmadı Halit:
- Sağolasın birader, teşekkürler...
Paketin içinden bir sigara alıp yerleştirdi dudaklarına. Yine yoldan geçen bir başka kişiden ateş isteyerek yaktı. Derin bir nefes çekerek zehirli dumanı doldurdu ciğerlerine. Kötü bir öksürük başladı ardından. Defalarca öksürdü. Sonra toparlandı.
“Gidelim şu damat beyi ziyaret edelim bakalım...” diye söylenerek yürüdü. Her zaman gittiği kahveye uğrayıp kahveciden yol parası istedi. Adam asık bir suratla birkaç kuruş verdi. Halit sakin bir şekilde Erol’un villasının yolunu tuttu. Evlendiğinden beri Gülcan’ı görmemişti. Kapısına kadar gitmesine rağmen kızıyla görüşmek istememiş sadece damadından kopartabildiği kadar para kopartmak isteğiyle onunla görüşerek dönmüştü. Villaya geldiği zaman başını dikleştirdi ve kendine güvenen bir hava takınarak bahçeden içeri girdi. Kapıyı Pervin açtı. Sırıttı Halit:
- Erol evde mi, kayınpederinin geldiğini söyle bakalım...
Pervin koşarak salona girdi ve Erol Beye ziyaretçisini haber verdi. Aysel Hanım kuşkuyla oğluna baktı:
- Gene mi para isteyecek bu herif?
- Merak etme anne, şimdi gerekeni yapacağım, artık benden zırnık koparamaz. Zaten kızı falan da yok burada artık.
Yerinden kalkıp kapıya geldi. Halit pis pis sırıtıyordu:
- Damat Bey, kusura bakma, sabahın köründe rahatsız ettim; ama malum mesele....
Erol kaşlarını çattı:
- Artık beş kuruş para alamazsın benden Halit Efendi, haydi şimdi defol git buradan...
Halit şaşırmıştı. Hemen diklendi:
- Ne diyorsun sen be? Ne biçim konuşuyorsun, kızı alır giderim bak!
Erol alaycı bir ifade ile gülümsedi:
- Hangi kızı? Kız mız yok, zaten senin kızın çekip gitti. Kaçtı buradan, nerede olduğundan da haberim yok. Haydi şimdi toz ol, gözüm görmesin seni...
Halit şaşkınlık içinde yüzüne kapanan kapının ardında kalakalmıştı. Kendi kendine küfürler savuruyordu...
 
Gülcan, hâlâ kendinde değildi

Ferruh Bey kapıdan içeriye girer girmez Mehmet Ali Bey atıldı: - Ferruh, bir kızcağız var, parkta buldum kendisini. Yukarıya yatırdık. Pek iyi değil yavrucak...
Doktor nefes nefeseydi. Mehmet Ali Beyin telefonunu aldıktan sonra hiç oyalanmadan hemen fırlamıştı evinden. Ceketini uşağa verdikten sonra tokalaştı Mehmet Ali Beyle:
- Bakalım, görelim bir kere...
Hızla üst kata çıktılar. Gülcan hâlâ kendinde değildi. Şefkatli bir şekilde kızı muayene etti. Dikkatliydi ve hiç konuşmadan yapıyordu işini. Uzun süren muayene faslından sonra çantasından bir ilaç çıkartıp usulca koklattı baygın yatan genç kadına. Gülcan başını iki yana çevirdi. Sonra hafifçe aralandı göz kapakları. Şaşkın bir şekilde bakınıyordu etrafına. Nerede olduğunu, neler yaşandığını fark edebilmek için gözlerini kıstı. Usulca mırıldandı:
- Neredeyim ben?
Mehmet Ali Bey o ana kadar sessiz kalmıştı. Gülcan’ın sorusunu duyunca atıldı:
- Emin ellerdesin kızım, merak etme...
Ferruh Bey gülümsedi:
- Nasılsın bakalım küçük hanım? Bu kadar gıdasız kalınır mı hiç? Bak açlıktan ne hale gelmişsin...
Gülcan kekeledi:
- Ben... Ben...
- Hiç konuşma bence, şimdi güzelce karnını doyur bakalım. Senin uzunca bir dinlenmeye ihtiyacın var.
Mehmet Ali Beye döndü:
- Dışarıda konuşalım beyefendi...
Mehmet Ali Bey gülümsedi Gülcan’a:
- Hiç kalkma sakın evladım. Şimdi sana yemek yollayacağım. Karnını doyur ve rahatça uyumaya çalış. Sakın çekinme ve korkma. Rahatına bak... Toparlan.
İki adam peş peşe çıktılar odadan. Ferruh bey stetoskobunu çıkardı kulaklarından. Katlayıp çantasına yerleştirdi. Sonra başını kaldırıp heyecanla bekleyen yaşlı adama döndü:
- Çok gıdasız kalmış. Belli ki uzun zamandır bir şey yememiş. Aynı zamanda sanıyorum ki bir bebek bekliyor. Biraz kendini topladıktan sonra gereken tahlilleri yaptırır iyice emin oluruz. Bir de kansızlığı var. İyi beslenmesi ve dinlenmesi lazım. Oldukça gergin gördüm kendisini. Psikolojik bir travma da geçirmiş olabilir. Bu kadar kısa süren bir muayeneden edinebildiğim izlenimler bu kadar. Daha sonra daha etraflıca inceleriz. Birkaç gün hiç kalkmadan yatsın. Şimdi birkaç takviye ilaç yazacağım. Yarın tekrar gelip kontrol edeceğim. Bu ilaçları günde üç defa içecek.
Mehmet Ali Bey doktoru kapıya kadar uğurladı. O gittikten sonra tekrar Gülcan’ın yanına çıktı. Rasim bir tepsinin içinde mis gibi tavuk suyuna çorba ve salata getirmişti genç kadına. Gülcan ağır ağır yiyordu gelen yemekleri. Mehmet Ali Beyi görünce utanarak baktı onun yüzüne. Yaşlı adam gülümsedi:
- Çekinme kızım, doyur karnını. Yemeğin bittikten sonra konuşuruz seninle. Burasını kendi evin gibi bil ve rahatına bak. İstediğin bir şey varsa hemen söyle... Doktoru duydun, bir an önce toparlanman lazım...
 
Büyük bir sarsıntı geçirmişti Gülcan

Gülcan o gün hemen hemen hiç uyanmadan uyudu. Rasim’in yemek getirdiği saatlerde gözlerini açıp karnını doyurduktan sonra tekrar derin bir uykuya dalıyordu. Mehmet Ali Bey aşağıdaki salonda kitap okuyarak ve televizyon seyrederek vakit geçirmişti. Her zamankinden farklıydı yaşlı adam. Heyecanlı bir şekilde durmadan Rasim’e Gülcan’ı soruyor, ilaçlarını titizlikle takip ediyordu. Bu zavallı genç kadın onu hayata bağlamış gibiydi. Artık bir meşgalesi vardı. Onun canı kadar sevdiği biricik kızı Ebru’ya benzemesi çok etkilemişti yaşlı adamı. Akşam saat dokuz sıralarında Gülcan gözlerini açtı. Vücudu dinlenmiş, ısınmıştı. Neler olup bittiğini anlayabilmek için etrafına bakındı. Son derece sıcak döşenmiş bir odadaydı. Kavuniçi ve mavi renklerin hakim olduğu mobilyalar, pirinç başlıklı yumuşacık yatak, pencereden görünen deniz manzarasıyla insanın içini ısıtıyordu. Gülcan yavaşça kalktı yataktan. Ayağa kalktığı zaman hâlâ bacaklarının titrediğini fark etti. Büyük bir sarsıntı geçirmişti. Gayri ihtiyari elini karnına götürdü. Annelik duygusuyla çocuğunu korumak istermiş gibiydi. Tam o sırada ilacını getiren Rasim girdi içeriye. Genç kadın irkilerek köşeye çekildi.
- Uyandınız mı küçük hanım? Size ilacınızı getirdim. Biraz sonra bir bardak ılık süt vereceğim. Başka bir şey ister misiniz?
Başını iki yana salladı Gülcan:
- Teşekkür ederim. Bana o kadar büyük bir yardımda bulundunuz ki...
- Bana değil, beyefendiye teşekkür edin. Eğer gücünüz varsa sizi görmek istiyor. Uyanmanızı bekledi bütün gün. Yarım saat olsun onunla konuşabilecek gücünüz var mı?
Gülcan gülümsedi hüzünlü bir şekilde:
- Tabii ki. Ben de kendisine teşekkür etmek isterim.
Rasim sevimli bir şekilde güldü:
- O zaman anlaştık. Ilık sütünüzü de getireyim, beyefendiye de haber vereyim.
Kibar bir şekilde odadan çıktı. Gülcan son derece yumuşak ve rahat olan koltuklardan birine oturdu. Kalbi bir kuş gibi çarpıyordu. Biraz sonra oda kapısının çalındığını duydu. Hemen toparlanıp ayağa kalktı. Kapı açılıp içeriye Mehmet Ali Beyin başı uzandı. Her zamanki babacan haliyle gülümsüyordu:
- Uyandın mı kızım? Nasılsın bakalım?
Yaşlı adam içeriye girmişti. Gülcan saygılı bir halde konuştu:
- Teşekkür ederim efendim, sayenizde çok iyi dinlendim.
Mehmet Ali Bey koltuklardan birine oturdu ve elini kaldırdı:
- Bu kadar dinlenmeyle iyileştim zannetme. Bir hafta aynı şekilde yatacaksın. Doktor öyle söyledi. Her gün gelip kontrol edecek seni. Haydi şimdi gir bakalım yatağına, dolaşma. Oradan konuşalım seninle.
Gülcan yavaşça yatağına süzüldü. Mehmet Ali Bey gülümsedi:
- Yarın sana giyebileceğin rahat şeyler getireceğim. Üzerindekiler iyice eskimiş ve kirlenmiş.
Gülcan utanmıştı. Pikeyi üzerine çekti. Yaşlı adam dikkatle baktı onun yüzüne:
- Şimdi bana her şeyi anlat bakalım. Ne işin vardı parkta?
Gülcan’ın yeşil gözleri doldu. Önüne baktı. Dudakları titriyordu... >
 
Gülcan acıyarak baktı adama!..

Mehmet Ali Bey Gülcan’ın kısık sesle anlattıklarını büyük bir dikkatle dinlemişti. Zaman zaman onun da gözleri dolmuş, zaman zaman öfkelendiği, göz bebeklerindeki parıltılardan belli olmuştu. Genç kadın sözlerini bitirirken dudaklarını ısırmıştı:
- Benim kaderim buymuş, elden ne gelir...
Yaşlı adam başını kaldırdı. Koltukta bacak bacak üstüne oturuyordu:
- Üzülme kızım. Hepimizin hayatında çeşitli olaylar var. Herkesin bir kaderi var. Bak ben de canımdan çok sevdiğim, hayatımın en kıymetli iki varlığını aynı anda yitirdim. Kızımı ve karımı. Onları bir trafik kazasında kaybettim. Yapayalnız kaldım dünyada. Çok param var, çok zenginim. Saygın bir yerim var toplumda ama ne çare ki canlarım yok... Ebediyen onlar yok artık.
Gülcan acıyarak baktı adama. Yatağından kalkıp onun yanındaki koltuğa oturdu. Koluna dokundu yaşlı adamın. Sesi titriyordu. Yürekten üzüldüğü belliydi bakışlarından:
- Üzülmeyin, ölüm acısının ne denli yıpratıcı olduğunu, insanı nasıl çaresiz bıraktığını bilirim. Anneciğimin ölümüyle dünyam yıkıldı sanmıştım. Yıkıldı ama Allah bize bir ömür vermiş, biz geride de kalsak onu yaşamak zorundayız. Herkes gibi biz de sıramızı bekleyeceğiz.
Mehmet Ali Bey sevgiyle baktı Gülcan’a. Genç kadının kendi derdini bırakıp onu teselli etmeye çalışması çok hoşuna gitmiş, duygulanmıştı.
- Bak Gülcan kızım, ben senin neredeyse deden yaşındayım. Bundan sonra sen benim himayemdesin. Bebeğini benim yanımda dünyaya getirirsin. Ben seni ilk anda, o ağacın altında titrerken gördüğüm zaman kızıma benzettim. Seni onun yerine koyuyorum. Eğer sen de istersen kal burada. Benim kızım ol. Sana ve dünyaya gelecek evladına iyi bir hayat temin eder, yıllardır hasretini çektiğin sıcacık bir baba şefkatini esirgemem. Ben de mutlu olurum, hayata bağlanırım. Ne dersin yavrum?
Gülcan’ın gözlerinden iki damla yaş süzüldü:
- Ben dünyada artık hiç iyi insanların kaldığına inanmıyordum. Bütün güvenimi yitirmiştim biliyor musunuz? Peki demekten başka çarem var mı benim Mehmet Ali Baba? Allah’a şükürler olsun ki siz çıktınız karşıma... Yoksa her şeyi göze almıştım ben...
Mehmet Ali Bey şefkatle baktı zavallıya:
- Hiç üzülme artık. Ama söylemek istediğim bir şey var. Babanı bulmak istiyorum. Nerede olduğunu bilmek istiyorum. Merak etme sen on sekiz yaşını doldurmuş, reşit olmuş bir insansın. Sana zorla hiçbir şey yaptıramaz. Ama onu kontrol altında tutmak gerektiğini söylüyor tecrübelerim. Senden bahsedecek falan değilim. Sadece merak benimki... Kızmazsın değil mi?
Gülcan boynunu büktü:
- Siz daha iyi bilirsiniz efendim...
- Haydi bakalım, şimdi rahatça yat uyu... Biliyorsun bir hafta kımıldamak yok. Çok gıdasız ve bakımsız kalmışsın. Doğacak bebeğe yazık evladım...
Gülcan huzur içinde hissetti kendisini. Bu duyguyu daha önce hiç yaşamamıştı. Sevgiyle gülümsedi...
 
Acı bir fren sesi duyuldu!

Halit köşkten ayrıldıktan sonra deniz kenarında bir müddet oturup ne yapması gerektiğini düşündü. Erol’dan duydukları aslında şok etkisi yapmıştı. Gülcan’a öfke kusuyordu içinden. Dişlerinin arasından hiddetle söylendi kendi kendine:
“Seni sürtük seni! Bir oturamadın oturduğun yerde, ne istersin bilmem ki, bulmuşsun yağlı kapı, kır boynunu otur. Ne halt etmeye çeker gidersin. Kim bilir kimin peşinden çekip gittin. Ne yapacağım şimdi ben. Kırk yılda bir banka gibi bir adam bulmuştum. İstediğim zaman istediğim kadar parayı koparıyordum. Kız ben seni bulursam lime lime doğramaz mıyım?!.”
Sabahleyin tanımadığı bir adamdan aldığı sigara paketinden son sigarasını çıkartıp yoldan geçen birinden ateş isteyerek yaktı.
“Bırakmayayım bu Erol’un peşini. Karısına sahip çıkmadığı için tepesine çökerim. Polise falan gitmekle tehdit ederim. Başka yapacak bir şey yok!..”
Kendi kendine söylenerek yürüyordu. Yaşadığı mahalleye dönecek para yoktu cebinde. Hâlâ Erol’un villasının karşısındaydı. Aşağı yukarı dolanıyordu. Birden villanın kapısından Erol’un spor arabasının çıktığını görüp ani bir hareketle atıldı arabanın önüne:
- Dur bakalım, kızımın nerede olduğunu söyleyeceksin bana!..
Erol tiksinerek baktı adama. Motoru durdurup indi arabadan. Halit’in yakasına yapıştı:
- Bana bak, kızın şimdi mi geldi aklına. Gitti, yok işte, kaçtı!.. Beni rahat bırak yoksa sana çok kötü ödetirim bunu... Şimdi yıkıl karşımdan...
Halit hemen sinmişti. Süklüm püklüm oluverdi bir anda:
- Beni yanlış anladın aslanım. Ben kızı merak ettim sadece...
- Nesini merak ediyorsun, çekip gitmiş işte...
Halit yutkundu:
- İyi de aslanım, bari eve dönecek yol parası ver bana...
Erol tiksinerek baktı karşısındaki sefil kılıklı adama. Elini cebine atıp iki tane banknot çıkartıp suratına fırlattı:
- Al bunları... Bir daha çevremde görürsem mahvederim seni bilmiş ol! Dünyaya geldiğine pişman olursun. Haydi şimdi defol buradan. Bir daha da adımını atma sakın.
Halit gözü dönmüş gibi aldı paraları. Yılışık bir tavırla eğildi önünde Erol’un:
- Allah razı olsun aslanım senden. Tuttuğun altın olsun... Sağ ol. Söz veriyorum, bir daha gelmem...
Erol hızla arabasına binip uzaklaşmıştı. Halit elindeki paralara bakıp sırıtıyordu. Günü kurtarmıştı. Heyecanla yola çıktı. Otobüs durağına gidecekti. Fakat paraları aldığı için sevinçten öylesine gözü dönmüştü ki sol taraftan hızla gelen arabayı görmedi. Acı bir fren sesi duyuldu. Halit bir anda kendini havada buldu. Acıyla inledi. Yere düştüğü zaman cansızdı. Arabanın şoförü telaş ve korkuyla indi arabadan. İnce bir kan şeridi sızıyordu Halit’in kafasından. Şoför telaşla bağırıyordu:
- Benim suçum yok, atladı arabanın önüne. Yol benimdi.
Toplanan birkaç kişi merakla seyrediyordu yerde yatan cesedi. Halit hırsının kurbanı olmuştu...
 
“Bize de polis haber verdi!..”

Mehmet Ali Beyin şoförü Muhsin, Halit’in yaşadığı mahallede etrafını dikkatle inceleyerek yürüyordu. Yol kenarındaki kahvelerden birine girip oturdu. Yanına gelen kahveci çırağına baktı. Genç bir çocuktu. On beş on altı yaşlarındaydı. Bir çay söyledi ve ekledi:
- Patron nerede aslanım?
Çocuk eliyle ocağın bulunduğu yeri işaret etti.
- Bir seslensene şuna, birkaç şey soracağım...
Az sonra kahvenin sahibi ellerini önündeki beyaz önlüğe kurulayarak geldi Muhsin’in yanına:
- Buyur beyim beni istemişsin?..
- Otur usta şöyle... Birisi hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorum. Cebinden bir miktar para çıkartıp göstermişti adama. Kahveci gözleri parlayarak çekti sandalyelerden birini.
- Kimmiş bu soracağın adam?
Muhsin etrafına bakındı. Kalabalık değildi kahvenin içi. Tek tük masalarda oyun oynayan birileri vardı:
- Halit... Halit diye bir adam...
- Şu bizim serkeş Halit mi yoksa?
- Serkeş mi değil mi bilmiyorum ama buralarda dolanırmış. Bir kızı varmış. Zengin bir adama vermiş...
Kahveci arkasına yaslandı. Kendisine gösterilen parayı hak ettiğine inanarak gülümsedi:
- Tamam o... Ne yapacaksın sen Halit’i?
Muhsin omuzlarını geriye attı:
- Boş ver ne yapacağımı. Sen nerede olduğunu söyle...
Kahveci dudak büktü:
- Onu istesen de bulamazsın artık. Evvelki gün bir araba çarpmış. Hemen oracıkta sizlere ömür. Kader işte... Hep asalak olarak yaşadı hayatı boyunca. Yazık etti o kıza da... Hoş, kız kendi isteyerek evlendi o adamla; ama sırf kaçmak için. Halit denen o adamdan kurtulmak için. Nerededir, ne yapar bilmem. Bize de polis haber verdi Halit’in öldüğünü. Kimlik tespiti için araştırırlarken öğrendik. Anlayacağın artık Halit’i bulamazsın beyim.
Muhsin içtiği çayın parasını çıkarttı cebinden. Kahveci atıldı:
- Yok beyim, ikramımız olsun bu çay sana.
Muhsin umursamazca gülümsedi. Teşekkür ederek çıktı kahveden. Arabaya binip fabrikanın yolunu tuttu. Yarım saat sonra Mehmet Ali Beyin karşısındaydı. Olanları anlattı. Mehmet Ali Bey dikkatle dinlemişti şoförünü, sonra başını salladı:
- Sağ ol Muhsin. Aferin sana. Şimdi benim sekreterim Ayten Hanımla birlikte alışverişe çıkın ve Gülcan’a giyecek bir şeyler alın. Ayten Hanımın bilgisi var. O yardımcı olacak. Sonra da aldıklarını eve götür. Rasim’e de söyle güzel bir yemek hazırlasın. Sonra gelip beni al fabrikadan.
Muhsin saygıyla eğilerek çıktı odadan. Mehmet Ali Bey arkasına dayandı. Düşünceliydi. Gülcan iki gündür evde yatıyordu. Doktor Ferruh tekrar gelmiş ve genç kadını çok farklı bulmuştu. Hafta sonuna doğru hastaneye gidilecek ve gereken tahliller ve detaylı bir muayene yapılacaktı Gülcan’a. >
 
Bir anda içinin acıdığını hissetti

Mehmet Ali Bey eve gelir gelmez Gülcan’ı sordu. Rasim genç kadının gayet iyi olduğunu, yemekten sonra inip biraz salonda oturduğunu, televizyon izlediğini anlattı. Yemeklerinin hepsini de yemişti. Yaşlı adam memnun bir şekilde gülümsedi:
- Çok iyi! Rasim, güzel bir sofra hazırla salona. Gülcan’a da haber ver bu akşam benimle birlikte aşağıda yiyecek yemeğini.
Rasim saygıyla salladı başını:
- Baş üstüne efendim.
Bir saat sonra Gülcan öğleden sonra Muhsin’in getirdiği yeni giysilerinden birini giymiş, güzelce saçlarını taramış bir şekilde salona geldi. Yüzü al al olmuştu. Renk gelmişti benzine. Sevgiyle gülümsedi:
- Çok teşekkür ederim, öyle güzel giysiler almışsınız ki bana. Bayıldım. Hayatımda hiç böyle şeylerim olmadı benim.
Mehmet Ali Bey şefkatle baktı ona:
- Güle güle giy kızım. Ben bilmem böyle şeyler almasını. Yanımda emektar bir sekreterim vardır. Ayten Hanım. Ondan rica ettim, o aldı. Bir gün tanışacaksın onunla da.
Rasim gerçekten çok şık bir sofra hazırlamıştı. Gülcan hayranlıkla baktı sofraya:
- Ne güzel bir sofra bu böyle...
- Haydi otur o zaman, soğutmayalım yemeğimizi...
Birlikte oturdular. Yemek boyunca Mehmet Ali Bey güzel şeylerden bahsetti. Gelecekten konuştu. Kafasının içinde Gülcan’ın rüyasında bile görse inanmayacağı planlar vardı yaşlı adamın. En şaşırtıcı soruyu ise yemeğin sonuna doğru sordu genç kadına:
- İlkokulu bitirmiştin sen değil mi Gülcan?
Gülcan başını salladı:
- Evet efendim.
- Bak kızım, daha on sekiz yaşındasın, çok geç değil. Sana hoca tutarım, ortaokul ve lise öğrenimini dışarıdan bitirirsin. Sonra da seni üniversiteye gönderirim. İster misin?
Gülcan sevincine engel olamayarak bir çığlık attı. Elleriyle ağzını kapatmıştı farkında olmadan. Gözleri parlıyordu:
- Hayatım boyunca en çok istediğim şeydi okumak...
- Bu konuyu etraflıca ve detaylarıyla düşünür ve gerçekleştiririz. Şimdi sana kötü bir haberim var.
Gülcan korkuyla baktı yaşlı adamın yüzüne. Bir anda terlemişti. Bütün bu olanların sabun köpüğü gibi sönüp bitmesinden korkuyordu. Mehmet Ali Bey yutkundu:
- Bugün babanı arattım. Öğrendik ki baban vefat etmiş kızım. Bir araba çarpmış.
Gülcan taş kesilmişti. Üzülsün mü sevinsin mi bilemiyordu. Bir anda içinin acıdığını hissetti. Ölen herhangi bir insan değil babasıydı. Her türlü kötülüğüne rağmen babaydı. İki damla yaş belirdi yeşil gözlerinin dibinde. Mehmet Ali Bey sessizce izliyordu onu. Mırıldandı Gülcan yere bakarak:
- Allah affetsin babamı... O kendince bir insandı. Doğruları benimkilerden farklıydı; ama benim babamdı!..
 
“Kızımın adını sen koy lütfen”

Mehmet Ali Bey elindeki bir buket gülle hastanenin merdivenlerini yaşından beklenmeyen bir çeviklikle çıkarak doğum servisinin koridorlarında heyecanlı ve hızlı adımlarla ilerledi. Fabrikadaki odasında otururken evden aldığı bir telefonla fırlamıştı yerinden. Rasim’di telefondaki. Gülcan’ın sancılandığını haber vermiş genç kadını derhal hastaneye kaldıracağını söylemişti. Mehmet Ali Bey yıldırım gibi fırlamıştı yerinden. Derhal doktor Ferruh Beyi aramış, doğumun başladığını anlatmış ve gereken irtibatları kurmasını sağlamıştı...
Yedi ay geçmişti Gülcan’la karşılaşalı. Bu zaman zarfında Gülcan toparlanmış, biraz kilo almıştı. Mutlu görünüyordu. Evde yıllardır yaşıyormuş gibiydi. Mehmet Ali Bey onu kızı gibi seviyor, üzerine titriyordu. Kaybettiği evladına karşı yapmak istedikleri eksik kaldığı için sanki bütün bu arzularını Gülcan’da tamamlıyor gibiydi. Hayata bağlanmıştı yeniden. Onun tahsiline devam etmesine karar verildikten sonra derhal iki öğretmen tutmuştu yaşlı adam. Bir tanesi fen derslerine geliyor, diğeri de sosyal dersleri çalıştırıyordu. Gülcan evdeki bütün vaktini sanki okula devam eder gibi ders çalışarak geçiriyordu. Hafta sonlarında ise her ikisi de tatil yapıyor, kimi zaman dışarıda yemek yiyor, bazı sabahlar kahvaltıya gidip spor yapıyorlardı. Hamileliğinin son aylarında Gülcan biraz daha hareketsizleşmişti doğal olarak. O nedenle bu tempoya biraz ara verilmişti. Mehmet Ali Bey koridorun en dibindeki odanın önünde durdu. Derin bir nefes aldı. Kendi kızının doğumunu hatırlamış, duygulanmıştı. Yavaşça çevirdi kapının kolunu. Gülcan bembeyaz bir yatakta biraz solgun bir yüzle yatıyordu. Yorgun ama mutlu görünüyordu. Gözleri açıktı. Mehmet Ali Beyi görünce gülümsedi:
- Babacığım, bir kızım oldu...
Mehmet Ali Bey göz pınarlarında birikmiş iki damla yaşla yaklaştı genç kadına. Eğilip alnından öptü:
- Allah uzun ömürler versin kızım. Nerede bebek?
- Şimdi hemşire getirecek baba. Ah, öyle tatlı ki...
Elindeki gül buketini yatağın ucuna bıraktı yaşlı adam. Gülcan’ın elini tuttu:
- Sen iyisin değil mi evladım?
- İyiyim baba, çok kolay bir doğum oldu.
O sırada kapı açıldı ve bir hemşire kucağında nur topu gibi bir bebekle girdi içeriye. Mehmet Ali Bey artık gözyaşlarını serbest bırakmıştı. Kucağına aldı minik bebeği. Gözleri kapalıydı ve durmadan yüzünü buruşturuyordu. Pespembe yüzü pırıl pırıldı.
-Bak babacığım, nasıl da bakıyor dedesine, dedi Gülcan!..
Gerçekten de minik bebek gözlerini açmış, sanki tanımak istermiş gibi Mehmet Ali Beyin yüzüne bakıyordu.
- Babacığım kızımın adını sen koy lütfen...
Mehmet Ali Bey yutkundu. Gözlerini kıstı. Yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Usulca fısıldadı:
- Ben koyacaksam bu güzel kızın adını, tek bir isim düşünürüm.
Yan gözle Gülcan’a baktı ve sonra ekledi:
- Ebru olsun bu güzel kızın adı. Bunun ömrü çok uzun olsun...
 
Erol, Gülcan’ı hiç aramamıştı!

Aysel Hanım elindeki kahve fincanını sehpanın üzerine bırakarak sigarasından derin bir nefes çekti. Mavi dumanları tavana doğru abartılı bir tavırla üfledikten sonra karşısında oturan oğluna gözlerini kısarak baktı:
- Yaşın ilerledi Erol, artık adam gibi bir evlilik yapıp düzeni kurmak zorundasın.
Genç adam alaylı bir şekilde gülümsedi annesine:
- Ne o anne, yeni planlar peşindesin galiba...
Aysel Hanım sinirlenmişti:
- Ben seni düşünüyorum Erol, bu şekilde nereye kadar yaşayacaksın. Koskoca üniversiteyi bitirdin, bir gün bile çalışmadın doğru dürüst. Yarından sonra baban bütün işleri sana devredecek. Biraz tecrübe kazanman gerekir. Tabii bu arada bir de yuva kurman lazım. Hayata karşı sorumluluklarımız bunlar.
Erol kahvesinden bir yudum aldı. Ana oğul salonda oturuyorlardı. Gerçekten de Erol özellikle Gülcan gittikten sonra daha da avareleşmiş, ipin ucunu kaçırmıştı. Vicdanı ile isyanları arasında sürekli gelgitler yaşıyordu. Hiç aramamıştı Gülcan’ı. Ama geceleri kendisiyle baş başa kaldığı zamanlarda vicdanı sürekli rahatsızdı. Onun ne yaptığı, nereye gittiği konusunda sürekli düşünüyor, kendini haklı çıkartacak sebepler aramaktan yorgun düşüyordu. Lakayt bir tavırla baktı annesinin yüzüne:
- Hayata karşı sorumluluklar mı? Kim koymuş bu kuralları?
- Hayatın gerçekleri bunlar oğlum....
Erol omuz silkti:
- Beni evlendirmek istiyorsun galiba anne, ama unutma ki ben hâlâ evliyim.
Aysel Hanım öfkeyle bağırdı:
- Hatırlatma bana şu kızı... Evliymiş... Nasıl evlilik bu? Yaptığın cahilliğin ceremesini hâlâ çekiyorsun. Kendine bir düzen kuramıyorsun. Kim bilir hangi cehennemde o kız şimdi?... Baban avukatla görüşmüş. Onun kaçıp gittiğini belgelediğimiz zaman gıyabında boşanma gerçekleşebiliyormuş. Davayı açmak kalıyor sana... Ne zamana kadar bu şekilde devam edecek?
Erol sakindi. Gülümseyerek baktı annesine:
- Ben başka bir evlilik düşünmüyorum anne. Hayatımı bundan sonra bu şekilde sürdüreceğim.
Durakladı, yutkundu ve devam etti:
- Bir yerlerde benim bir çocuğum var anne. Vicdanım beni rahat bırakmıyor...
Aysel Hanım telaşla fırladı oturduğu yerden:
- Ne yani, yoksa onu mu arayıp bulmayı düşünüyorsun?
Erol gözlerini kaldırıp annesine baktı:
- Nerede bulurum ki?... Ama bir yerlerde yaşıyorlar. Kendi hırslarımın kurbanı ettim o kızı. Hiçbir suçu yoktu. Hiçbir günahı yoktu. Bu beni rahatsız ediyor...
Kadın başını geriye attı. Öfkelendiği belliydi:
- İnanamıyorum sana Erol! Gerçekten inanamıyorum.
Erol da ayağa kalkmıştı. Kapıya doğru yürüdü ve tam kapının önünde durup annesine döndü:
- Merak etme anne, kimseyi arayacak falan değilim. Ama bu konuda hiçbir şey yapmayacağımı da bil!..

ARKASI YARIN..................NETTEN ALINTIDIR
 
Bir dediği iki olmuyordu!..

Muhsin arabanın yanı başında ayakta durmuş, okuldan çıkan gençleri dikkatle izliyordu. Biraz önce zil çalmış ve öğrenciler neşe içinde oluk oluk okuldan boşalmaya başlamıştı. Beş dakika geçmeden uzun boylu, filiz gibi bir genç kız koşarak Muhsin’in yanına geldi:
- Muhsin ağabey, bir arkadaşımı evine bırakabiliriz değil mi?
Muhsin gülümsedi:
- Tabii küçük hanım, nereye isterseniz götürürüz.
Genç kız sevinçle arkasına döndü ve bağırdı:
- Esra, gel haydi...
İki genç gülüşerek son model siyah arabaya bindiler. Muhsin direksiyona geçerek motoru çalıştırdı, aynadan arkada oturan gençlere baktı:
- Ne tarafa gidiyoruz?
Ebru atıldı:
- Fenerbahçe, sahile...
Araba yaylanarak hareket etti. Yol boyunca kızlar gülüşüp şakalaştılar. Ebru Lise son sınıfa geçmişti. Bu sene üniversite imtihanlarına hazırlanıyordu artık. Mehmet Ali Bey özel öğretmen tutmuştu genç kız için. On sekiz yıl geçmişti aradan. Ebru büyümüş, en iyi okullarda okumuştu. Başarılı bir öğrenciydi. Mehmet Ali Beyin göz bebeğiydi. Bir dediği iki olmuyordu evde. Gülcan onun bu kadar şımartılmasına karşı çıkıyordu ama Mehmet Ali Beye laf anlatmak mümkün değildi. Yaşlı adam neredeyse seksen yaşına gelmişti. Fabrikaların yönetiminden ayrılmış, zamanını okuyarak ve hayattan edindiği tecrübeleri yazarak vakit geçiriyordu. Fabrikaların tüm yönetimi Gülcan’a kalmıştı. Gülcan doğumdan sonra hem bebeğini büyütmüş, hem de dışarıdan ortaokul ve lise imtihanlarına hazırlanmıştı. İkisini de başarıyla verdikten sonra bir sene kursa devam etmiş ve üniversiteye hazırlanmıştı. Bu arada Mehmet Ali Bey Ebru’nun bakımı için tecrübeli bir dadı tutmuştu. Gülcan Tekstil Mühendisliğini kazanarak hiç fire vermeden okumuştu üniversiteyi. Mezun olduktan sonra Mehmet Ali Beyle birlikte birkaç sene çalışmış, tecrübe sahibi olmuştu. Sonunda yaşlı adam bir gün, artık yorulduğunu, bütün yönetimi Gülcan’a bırakmak istediğini söyleyerek kendini emekliye ayırmıştı. Gülcan bu karar sonrasında tedirginlikler yaşamış olmasına rağmen zaman içinde işi kontrolü altına almayı başarmış ve mükemmel bir idare ile Mehmet Ali Beyin sahip olduğu bütün fabrikaların yönetim kurulu başkanlığına gelip oturmuştu. Artık piyasada saygın, sözüne güvenilir dürüst bir iş kadını olarak biliniyordu. O işin başına geçtikten sonra iş hızla büyümüş, cesurca atılımları sayesinde sayılı markalardan biri haline gelmişlerdi. İç pazarın önemli bir kısmını ellerinde tutmuş, yabancı ülkelere yapılan ipek ihracatında ise ülkede bir numaraya yükselmişlerdi. Gülcan oldukça yoğun bir şekilde çalışıyordu. Bu arada kızına da elinden geldiğince vakit ayırıyor, dinlenmek için ayırdığı günlerde sadece Ebru’yla meşgul oluyordu. Hayat, hüzün dolu geçen çocukluk ve gençlik yıllarından sonra birden ters dönmüş, Mehmet Ali Beyin karşısına çıkmasıyla Gülcan etrafındaki herkesin imreneceği bir hayatın içinde yer almıştı. Kendisi de inanamıyordu yaşananlara...
Muhsin arabayı Ebru’nun söylediği evin önünde durdurduğu zaman akşam olmak üzereydi...
 
Sekreteriyle uyum içinde çalışıyordu

Gülcan gözlükleri çıkartıp arkasına yaslandı. Yorulmuştu. Bursa’daki fabrikalardan gelen üretim raporlarını okuyordu sabahtan beri. Yanı başındaki telefonu kaldırıp sekreterini aradı:
- Ayten Hanım, bana bir neskafe getirebilir misiniz?
Gözlerini ovuşturdu. Gece geç yatmış, sabah erken kalkmıştı. Odasının kapısı açılıp Mehmet Ali Beyin emektar sekreteri Ayten Hanım elinde şık bir kupa ile neskafesini getirdi:
- Teşekkür ederim. Otursanıza... Biraz laflarız...
Ayten Hanım gülümseyerek maroken koltuklardan birine ilişti. Elli beş yaşlarındaydı. Gülcan yönetimin başına gelince kendisini çağırmış, onun burada yaptığı görev sırasında edindiği tecrübelerden yararlanmak istediğini, yönetimin başına gelmiş olmasının kendisini asla yerinden etmeyeceğini, hatta onun varlığının olmazsa olmazlarından biri olduğunu söylemiş, maaşına bir miktar da zam yapılmasını emretmişti. Uyum içinde çalışıyordu sekreteriyle. Bu konumda yönetim kurulu başkan sekreterliğinin ne kadar önemli bir görev olduğunun bilincindeydi. Eli, ayağı, her şeyiydi Ayten Hanım.
- Bir kahve de kendinize alsaydınız.
Ayten Hanım saygıyla başını iki yana salladı:
- Fazla içemiyorum Gülcan Hanım. Dokunuyor.
Gülcan bir yudum aldı kahvesinden ve gülümsedi:
- Aslında bende de çarpıntı yapıyor; ama içiyoruz işte...
Ayten Hanım ufak tefek, esmer bir kadındı. Siyah çerçeveli gözlüklerinin ardında siyah, küçük gözleri zekice parlıyordu.
- Ebru nasıl Gülcan Hanım? Bu sene imtihanlar var, yoğundur yavrucak...
Gülcan derin bir nefes aldı:
- Çalıştığını söylüyor, babam ona özel öğretmen tuttu. Okulda da dersleri iyi. Aslında bu konuda hiç üzmedi beni; ama bilinmez. Biraz da şansı varsa iyi bir yere girebilir umudundayım.
- İnşallah hanımefendi, inşallah... Giremese de üzülmeyin.
Gülcan dudak büktü:
- Bilinmez artık. Onun istikbalde rahat etmesi için babam da ben de her şeyi yapıyoruz.
Ayten Hanım başını eğdi hafifçe:
- Mehmet Ali Bey onun için her şeyi yapar. Çok seviyor Ebru’yu.
Başını salladı Gülcan:
- Hem de çok şımartıyor. Bazen kızıyorum bu kadar yüz verme diye ama anlatamıyorum. Ebru’ya karşı normalin üzerinde bir zaafı var. Allah yardımcımız olsun artık...
Ayten Hanım gülümsedi:
- Size hatırlatayım, cuma akşamı iş adamları derneğinin yemeği var biliyorsunuz. Saat sekiz buçukta.
Gülcan gözlerini kapattı:
- Biliyorum Ayten Hanım, biliyorum. Hiç hoşlanmıyorum; ama galiba mecburum gitmeye...
 
“Harçlık verdiğimi annene söyleme!”

Mehmet Ali Bey Ebru’nun geldiğini duyunca çalışma odasından çıkıp salona geldi:
- Benim Prensesim nasıl bugün?
Ebru şımarık bir tavırla koşup yaşlı adamın boynuna sarıldı:
- Dedeciğim benim, canım tontonum... Dede, bir şey söyleyeceğim. Hafta sonunda bir film geliyor sinemaya. Ne olur anneme söyle arkadaşlarla gitmek istiyoruz. Şimdi o beni bırakmaz yalnız başıma. Ne olur dedem, ne olur...
Mehmet Ali Bey genç kızın omuzlarını tuttu. Zıplayıp duruyordu Ebru:
- Dur kızım, dur, başımı döndürdün, tamam ben söylerim, annen bırakır.
Ebru çocuksu bir tavırla ellerini çırptı:
- Yaşasın, aslan dedem benim, ama harçlık da vereceksin bak...
Yaşlı adam keyifle gülüyordu:
- Eh, boynumuzun borcu, ama harçlık verdiğimi annene söyleme, bana da kızıyor çünkü. Sen harçlığını hafta başında alıyormuşsun, idare etmesini bilecekmişsin falan filan...
Kahkahalarla gülmeye başladılar. Bunlar her gün yaşanan olaylardı. Bu sırada Rasim elinde bir tepsiyle salona girdi. Mis gibi kurabiye ve börek kokuları yayıldı etrafa. Ebru gözlerini kapattı ve havayı kokladı:
- Anladığım kadarıyla Rasim Amca yine hünerlerini sergilemeye hazırlanıyor. Derhal test etmem lazım bu kokuların yayıldığı ürünleri...
Birden arkasına dönüp Rasim’in karşısına geçti. Parmağını uzattı:
- Ama asla süt içiremezsin Rasim Amca... Çay istiyorum. Ben artık çocuk muyum yahu? Hâlâ süt...
Rasim keyifle gülümsedi:
- Çocuklukla ne alakası var Ebru? Bak annen bile içiyor sütü...
Ebru yüzünü buruşturdu:
- Annem içer... Sen anneme ne bakıyorsun! Annem bu...
Sofraya oturdu. Gerçekten de kurabiye ve börek nefis görünüyordu. Mehmet Ali Bey de perhizi bozdu o gün. Uzun bir zamandır perhiz yapıyordu. Yaşlılığın etkisiyle yükselen kan değerlerini kontrol altında tutması için Gülcan’ın kesin emri vardı. Rasim endişe ile atıldı:
- Aman beyefendi, ben işiteceğim azarı Gülcan Hanımdan. Çok yemeyin lütfen...
Mehmet Ali Bey büyük bir hazla çiğnediği böreği yuttuktan sonra kaşlarını kaldırdı:
- Söylemezsin Gülcan’a olur biter... Her şeyi bilmesi gerekmez...
- Ama ya sağlığınız?
Yaşlı adam kükredi:
- Ne varmış sağlığımda, aslan gibiyim. İki tane kan değeri yükseldi diye adama bu eza yapılır mı?
Ebru kafasını salladı:
- Dedem doğru söylüyor, anneme söyleme Rasim Amca. Benim süt içmediğimi de söyleme sakın.
Rasim sevgiyle gülümsedi her ikisine de. Onların mutluluğunu gözlerinden okuyordu...
 
“Harika olmuşsun Gülcan Hanım...”

Gülcan aynaya bir kez daha baktı. Eflatun ipek bluzu ve siyah eteğinin altına siyah rugan ayakkabı giymişti. Fabrikadan bir saat erken çıkıp kuaföre gitmiş, saçlarını yıkatıp fönletmişti. Hafif bir gece makyajı yapmış, boynuna geçen sene Mehmet Ali Beyle Ebru’nun anneler gününde hediye ettiği inci gerdanlığını takmıştı. Son derece sade ama zarif kıyafeti ve aksesuarları içinde yıllar geçmesine rağmen kaybetmediği tazeliği ve güzelliği daha çok ortaya çıkıyordu. İş hayatına atıldığından beri bu tür toplantılardan kaçınmıştı. Hoşlanmıyordu göz önüne çıkmaktan. Ama son bir sene içinde işinde daha çok ilerleme kaydettiği için iş adamları derneğinden gelen ısrarlı teklifler sonuncunda derneğin yönetim kuruluna katılmak konusuna sıcak bakmaya başlamıştı. O nedenle bu yemek oldukça mühimdi. Mehmet Ali Bey de destekliyordu kızını. Siyah çantasını alarak odasından çıktı. Çok istemesine ve sürekli ısrar etmesine rağmen Mehmet Ali Bey yemeğe gelmemekte kararlıydı. Yalnız katılacaktı Gülcan. Salona indiği zaman her zaman olduğu gibi, Ebru ile yaşlı adamın bilgisayarın başında oyun oynadıklarını gördü. Hafifçe gülümsedi:
- Ben gidiyorum gençler!
Ebru annesine dönüp baktı. Çok şık görünüyordu. Bir ıslık çaldı:
- Vay canına Anneme bakın! Harika olmuşsun Gülcan Hanım...
- Teşekkür ederim bir tanem.
Mehmet Ali Beye döndü:
- Gelmemekte kararlı mısın hâlâ baba?
Yaşlı adam elini kaldırdı:
- Bana dokunma kızım. Git işini kendin gör. Ben artık karışmıyorum o işlere. Ben torunumla vakit geçirmekten çok ama çok memnunum.
Başını yana eğdi Gülcan:
- Sen bilirsin babacığım. O zaman bana müsaade... Yemeğinizi güzelce yiyin. Geç yatmayın. Baba, yemeğini kontrollü ye, perhizine uy lütfen. Ebru, sen de süt içmeyi unutma.
Genç kız kaşlarını kaldırdı:
- Ay anne! Tamam...
- Annene diklenme bakayım... Ben bunları sen elli yaşına da gelsen hep söyleyeceğim.
Mehmet Ali Bey kıs kıs gülüyordu. Ebru’nun kolunu tuttu:
- Elleme kızım, onun dediği gibi, ben yüz yaşına, sen elli yaşına da gelsen bu huyundan vazgeçmez...
Gülcan gözlerini kıstı:
- Ay ne yaparsanız yapın, ben gidiyorum, zaten geç kaldım.
Ebru ani bir hareketle fırlayıp annesinin boynuna sarıldı, iki yanağından öptü genç kadını. Gülcan gülmeye başlamıştı:
- Haydi git, dediklerimi unutma.
- İyi eğlenceler anneciğim..
Gülcan kapının önünde hazır bekleyen arabasına ilerledi. Muhsin saygıyla açtı kapıyı.
- Gidelim Muhsin ağabey...
 
Salon, tanıdık simalarla doluydu

Otelin kırmızı halısının üzerinde zarif adımlarla ilerledi Gülcan. Yemek salonunun kapısından içeri girer girmez içerideki kalabalığı görünce irkildi. Tuvaletli, birbirinden şık hanımlar, smokinli beyler, televizyon kameraları, gazetecilerle dolu olan salon muhteşem bir abajurla aydınlanıyordu. Gözlerine dolan ışık rahatsız ettiği için elini gözlerinin önüne siper ederek bakındı etrafına. Yanında beliren beyaz saçlı, uzun boylu, smokinli bey gülümseyerek seslendi:
- Gülcan Hanım şeref verdiniz...
- Teşekkür ederim Fikret Bey.
- Buyurun hanımefendi... Yeriniz ön masada. Sayın dernek başkanımızın masasında yer ayırdık sizin için.
Gülcan teşekkür ederek adamın peşinden yürüdü. Televizyon kameralarının ışıkları insanı rahatsız edercesine parlıyordu. Kendisine ayrılan masaya gelince masadaki herkes ayağa kalktı. Hepsi saygı ile selamladılar genç kadını. Oldum olası bu denli protokolden sıkılmıştı. Zoraki bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. Yanına gelen herkesle konuşuyor selamlaşıyordu. İş adamlarının hanımları bu sade; fakat sade olduğu kadar da son derece şık ve zarif bayanı gözlerinde saklayamadıkları kıskanç bir ifade ile izliyorlardı. Dernek Başkanı İhsan Bey aşırı derecede ilgi gösteriyordu Gülcan’a. Yeni yapılacak seçimde kendisine yardımcı olarak aday göstermişti genç kadını. Böylece dernek başkanlığının yolu açılmıştı Gülcan için. Masada düzeyli bir sohbet vardı. Genellikle konuşulan, sanayi hakkında hükümetin son aldığı kararlardı. Gülcan etrafına sezdirmeden çevreye göz gezdirdi. Tanıdık simalarla doluydu salon. Televizyon ekipleri hemen her masadan bir iş adamını sıkıştırmış, röportaj yapmak için yarışıyorlardı. Birden arkasından birisinin kendisine seslendiğini duyarak döndü. Gözlerini alan ışıktan rahatsız olarak irkildi. Genç bir erkek elindeki kocaman mikrofonu uzatmıştı yüzüne doğru. Onun arkasındaki kameraman ise insanı güldürecek kadar garip pozisyonlara girerek çekim yapıyordu.
- Gülcan Hanım, yapılacak dernek seçimlerinden başkan yardımcılığı için aday olduğunuz söyleniyor. Bu konuda bir açıklama yapacak mısınız?
Gülcan hafifçe gülümsedi:
- Böyle bir şey için şu andaki idarenin bir tasarrufu olmuş. Bana teklifi getirdiler. Ben de kabul ettim. Evet, yeni seçimlerde adayım.
- Eğer seçilirseniz yapacağınız yenilikler nelerdir?
Gülcan derin bir nefes aldı, gülümsemeye devam ediyordu konuşurken:
- Sanayimizin çeşitli problemleri var. Biz iş dünyası olarak belirli sıkıntılar yaşıyoruz. Bunların üzerine eğilmeyi düşünüyorum. İlk önce bir rapor hazırlatacağım. Konuları önemine ve ivediliğine göre sıralayıp düzene sokmak için elimden geleni yapacağım.
Televizyoncunun gitmeye niyeti yok gibiydi:
- Dış pazarlara olan açılımınız oldukça başarılı oldu. Bunu ilerletmeyi düşünüyor musunuz?
Gülcan arkasına yaslandı:
- Takdir edersiniz ki bu bir dernek yemeği. Sizinle bir gün arzu ederseniz bu konuda uzun uzun konuşuruz. Şimdi izin verin lütfen, teşekkür ederim...
 
Gülcan yorulmuş ve bunalmıştı!..

Televizyoncu genç saygıyla teşekkür ederek ayrıldı genç kadının yanından. Yemek gece yarısına kadar sürdü. Dernek Başkanı İhsan Bey bir konuşma yaptı. Yapılacak seçimler için adaylarını tanıttı. Gülcan’ı sahneye davet etti. Gülcan kısa bir konuşma yaptı. Bu göreve aday gösterildiği için teşekkür etti. Aldığı alkış dernek üyeleri arasındaki desteğinin ne denli yüksek olduğunun göstergesiydi adeta. Yemek sona erdikten sonra uzunca bir sohbet de kapı önünde yapıldı. Kameralar hâlâ çekim yapıyordu. Muhsin arabayı kapının önünde bekletmekteydi. Gülcan sonunda bir fırsatını bularak etrafındakilerle vedalaştı ve arabasına bindi. Yorulmuş ve bunalmıştı. Muhsin arabayı çalıştırınca rahatlamış gibi derin bir nefes aldı:
- Aman hemen gidelim Muhsin ağabey... Bunaldım... O ne kalabalıktı öyle...
Muhsin saygıyla cevap verdi:
- Haklısınız hanımefendi. Çok kalabalıktı.
Gülcan Mehmet Ali Beyin emektar şoförüne sanki ailesinden biriymiş gibi yakın davranırdı. Ona hiçbir zaman sadece adıyla hitap etmemiş, hiçbir zaman sert konuşmamış, hiçbir zaman emretmemiş, hep rica etmişti. O daima Gülcan’ın Muhsin ağabeyi olarak kalacaktı. Muhsin de yaradılışında var olan iş disiplini ve iş terbiyesi ile Gülcan’ın evin hanımefendisi olduğunu biliyor onun tüm samimiyetine ve yakınlığına rağmen saygıyla mesafesini koruyordu.
- Sen de gecenin bu saatine kadar uykusuz kaldın Muhsin ağabey...
Emektar şoför gülümsedi:
- Estağfirullah efendim. Benim görevim.
- Olsun, yarın dinlen lütfen. Zaten hafta sonu. Bir yere gidilecek olursa ben kullanırım arabayı. İyice dinlen, kendine çocuklarına vakit ayır. İzin yap...
- Pazar günü izinliyim efendim zaten.
Gülcan başını cama doğru çevirdi:
- Olsun, yarın da izin yap...
Muhsin saygıyla teşekkür etti:
- Teşekkür ederim Gülcan Hanım...
Yollar kapkaranlıktı. Trafik boştu. Eve geldikleri zaman villanın salon ışıkları yanıyordu:
“Babam yatmamış, beni bekliyor mutlaka...” diyerek indi arabadan. Muhsin’e döndü:
- Teşekkür ederim Muhsin ağabey. Dediklerimi unutma, Haydi iyi geceler.
Koşar adımlarla eve yürüdü. Kapıyı çalmadan Rasim arabanın sesini duymuş ve açmıştı. Gülümsedi:
- Sen de yatmadın mı daha Rasim ağabey?
- Hayır efendim, beyefendiyle sizi bekliyorduk...
Gülcan hemen salona daldı:
- Baba, neden yatmadın? Çok geç oldu!
Mehmet Ali bey koltuğunda oturuyordu. Üzerinde ropdöşambrı vardı. Rasim’le sohbet ettiği masadaki çay bardaklarından belliydi. Sevgiyle baktı Gülcan’a:
- İş dünyasının dedikodularını duymadan nasıl uyurdum güzel kızım? Sabahı bekleyemezdim ki!..
 
“Kızı neden azarlıyorsun!”

Ferit Akbilek telefonu kapattıktan sonra Pervin’e dönerek sinirli bir şekilde bağırdı:
- Neden bana sormadan evde olduğumu söylüyorsun?
Pervin ağlamaklı bir şekilde önüne baktı:
- Özür dilerim efendim, konuşmak isteyeceğinizi düşünmüştüm.
Aysel Hanım kocasına çıkıştı:
- Kızı neden azarlıyorsun Ferit, tembih ettin mi? Tamam Pervin sen çık dışarı...
Hizmetçi dudakları titreyerek çıktı salondan. Aysel Hanım kaşlarını çattı:
- Çok sinirlisin Ferit. Ne oluyor Allah aşkına? Bu ne hiddet böyle! Biraz sakin ol...
Ferit Bey sıkıntıyla yüzünü buruşturdu:
- Senin için hava hoş tabii. Yan gelip yatıyorsunuz. Sen de oğlun da... Bir baltaya sap olamadı. Kırk yaşını geçti, bir kuruş kazandı mı bugüne kadar, avare bir şekilde hayatını sürdürüyor. Hep baba parasıyla. Yarından sonra biz ölsek, bütün serveti bir ayda yer bitirir! Hayat mı bu? Biz de okuttuk, adam ettik zannettik. Utanmıyor bu yaştaki bir adam babasından harçlık alıp yemeye...
Aysel Hanım asabileşmişti. Gözlerini kıstı:
- Durup durup meseleleri ısıtmakta üstüne yok Ferit. Durduk yerde nereden çıktı bu şimdi? Çocuk bunalımlı bir hayat yaşadı. Oğlumun sağlığı mı kaybolsaydı yani? Hasta mı olsaydı? Çok şükür ona da bize de yetecek kadar paramız var... Nereden çıkartıyorsun bunları? Biliyorsun çocuk ne badireler geçirdi. Askerliğini bile kısacık yaptı, askerlik yapması sakıncalıdır deyip yolladılar.
Ferit Bey yüzünü buruşturdu:
- Sıkıya gelemediği için. Senin gibi bir annesi olduğu müddetçe de böyle olacak. Senin istediğin bu zaten, onun kontrolü senin elinde olsun. Sadece istediğin bu... Adam bunca yıldır evli; ama karısından haberi yok. Bir dava açıp boşanma işlemi bile gerçekleştirmedi. görmediği bir kadınla evli, olacak iş mi bu?
Aysel Hanım sıkıştığı zamanlarda yaptığı gibi elini sallayarak bunaldığını anlatmaya çalıştı:
- Ay, fenalaşacağım şimdi Ferit, inan ki iyi değilim... Sus ne olur...
Yaşlı adam ters ters baktı karısına, sonra kapıya yürüdü:
- Ne haliniz arsa görün... diyerek salon kapısını hızla açıp dışarıya çıktı...
Aysel Hanım gözlerini kısarak baktı onun arkasından. Aslında kocasının doğru söylediğini o da biliyordu. Erol bunalımlarla dolu bir hayat sürmüştü. Hiçbir zaman çalışmamıştı. Sanki intikam almaktan vazgeçmemiş gibi sömürüyordu ailesini. Aysel Hanım onu doktorlara götürmüş, uzun süre psikolojik yardım almıştı. Ferit Beyin haklı olduğu, karısının asla kabul etmediği şey ise, Aysel Hanımın bu durumdan gizlice memnunluk duyduğu idi. Gerçekten de oğlunun kontrolünü elinde tutmak ona ayrı bir haz veriyordu. Onu kimseyle paylaşmamak ve kendisine muhtaç olduğunu hissetmek hayatındaki en büyük hazdı kadının. Erol ise ipin ucunu bırakmıştı. Gülcan’ın gidişinden bir müddet sonra vicdanının sesi beynini, yüreğini tırmalamaya başlamış, suçluluk duygusundan çıldıracak hale gelmiş ve bunalıma girmişti. Hiçbir zaman bu hale gelmesinin nedeninin vicdanının baskısı olduğunu dile getirmemiş, değil başkasıyla paylaşmak, kendisi bile bu gerçekten olabildiğince kaçmaya çalışmıştı. Erol kırk bir yaşına gelmişti ama hâlâ hayatın gerçeklerinden kaçıyordu.
 
Gözlerine inanamıyordu!

Erol arabasını park ettikten sonra merdivenleri ikişer ikişer çıkarak kapıyı çaldı. Pervin gülümseyerek açtı:
- Hoş geldiniz Küçük Bey...
Erol tebessüm etti:
- Bana hâlâ Küçük Bey demekten vazgeçmeyeceksin Pervin. Koca adam oldum ben...
Pervin mahcup bir şekilde önüne baktı:
- Haklısınız efendim, ama alışkanlık...
Erol anahtarlarını konsolun üzerine fırlatarak salona girdi. Kimse yoktu salonda. Televizyon kumandasını alıp karşısındaki koltuğa geçti ve dışarıya seslendi:
- Bana bir kahve yapıver Pervin...
Yıllardır sürdüğü bu sorumsuz hayata adapte olmuş gibiydi. Bütün gününü sokakta, arkadaş yanında ve başıboş dolaşıp para harcayarak geçiriyordu. Babasının bütün ısrarlarına rağmen asla onun yanında çalışmak istememiş bir gün bile gitmemişti. Böyle yapmakla hem ailesini hem de kendisini cezalandırıyor gibiydi. Gülcan’ın kendisini terk etmesinden sonra duyduğu vicdan azabıyla senelerini harcamıştı. Zaman zaman bir yerlerde bir karısı ve hiç görmediği, cinsiyetini bile bilmediği bir çocuğunun var olduğu düşüncesi yüreğini kemiriyor, bunaltıyordu. Korkuyordu Gülcan’ı aramaya. Babası ve annesi defalarca boşanma davası açması için ısrar etmişler ama hiçbir zaman o buna yanaşmamıştı. Bunun nedenini bilmiyordu. Uğraşmak, zora gelmek istemiyor, kaçıyordu. Bir insanın geçmişinden, hayatındaki hatalardan kaçtığı müddetçe rahat olabilmesi mümkün değildi...
Pervin kahvesini getirince bir sigara yaktı ve televizyonu açtı. Kanalları dikkatsizce gezmeye başladı. Tam kahvesinden bir yudum alacakken gözü ekrana takıldı. Genç ve güzel bir kadın konuşuyordu:
- Sanayimizin çeşitli problemleri var. Biz iş dünyası olarak belirli sıkıntılar yaşıyoruz. Bunların üzerine eğilmeyi düşünüyorum. İlk önce bir rapor hazırlatacağım. Konuları önemine ve ivediliğine göre sıralayıp düzene sokmak için elimden geleni yapacağım...
Gözlerini kıstı. Haberin altındaki yazıyı okudu dikkatle:
Gülcan Akbilek-Ebru Tekstil Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı.
Yerinden zıpladı. Gözlerine inanamıyordu. Bu oydu. Yıllardır görmediği ve hâlâ evli olduğu karısı Gülcan... Rengi bembeyaz olmuştu. Dikkatle izledi haberin gerisini. Haberde Gülcan hakkında birkaç bilgi daha verildi. Onun dernek yemeğinden ayrılışı da görüntülenmişti. Kendi kendine fısıldadı duyulmasından korkuyormuş gibi:
- Olamaz... Bu o! Bu Gülcan... Ama...
Genç kadının bakışlarındaki masumiyetin hâlâ aynı olduğunu fark etti. Başı dönmeye başlamıştı. Yerinde duramayacak haldeydi. Kalbi fırlayacakmış gibi çarpıyor, şakakları zonkluyordu.
- Aman Allah’ım... Bu Gülcan!..
Yutkundu. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bilinçsizce çöktü koltuğa. Terlemişti. Eliyle göğsünü tuttu:
- Bu Gülcan! Ya Rabbim! Gerçekten de o!
Yıllardır beyninden uzaklaştırmaya çalıştığı gerçek karşısındaydı ve kendini aciz hissediyordu...
 
Onunla ilgili her şeyi öğrenmişti

Fabrikanın yönetim binasına giriş kapısının karşısındaki ağaçlık alanda yaklaşık bir saatten beri bekleyen Erol kim bilir kaçıncı sigarasından bir nefes daha çekerek izmariti yere atıp, topuğuyla ezdi. O gece hiç uyumamıştı. Aylardan beri ilk defa gece evde kalmış, erkenden odasına çekilerek düşünceleriyle baş başa olmayı tercih etmişti. Beyni allak bullaktı. Televizyonda gördüğü Gülcan, yıllardan beri kaçmaya çalıştığı, çeşitli bahanelerle beyninin ardına iteklediği düşüncelerinin, yüreğinde kendisini rahatsız eden vicdan hesabının yeniden alevlenmesine neden olmuştu. Şu anda hissettikleri merak, kuşku dolu bir karmaşaydı. Bütün gece bunun muhasebesini yapmış, senelerdir görmediği karısının geldiği nokta, içinde tarifsiz bir merak ve kıskançlık oluşturmuştu... Bir gecekondudan çıkartıp aldığı, kendi intikam duygularını hayata geçirmek için bir araç olarak kullandığı genç kadın nasıl olmuş da bu konuma gelebilmişti? Sabahı zor etmişti. “Ebru Tekstil Sanayi” fabrikalarının yerini öğrenmiş ve gün doğmadan fabrikanın karşısına gelip beklemeye başlamıştı. Yanılmış olmayı düşünüyor, kendini avutmaya çalışıyordu. Sonunda siyah lüks araba fabrika kapısından girip yönetim binasının önünde durdu. Bulunduğu yerden çok net izleyebiliyordu Erol. Uzun boylu bir şoförün aceleyle inerek arka kapıyı açtığını gördü. Arabadan inen Gülcan’dı. Çok değişmişti. Son derece şık bir tayyör vardı üzerinde. Biraz dikkatli bakınca onun gülümseyişinin aynı olduğunu gördü. İçinde anlam veremediği bir sıkıntı ve korku vardı. Dudaklarını ısırdı yavaşça. Kendi kendine fısıldadı:
- Bu Gülcan!.. Evet, Gülcan!..
Derin bir nefes aldı. Ne yapacağını bilemiyor, daha doğrusu düşünemiyordu. Gülcan merdivenlerden hızlı adımlarla çıkarak binadan içeri girdi. Erol arabasının başında o kaybolana kadar takip etti gözleriyle. Arabasına bindi. Uzun bir müddet direksiyonun başında oturdu. Gülcan’la konuşmak, onun hayatındaki bu inanılmaz değişimin nedenlerini ve nasıllarını öğrenmek için can atıyordu. Ama adını koyamadığı bir engel vardı içinde. Yüreğindeki korku ve çekingenliğin asıl adının suçluluk duygusu olduğunu kendinden bile saklıyor, bu tutumuna farklı kılıflar giydirmeye çalışıyordu.
- Biraz daha bilgi toplamalıyım, Gülcan’ın buradaki konumunu, hayatını araştırmalıyım... diye söylenerek kontağı açtı. Bu bilgileri öğrenebileceği yerleri dolaşarak geçirecekti gününü. Öyle de yaptı... Çeşitli yerlerden bir sürü bilgi topladı. Öğrendiklerine kendi inanamıyordu. Gülcan’ın kariyeri her yerde tekstil mühendisi olarak geçiyordu. Ebru Tekstil Sanayi’nin asıl sahibi Mehmet Ali Demir’di ve Gülcan’la birlikte oturuyordu. Bu işletmelerin tek vârisi olarak gösteriliyordu Gülcan. Adamın şu anda neredeyse seksen yaşında olduğunu öğrenmişti. Evli olamazlardı çünkü yasalar önünde Gülcan hâlâ kendisiyle evliydi. Ayrıca öğrendiklerinin arasında Gülcan’ın Mehmet Ali Beyden “babam” diye bahsettiğini duymuştu. Neler olup bittiğini anlamak için insanı çıldırtacak bir merakın içine girmişti. Gülcan’ın on beş yaşında bir kızı olduğunu da öğrenmişti. Bunu duyduğu zaman yüreğinden bir şeyler koptuğunu hissetmiş, adeta ağlamaklı olmuştu. Öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti. Bundan sonrasında yapabileceği tek şey Gülcan’ın karşısına çıkabilme cesaretini bulmaktı!..
 
“Beni rahat bırak anne!”

Korkuyordu Erol... Akşamüzeri tekrar fabrikanın önüne dönmüştü. Gülcan’ın çıkışına kadar bekleyip ardından onun peşine takıldı. Yaşadığı yeri merak ediyordu. Siyah araba büyük bahçe kapısından içeri girdiği zaman Erol arabasını karşı sokağa çekmiş merakla takip ediyordu. Sonunda onun yaşadığı yeri de öğrenmişti...
***
Ferit Bey hayretle baktı karısına:
- Erol evde mi?
Aysel Hanım başını salladı:
- Evet... İki gündür erken geliyor. Odasından dışarıya çıkmıyor..
Adam dudak büktü:
- Hastadır, o hayata hangi bünye dayanır ki... Bugün daha milyonlarca liralık fatura ödedim. Kredi kartları limitlerini aşmış... Bu değirmenin suyunun bir gün kuruyacağını bilmiyor. İşlerim iyi değil. İki tane ihale kaybettim arka arkaya... Bu adam ise asalak gibi kanımı emiyor...
Aysel Hanım adeta çığlık atarcasına bağırdı:
- Yeter Ferit! Çocuğun bir derdi var... Ben ne diyorum sen ne diyorsun?
Ferit Bey ellerini kaldırarak anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Aysel Hanım bağırmaya devam etti:
- Ölse sevineceksin adeta...
- Sen bu şekilde devam edersen daha beter duruma düşecek... Hep senin yüzünden... Senin gösterdiğin müsamaha yüzünden oldu bunlar... Bir baltaya sap olamadı. Böyle serkeş bir şekilde yaşayıp gidiyor işte. Yarından sonra ben öldüğümde sürünecek!
Aysel Hanım daha fazla dinlemeyerek çıktı salondan. Erol alışıldığının tersine akşamüzeri eve gelip yemek bile yemeden odasına kapanmıştı. Aysel Hanım ısrarla ne olduğunu sormuş ama bir cevap alamamıştı. Merdivenleri çıkarak oğlunun odasının önünde durdu. Derin bir nefes alıp usulca açtı kapıyı. Erol yatağına uzanmış, ellerini başının altında birleştirmiş, tavana bakıyordu. Yanındaki kül tablası ağzına kadar doluydu.
- Erol? Yavrum? Neyin var aslanım?
Genç adam yan gözle annesine baktı, ama hiç cevap vermeden gözlerini kapattı. Aysel Hanım korkak adımlarla yaklaştı yatağa, kenarına oturdu.
- Derdin ne oğlum?
- Beni rahat bırak anne! Yalnız kalmak istiyorum...
Kadın dudaklarını ısırdı. İçindeki korku rahatsız ediciydi:
- Ama ben senin annenim yavrum, bir sıkıntın olduğu belli...
Erol ani bir hareketle fırlayıp ayağa kalktı:
- Anne, karışma benim hayatıma... Rahat bırak beni...
Hafif bir çığlık attı Aysel Hanım:
- Erol! Neler söylüyorsun?
Genç adam sinirli bir şekilde ceketini alıp fırladı. Koşar adımlarla indi aşağıya. Biraz sonra sert bir şekilde kapanan sokak kapısının sesi duyuldu. Aysel Hanım bitkin bir şekilde salona geri döndü. Merak içinde kendisini izleyen kocasına döndü:
- Bir şey oldu, mutlaka bir şey oldu.... Konuşmuyor benimle....
Ferit Bey yüzünü buruşturdu:
- Ne zaman konuştu ki... Hep senin suçun bunlar... Mahvettin çocuğu!..
 
Bir karar vermek zorundaydı!..

Erol okulun karşısındaki kaldırımda, bir ağacın dibinde bekliyordu. Sabah erkenden Gülcan’ın evinin önüne gitmiş, uzun süren bir bekleyişten sonra evden ayrılan siyah arabanın peşine takılmıştı. Araba önce şimdi önünde bulunduğu okulun önünde durarak Ebru’yu indirmişti. Erol kanının çekildiğini hissetmişti bunu görünce. Bu neşe içinde koşarak okuldan içeri giren genç kız kendi kızıydı. Yüzünü hiç görmediği, adını bile bilmediği kendi yavrusuydu. Ne yapacağını şaşırmış, genç kızın ayrılmasından sonra hızla hareket eden siyah arabanın ardından gitmemiş, okulun önünde kalmıştı. Ders saatleri bitene kadar bekledi arabasının içinde. Sonunda bacakları oturmaktan uyuşmuş olacak ki arabayı daha emin bir yere çekip indi. Bir ağacın dibinde beklemeye başladı.
Okul dağıldığı zaman kapıdan çıkan talebelerin arasında kızını bulabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Nihayet onu gördü. Sabah ilk kez görmüştü ama öylesine beynine nakşetmişti bu görüntüyü artık nerede olsa tanırdı. Ebru orta boylu, omuzlarına kadar inen saçlarını iki yandan bağlamış, göz yapısı inanılmaz bir şekilde babasına benzeyen hoş bir genç kızdı. Arkadaşlarıyla şakalaşarak kaldırımın kenarında bekliyordu. Sabahki siyah araba yaklaştı ve uzun boylu şoför hemen arabadan inerek kapıyı açtı genç kıza. Ebru arkadaşlarıyla vedalaşarak bindi arabaya. Hızla uzaklaştılar.
Erol ağlamaklıydı. Elini uzatsa dokunabilecek kadar yakındı kızına. Ama belki de o kendisinin varlığını bile bilmiyordu. Gülcan’ın ona kendisi hakkında neler anlattığından habersizdi. Omuzları çökmüş, bitkin bir şekilde arabasına bindi. Deniz kenarına gidip bir çay bahçesine oturdu. Bir karar vermek zorundaydı. Ya bugüne kadar olduğu gibi hiç ortaya çıkmayacak, duyduğu azabı kendi içinde yaşayarak sürdürecekti hayatını, ya da Gülcan’ın ve kızının hayatına bir yerden yeniden girecekti. İkincisini yapmayı çok istiyor ama cesaret edemiyordu. Nasıl karşılanacağını, nasıl suçlanacağını bilemiyordu. Eğer hiç sesini çıkartmadan bir köşeye çekilip kendiyle baş başa kalarak bu yükü taşımak yolunu seçerse buna dayanamayacağını biliyordu. Yıllardır içini kemiren vicdan azabı daha da yoğunlaşmış, hele Gülcan’ın geldiği konumu görünce hayatının sorgulamasında “keşke”ler ön plana çıkmıştı.
“Kızımla görüşeceğim... Mutlaka ona ulaşacağım...” diye mırıldandı kendi kendine. Arabasını çalıştırıp kararlı bir şekilde ana yola çıktı. Ebru’nun devam ettiği okul bir kolejdi ve oldukça pahalı bir okuldu. Gülcan’ın çok büyük bir refah içinde yaşadığı belliydi. Bu noktaya nasıl geldiği hakkında hiçbir sağlıklı yorum yapamıyor, düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Arabası Ebru Tekstil Sanayi işletmelerinin önüne geldiği zaman motoru durdurdu. Garip bir cesaret gelmişti üzerine. Arabadan inerek giriş kapısına yürüdü. Kapıdaki bekçi dışarı çıkmış kendisine bakıyordu.
- Gülcan Hanımla görüşmek istiyorum... dedi bekçiye.
- Randevunuz var mı beyefendi?
Durakladı. Başını iki yana salladı:
- Hayır yok...
Bekçi şüpheli bir şekilde süzüyordu kendisini:
- Kim diyelim?
Nefesini tutu. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra başını kaldırdı ve bekçinin gözlerinin içine baktı:
- Erol... Erol Akbilek dersiniz...
 
X