Gecikmi mutluluklar (arkas yarn)

asiyah

özer&berke
Kayıtlı Üye
1 Mart 2008
1.886
15
“Şımarık çocuklar gibisin Zeynep!”

Villanın kapısı açıldığı anda bahçede bekleyen lüks siyah arabadan fırladı şoför Refik. Arka kapıyı açarak hazır ol durumunda beklemeye başladı. Kerim Bey yaşından beklenmeyen bir çeviklikle indi merdivenlerden. Her zamanki gibi kaşları çatıktı. Köşeli yüz hatları vardı. Kızıyla aynı renk yeşil gözleri sert bakışlarla süzdü etrafı. Hâlâ yakışıklı bir adamdı. Uzun boylu, kırlaşmış saçları biçimli burnu ile yaşını göstermiyor, dinçliğini muhafaza ediyordu. Senelerdir aksatmadan her sabah yarım saat spor yapardı.
- Günaydın Refik.
- Günaydın beyefendi.
Başka bir şey konuşmadı şoförle. Hemen arabaya bindi. Az sonra hızla çıktılar bahçeden...
***
Asuman Hanım Saniye’nin getirdiği kahvesini alarak kahvaltı masasından kalkıp bahçeye bakan tavandan yere kadar cam olan kısımda duran karşılıklı konmuş fiskos koltuklarından birine geçti. Üzerinde ipekli bir sabahlık vardı. Yüzünün hatları Kerim Beye benziyordu ama kadın olmanın verdiği incelik ve zarafet, ağabeyinin sert görünümünden eser bırakmamıştı onun yüzünde. Daha narin daha nahif bir biçimdeydi yüzünün şekli. İnce uzun parmaklı elleri her zaman bakımlıydı. Kendine dikkat eder, özen gösterir ve her an şık, temiz ve düzgün olmaya itina gösterirdi. Hayatındaki yaşanmamışlıkları kendine ait prensipleriyle örtmeye çalışıyor, inanılmaz bir disiplin içinde hayatını sürdürüyordu. İster istemez Kerim Beyin mükemmeliyetçiliği ona da geçmiş olduğu için, daha yuvarlak bakmasına rağmen verdiği bütün kararlarda bu özelliğin etkileri görülüyordu...
Saniye’nin getirdiği gazeteleri aldı eline, bir yandan kahvesini içerken bir yandan da okumaya başladı. Hava bulutluydu. Güneş ara sıra “ben buradayım” dercesine yüzünü gösteriyor, ama çoğunlukla, iki gündür var olan yoğun bulutların içinde kayboluyordu. Gazetelerine dalmıştı ki salon kapısının alışıldığından daha hızlı açılmasıyla irkilerek başını kaldırdı. Zeynep gençliğinin verdiği umursamazlıkla içeriye girmiş, sabahtan beri sessizlik çökmüş olan salonu adeta doldurmuştu:
- Günaydın halacığım, babam gitmiş sanırım... Öf, insan gece uyurken acıkır mı yahu! Kurt gibi açım.
Sevgiyle kendisine bakan Saniye’ye döndü:
- Yumurta istiyorum Saniye abla... Rafadan... Bir de kaşar pane yaparsan sevinirim. Çayımı da kupada getiriver lütfen. Taze ekmek vardır umarım.
Saniye gülümseyerek sevgiyle baktı genç kıza:
- Tabii ki var küçük hanım, sabah ekmeği var. Şimdi hazırlarım istediklerinizi.
Zeynep, halasının yanına gelip boynuna sarıldı ve yanağına okkalı bir öpücük kondurdu:
- Nasılsın bakalım Asuman Sultan? Bugün yine çok güzelsin...
Asuman Hanım bu iltifattan memnun olmuş, ne diyeceğini şaşırmıştı. Başını yana çevirdi:
- Deli kız! Şu kalkışa bak! Kızım kocaman oldun artık, hâlâ şımarık çocuklar gibisin...
Zeynep kahvaltı sofrasından bir dilim domates attı ağzına:
- Amaaan, babam gibi konuşma hala sen de... Hayat güzel, yaşamak güzel, dersler iyi, bir sıkıntım yok... Ben neşeli olmayayım da kimler olsun!

Serbest bir hayat yaşamak istiyordu

Asuman Hanım hafifçe gülümsedi. Tekrar gazetesine döndü. Zeynep bu arada müzik açmış, sessizliğin yerini sert tempolu yabancı bir müzik almıştı. Asuman Hanımın kaşları çatıldı ama sesini çıkartmadı. Biraz sonra Saniye, Zeynep’in istediklerini getirmişti. Genç kız iştahla oturdu sofraya. Birkaç lokma yedikten sonra halasına döndü:
- Halacığım.... Halacığııımmm...
Asuman Hanım gözlüklerinin üstünden genç kızı süzdü:
- Senden bir şey isteyeceğim... Bizim bir gezimiz var. Okulun gezisi, hafta sonunda... Şu babamı ikna etsen diyorum... Uludağ’a gidilecek. Cumartesi-pazar...
Asuman Hanım kaşlarını kaldırdı, gözlüklerini çıkartıp genç kıza doğru döndü.
***
Zeynep uzun boyu, yeşil gözleri ile oldukça güzel bir kızdı. Henüz yirmi yaşının içindeydi. Mükemmel bir tahsil yapmış, üniversite sınavlarını girerek Edebiyat Fakültesinin İngiliz Edebiyatı Bölümünü kazanmıştı. Zaten lise tahsilini kolejde yaptığı için İngilizcesi mükemmeldi. Ne babasına ne de halasına benziyordu. Onlardan çok ayrı bir yüz yapısı vardı. Halasıyla ortak yanı sadece parmaklarının uzunluğuydu... İlkokuldan beri piyano çalıyordu. Kerim Bey kızının iyi yetişmesi için gereken her şeyi yapmış, ona özel dersler aldırmış, müziğe yöneltmişti. Ama koyduğu katı kurallar genç kızı bunaltıyordu. Kerim Beyin kızı için beslediği idealler Zeynep’in sahip olduğu hayat görüşüne pek uymuyordu. O daha serbest, daha lakayt bir hayat yaşamak istiyordu. Kerim Bey ise her şeyi hesap eden yapısıyla bu anlayışa ters düşüyor, tabii baba olduğu için de onun tarzı baskın oluyordu. Aralarındaki kuşak çatışması hiçbir zaman karşılıklı tartışmaya dönüşmemişti. Kerim Bey asla böyle bir şeye izin vermezdi. Zeynep’e söylemek istediğini bir kere söyler, yapılmadığı zaman da genç kızı ürküten bir tepki koyardı. Bu hiçbir zaman azarlama, bağırma şeklinde olmazdı. Bir tek bakışı yetiyordu Kerim Beyin. Zeynep ise hassas bir genç kızdı. Babası tarafından terslenmek asla kabul edemeyeceği bir şeydi. Onun mesafeli duruşundan dolayı içinde taşıdığı çekingenlik zaman zaman korkuya dönüşür, babasını sinirlendirmekten kaçınırdı. Ama yapmak istedikleri ile yaşadıkları farklı şeylerdi. Genç kız bütün bunları beyninde irdelemeye çalışıyor, sabırla diplomasını almayı bekliyordu. O zaman babasının karşısına geçecek, ideallerini anlatacak ve bunları gerçekleştirmek için yapmak istediklerini sıralayacaktı. Kerim Beyin iş hayatında her zaman söylediği bir şey vardı: “Oyunu kuralına göre oynayacaksın...” Zeynep de öyle yapıyordu. Asuman Hanım dikkatle süzdü genç kızı:
- Ne gezisi bu? Baban böyle şeylere izin vermez biliyorsun...
Zeynep ağzındaki lokmayı yutmaya çalışırken başını salladı:
- Biliyorum, onun için yardım istiyorum ya! Lütfen hala! Arkadaşlarla bir gezi işte. Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek istiyorum. Ne var bunda? Sen konuşursan önceden ön yargılı olmaz hiç olmazsa. Sadece beni desteklemeni istiyorum. Hayatımda ilk defa bir geziye gideceğim. Üniversite talebesiyim artık. Lütfen güzel Asuman Sultan, lütfen!


Asuman Hanım telaşlanmıştı!..

Asuman Hanım gazetelerine çevirdi başını. Bir süre konuşmadı. Zeynep merakla sordu:
- Ne diyorsun Asuman Türkmen?
Kadın omuzlarını kaldırdı:
- Söylerim. Ama ısrar edemem bilmiş ol...
Zeynep ellerini çırptı:
- Yaşasın, sağ ol canım benim, kraliçem... Söylemen yeterli... Ama konuşurken biraz da destek vermeyi ihmal etme... Öff, ne zaman kendi başıma istediğimi yapabileceğim? Kimseye sormadan, izin almadan...
Asuman Hanım başını iki yana salladı:
- Tövbe tövbe...
Zeynep çayından bir yudum aldı:
- Annem yaşasaydı bütün bunlar böyle olmazdı diye düşünüyorum.
Asuman Hanım irkildi, dudaklarını ısırdı. Yüzünü bir gölge kapladı aniden. Telaşlanmış gibiydi...
***
Kerim Bey kapıda kendisini karşılayan Saniye’ye çantasını verdikten sonra hemen yan taraftaki aynaya bakıp saçlarını düzeltti. Yüzünü inceledi. Sonra ağır adımlarla salona girdi. Asuman Hanım lacivert bir etek ve krem rengi triko bir bluz giymişti. Hafif bir ruj sürmüştü... Her zaman olduğu gibi ayakta karşıladı ağabeyini.
- Hoş geldin abi...
- Merhaba Asuman... Zeynep yok mu?
- Henüz gelmedi. Birazdan gelir. Bugün dersi akşam bitiyor. Nasılsın?
Kerim Bey fiskos koltuklarından birine oturdu:
- Yorgunum Asuman. Bütün gün toplantıdan toplantıya koşturdum. Ukrayna ile yeni bir bağlantı yaptık. Onunla uğraştım. Sen ne yaptın?
Asuman Hanım omuzlarını kaldırdı:
- Hiç, ben de kadınları koruma derneğinin toplantısına gittim. Sonra da arkadaşlarla çay içtik Divan Pastanesinde.
Ağabeyinin karşısındaki koltuğa oturdu. Birkaç dakika sonra Saniye girdi içeriye. Kerim Beyin yıllardır süren alışkanlığıydı işten gelir gelmez sade bir kahve içmek. Adamın kahvesini sehpanın üzerine bıraktı. Bir bardak suyunu da koydu yanına. İki adım geri çekildi:
- Akşam yemeğini kaçta istersiniz efendim?
Asuman Hanım gülümsedi:
- Yedi buçuk sekiz gibi yeriz Saniye. Zeynep gelir o zamana kadar.
- Baş üstüne efendim.
Kerim Bey göz ucuyla onun salondan çıkmasını takip ettikten sonra bir yudum aldı kahvesinden:
- Bugün Asiye Hanım telefon etti. Para istedi. Doktor kontrolü için gerekiyormuş. Gönderdim avukat vasıtasıyla. Bu kadından hoşlanmıyorum...
Asuman Hanım dudaklarını ısırdı:
- O kadar riskli ki abi bu iş... Kime ne kadar güvenebileceğini bilemiyorsun. O kadını başından beri beğenmemiştim zaten. Çıkarcı, paragöz bir kadına benziyordu.
Kerim Bey arkasına yaslandı. Kahve fincanındaki son yudumu da içip sehpanın üzerine bıraktı:
- Avukata gereken talimatı verdim. Gerekirse işine son verecek. Bir hemşire tutulur olmazsa.
Asuman Hanım tasdik ederek başını salladı. Kerim Beyin yüzü gergindi. Her zamanki gibi kaşları çatıktı. Bu sırada Zeynep’in sesi duyuldu içeriden. Asuman Hanım telaşla baktı ağabeyine:
- Sonra konuşuruz artık abi. Kapatalım meseleyi.

devamını istiyormusunuz ARKASI YARIN......... NETTEN ALINTIDIR
 
Titrediğini hissetti genç kız!..

Zeynep içeriye girince babasının oturduğunu gördü. Toparlandı. - İyi akşamlar... Nasılsınız babacığım?
- İyiyim kızım. Hoş geldin.
Asuman Hanımı öptükten sonra kapıya yöneldi:
- İzninizle üzerimi değiştirip geliyorum. Hemen inerim.
***
Zeynep salondan çıkınca Asuman Hanım öne doğru eğildi:
- Abi, sana bir şey söyleyeceğim.
Kerim Bey kardeşinin yüzüne baktı merakla:
- Dinliyorum Asuman!
- Zeynep’in okulunda bir gezi düzenlenmiş Uludağ’a. Çocuk gitmek istiyor. Arkadaşlarıyla birlikte. Hafta sonunda. Cumartesi-pazar kalıp geleceklermiş. İzin ver de gitsin kız. Hayatında ilk defa arkadaşlarıyla bir geziye gidecek...
Kerim Bey sessizdi. Kaşları yeniden çatılmış, dudaklarını öne doğru uzatmıştı. Asuman Hanım bu sessizliğin hayra alamet olmadığını düşünerek korkuyla sordu:
- Ne diyorsun abi?
Adam arkasına yaslandı. Asuman Hanım bir daha sormaya cesaret edemiyordu. Neden sonra ayağa kalktı Kerim Bey. Kristal sigara kutusundan bir tane alıp yaktı.
- Ne zamanmış bu gezi?
- Hafta sonunda. Cuma akşamından gidecekler, cumartesi-pazar kalıp pazar gecesi dönecekler.
- Nerede kalacaklarmış?
Kadın yutkundu:
- Otelde sanırım.
Kerim bey sigarasının dumanını tavana doğru üfledi. Çok nadir zamanlarda sigara içerdi. Omuzlarını kaldırdı. Adeta fısıldadı:
- İyi, gitsin!..
Asuman Hanım derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı. Kazasız belasız atlatmışlardı bu işi. Eğer ters bir zamanına rastlasaydı kendisi de nasibini alacağını çok iyi biliyordu. Çok geçmeden Zeynep geldi yanlarına. Üzerini değiştirmiş, elini yüzünü yıkamış, daha rahat bir şeyler giymişti. Gülümseyerek yaklaştı:
- Sohbetinizi bölmeyeyim...
Kerim Bey kızına döndü:
- Geziye gidecekmişsin ha?
Zeynep titrediğini hissetti. Göz ucuyla halasına baktı. Asuman Hanım gülümsüyordu. Dudaklarını ısırdı:
- Evet baba, arkadaşlarla birlikte. Okul tertiplemiş. İki de asistanımız geliyor eşleriyle birlikte.
Kerim Bey başını salladı. Kızının yüzüne bakmadan konuşuyordu:
- Halana gidebileceğini söyledim.
Zeynep sevinçle hafif bir çığlık attı:
- Çok teşekkür ederim baba...
Asuman Hanımla kaçamak bir şekilde bakıştılar. Kerim Bey ayağa kalktı:
- Saniye’ye söyleyin akşam yemeğini hazırlasın. Ben yemekten sonra biraz çalışacağım.
Zeynep hemen fırladı odadan. İçi içine sığmıyordu. Koşarak mutfağa indi. Mutfak alt kattaydı. Oldukça genişti. Babasının isteğini iletti hizmetçiye. İçinden şarkılar söylemek geliyordu...

Hâlâ güzel kadındı Münevver Hanım...

Koca Mustafa Paşa’nın ara sokaklarından birindeki dört katlı eski binanın en alt katında oturan Münevver Hanım emekli bir öğretmendi. On bir yıl önce eşini kaybetmiş, oğluyla birlikte yaşıyordu. Yirmi bir yaşındaki oğlu Ozan üniversitede okuyor, bu iki kişilik aile Münevver Hanım’ın emekli ve kaybettiği eşinden kalan dul, yetim maaşı ile geçiniyorlardı. İçinde oturdukları ev Salim Beyin sağlığında biraz babadan kalan biraz da kendi birikimleriyle aldıkları bir evdi. Ana oğul güç hayat şartlarında yaşamaya çalışıyorlar, maddi açıdan zorlansalar da geçinip gidiyorlardı... Münevver Hanımın rahmetli olan eşi gibi babası da öğretmendi. Hayattaki tek varlığı biricik oğlu Ozan’dı. Yaklaşık yirmi beş senedir oturdukları bu muhitte saygın bir yer edinmişlerdi. Sahip oldukları evi almadan önce de bu semtte oturmuşlardı. Artık yerlisi sayılıyorlardı. Münevver Hanım ocağın altını kapattıktan sonra oturma odasına geçip pencere kenarında duran sardunyalarını suladı, kurumuş yapraklarını temizledi. Sade döşenmişti oturma odaları. İki tane çekyat, iki koltuk, ortada bir sehpa ve bir de eski model bir vitrin vardı eşya olarak. Yemeklerini mutfaktaki küçük masada yerlerdi. Oturma odasının haricinde iki odası daha vardı evin. Bir tanesi diğerlerine göre daha karanlıktı. “Elin kâşanesinden benim viranem daha iyidir” sözüne uygun olarak severdi Münevver Hanım yuvasını. Çiçeklerini suladıktan sonra dantelini alıp camın önüne oturdu. Birazdan gelirdi Ozan. Yemeğini hazırlamıştı. Sabahtan çamaşır yıkadığı için kendini yorgun hissediyordu. Televizyonunu açtı. Bir yandan onu dinliyor, ara sıra gözlüklerinin üzerinden yola bakıyor, dantelini örüyordu. “Çok şükür Ya Rabbim halimize!” diye mırıldandı kendi kendine. Başını kaldırıp sokağa baktı. Ozan geliyordu hızlı adımlarla. Yüreği sevgiyle doldu. Hafif bir gülümseme yerleşti dudaklarına. Oğlu kapıdan girene kadar hayran hayran izledi onu. Sonra toparlanıp birden kalktı yerinden.
- Anacığım, merhaba, gördün mü beni gelirken?
- Gördüm oğlum. Pencerenin önünde oturuyordum.Karnın açtır senin, haydi elini yüzünü yıka da hemen yiyelim. Kuru fasulye yaptım. Bir de nohutlu pilav. Salatamız da hazır...
Ozan eğilip öptü annesini yanağından, sevgiyle onun bembeyaz saçlarını okşadı:
- Ellerine sağlık anam.
Ağarmış saçları, kırışmış cildine rağmen hâlâ güzel kadındı Münevver Hanım. Ancak, yaşı ilerledikçe herkeste olduğu gibi o da fiziksel çöküntüler yaşamıştı. Yorgundu. Yıllar süren öğretmenlik, ardından çok sevdiği, saygı duyduğu eşini aniden kaybedişi, geride kalan biricik evladına hem ana hem de baba olma çabaları yıpratmıştı kadıncağızı... Ozan kitaplarını bırakıp banyoya doğru yürüdü. Münevver Hanım da mutfağa girip yemeklerin altını yaktı. Sofrayı hazırlamıştı zaten. Ekmek tepsisini oğlunun oturduğu tarafa bıraktı. Eski bir alışkanlıktı bu ailelerinde. Ölmeden önce kocası keserdi sofranın ekmeklerini. Şimdi ise o görev Ozan’a kalmıştı. Delikanlı saçları ıslanmış bir şekilde girdi içeriye:
- Mis gibi kokuyor anne, eline sağlık...
Ekmeği dilimledi. Salatadan bir çatal alıp attı ağzına.. Münevver Hanım da karşısına oturdu. Besmelesini çekip yemeğe başladı. Ana oğul havadan sudan sohbete başladılar... >

Yastıkların altında para çantası vardı!

Yemeklerini bitirdikten sonra Münevver Hanımın meşhur sakızlı muhallebisini yemeğe başlamışlardı. Ozan annesine döndü. Biraz çekingen bir ifadeyle:
- Hafta sonu gezi var okulda... Uludağ’a gidiliyormuş...
Yaşlı kadın dikkatle baktı oğluna. Ozan umursamazmış gibi davranıyordu ama ana yüreği onun bu geziye katılmak için can attığını anlamıştı.
- Sen de git oğlum, bir değişiklik olur...
- Gidemem anne.. Elli milyon istiyorlar. İki gün kalınacak. Yemek, içmek, yatmak da içinde. Aslında bütün bunlara bakınca çok ucuz ama bize göre pahalı.
Münevver hanım dudaklarını ısırdı. Hiçbir şey söylemedi. Ozan son lokmasını da yuttuktan sonra kalktı:
- Ellerine sağlık anacığım. Bir de çay içeriz üstüne değil mi?
Gülerek başını salladı kadın:
- Tabii yavrum, tabii içeriz, şimdi koyacağım ocağa.
Ozan sofranın toplanmasında yardım etti annesine. Sonra oturma odasına geçip televizyonun kumandasını alıp karıştırmaya başladı. Münevver Hanım bulaşığını yıkadıktan sonra kendi odasına girdi. Yüklükteki yastıkların altından siyah bez bir çanta çıkardı. Bütün birikimi buradaydı. Evinin bütçesini yaptıktan sonra arada bir arttırdığı birkaç kuruşu acil ihtiyaçlar için kaldırıp bu çantanın içine koyuyordu. Yavaş yavaş saydı parasını. Beş yüz milyona yakındı. İçinden yetmiş beş milyonunu ayırıp diğerlerini kaldırdı. Parayı katlayıp elbisesinin cebine koydu, oturma odasına geçti. Oğlunun yanına oturdu. Cebindeki parayı çıkartıp uzattı:
- Al yavrum, o geziye git. Yirmi beş milyon da harçlık koydum. Bir değişiklik olur senin için. Git, eğlen arkadaşlarınla.
Ozan hayretle annesinin elindeki paraya baktı:
- Anne, hiç gerek yok, o kadar önemli değil inan ki... Gitmesem de olur. Alt tarafı bir gezi.
Münevver Hanım kaşlarını kaldırdı:
- Ben gitmeni istiyorum ama. Bunaldın imtihanlardan, yorgun düştün. Biraz açılır, ferahlarsın. Bu para bizi sarsmaz oğlum, iki üç kuruş kenarda paramız var. Yeniden biriktiririz.
Ozan çok duygulanmış, aynı zamanda da çok sevinmişti. Sarıldı annesinin boynuna:
- Hayatımdaki en güzel şeysin sen Münevver Akdoğan. İyi ki benim anamsın, iyi ki varsın.
Sevgiyle okşadı Münevver Hanım oğlunun başını.
- Ben de hafta sonunda şöyle bir tatil yaparım keyfimce.
Biraz muzır bir gülümsemeyle söylemişti bu sözleri. Ozan onun nasıl bir şaka yaptığını hemen anlamış olacak ki sitemkâr bir şekilde cevap verdi:
- Aşk olsun sana ana... Benim varlığım yoruyor mu seni?
Münevver Hanım bir kahkaha attı:
- Biliyordum böyle diyeceğini. Yok oğlum, sen eğlendiğin zaman ben de eğlenirim. Senden başka neyim var ki... Gönlünce bir hafta sonu tatili yap. Arada bir insanlar kendine böyle zaman ayırabilmeli...
Neşe içinde gülüştüler. Ozan’ın içi içine sığmıyordu. Bu geziye gitmek istemesinin asıl sebebi Zeynep’ti...

ARKASI YARIN..........NETTEN ALINTIDIR
 
Dudaklarında mutlu bir tebessüm vardı

Ozan, uzun boylu, siyah dalgalı saçlı, sert hatları olan, uzun kirpikli gri-yeşil gözleriyle oldukça yakışıklı bir gençti. On üç yaşına kadar çelimsiz bir çocuktu. Zaman zaman Münevver Hanım onun fazla gelişemeyeceğini düşünüp üzülmüştü. Ama on üç yaşından sonra inanılmaz bir hızla serpilmişti delikanlı. Salim Beyin ölümüyle çok sarsılan genç adam, adeta bu olaydan sonra sihirli bir değnek değmiş gibi olgunlaşıp ağırlaşmış, mantıklı, annesine ve evine bağlı biri olmuştu. Çok başarılı geçen lise öğreniminin ardından üniversite imtihanlarına girmiş ve Edebiyat Fakültesi İngiliz Edebiyatı Bölümünü kazanmıştı. O da anne ve babası gibi öğretmen olmak istiyordu. Sakin ve evcimen bir gençti. Şiddetten asla hoşlanmazdı. Çevresine karşı saygılı bir yapısı vardı. Arkadaşları tarafından çok seviliyordu. Arkadaşları ona “centilmen” lakabını takmışlardı. Üniversiteye başladığı günden beri Zeynep dikkatini çekmişti. Genç kızdan hoşlanıyordu ama bir türlü bu duygularını ona söylemeye cesaret edememişti. Zeynep’in kendinden emin tavırları ondan çekinmesine neden oluyor, refüze edilmekten korkuyordu. İçinde sakladığı bu duyguları açığa vurmamaya çalışıyor yine de zaman zaman elinde olmadan hislerini belli eden bakışlarla dalıp gidiyordu genç yüzüne. Zeynep’in Ozan’a yaklaşımı ise son derece sevecen ve samimiydi. Bu terbiyeli, saygı dolu nazik delikanlıyı beğendiği belliydi. Çünkü Zeynep kendisine uymayan, anlaşamayacağını anladığı hiç kimseyle yakın bir arkadaşlık kurmuyor, mesafe bırakıyordu. Ozan’a ise bugüne kadar hep samimi davranmıştı...
Delikanlı duvardaki annesinin evlenirken baba evinden getirdiği evladiyelik guguklu saate baktı. On bire geliyordu. Ana oğul televizyona dalmışlar, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişlerdi bile. Delikanlı ayağa kalktı:
- Ben yatıyorum anne. Saat on bir olmuş.
Münevver Hanım başını salladı:
- Ben de yatacağım oğlum, çamaşır yıkadım bugün, yoruldum. Sabah erken kalkacaksın sen de... Hafta sonu için hazırlamamı istediğin bir şey var mı evladım?
Ozan sevgiyle baktı annesine:
- Yok anam. Kot pantolonumu giyeceğim, bir de kazak alırım. Bir de pijama, diş fırçası falan. Başka bir şey istemez. Bir küçük çanta yeterli sanırım.
Başını salladı yaşlı kadın:
- Ben hazırlarım oğlum. Akşam gelince bakarsın. Saat kaçta gidiliyor?
- Cuma akşamı saat yedide yola çıkacağız anne. Sanırım saat on buçuk, on bir gibi orada oluruz.
- Hayırlısıyla gidip gelin yavrum. Haydi iyi geceler...
Ozan odasına girip yatağına uzandı. Dudaklarında mutlu bir tebessüm vardı. Gözlerinin önünde Zeynep’in hayali gülümsüyordu ona. Dudaklarını ısırdı. Belki bu gezide ona duygularını açabilme fırsatını bulacaktı. Daha fazla bu beğeniyi saklamak istemiyordu. Sanki genç kıza karşı dürüst davranmıyormuş gibi hissediyordu kendisini. Bugün okulda Zeynep’in neşe içinde gelip gezi için babasından izin alabildiğini söylemesiyle içi burkulmuştu. Gezinin ücretinin kendisi için oldukça önemli bir rakam olduğunu düşünmüş, bu tatile katılmak ona hayal gibi gelmiş, içi burulmuştu.
- Canım anam benim! diye mırıldandı. Fedakar anam benim... >

Tekerlekli sandalyede oturan kadın da kimdi?

Avukat Turgay Şenol arabasını kaldırımın kenarına park edip aşağıya indi. Ceketini düzeltip koltuğunun altına sıkıştırdığı çantasıyla karşıya geçti ve sarı renkli beş katlı apartmana girdi. Alt katın zilini çalıp beklemeye başladı. Çok geçmeden balık etinde, kısa koyu kestane rengi saçlı, siyah gözlü bir kadın kapıyı açtı. Şivesi değişikti kadının.
- Hoş geldin avukat bey...
- Hoş bulduk Asiye Hanım. Nasılsın bakalım?
Kadın sanki bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi önce derin bir nefes aldı sonra da birbiri ardına cümlelerini sıralamaya başladı:
- Nasıl olayım, canıma tak dedi. Bu kadar paraya bu iş yapılmıyor. Akşama kadar hapis gibi evdeyim. Bir yere çıkmak yok, iki kelam laf etmek yok. Öyle oturuyoruz. Doktor kontrolü geldi, tahliller yapılacakmış, para istediler. Bende para yok ki, ben de yaptırmadım. Kerim Beye telefon ettim haber verdim. Biraz para versin. Ben kendi maaşım için de konuşacağım. Biraz arttırsın yani!.. Kime sorsam o kadar paraya bu iş yapılır mı diyorlar...
Avukat Turgay Bey şaşkınlıkla dinledi genç kadını. Sonra elini kaldırarak susturdu onu:
- Tamam Asiye Hanım, tamam, anlaşıldı.
Etrafına bakındı:
- Nerede hanımefendi?
- İçeride... Nerede olur, sandalyesinde oturuyor.
Avukat ceketini ilikleyerek girdi odaya. Küçük bir odaydı burası. İki koltuk, bir masa ve iki sandalye vardı. Pencere kenarındaki çiçekler odaya sıcak bir hava veriyordu. Yerde eski bir halı vardı. Çiçeklerin önünde, tekerlekli sandalyede oturan bembeyaz saçlı, dalgın bir kadın vardı. Turgay Bey yavaşça yaklaştı onun yanına. Saygıyla eğildi:
- Merhaba hanımefendi...
Kadın usulca gözlerini çevirdi adama. Dudakları hafifçe kıpırdadı ama ses çıkmadı. Başını biraz eğdi. Turgay Bey atıldı telaşla:
- Yormayın siz kendinizi. Size bir miktar para getirdim. Beyefendi gönderdi... Bir isteğiniz olup olmadığını soruyor. Bir şey söylememi ister misiniz?
Kadın gözlerini kısmıştı. Kaşları çatıldı ve başını sert bir şekilde iki yana salladı.
- Anlıyorum efendim. Sanıyorum bakıcınızı değiştirmeyi düşünüyor. Daha profesyonel, daha sevecen birini arıyoruz. Eminim siz de rahat edeceksiniz o zaman.
Kadın sık nefesler almaya başladı. Güçlükle konuşmaya çalıştı:
- Zeynep nasıl?
Turgay Bey yutkundu, bu soruyu geçiştirmesi gerekiyordu. Aldığı emir böyleydi:
- Her şey çok iyi efendim. Ben izninizi isteyeyim şimdi. Tekrar ararım sizi.
Telaşla geldiği gibi odan çıktı. Zarfın içerisinde bir miktar para bıraktıktan sonra kendini adeta sürükleyerek dışarı attı. Bunalmıştı o karanlık ortamda. Arabasına binip kaçarcasına uzaklaştı...


Hiç gülmüyor ve az konuşuyordu!

Avukat Turgay Şenol yazıhanesine girer girmez telefona sarıldı. Kerim Beyin numarasını çevirip beklemeye başladı. Çok geçmeden karşısındaydı Kerim Bey:
- Emirlerinizi yerine getirdim beyefendi. Hanımefendiyle de görüştüm. Eskisi gibi. Çok fazla konuşmayı tercih etmiyor. Yalnız kararınız isabetli. Bakıcı kadının dili biraz uzamış. Sanıyorum yenisini bulsak hem bizim için hem de hanımefendi için daha hayırlı olacak. Ben hemen araştırmalara başlayacağım. Tanıdığım birkaç kişi var, hemen haber vereceğim.
Birkaç mesele hakkında daha bilgi verdikten sonra telefonu kapattı. Koltuğuna attı kendini. Yanında çalışan sekreter kıza döndü:
- Nasıl iştir bu anlayamıyorum doğrusu. Adam kadıncağızın her şeyiyle ilgileniyor, para gönderiyor, baktırıyor ama bir kez bile olsun gidip görmedi. Kimin nesidir, neden bunu yapar bilmiyorum.
Sekreter kız da omuzlarını kaldırıp dudak büktü. Turgay Bey devam etti:
- Bu adama soru sormayacaksın. Sadece işini yapacaksın o kadar. Ne zaman ne yapacağı belli değil.
Arkasına yaslandı. Sekreter kızın getirdiği kahvesinden bir yudum aldı:
- Asla ailesiyle ilgili bir tek kelime dahi bilgi verilmesini istemiyor. Kadıncağız zaten hiç konuşmuyor. Felçli. Arada sırada boğuk boğuk bir şeyler mırıldanıyor işte.
Sekreter kız merakla sordu:
- Hiç bahsetmedi mi kim olduğundan?
Turgay Bey alaylı bir şekilde güldü:
- Kerim Beyi tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. O hiçbir şeyini söylemez. Neyse, ben paramı alırım, işime bakarım. Beni çok da ilgilendirmiyor...
Sekreter kız bilmiş bir şekilde atıldı:
- Belki akrabasıdır.
Dudak büktü avukat:
- Tanıdık biri olduğu muhakkak. Kerim Beyin kızını falan tanıyor. Bugün bana “Zeynep nasıl” diye sordu...
Sekreter kız heyecanla bağırdı:
- İşte, ben demedim mi? Mutlaka bir akrabası... Kim bilir belki bir miras davası falandır. Neler duyuyoruz, filmlerde neler izliyoruz...
Turgay Bey düşünceli bir şekilde başını salladı:
- Kim bilir, olabilir tabii. Kadının soyadı değişik ama... Çok da acınacak halde zavallı. Düşünsene, hiç güneş görmeyen bir hayat. Bir odanın içinde hapis, tekerlekli sandalyeye mahkum... Konuşan yok, görüşen yok... Korkunç bir hayat.. Allah kimseye vermesin. Ayakları hiç tutmuyor, vücudunun sağ tarafı da hiç çalışmıyor. Bakıma muhtaç...
O sırada kapı çalındı. Sekreter kız hemen gidip açtı. Bir müvekkili gelmişti avukatın. Yazıhaneye aldılar. Biraz sonra konuştukları konuyu unutmuştu bile Turgay Bey. Sekreter kız ise hâlâ düşünüyordu. Avukatın yanında çalışmaya başladığından beri tanıyordu Kerim Beyi. Birkaç kere yazıhaneye gelmişti. Ürkütücü bir insandı. Hiç gülmüyor, çok az konuşuyordu. Sekreter kız onun hayatında gizlilikler olduğundan emindi...

O gence karşı farklı duygular besliyordu

Zeynep yatağının üzerine serdiği onlarca kıyafet içinden yanında götürmek için birkaç tanesini seçmeye çalışıyordu. Heyecanlı bir telaşı vardı. Hayatında ilk defa yanında ailesinden kimse olmadan bir geziye gidecekti. Ama onu daha da heyecanlandıran başka bir olay ise bu geziye Ozan’ın da geleceğini öğrenmiş olmasıydı. Bu gence karşı farklı duyguları vardı. Onun kibar, aklı başında tavırları ilgisini çekmiş, arkadaşlığını dostluk çerçevesinde oldukça ilerletmişti. Ama her zaman ne istediğini bilen bir genç kız olarak asıl hissettiklerinden de emindi. Bu hisler beğeninin çok ötesinde duygusal bir yakınlık halini almaya başlayalı epey zaman olmuştu. Genç adamın da kendisiyle konuşurken farklı şeyler hissettiğini anlamıyor değildi. Ama her ikisi de duygularını gizlemeyi yeğliyor sadece cümleler arasına sıkıştırdıkları anlamlı kelimelerle paslaşıyorlardı. Küçük bir çanta hazırlıyordu genç kız. Kıyafetlerini seçerken zorlanmış, onlarca kazağının içinden götüreceklerini seçmek saatlerini almıştı. Oda kapısının vurulduğunu duyarak başını çevirdi. Gelen halası Asuman Hanımdı.
- Ah hala! Nihayet hazırladım...
- Saatlerdir iki parça eşya için mi uğraşıyorsun Zeynep?
Genç kız gülümsedi:
- Seçemedim hala... Ne giyeceğimi bir türlü bilemedim.
Asuman Hanım gülümseyerek başını eğdi:
- Gençlik işte... Senin bu coşkunu gördükçe imrenmiyor değilim Zeynep... Biliyor musun baban hiç itiraz etmeden izin verdi... Gönlünce eğlen yavrum.
Zeynep minnetle baktı halasına:
- Sana nasıl teşekkür etsem az halacığım. Ben imkanı yok doğrudan söyleyemezdim. İtiraf etmem gerekirse hiç de umudum yoktu. Babam asla göndermez diye düşünüyordum...
Asuman Hanım çok zarif ve sıcak döşenmiş odadaki hasır koltuklardan birine oturdu.
- Artık üniversite talebesisin kızım. Eskiden küçüktün. Ama şimdi büyüdün artık, o nedenle bu tür etkinliklere tabii ki katılacaksın.
Zeynep çantasından kazağını çıkartıp üzerine tuttu:
- Nasıl hala? Beğendin değil mi?
- Tabii ki çok güzel.
Asuman Hanım kaşlarını kaldırdı:
- Telefonunu açık tut kızım hep. İstediğimiz zaman ulaşabilelim sana. Biliyorsun baban zamanlı zamansız aramak ister. Bir terslik olmasın yavrum.
- Merak etme halacığım. Hep açık olacak telefonum. Gece bile...Oraya varır varmaz da ararım hemen. Saat saat size bildiririm.
Asuman Hanım gülümsedi. Zeynep’in coşkusu onu da heyecanlandırıyordu. Sevgiyle baktı yeğenine. Yüreğini kaplayan ılık duygular gözlerine yerleşerek gözbebeklerinin buğulanmasına neden oldu. Ama yaşlı kadının yüzüne dikkatli bakan biri bu sevgi dolu bakışların altında derin bir üzüntünün yattığını mutlaka görebilirdi. Asuman Hanım dudaklarını ısırarak içini çekti... >

ARKASI YARIN.............NETTEN ALINTIDIR
 
Ozan’ı arayıp durdu gözleri...

Zeynep taksinin parasını verdikten sonra çantasını kucaklayıp hızlı adımlarla otobüsün kalkış yerine doğru yürüdü. Karşıdan karşıya geçti. Taksim Atatürk Kültür Merkezinin önünden hareket edeceklerdi. Dikkatlice bakınca otobüsün ve sınıftan birkaç kişinin kalkış noktasında beklediğini gördü. İçi içine sığmıyordu. Arkadaşlarının yanına geldiğinde heyecanı son haddindeydi.
- Merhaba gençlik! Geç kalmadık inşallah!
- Ooo Zeynep Hanım, yok canım ne geç kalması... Daha kalkışa bir saat var.
Zeynep fark ettirmeden çevresine bakındı. Ozan’ı arıyordu gözleri. Ama genç adam henüz ortalarda yoktu. Birkaç arkadaşıyla sohbet etmeye başladı. Zaman ilerledikçe gençler yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Zeynep kalkışa on beş dakika kala Maçka yönünden koşar adımlarla gelen Ozan’ı görünce rahat bir nefes aldı. Kalbi fırlayacak gibi atıyordu. Ozan nefes nefese yaklaştı yanlarına:
- Merhabalar... Yetişemeyeceğim diye çok korktum. Otobüs bekledim dakikalarca. Trafik de fenaydı.
Yavaşça Zeynep’e döndü:
- Merhaba Zeynep...
- Merhaba Ozan...
- Sen erkencisin...
- Evet, ben geleli neredeyse bir saat olacak. Ben de senin için endişelenmeye başlamıştım. Yetişemeyeceksin diye korktum. Ama geç de kalsan bekletirdim otobüsü.
Ozan memnun bir ifade ile gülümsedi:
- Teşekkür ederim.
Yutkundu, bir şeyler söylemek istediği belliydi:
- Şey... eğer istersen yan yana oturalım mı?
Zeynep heyecanının görünmemesi için yere bakarak cevap verdi:
- Olur, nasıl istersen...
Ozan terlemişti. Bu kadar zorlanmasına için için kızıyor, durmadan içinden kendi kendine sakin olmasını telkin ediyordu...
Nihayet kalkış zamanı geldi. Hepsi yerlerine geçtiler. Otobüsün muavini gençlerin beraberlerinde getirdikleri müzik kasetlerini alıp teybe koydu. Orta yaştan biraz daha fazla gösteren şişman, göbekli bir şoförleri vardı. Otobüs hareket eder etmez içerisini neşeli bir hava kapladı. Herkes birbiriyle konuşuyor, espriler birbiri ardına patlıyordu. Zeynep ve Ozan orta sıralarda bir yere oturmuşlardı. İkisinin de yüzünde aydınlık, mutlu gülümsemeler kaplıydı. Boğaz köprüsüne girdiler. Manzara muhteşemdi. Akşamın ışıkları pırıl pırıl yapmıştı denizi. Zeynep eliyle Boğazı işaret etti:
- Bence dünyanın en güzel görünüşü bu sanırım. Şu hale bak Ozan, inci gibi...
Ozan yutkundu:
- Ben başımı çevirince iki güzellik birden görüyorum. Birisi güzel İstanbul Boğazı, diğeri de güzel Zeynep!
Genç kız fısıldayarak teşekkür etti. Arkalarına yaslanıp otobüste birbirleriyle bağırarak konuşan diğerlerini dinlemeye başladılar. Hep birlikte yapılan esprilere gülüyorlardı. Bir ara birbirlerine baktılar. Gözlerinde mutluluğun ve heyecanın pırıltıları vardı. Sanki sözlere gerek olmadan bakışlarla anlaşıyor gibiydiler...

Yalvaran bakışlarla dinliyordu bakıcısını!

Münevver Hanım oğlunu uğurladıktan sonra biraz dantelini ördü. Hava karardıktan sonra avizenin ışığında gözleri zorlandığı için bıraktı örmeyi. Ozan olmayınca evin içi bomboştu. Birkaç lokma bir şey yemeye çalıştı ama canı istemiyordu. Neden sonra tek başına sıkıldığını anlayınca hırkasını aldı omuzlarına dışarı çıktı. Yandaki apartmana girdi. Birinci katın zilini çaldı. Çok geçmeden açıldı kapı:
- Merhaba Asiye Hanım, misafir kabul eder misiniz?
- Aaa, Münevver Hanım, hoş geldiniz. Tabii gelin, gelin...
Münevver Hanım gülümseyerek girdi oturma odasına. Pencere kenarında tekerlekli sandalyesinde dalgın oturan kadına ilerledi:
- Cemile Hanım, nasılsın?
Felçli kadın Münevver Hanımı görünce gözleri parlayarak baktı ona, başını salladı, güçlükle konuştu:
- Hoş geldin Münevver Hanım...
- Ozan geziye gitti fakülte arkadaşlarıyla. Pek sıkıldım evde. Bir iki yarenlik ederiz dedim. İyi gördüm seni, maşallah, iyisin... Saçlarını da taramış Asiye Hanım... Pek güzel olmuşsun...
Asiye Hanım da gelmişti yanlarına:
- İzin verse daha da süsleyeceğim ama istemiyor. Biraz önce banyo yaptı.
Sesini alçaltarak eğildi Münevver Hanıma doğru:
- İnan ki zor, çok zor... Hani, verdikleri para yetse anlayacağım, insan katlanır ama üç kuruş için kahrı çekilmiyor. Eh, ben de insanım yani, beni de düşünmeleri gerek... Bugün avukat geldi söyledim bütün bunları, zam yapın dedim, yoksa bakamayacağım dedim...
Münevver Hanım şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi. Duymuş olmasından korkarak Cemile Hanıma baktı, zavallı kadın yardım istermişçesine yalvaran bakışlarla dinliyordu bakıcısının sözlerini. İnleyerek konuşmaya çalıştı:
- Ben ne yapabilirim ki...
Münevver Hanım kızmıştı bakıcıya:
- Tabii canım, bu kadıncağız ne yapsın... Ayıp ediyorsun Asiye Hanım... Bir sorunun varsa gereken insanlarla konuşursun, bu kadıncağızın yanında böyle pat diye konuşulmaz bu konular...
Asiye omuzlarını kaldırdı:
- Ben istediklerimi söylüyorum. Cemile Hanıma para gönderen adamın bence çok ama çok parası var. Kim olduğunu bilmiyorum, hep aynı avukat geliyor ve ondan “beyefendi” diye bahsediyor ama belli ki çok zengin biri. Kaç kere sordum buna da hiç anlatmadı.
Münevver Hanım bu basit tavırlardan rahatsız olmuştu. Ayağa kalktı:
- Ben gideyim, bu konular hiç hoş değil...
Cemile hanım bir gayretle sağlam kolunu uzattı. Komşusunun gitmesini istemiyor gibiydi. Birden aklına bir fikir geldi Münevver Hanımın:
- Asiye Hanım, haydi sen git biraz dolaş, anlaşılan bunalmışsın, ben kalayım yanında Cemile Hanımın...
Asiye sevinçle fırladı yerinden. Teşekkür ederek çabucak hazırlanıp çıktı. İki kadın baş başa kalmışlardı...

Sanki bir tokat yemiş gibiydi!

Münevver Hanım bir sandalye çekerek Cemile Hanımın tekerlekli sandalyesinin yanına oturdu. Hasta kadının felçli elini tuttu:
- Üzülme Cemile Hanım, el olunca böyle işte... Sıkma canını...
Cemile Hanım dolu gözlerle baktı komşusuna. Başını eğdi. Güçlükle, boğuk bir şekilde cevap verdi:
- Muhtacım Münevver Hanım... Yapacak bir şeyim yok. Kendi başıma yaşayamam ki...
Münevver Hanım başını salladı:
- Haklısın kardeşim... Allah sana yardım eden insanlardan razı olsun...
O anda Cemile Hanımın gözleri kısıldı. Dudakları titredi. Yüzü bir anda kararmıştı. Münevver Hanım endişelendi, çekinerek sordu:
- İyi misin Cemile Hanım?
Başını iki yana salladı kadın. Ağlamaklıydı. Güçlükle konuştu:
- Bana onlardan bahsetme komşum... Hiç bahsetme onlardan.
Münevver Hanım şaşırmıştı. Ama karakteri icabı insanların özel hayatına ait konulara girmeyi sevmez, merak etmezdi. Eğer anlatan olursa dinlerdi. Hiç yorum yapmadı, soru sormadı:
- Sen bilirsin Cemile Hanım... Tabii ki bahsetmem istemiyorsan...
Konuyu değiştirmek istedi:
- Ozan’ım geziye gitti bugün. Hayatında ilk defa. Uludağ’a gideceklermiş. Hafta sonu yalnızım anlayacağın. Pazar akşamı dönecek. Çocuk da bunaldı artık derslerden. Hayatında zaten hiçbir renk yok. Maddi gücümüz bu kadarına yetiyor. Çocuğumun kötü hiçbir alışkanlığı yok. Ne arkadaşa gider, ne kahveye gider, ne sigara içer, okuldan çıkıp evine gelir. Anacığının yanında oturur. Ben de istedim gitmesini. Biraz değişiklik olur...
Cemile Hanım onu dinlemiyor gibiydi. Gözleri yine uzaklara dalmış, incecik bir gözyaşı yanağından boynuna doğru süzülmeye başlamıştı. Münevver Hanım şaşırdı:
- İyi misin Cemile Hanım kardeşim, neden ağlıyorsun?
Kadın yutkundu. Konuşurken hızla nefes alıp veriyor sanki sözcükleri ağzından çıkartırken acı çekiyordu:
- Benim de bir evladım var Münevver Hanım, benim de var evladım, bilirim ne demek olduğunu...
Münevver Hanım sanki bir tokat yemiş gibiydi. Ne diyeceğini bilemedi. Dudaklarını ısırdı:
- Bilmiyordum Cemile Hanım...
- Kimse bilmiyor, bilmesin de... Evladım da bilmiyor ki...
Acı bir hayat hikayesiyle karşı karşıya olduğunu anlayacak kadar akıllı bir kadındı Münevver Hanım. Sandalyesini biraz daha çekti felçli kadına doğru:
- Zor bir durum... Anlatmak ister misin?
Başını iki yana salladı Cemile Hanım:
- İsterim ama şimdi değil. Birazdan gelir Asiye. Değil onun, kimsenin duymasını istemiyorum. Zamanı gelince anlatırım.
- Nasıl istersen kardeşim ben her zaman dinlerim.
Minnetle baktı Cemile Hanım komşusuna. Gözlerinden süzülen yaşlar yoğunlaşmıştı...

Ozan, gülerek baktı genç kıza

Otobüs Otelin önüne park eder etmez sevinç çığlıkları içinde boşalmaya başladı. Uludağ’ın küçük otellerinden birine gelmişlerdi. Her taraf karla kaplıydı. Rüzgar birikmiş kar yığınlarını savurunca göz gözü görmüyordu. Gençler otele girmek yerine koşturmaya, birbirlerini kartopu yağmuruna tutmaya başlamışlardı. Ozan ve Zeynep de aşağıya inince tertemiz dağ havasını çektiler içlerine:
- Muhteşem değil mi Ozan? diye sordu Zeynep. Daha önce gelmiş miydin?
Ozan başını iki yana salladı:
- Yok ilk defa geliyorum. Gerçekten kartpostallardaki, filmlerdeki gibi. Beyaz bir cennet sanki...
- Ben babamlarla gelmiştim birkaç defa. Şu büyük otelde kalmıştık. Ama şu andaki kadar eğlenceli değildi.
Ozan gülümseyerek baktı genç kıza. Yol boyunca konuşmuşlar, sene başından beri kuramadıkları yakınlığa ulaşmak için en azından emek harcamışlardı. Rehberleri asistanlardan biriydi ve geziyi düzenleyen kişiydi. Ellerini çırparak seslendi:
- Arkadaşlar şu kartopu savaşını bıraksanız, bir barış imzalasanız, ondan sonra da yerleşseniz. Savaşacak daha çok zaman var. Hem ben kurt gibi açım. Yemek de mi yemek istemiyorsunuz?
Gençler bağrışarak koştular otele doğru. Her kafadan bir ses çıkıyordu:
- Yemek... Duyduğum en güzel kelime...
- Bir danayı yiyebilirim...
- Ben bir dana üzerine bir de koyun yiyebilirim...
- Ben ikisinin üzerine bir de salata yerim.
Kahkahalar birbiri ardına patlıyordu. Otele girdiler. Rezervasyonlar yapılmıştı. Genç kızlar birlikte kalacaklardı. Erkekleri de kendi hemcinsleriyle odalara dağıtmışlardı. Herkes odasını öğrenip anahtarını aldı. Zeynep kendi sınıfından sevdiği bir arkadaşıyla iki kişilik bir odada kalacaktı. Aylin adındaki bu genç kız hem neşeli hem de aklı başında bir kızdı. Zeynep mutlu olmuştu. Ozan’a kaçamak bir bakış fırlattı. Genç adam da kendisini süzüyordu o sırada. Gülümsediler birbirlerine. Zeynep seslendi:
- Yerleştikten sonra burada buluşuruz.
Başını salladı genç adam:
- Tamam, bekleyeceğim.
İki kız koşar adımlarla tahta merdivenlerden üst kata çıktılar. Aylin manalı bir bakışla süzdü Zeynep’i:
- Haydi hayırlısı, gördüğüm kadarıyla epey yol aldınız!..
Zeynep utanmıştı. Dudak büktü:
- Yok canım, o kadar da değil.
Aylin alaylı bir gülümseme ile koluna girdi arkadaşının:
- Kızım, kendini kandırıyorsun, bari bizi kandırma. Herkes biliyor, herkes farkında sizin birbirinize yanık olduğunuzun. Kimden saklıyorsun ki?..
Zeynep mahcup bir tavırla fısıldadı:
- Sanırım kendimden saklıyorum Aylin...
Genç kız “Doğru söze ne denir?” diyerek kahkahayla haykırdı. İkisi de gülüyordu...
>

ARKASI YARIN...........NETTEN ALINTIDIR
 
“Seninle önemli şeyler konuşmak istiyorum!”

Gençler oteldeki odalarına yerleştikten sonra hemen hepsi lobide toplanmıştı. Konuşkan, yol boyunca esprileriyle herkesi kahkahadan kırıp geçiren Kerem atıldı:
- Evet beyler, geldik, yerleştik... İşte Uludağ budur. Bu kadar! Herkes yatağına gidip uyusun artık. Göreceğinizi gördünüz, yarın da çeker gideriz.
Hep birlikte gülmeye başladılar. Zeynep atıldı:
- İyi de Kerem, karnın aç değil miydi senin?
Kerem kalın kaşlarını kaldırdı komik bir şekilde:
- Aaa, unutmuşum yahu, yürüyün restorana... Sizi yerleştireceğim derken açlığımı unuttum, bu fedakarlığımı kim göz ardı edebilir ki!..
Ozan ve Zeynep yan yana yürüyorlardı. Restoran şark havası verilerek dekore edilmişti. Bir köşede çıtır çıtır şömine yanıyordu. Bütün oturma grupları kilim desenli masalar eskitilmiş tahtadandı. Duvarlarda bakırdan kap kacak asılıydı. Masalar dörderli gruplar halinde yuvarlak öbekler halinde dizilmişler ortalarına da büyük bakır mangallar konulmuştu. Aydınlatma gizliydi ama onu destekleyen yağ kandilleri asılıydı duvarlarda. Çok nostaljik bir ortamdı ve gençler bayılmışlardı bu manzaraya. Hepsi birer masa seçti kendisine. Zeynep Ozan ve Aylin’le birlikte oturdu. Biraz sonra da yanlarına Haluk geldi. Haluk da Ozan’ın oda arkadaşıydı ve çok neşeli, sevecen bir gençti. Yemeklerini ısmarladılar. Ozan her zaman olduğu gibi sessizdi. Yapılan esprilere gülüyor, efendi, nazik tavırlarıyla ortama uyum sağlıyordu. Bütün ilgisi bariz bir şekilde Zeynep’in üzerindeydi. Zeynep ise hayatından memnundu. Hayatında ilk defa böyle bir ortamda bulunuyor, bunun keyfini çıkartmaya çalışıyordu. Yemekten sonra öteki masalardan bir teklif geldi:
- Alt katta bir diskotek var arkadaşlar. Oraya gidelim. Erkenden yatacak halimiz yok. Biraz eğleniriz Ne dersiniz?
Teklif bütün grup tarafından sevinçle karşılandı. Selim lokmasını yuttuktan sonra bağırdı:
- Arkadaşlar, bence yiyebildiğiniz kadar yiyin. Biliyorsunuz yarım pansiyon anlaştık. Yarın kahvaltı ve öğlen yemekleri cepten... Ona göre. Bence bir öğün yiyelim ama üç öğünlük olsun.
Herkes kahkahayı patlattı. Yemekten sonra kararlaştırdıkları gibi diskoteğe indiler. Loş ışıklar, duvarlarda renkli posterlerle restoranın havasından apayrı bir panorama ile karşılaşmışlardı. Gençlerden bir kısmı hemen piste daldılar. Bir kısmı ise yuvarlak ve yekpare şekilde deriyle kaplı sedirlere oturdular. Ozan Zeynep’in kulağına eğildi:
- Nasıl, beğendin değil mi?
Genç kız sevimli bir tebessümle başını salladı:
- Evet...
Ozan fısıldadı:
- Ben de beğendim...
Ozan, biraz daha yaklaştı genç kıza:
- Seninle önemli şeyler konuşmak istiyorum. İkimizle ilgili...
Zeynep kaçamak bir bakışla delikanlıyı süzdü ve gülümsemeye devam etti.


Arkadaşının sözünden destek almıştı Ozan...

Gece geç saatlere kadar dans etti gençler... Gece yarısını biraz geçe kalktılar. Hem yol yorgunluğu vardı üstlerinde, hem de ertesi gün yoğun bir tempo bekliyordu kendilerini. Diskotekten lobiye çıktılar. Zeynep Ozan’a sokuldu:
- Ne konuşacaksın benimle, seni dinliyorum...
Ozan şaşırmış ve heyecanlanmıştı. Kekeledi:
- Şimdi mi? Uykun yok mu?
Zeynep dudak büktü:
- Zerre kadar uykum yok. Kim bilir belki dağ havası çarptı, belki de keyiften... Eğer konuşmak istersen şurada oturup konuşabiliriz.
Ozan sevinçle başını salladı:
- Benim de uykum yok. O zaman birer kahve içelim.
Zeynep oda arkadaşı Aylin’e döndü:
- Aylin! Ben daha sonra yatacağım. Ozan’la bir kahve içeceğiz.
Aylin muzip bir gülümseme ile göz kırptı:
- Keyfine bak canım. Ben ölüyorum yorgunluktan, hemen yatacağım. Ama benimle gel de anahtarı al.
Zeynep başını salladı:
- Tamam, üzerime de bir hırka alayım hem.
Ozan’a dönüp durumu bildirdi ve kendisini bir yere oturup beklemesini söyledi. Koşarak merdivenlere doğru gitti. Ozan sevgiyle baktı onun arkasından. Yanına yaklaşan Haluk’a döndü:
- Ben gelmiyorum abi hemen. Zeynep’le kahve içeceğim.
Haluk başını eğdi:
- Keyfin bilir hocam! Kapıyı kilitlemem. Yalnız gelince gürültü etme, pişman ederim.
Ozan güldü:
- Tamam, merak etme. Bana bir sigara versene!
Haluk hayretle baktı genç adama:
- Sen sigara içiyor musun yahu?
- Şu anda içmek istiyorum. Biraz yatışmam lazım.
Haluk “anlıyorum” diyerek bir paket sigara uzattı. Ozan içinden iki tane alıp geri verdi:
- Bu kadar yeter. Fazla bile. Zeynep de içmiyor biliyorsun.
Haluk gözlerini kıstı:
- Bu kızı seviyorsun değil mi? Bak hocam, aşkının sevginin arkasında dur, sevgine sahip çık. Kolay değil Zeynep Türkmen’i sevmek. Ailesinin karizmasını biliyorsun. Babası ise keza, evlere şenlik. Adam başlı başına bir güç. Yanına yaklaşmaya korkarsın. Ama Zeynep de bambaşka bir kız. Çok isterim aranızda anlaşmanızı. Çok da yakışıyorsunuz. Ama korkma, sevgin oldukça her şeyin üstesinden gelirsin.
Ozan destek almıştı arkadaşının sözlerinden. Sevinçle başını salladı...
***
On dakika sonra Zeynep lobiye geldi. Ozan dip masalardan birine oturmuş hiç alışık olmadığı halde sigara içiyordu. Zeynep’i görünce ayağa kalktı, gülümseyerek sandalyesini çekti.
- Ozan, sigara içiyor muydun sen?
- Bir tane, canım istedi şimdi. Haluk’tan aldım.

“Beni tanımanı istiyorum Zeynep”

Genç kız delikanlının karşısına oturdu. Açık mavi bir hırka giymişti üzerine. Kumral saçlarını açmış, omuzlarına dökmüştü. İnce hatları, biçimli dudakları, minicik burnu ile çok zarif ve güzel görünüyordu. Ozan hayranlıkla baktı onun yüzüne:
- O kadar durusun ki, öyle aydınlık bir yüzün var ki Zeynep...
Genç kız tam cevap verecekti ki garson yanlarına yaklaştı. Ozan iki kahve söyledi. Sonra genç kızın yüzüne dikkatle bakmaya devam etti. Zeynep utanmıştı:
- Ne konuşacaksın benimle?
Genç adam dudaklarını ısırdı. Usulca konuşmaya başladı:
- Zeynep, ikimiz de aklı başında insanlarız. İkimizin de sorumlulukları var biliyorsun. Ama bir insanın hayatta bazı idealleri vardır. Okumak, meslek sahibi olmak, sonra aklının gönlünün uyuştuğu biriyle bir hayat kurmak... İşte bu çerçevede baktığım zaman mesleğimi seçtim. Allah izin verirse okulumu bitirip en şerefli görevlerden birini yapacağım. Öğretmen olacağım. Sonrasında da...
Durakladı, o sırada gelen kahvesinden bir yudum aldı. Şekersiz içiyordu kahvesini. Sonra yeniden arkasına yaslandı. Yutkundu ve devam etti:
- Süslü lafları beceremiyorum... Yoğun duygularım var sana karşı. Seninle bir yola, sonuna kadar gitmek istediğim bir yola birlikte çıkmak istiyorum. Benim bir anam var. Babamı seneler önce kaybettim. Orta halli bir aileyiz. Annemin emekli maaşı, babamdan kalan maaşla geçiniyoruz. İyi kötü bir evimiz var. Biliyorum sana yabancı bir hayat bu. Ama sevgi varsa her şeyi halleder diye düşünüyorum. Beni tanımanı istiyorum. Bu yolun sonuna kadar benimle gelip gelemeyeceğini irdelemeni istiyorum. Bana bir şans vermeni istiyorum...
Zeynep kahve fincanının sapıyla oynuyordu Ozan’ı dinlerken. Onun sustuğunu fark edince yavaşça başını kaldırıp genç adamın yüzüne baktı. Onun gözlerindeki heyecanı, telaşı görünce gülümsemekten kendini alamadı. Bir yudum kahve içti. Sonra arkasına dayandı:
- Ben de seni kendime yakın hissediyorum. Bunun bir arkadaşlık teklifi olduğunun bilincindeyim. Söylediklerini düşündüğüm zaman korkuların olduğunu da anlıyorum. Benim ailemin hayat tarzı, durumu seni endişelendiriyor sanıyorum. Ama bu benim tercihim değil. Benim de annem yok. Hiç tanımıyorum. Babamın sert mizaçlı biri olduğunu hep söylerler. Ama onu da anlamak lazım. Daha birkaç haftalık bebekken eline kalmışım. Aile durumumuza gelince, para, mal, mülk tabii ki önemli ama insanın mutluluğunu biçimlendiren şeyler değil. Duygular önemli, sevgi önemli. Yaşamak için iki lokma ekmek değil mi gereken... Ama huzur için? Sevgi gerekli, anlayış gerekli, karşılıklı fedakarlık gerekli... Sen çok iyi, çok kibar, efendi bir çocuksun. Teklifini kabul ediyorum...
Ozan gözlerini açtı. Mutluluğun sıcacık dalgaları yüzüne yayılmıştı. Birbirlerine gülümsediler...

Şakakları periyodik hareketlerle atıyordu!

Kerim Bey, piposundan yükselen dumanları takip etti gözleriyle. Salonda oturuyordu. Elindeki kitabı okumaya çalışıyor ama yaklaşık bir saattir aynı sayfada oyalanıp duruyordu. Kafasındaki düşünceler okumasına izin vermiyordu. Asuman Hanım bir saat önce yatmıştı. Vakit gece yarısını geçmişti. Kerim Bey üzerinde ropdöşambrı, boynunda ipek fuları ile her zamanki gibi düzgün, ciddi bir görünümdeydi. Yavaşça yerinden kalkıp bahçeye bakan camekana doğru yürüdü. Bahçe ışıklandırılmıştı. Kapının ardından sahil yolundan gelip geçen arabaların ışıkları görünüyordu. Gözlerini kısmıştı. Şakakları periyodik hareketlerle atıyordu. Bir nefes daha çekti piposundan. Sonra ağır adımlarla çalışma odasına geçti. Dört duvarı kütüphane kaplı bu odada kahverengi tonlar hakimdi. Yerdeki bej renkli uzun tüylü halı ve yerlere kadar uzanan krem rengi perdeler biraz aydınlatıyordu odanın havasını. Yine kahverengiye yakın kırmızılıktaki bakır abajur cılız bir ışık veriyordu. Kerim bey bu odada çalışırken Fransa’dan aldığı masa lambasını kullandığı için fazla ışığa gerek duymamıştı. Çalışma masasının en alt çekmecesinin kilidini cebindeki anahtarla açtı. İçinden kalın bir albüm çıkartıp masaya yerleşti. Lambayı yaktı. Gözlüklerini takarak ilk sayfayı çevirdi. Babasının ve annesinin resimlerine dudaklarında hafif bir tebessümle baktı. Ondan sonraki sayfada ise üç çocuğun yan yana resimleri vardı. Biri kız ikisi oğlan. Dikkatle inceledi resimleri. Asuman Hanım hiç değişmemişti. Çocukluk siması aynen duruyordu. En büyükleri olan kendisi çocukken de çatık kaşlıydı. Bir erkek çocuk daha vardı resimde. Gülümsüyordu. Açık kumral teni, yeşil gözleri ile tıpkı Zeynep’e benziyordu. Albümü kapattı Kerim Bey. Arkasına yaslandı. Selim’i düşünmeye başladı. En küçükleri olan erkek kardeşi Selim’i... Kim bilir neredeydi?.. Yaklaşık yirmi senedir hiçbir haber yoktu. Hiç görüşmemişler, konuşmamışlardı. Yirmi sene önce çekip gitmişti genç adam. O zaman henüz yirmi yedi yaşındaydı daha. Kerim Beyin hayatı boyunca unutmadığı ve kalan ömründe de unutacağını zannetmediği o talihsiz gecenin sabahında Selim yoktu. Ne bir haber, ne bir iz bırakmadan çekip gitmişti. Asuman Hanım günlerce ağlamış, duyduğu vicdan azabından kahrolmuştu. Anne ve babalarını kaybettikten sonra üç kardeş kalmışlardı. Anneleri ölürken üçünü de birbirlerine emanet etmişti. Bu nedenle Asuman Hanım emanete sahip çıkamadığının azabıyla kahrolmuştu. Kerim Bey gözlerini kapatarak koltuğuna yaslandı. Zaman zaman beyni uyuşuyor, kendini iyi hissetmiyordu. Duygularını yaşamayı yasaklamış gibiydi kendi kendine. Ne sevincini belli edebiliyor, ne üzüntüsüne yanabiliyor, ne sevdiğini söyleyebiliyor, ne de nefretini kusabiliyordu. Sert olmanın, az konuşmanın ardında sakladığı gerçeklerin kendisi de farkındaydı ve zayıflıklarından nefret ediyordu. Halbuki içindeki korkuları dışarıya vurabilse, yardım istese, konuşabilse belki bu sertliği kendiliğinden yok olacak, sevdikleri ile samimi bir ilişki kurabilecekti. Ama bir şey kendisini engelliyor ve duygularını bastırıyordu...

ARKASI YARIN...............NETTEN ALINTIDIR
 
Canim ellerine saglik,kaptirdim gidiyorum,devamini bekliyorum,e hadi ama bekletme...
 
Ozan’ın yokluğu belli oluyordu!..

Zeynep’i düşünüyordu Kerim Bey... Genç kıza hayatında ilk defa izin vermişti. Ama bu izni verdikten sonra kendi yöntemleriyle araştırmasını yapmış, gezinin nereye yapıldığı, rezervasyonları, kaç kişini katılacağını, otobüsün kime ait olduğunu birer birer öğrenmişti. Zeynep otele varmadan önce otel yönetimiyle konuşmuş, kızı için rahat, güvenli bir oda tahsis edilmesini istemişti. Bütün bunlardan tabii ki Zeynep’in haberi yoktu. Onun geleceği için farklı planlar yapıyor, farklı şeyler hayal ediyordu. Okulun bitmesiyle bu düşüncelerinin hepsini gerçekleştirecekti. Tabii bu planlarda Zeynep’in ne kadar söz hakkı olacaktı o bilinmezdi. Bir başkasının isteği diye bir şey kabul etmiyordu Kerim Bey...
***
Münevver hanım yatağını topladıktan sonra çayını koydu. Tepsinin içine peynir, zeytin tabağını yerleştirdi. Domates doğradı, reçel boşalttı. Çayın altını kıstıktan sonra pardösüsünü giyip dışarı çıktı. Ekmek almaya gidiyordu. Bakkal sokağın az ilerisindeydi. Ağır adımlarla yürüdü. Tam bakkal kapısına geldiği zaman Asiye’yi gördü.
- Günaydın Asiye Hanım... Cemile Hanım nasıl, uyandı mı?
- Aman sorma komşu, uyudu mu desene? Bütün gece durmadan ağladı. İçim karardı benim de yani... Ne bu böyle? Ne derdin var diyorum cevap yok. Baktım olmayacak, yattım uyudum ben de. Sabah hâlâ aynı yerinde oturuyordu. O kadar yalvardım yatırayım seni diye ama ne gezer...
Münevver Hanım üzülmüştü:
- Hasta Asiye Hanım, anlayış göstermek lazım. Kolay değil, daha genç sayılır, taş çatlasın kırk beş yaşında. Bu yaşta tekerlekli sandalyeye bağlanıp kalmak kolay mı?
Asiye istediği desteği bulamadığı için yüzünü buruşturdu:
- İyi de ben de insanım Münevver Hanım... Benim de işim var, gücüm var. Bir gün bile iznim yok. Ben de gidip anamı görmek istiyorum. Bak hava ne güzel, çıkıp bir dolaşmak istiyorum...
Münevver Hanım bakıcı kadının neyi ima ettiğini anlamıştı. Gülümsedi hafifçe:
- Bugün ben yalnızım Asiye... Ne işin varsa git gör sen. Ben bakarım Cemile Hanıma. Gider otururum yanında. Yemeğini yediririm. Ama akşam mutlaka gel vakitlice.
Asiye’nin gözleri parlamıştı:
- Allah senden razı olsun... Gelmez miyim. Akşam en geç yedide buradayım. Ne zaman gelirsin?
- Kahvaltımı yapayım, evimi toparlayayım gelirim Asiye.
Bakıcı kadın neşe içinde alışverişini yaptı. Sonra koşar adımlarla uzaklaşırken seslenmeyi de ihmal etmedi:
- Bekliyorum Münevver Hanım... Ben kahvaltı yaptıracağım şimdi. Sonrasını sen halledersin.
Elini kaldırarak “tamam” diye işaret etti kadın. Sonra ekmek ve margarin yağ aldı. Yine geldiği gibi ağır adımlarla döndü evine. Oturma odasında kucağında tepsisiyle divanın üzerinde yaptı kahvaltısını. Ozan’ın yokluğu belli oluyordu. Bir garip sessizdi ev. Kahvaltıdan sonra bulaşıklarını yıkadı. Evini toparladı. Zaten yeni dip köşe temizlik yapmıştı. Mis gibi sabun kokuyordu her yer. Elbisesini değiştirdi. İri çiçekli basma elbisesini giyip dantelini aldı. Başını örttü, hırkasını koydu omuzlarına kapısını örtüp çıktı...


Gün henüz ağarmak üzereyken kalktı!..

Asiye kapıyı telaşlı bir sevinçle açtı: - Aman bu iş çok iyi oldu. Şöyle bir dinleneyim, gezeyim. Tıkıldım kaldım ben de.. Zaten Cemile Hanım da pek memnun oldu senin geleceğine. Gözleri parladı inan ki.
Münevver Hanım oturma odasına geçti. Cemile Hanım pencerenin kenarında tekerlekli sandalyesinde oturuyordu. Komşusunu görünce başını iki yana salladı güçlükle. Boğuk bir sesle:
- İyi ki geldin Münevver Hanım... Konuşmaya ihtiyacım o kadar çok ki... Bu kız da sıkıldı artık.
- Ne demek kardeşim... Benim de işim yoktu. Ozan yok biliyorsun. Benim için de iyi oldu. Evde olsam oturup dantel örecektim. Burada senin yanında örerim.
Koltuklardan birine oturdu. Az sonra Asiye vedalaşarak çıktı. İki kadın yalnız kalmışlardı.
***
Ozan bütün gece mutluluktan uyuyamamıştı. Sabaha karşı gün henüz ağarmak üzereyken kalktı. Arkadaşını uyandırmamaya özen göstererek giyindi ve odadan çıktı. Otel personeli güne hazırlanmaya başlamışlardı. Garsonlar restoranı temizliyor, servisler düzenleniyordu. Lobi pırıl pırıldı. Müracaatta bulunan personel Ozan’ı kibarca selamladı:
- Günaydın efendim, nasıl geçirdiniz gecenizi?
- Teşekkür ederim, her şey çok güzeldi.
Kapıya doğru yürüdü. Birden geri döndü:
- Biraz yürüyüş yapmak istiyorum. Ne tarafa doğru gitmem gerekir?
- Otelden çıkınca sağa doğru ilerlerseniz yol sizi kendiliğinden rahatça yürüyüşünüzü yapabileceğiniz bir parkura götürecektir. Aksi taraflara giderseniz zorlanabilirsiniz. O taraf ormanlıktır. Şimdi de oldukça yüksek bir kar kalınlığı var. Tehlikeli olabilir.
Ozan başını sallayarak gülümsedi:
- Tekrar teşekkürler.
Gocuğunun yakalarını kaldırıp atkısını iyice sarındı. Başında anneciğinin ördüğü beresi vardı. Eldivenlerini taktı ve ellerini cebine sokarak resepsiyon memurunun tarifi üzerine sağ tarafa doğru ilerledi. Mis gibi bir dağ havası soluyordu. Çam ormanlarından gelen nefis koku bol oksijenle birleşip parfüm gibi yayılıyordu çevreye. Başının hafifçe döndüğünü hissetti. Bu kadar temiz, saf havaya alışık olmayan ciğerlerinin bu havayı yadırgadığını biliyordu. Karların üzerine bastıkça çıkan sesleri dinleyerek yürüdü uzun bir süre. Ağaçların üzerinden sarkan buzlar güneş ışığını binlerce renge çeviriyor, orman sanki karanlıkta büyük bir kentin ışıkları gibi pırıldıyordu. Bu kadar güzel bir manzarayı görebildiği için şanslı sayıyordu kendisini. Dün gece hayatında bir dönüm noktasıydı genç adam için. Zeynep’e olan duyguları onun kendisiyle arkadaşlık kararından sonra daha da artmış, sabah kalktığı zaman kendisini bu genç kıza daha da fazla bağlı hissetmişti. Şunun şurasında bir şey kalmamıştı... Bir sene sonra okulu bitireceklerdi. Bir sene de askerlikle geçse iki sene sonra gelecekte hayalini kurduğu hayata adımını resmi olarak atmış olacaklardı. Şu anda bu arkadaşlığın artılarını eksilerini düşünmüyor, sevdiği genç kızdan olumlu cevap almanın keyfini, sevincini, mutluluğunu yaşıyordu. Her şey gözüne toz pembe görünüyordu. Üstesinden gelemeyeceği hiçbir engel yok gibiydi. İki aile arasında korkunç farkı göz ardı ediyor, hatta aklına bile getirmiyordu. Bütün olaylara, olabileceklere samimi, sevgi dolu bir bakışla bakıyor, mantığı ve duyguları hiçbir şeyin bu birlikteliğe engel olmayacağını söylüyordu...

Duyduklarından mutlu oluyordu...

Yürüyüş parkurunun sonuna kadar gitti. O kadar kışkırtıcı bir hava vardı ki insanın içinden koşmak geliyordu. Bu isteği bastırmadı Ozan. Koşmaya başladı. Uzun süre koştu karların üzerinde. Nefes nefese kalmıştı ama sanki kendisini arınmış gibi hissediyordu. Birden hiçbir şeye aldırmayarak kendisini karların üzerine attı. Kollarını yana açarak boylu boyunca yattı. Bir süre kaldı öyle. Kendisini hafiflemiş hissediyordu. Neden sonra kalktı, üstünü başını silkeledi. Bembeyaz olmuştu. Hızlı adımlarla otele döndü. Müşterilerden tek tük inenler vardı lobiye. Dağ manzarasını gören bir masaya oturup kahve söyledi. Ayaklarını uzattı, vücudunu gerdi. Hayatının en güzel, en mutlu anlarını yaşıyordu. Zeynep’le evlenince balayına buraya gelmeye karar verdi birden. Dudaklarında huzurlu bir tebessüm vardı...
***
Saat sekize doğru Aylin ve Zeynep lobiye açılan merdivende belirince Ozan hemen masasından kalktı. El sallayarak yerini belli etti. İki genç kız neşeli bir şekilde yanına geldiler. Aylin hayretle genç adama bakıyordu:
- Geceyi burada geçirmedin umarım?
Ozan güldü:
- Yok canım, ama sabah altıda kalktım. Biraz yürüyüş yaptım. İnanılmaz güzeldi her yer. Koştum biraz, karların üzerine yattım. Harikaydı...
Aylin bir sandalye çekip oturdu. Hâlâ uykuluydu gözleri:
- Yok kardeşim, ben almayayım... Sabah mışıl mışıl uyumak varken ne zoruma çıkıp kar adamı gibi dolanıp karlara yatmak! Hiç benim harcım değil...
Hepsi birlikte kahkahalarla güldüler bu sözlere. Zeynep Ozan’ın yanına oturmuştu. Delikanlıya doğru eğildi:
- Üşütüp hasta olma sakın. İyi giyinseydin bari...
Bu ilgiden çok mutlu olmuştu Ozan. Başını iki yana salladı:
- Zırh gibi giyindim, merak etme. Zaten soğuk değildi. Sıfır dereceymiş ama insan üşümüyor inan. Sol tarafa doğru gitmememi söylediler. O taraf tehlikeliymiş. Ormanlık olduğu için sanırım kayboluyor insan. Hava da karlı bugün. Sabah dönerken ufak ufak serpiştiriyordu. Ama inanılmaz güzeldi...
Zeynep onun çocuksu coşkusuna sevgiyle bakıyordu. Ozan kulağına eğildi genç kızın:
- Evlenince balayına mutlaka buraya gelmeliyiz!
Zeynep kıpkırmızı oldu. Başını önüne eğdi. Usulca mırıldandı:
- Ozan neler söylüyorsun?
Delikanlı üsteledi:
- Ben seninle evlenmeyi istiyorum Zeynep... Gelişigüzel, günlük, aylık bir ilişki istemiyorum. Bu benim tarzım değil. Ciddi, seviyeli saygı ve sevgi dolu bir arkadaşlık, amaçları olan, hedefi olan bir birliktelik.
Genç kız duyduklarından mutlu oluyordu. İnanıyordu bütün kalbiyle bu genç adama. İçinde ona karşı beslediği duyguların derinleşmeye başladığını hissediyor, yüreğinin, düşüncelerinin, kısaca yaşamasını gerektiren her şeyin ona doğru karşı konulmaz bir şekilde aktığını fark ediyordu. Aylin iki gencin arasındaki bu elektriği bozdu adeta haykırarak:
- Ay ben acıktım... Neler oluyor bana? Hiç hoşlanmam kahvaltıdan ama şu anda hayatımdaki tek amacım mükellef bir kahvaltı. Dağ havası mı yaradı nedir? Yok kardeşim bir an önce gidelim buradan, biraz kalırsam eve beni kamyonla götüreceksiniz, yüz on beş kilo olurum ben burada. Dün öyle pestil gibi yatmamın nedeni de akşam yediklerimdi...


“Bu yaşamak mı Münevver Hanım?”

Zeynep etrafına bakındı: - Anlaşmada sabah kahvaltısı yok sanıyorum. Cebimizden yiyeceğiz.
Aylin yüzünü buruşturdu:
- Ay birden geçti açlığım... Doydum mu ne?
Zeynep ve Ozan birbirlerine bakarak kahkahayı patlattılar...
***
Münevver Hanım iki bardak çayı dikkatle getirdi. Cemile Hanımın önündeki sehpaya koydu. Tekerlekli sandalyenin açılır kapanır tablasını indirdi. Hasta kadının çayını oraya yerleştirdi. Şekerini karıştırdı. Cemile Hanım minnettar gözlerle izliyordu bu iyi kalpli komşusunu.
- Kahvaltı ettin değil mi Cemile Hanım?
Hasta kadın başını salladı, boğuk bir sesle:
- Ettim sağ olun...
- Sen de sağ ol kardeşim... Karşılıklı birer çay içelim seninle.... Nasıl uyudun gece? Asiye pek rahat etmediğini söyledi. Uyku ilacın yok mu?
Cemile Hanım sağlam olan eliyle çay bardağını zorlukla götürdü ağzına. Bir yudum aldı. Birkaç damla çay dudaklarının kenarından çenesine doğru aktı. Hemen fırladı Münevver Hanım. Kağıt peçete ile sildi akanları. Peçeteyi katlayıp tablaya koydu.
- Rahat ol kardeşim, sakın çekinme. Hastalık bu kolay değil... Hepimizin başına gelebilir.
Cemile Hanım içini çekti. Gözleri sabit bir şekilde tek bir noktaya dikildi. Usulca mırıldandı. Söyledikleri biraz zor anlaşılıyordu:
- Hastalık değil Münevver Hanım. Bir kaza... Trafik kazası. O zaman yirmi beş yaşındaydım.
Münevver Hanım hayretle baktı karşısındaki kadına:
- Öyle mi? İnan ki bilmiyordum. Ben hastalandın zannettim. Ne diyeceğimi şaşırdım.
- Evet bir kaza. Bir kamyonet çarptı bana caddede. Belimden vurdu. Bütün sinirlerimi öldürdü. Ondan sonra böyle kaldım işte... Yirmi yıldır bu tekerlekli sandalyeye mahkumum. Şimdi iyiyim ama. Önceleri daha beterdi. Zamanla bu kadar hareket edebilmeye başladım.
Göz pınarları dolmuştu. Derin bir nefes aldı, devam etti:
- Bazen böyle yaşamaktansa ölseydim, diyorum...
Münevver Hanım atıldı:
- Deme öyle kardeşim... Yaşanacak ömrün varmış. Allah büyüktür.
- Yaşamak! Bu yaşamak mı? Sadece vücudum değil yüreğim de felçli benim.
Ağlamaya başlamıştı. Münevver Hanım üzüntüyle fırladı ayağa:
- Cemile Hanım, seni üzmek istemem, istersen konuşmayalım...
Hasta kadın başını iki yana salladı:
- Yok Münevver Hanım. Konuşmak istiyorum. Yıllardır acılarımı içime gömdüm. Kendi içimde yaşadım. Kimselerle paylaşamadım. Doluyum. Taşıyamıyorum artık.
Münevver Hanım birkaç kağıt peçete daha koydu tablanın üzerine sonra tekrar yerine oturdu. Merak içindeydi. Cemile bir yudum çay daha aldı. Sonra yavaşça başını kaldırdı:
- Belki seni de üzeceğim, sıkacağım...
Kadın başını iki yana salladı:
- Olur mu öyle şey? Dostluklar paylaşım içindir. Seni rahatsız etmeyecekse ben hazırım dinlemeye...
Cemile Hanım gülümsedi minnetle. Sonra yutkundu ve boğuk bir sesle usul usul anlatmaya başladı...

ARKASI YARIN...................NETTEN ALINTIDIR
 
ay sikbogaz etmeyim diyorum ama cok merak etmeye basladim dogrusu,nerelerdesin canim,hadi bekliyorum....yada bana ozelden bunun adresini veer,sabredemeyecegim galiba...
 
“Beni iş çıkışlarında beklemeye başladı”

Cemile Hanım anlatıyor, Münevver Hanım ise pürdikkat dinliyordu: “Yirmi iki yıl önceydi. Ben o zaman bir şirkette sekreter olarak çalışıyordum. Anamı babamı kaybedeli iki sene olmuştu. İkisini de bir buçuk ay arayla peş peşe kaybetmiştim. Küçük bir odada kalıyordum. Kirasını ödüyor, kazandığım paradan kalanla da hayatımı sürdürüyordum. Hiçbir şey kalmamıştı anamdan babamdan. Zaten fakir bir aileydik. Kimsem kalmamıştı. Yapayalnız, ayaklarımın üzerinde durabilme çabasıyla geçiyordu günlerim. Bir gün bizim şirkete gelen bir gençle tanıştım. Benden iki yaş büyüktü. Önceleri çekindim. Sadece ayaküstü sohbetlerimiz oluyordu. Zamanla beni iş çıkışlarında beklemeye başladı. Arkadaşlığımız ilerledi. Öylesine ilerledi ki birbirimizi görmeden yapamaz olduk. Beni çok sevdiğini, benimle evlenmek istediğini söyleyip duruyordu. İyi bir insana benziyordu. Şefkatli, sevecen, saygılıydı. Ben de çok sevdim onu zaman içinde. Evlenmeye karar verdik. Ama çok zengin bir ailenin oğluydu. Benim dünyamdan çok farklı bir dünyaya mensuptu. Başka topraklarda yeşermişti o. O topraklarda beslenip büyüyordu. Yine de karşı koymaya çalıştık bu çatışmaya. Fakat ailede tek söz sahibi olan sert, duygudan yoksun, sevgi nedir bilmeyen bir ağabeyi vardı. Bizim ilişkimizi; hem de ondan çekindiğimiz için oraya uzak bir nikah dairesinde resmen evlendiğimizi öğrendiği zaman kıyamet koptu. İşin kötüsü hem de hamile idim. İşte o zaman olanlar oldu... İşimden atıldım. Bunun sebebinin de sevdiğim insanın ağabeyi olduğunu biliyordum. Çok zor bir duruma düştüm. Sevdiğim insan ise elinden geleni yapmaya çalışıyor ama onun gücü karşısında başaramıyordu. Bir gün bu canavar ağabey bana geldi. Hayatımdaki en kara günlerden biridir o gün. Etmediği hakaret, aşağılama kalmadı. Beni inanılmaz şeylerle suçladı. Sonunda para teklif etti. Para karşılığında karnımdaki bebeğimden kurtulmamı ve bu şehirden çekip gitmemi istedi benden... Tabii kabul etmedim. ‘Ölürüm de bebeğimi aldırmam’ dedim. Çünkü resmen evliydim. Bundan daha fazlasını yapamaz diye düşünüyordum. Ama yanılmışım. Doğum zamanı gelince sevdiğim adamın da çabalarıyla hastaneye gidip bir kız çocuk getirdim dünyaya. Onun yüzüne baktığım ilk anda mücadeleye devam etmeye karar verdim. Kimse beni alıkoyamazdı artık. Sevdiğim adam da benim gibi düşünüyordu. Görüşmelerimiz eskisi kadar sık değildi. Çünkü o da yirmi altı yaşında olmasına rağmen ağabeyi tarafından mengeneye kıstırılmış gibi kontrol altındaydı. Hayatı onun da zindan olmuştu. Buna rağmen kaçıp geliyor beni ve kızını görmeye çalışıyordu. Sonunda hastaneden taburcu olacağım zaman birlikte izimizi kaybettirmeye karar verdik. Hastane çıkışı eve gidecektik. Sevdiğim adam biletleri ayarlayacaktı. Henüz üç günlük olan bebeğimi de alıp kaçacak, uzaklara gidip yeni bir hayata başlayacaktık. O gün Selim öğlene doğru gelip beni hastaneden çıkartacaktı. Arkadaşlarından para bulacak, masrafları ödeyecekti. Çünkü ağabeyi para da vermez olmuştu ona. O gün öğlene kadar bekledim. Selim gelmedi. Sabırsızlanmaya ve endişelenmeye başlamıştım.”
Yutkundu Cemile Hanım. Bir yudum çay daha aldı sözlerine devam etmeden önce...
 
Yolun ortasında kalakalmıştı!..

Cemile Hanım’ın anlattıkları karşısında tutulmuş kalmıştı Münevver Hanım. Onun güçlükle yapabildiği konuşmasının bir kelimesini bile kaçırmadan dinliyordu. Cemile Hanım kaldığı yerden devam etti:
“ Saatler ilerledikçe endişelerim iyice artmaya başladı. Birden odanın kapısı açıldı ve hemşire girdi. Bana:
- Taburcu oluyorsunuz, işlemleriniz tamamlandı... dedi. Şaşırmıştım. “Kim yaptı?” diye sorduğum zaman verdiği cevap “eşiniz” oldu. Selim’in aşağıda olduğunu düşünerek hemen toparlandım. Bebeğimi de alıp çıktım hastaneden. Güçsüzdüm. Etrafıma bakındım. Selim yoktu meydanda. Birden son model bir araba geldi önümde durdu. Şoför kıyafetli bir adam indi. Adımla hitap etti bana ve arabaya binmemi, Selim Beyin beni beklediğini, her şeyin düzeldiğini, endişelenecek bir şey olmadığını söyledi. Bindim. Bir süre gittikten sonra durdu araba. Şaşkınlıkla neler olup bittiğini anlamaya çalışırken arabanın kapısı açıldı. Selim’in ağabeyi duruyordu karşımda. Hiçbir şey söylemedi. Sadece bir tek cümle:
“Bunu siz istediniz!” Beni, kolumdan tuttuğu gibi arabadan çıkardı. Yolun ortasında kalakalmıştım. Bebeğim arabanın içindeydi. O ise beni indirdiği arabaya binerek kapıyı kapattı ve süratle hareket etti. Bebeğimi götürüyordu. Koştum arkasından bağırarak. Caddenin ortasında deli gibi çırpınıyordum yetişebilmek için. Ama o anda ne olduğunu anlamadım. Bir acı duydum belimde. Gökyüzüne fırladım sanki. Gerisini hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığım zaman sağ kolum ve bacaklarım yoktu sanki. Hissetmiyordum. Konuşamıyordum. Çabalıyordum ama fayda yoktu. Yarımı kaybetmiştim. Bir hastanedeydim. Kim getirmişti beni buraya, kim bakıyordu hiçbir şey bilmiyorum. Aylarca o vaziyette yattım hastanede. Neden sonra bir gün kapım açıldı ve Selim ile ağabeyi girdi içeriye. Şaşırmıştım. Selim çok zayıflamıştı, bitkin görünüyordu. Usulca yaklaştı:
- Cemile, bebeğimiz emin ellerde. Merak etme hayatı için gereken her şey yapılacak. Sana da bakılacak. Ama ne beni ne de onu bir daha görmeyeceksin. Beni affet, başaramadım... diyerek uzaklaştı. Konuşamadığım için haykıramadım. “Yapamazsınız” diyemedim. Çırpınıyordum yatağın içinde. Çıldıracak gibiydim. O anda tansiyonum yükselmiş. Kendimi kaybetmişim. O hadise de hasar bıraktı bende. Ben beş yıldır konuşabiliyorum Münevver Hanım. Konuşamıyordum. O günden sonra ne Selim’i ne de bebeğimi görmedim. Bu tekerlekli sandalyeye mahkum kalakaldım. Kimsem yoktu. Yardım isteyebileceğim bir tek Allah’ın kulu yoktu. Taburcu olacağım zaman tanımadığım bir adam gelip beni aldı. Bu eve getirdi. Bilmediğim, tanımadığım bir yerdi. Bir de bakıcı koydular başıma. O gün bugündür böyle yaşıyorum işte. Kimseyi görmüyorum, kimseyi bilmiyorum. Ne Selim’den haberim var ne de bebeğimden. Ne oldular, ne yaparlar haberim yok. Bir avukat geliyor ara sıra. Para getiriyor, tedavimle meşgul oluyor. İşte Münevver Hanım benim hikayem de bu...”
Münevver Hanım dehşet içinde kalmıştı. Şaşkınlıktan dili tutulmuş gibi bakıyordu bu zavallı kadına. Onun yaşadığı acıları düşünüyor, çaresizliğini anlıyor, için için isyan ediyordu.
- Kim bu kötü adam Cemile Hanım?
- Kim olduğu önemli mi?.. Çok zengin bir aile. İnan bana onu düşünmek, onun hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum. Adını ağzıma bile almak istemiyorum.
Söylemek istememişti. Münevver Hanım diyecek bir şey bulamadı. Bir sessizlik çöktü odanın içine...
 
Öylesine kıstırılmış bir durumdaydı ki!..

Münevver Hanımın sessiz, düşünceli hali Cemile Hanımın boğazından fırlayan boğuk hıçkırıkla bozuldu. Telaşla gözlerini kaldırıp karşısında yıkılmış, çaresiz gözlerle bakan kadına döndü. Gözyaşları yıpranmış yüzüne inci tanesi gibi dökülüyordu. İçinin acıdığını hissederek yerinden kalkıp hasta kadının felçli elini avuçlarının arasına aldı:
- Çok üzüldüm kardeşim, bu kadar acıyı nasıl yüklendin? İnanılır gibi değil... Hiç mi itiraz edemedin? Kendini topladıktan sonra hiç mi bir girişimde bulunamadın?
Başını güçlükle iki yana salladı Cemile Hanım:
- Yapamadım hiçbir şey... Elim ayağım tutmuyor ki... Yaşamamı, nefes alıp vermemi o sağlıyor. Yaptığım her şey onun kontrolünün altında. Onun yolladığı doktorlara gidiyorum, onun tuttuğu bakıcılarla yaşıyorum. Öylesine kıstırılmış bir durumdayım ki... Evladımla aynı havayı soluduğumu biliyor ama onu tanımıyorum. Ona ulaşamıyorum. Öyle çaresizim ki... Aldığım her nefes bile kontrolü altında...
Münevver Hanım hayretler içindeydi:
- İnsanın inanası gelmiyor. Bu kadar gaddar bir kalp olabilir mi? Peki ya evladının babası? O hiç aramadı mı? Hiç arayıp sormadı mı?
Cemile Hanım içini çekti:
- Kazadan sonra en son hastaneye gelip kızımı göremeyeceğimi söylediği gün gördüm son defa. Bir daha görmedim. Nerededir, ne yapar, nasıl yaşar bilmiyorum.
Münevver Hanım yeniden koltuğuna oturdu:
- Acı, çok acı... Zavallı Cemile...
Cemile Hanım sarsılmıştı. Yıllardır içinde sakladığı ıstıraplarını ilk defa paylaşıyordu bir başkasıyla. Başından geçenleri anlatmak, her şeyi yeniden yaşamasına sebep olmuştu. Dudakları titremeye başlamıştı. Münevver Hanım ayağa kalktı:
- Seni biraz yatırayım ben Cemile... Biraz dinlen, yıprandın. Sarsıldın. Biraz uyuyabilsen ne kadar iyi olur...
Cemile Hanım başını eğdi omzuna doğru, güçlükle fısıldadı:
- İlacım var, komodinin üzerinde beyaz bir kutuda ilacım var. Bir tane alsam, biraz sakinleşirim.
Hemen hareketlendi Münevver Hanım. İlaçla birlikte bir bardak su getirdi. Yavaş yavaş içirdi zavallı kadına. Sonra tekerlekli sandalyesini yatağa doğru götürüp kucakladı kadını, yatağına yatırdı:
- Sen biraz kapa gözlerini. Bak bütün gece de uyumamışsın. Biraz uyumaya çalış. Ben yanındayım merak etme. Oturacağım seninle. Dantelimi örerim. Beklerim seni kardeşim.
Minnetle baktı Cemile Hanım. Külçe gibi vücudunu yatağın içine bıraktı. Küçücük bir çocuk kadar acizdi bu haliyle. Saçlarını okşadı Münevver Hanım onun. Bembeyazdı saçları. Yüzünde yaşının iki katı kadar bir çökkünlük ve kırışıklık vardı. Bir insanın bu yaşta bu kadar yıpranmış olmasına akıl, sır ermiyordu.
- Haydi güzel kardeşim, düşünme artık. Keşke elimden bir şey gelse...
Cemile Hanım bitkin bir halde başını iki yana salladı:
- Hiçbir şey yapamaz kimseler, hiçbir şey... diye mırıldandı. Sonra yavaşça kapattı gözlerini. Göz kapaklarının altından billur gibi bir damla süzüldü yanağından aşağıya usulca...
 
Sevgi dolu bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı

Zeynep ve Ozan karların üzerinde koşuyorlardı. Zeynep’in heyecan ve mutluluk dolu kahkahaları sivri tepelerin arasında yankılanarak geri dönüyor, güneş de sanki onların mutluluğuna ortak olmak istermişçesine alabildiğine parlıyordu. Sabah bir saat kadar yoğun bir şekilde kar yağmıştı. Daha sonra güneş yüzünü göstermiş karların her zerresini pırlanta gibi parlatmaya başlamıştı. Muhteşem bir beyazlık sanki sonsuza kadar uzanıyormuş hissini veriyordu insana. İki genç hayatlarının belki de en mutlu saatlerini yaşıyorlardı. Göz göze geldikleri zaman yüreklerindeki heyecan yüzlerine vuruyor, sevgi dolu bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı. Zeynep duygularının böylesine yoğun olduğunu bugüne kadar kendisinin bile fark edememiş olmasına hayret ediyor, içi içine sığmıyordu. Ozan ise sevgisinin sorumluluğunu yüklenmiş bir ciddiyetle yaklaşıyordu genç kıza.
- Gel şu tarafa gidelim, bak kayak yapıyorlar...
- Biz de yapalım Ozan lütfen...
Ozan omuzlarını kaldırdı:
- Yanında sakat, bir bacağı, bir kolu kırık bir adamla dönmek istiyorsan yapalım... Ben hayatımda kızak bile kaymadım ki... Sanıyorum bu sopaları ayağıma geçirdiğim anda kendimi yerde bulurum.
Zeynep neşe dolu kahkahalar arasında cevap vermeye çalışıyordu:
- Lütfen ama... Ben yaparım. Çocukken babam getirmişti bir kere, hatırlıyorum o zaman kaymıştım. Bir kere de İsviçre’de kaymıştım ama kaymaktan sayılmazdı. Kayak öğretmeninin arkasına yapışık feryat, figan bir halde ilerlediğimi hatırlıyorum. Sonra da kendimi yerde buldum. Ama deneyelim ne olur...
Ozan sevdiği genç kızı kırmak istemediği için çaresiz kabul etti. Kayak merkezine yürüdüler karların içinden. Kayaklar kiralanıyordu. Ozan durakladı. Cebindeki paranın buna yeteceğini sanmıyordu. Çaresizce etrafına baktı. Gerçekten asılı olan tabelada bir saatlik kiralama bedeli yazılıydı ve bu miktar cebindeki paradan daha fazlaydı. Zeynep onun tavırlarından meseleyi hemen anlamıştı. Hiç bozuntuya vermeden atıldı:
- Ay, vazgeçtim... Hayatta binmem. Baksana şunlara benden büyükler neredeyse. Bunları ayağıma hayatta geçirmem. Haydi gidelim...
Ozan rahat bir nefes almıştı. Yine otele doğru yürümeye başladılar.
- Kahve içelim Ozan. Ama ben ısmarlayacağım bu sefer.
Ozan kaşlarını çattı. Zeynep:
- Hiç yüzünü buruşturma. Bir şeyler yersek herkes kendi parasını ödeyecek. Biliyorsun Aylin de yanımıza geliyor, ister istemez onun parasını da ödemek zorunda kalıyorsun. Ne gerek var? Benim için para harcayacak çok zamanın olacak beyefendi... Ben o kadar ucuz değilimdir.... Hah, hah, hah...
Sonra ciddileşerek devam etti:
- Alman usulü yapacağız her şeyi. Sen de talebesin, ben de talebeyim. İkimiz de harçlık alıyoruz. Mantıklı hareket etmek zorundayız. Benim ailemin durumu iyi olabilir ama benim de belirli bir harçlığım vardır ve babam onun dışında zırnık vermez. İdaremi öğrenmeliymişim...
Ozan sevgiyle gülümsedi genç kıza ve kulağına fısıldadı:
- Seni çok seviyorum güzel kız... Çok seviyorum...
 
Her zamanki gibi kaşları çatıktı!..

Kerim Bey sabah erkenden kalkmış, önce kahvesini içip sonra yıllardır değişmeyen kahvaltısını yapmıştı. Bir parça peynir, beş adet zeytin, iki kaşık bal, domates, salatalık ve iki küçük bardak şekersiz çay... Kahvaltının ardından günlük gazetelerini alıp bahçeye bakan camekanın önündeki fiskos koltuklarına geçerek hiç konuşmadan yaklaşık bir buçuk saat gazete okumuştu. Asuman Hanım ağabeyinin bu disiplinli hayatını bildiği için o da hiç konuşmadan oturuyordu. Kahvaltısından sonra aynı yere gelip ağabeyi gibi günlük gazeteleri okumaya başlamıştı. Sonunda Kerim bey elindeki gazeteyi katlayıp sehpanın üzerine bıraktı. Her zamanki gibi kaşları çatıktı.
- Zeynep aradı mı bu gün?
Asuman Hanım başını kaldırıp baktı:
- Hayır daha aramadı. Dün akşam konuştuk biliyorsun.
- Ben ona her gün aramasını söylemiştim.
Asuman Hanım derin bir nefes aldı:
- Abi, daha çok erken, çocuk ancak kalkıp toparlanmıştır. Birazdan arar.
Sıkıntıyla dudaklarını büktü Kerim Bey. Saatine baktı:
- Saat ona geliyor. Bu kadar saat uyuması mümkün değil.
Asuman Hanım içini çekti. Ağabeyinin bu kadar titizlenmesini doğru bir davranış olarak görmüyordu ama hiçbir şekilde karşı çıkamayacağını da biliyordu. On dakika daha hiç konuşmadan oturdular. İkisi de dalgındı. Onları daldıkları düşüncelerden ayıran telefonun sesi oldu:
- Hah, işte aradı... Mutlaka Zeynep’tir bu.
Hizmetçi kadın Saniye koşarak girmişti odaya. Telefonu kaldırdı:
- Kerim Beyin villası, buyurun?
Birden yüzü gevşedi ve sesi sıcaklaştı:
- Merhaba Zeynep... Baban burada canım, veriyorum.
Çekinerek uzattı telsiz telefonu Kerim Beye:
- Buyurun beyefendi, küçük hanım!
Kerim Bey telefonu aldı:
- Zeynep? Geç aradın, merak ettim...
Başını sallayarak karşı taraftan söylenenleri dinledi. Sonra cevap verdi:
- Tamam kızım. Ne zaman dönüyorsunuz? Yarın mı?
Tekrar başını salladı:
- Peki, kendine iyi bak. Hoşça kal...
Telefonu kapatıp birkaç adım beride bekleyen Saniye’ye uzattı:
- Teşekkür ederim.
Asuman Hanım meraklı gözlerle bakıyordu ağabeyine. Kerim Bey ayağa kalktı:
- İyiymiş, selam söyledi. Ben çalışma odasına geçiyorum. Biraz çalışacağım.
Cevap beklemeden hızlı adımlarla yürüyüp salondan çıktı.
 
Yüz hatları gerilmişti yine Kerim Beyin!..

Kerim Bey çalışma odasına girip kapıyı kapattı. Kahverengi ceviz masaya geçti. Masa lambasını yakarak koltuğuna oturdu. Üst çekmeceden telefon rehberini çıkartıp telefona uzandı. Numaraları tuşlayıp beklemeye başladı. Neden sonra karşı taraftan tok bir erkek sesi duyuldu:
- Efendim?
- Halil Bey? Ben Kerim Türkmen...
Karşı taraftan duyulan ses tonu hemen değişerek saygı ve çekingen bir ifadeye büründü:
- Günaydın Kerim Bey, ben de sizi arayacaktım birazdan...
- Ne var ne yok?
Karşı taraf hafifçe öksürdü ve anlatmaya başladı:
- Beyefendi, gece saat on bir gibi buraya geldiler. Yemek yedikten sonra biraz oturdular. Daha sonra kızınız yukarı çıktı ama on beş dakika sonra tekrar lobiye indi. Genç bir delikanlıyla birlikte yaklaşık bir, bir buçuk saat kadar baş başa oturdular. Bu sabah yine o gençle birlikte kahvaltı etti ve ikisi birlikte gruptan ayrı olarak dolaşmaya başladılar. Görünüşe bakılırsa duygusal bir yakınlık içindeler...
Kerim Beyin yüz hatları gerilmişti. Gözlerini kısarak dişlerinin arasından fısıldadı:
- Tamam Halil. Sen takip etmeye devam et. Ha, bu genç kimin nesiymiş bir öğren bakalım. Evi barkı neredeymiş, adı neymiş, ne gerekiyorsa bütün bilgileri topla. Tekrar konuşuruz.
- Baş üstüne efendim.
Başka bir şey söylemeden telefonu kapattı. Arkasına yaslanarak cebinden piposunu çıkarttı. İçine tütün doldurarak tütünlerin yerleşmesi için masaya vurdu. Sonra yaktı. Dumanlar yoğun bir şekilde tavana doğru yükselmeye başlamışlardı. Sadece masa lambasının aydınlattığı odada yukarı doğru yükselen dumanlar çeşitli şekiller aldılar. Gözleriyle onları takip etti. Canı sıkılmıştı. Zeynep’in hayatına kendisinin tanımadığı ve onaylamadığı birisinin girmesine asla izin veremezdi. Eğer böyle yapmazsa olacak olayların önüne geçmesi mümkün olamazdı. Zeynep’in o güne kadar yaşadığı tüm zamanları kontrol altında tutmayı becerebilmişti. İlkokuldan beri arkadaşlarının kim olduğunu bilmekle kalmamış, hepsinin ailesi, geçmişi hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi sahibi olmuştu. Bu izleyiş lise yıllarında da devam etmiş, genç kızın kendi başına bir yere gitmesine izin vermemişti. Üniversiteye girdiği zaman işinin daha da zorlaşacağının bilincindeydi ama Zeynep’in haberi olmadan sürekli onu izlettiriyordu. Kızgınlıkla soludu. Bu geziyi öğrendiği zaman Zeynep’i kontrol etmekle görevlendirdiği Halil’i aramış ve derhal hazırlanıp Uludağ’a gitmesini emretmişti. Adım adım takip ediyordu kızını. Bundan hiç kimsenin haberi olmuyordu. Arkasına yaslanıp kendi kendine mırıldandı yüksek sesle:
- Bunun böyle olacağı belliydi.
Saatine baktı, on bire geliyordu. Tekrar telefonu aldı avukatını aradı:
- Turgay Bey, yeni bakıcı buldunuz mu?
Aldığı cevaptan hoşlanmamış olacak ki sesi sertleşti bir anda:
- Lütfen en kısa zamanda halledin bu işi. Önümüzdeki hafta bakıcı değişmiş olacak.
Öfkeyle kapattı telefonu. Koltuğuna yaslanıp gözlerini kapattı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu...
 
Yüzüne biraz renk gelmişti zavallının

Cemile Hanım üç saat kadar uyumuştu. Münevver Hanım ise onun başucundaki koltukta sessizce oturup, dantelini örerek uyanmasını bekledi. Neden sonra yatalak kadının gözlerini açtığını görünce sevgi ile ona doğru eğildi:
- Uyudun Cemile Hanım, biraz olsun toparlanabildin mi bari?
Kadın sessizce başını salladı. Etrafına şaşkın gözlerle baktı. Sonra dudaklarını ıslattı diliyle. Münevver Hanım ayağa kalktı:
- Güzel bir çorba yapayım sana şimdi. Mis gibi domatesli şehriye. Maydanozun varsa üzerine de maydanoz doğrarım. Bol limonlu, içersin. Tamam mı?
Minnetle baktı Cemile Hanım iyi kalpli komşusunun yüzüne.
- Nasıl öderim senin hakkını ben?
- Aman Cemile Hanım, dostlar ne için var? Ne yaptım ki ben?
Başını iki yana salladı hasta kadın. Bitkin görünüyordu. Münevver Hanım mutfağa yöneldi. Bir tencere buldu. İçine su doldurarak ocağa koydu. Biraz aradıktan sonra arpa şehriye torbasını buldu dolapların birinde. Becerikli ellerle çorbayı yaptı. Bir tepsinin içine bir bardak su, bir tabak çorba, birkaç dilim ekmek ve küçük bir fincan tabağına da yarım limon koyarak oturma odasına döndü:
- Pek güzel oldu Cemile Hanım. Sıcak sıcak içelim şu çorbayı. Sonra da ilaçların var herhalde...
Özenle beyaz peçeteyi boynuna yerleştirdi kadının. Cemile Hanım aciz gözlerle takip ediyordu onun yaptıklarını. Bir kaşık çorba alıp uzattı kadına. Yemek yemeyi konuşması gibi güçlükle beceriyordu Cemile Hanım. Dudaklarını toplayamıyor, genellikle ağzının kenarından akıtıyordu. Hiç gocunmadan güzelce ağzını silerek içirdi çorbayı. Cemile Hanım doymuştu:
- Ellerine sağlık komşum...
- Afiyet olsun kardeşim. İlaçlarını Asiye ayırmıştı masanın üzerine. Onları da içelim.
Bir bardak suyla ilaçlarını verdi kadının. Sonra ellerini ağzını sabunlu bezle sildi. Güzelce. Saçlarını taradı.
- Haydi bakalım, şimdi sandalyemize alalım seni.
Küçücüktü vücudu Cemile Hanımın. Kuş gibiydi. Bir gayretle kucakladı kadını ve sandalyesine oturttu.
- Rahat mısın kardeşim?
Başını salladı kadın.
- Rahatım, çok rahatladım. Biliyor musun Münevver Hanım, on gündür banyo yapmadım ben.
Münevver Hanım hayretle gözlerini açtı:
- Aaa, neden söylemedin şimdiye kadar, haydi seni yıkayayım ben.
Cevap beklemeden koşup şofbeni yaktı. Sonra elbise çekmecesinden temiz giysiler çıkardı. Tekerlekli sandalyeyi banyo kapısına kadar sürdü. Sonra kucaklayarak indirdi kadını. Bir saat sonra mis gibi yıkanmıştı Cemile Hanım. Sandalyesinin örtülerini değiştirdi. Kadının saçlarını taradı. Temiz giysiler giydirdi. Yüzüne biraz renk gelmişti zavallının.
- Allah razı olsun senden komşum, Allah evladını sana seni evladına bağışlasın.
Münevver Hanım bir demlik çay koydu ocağa. Biraz olsun bir şeyler yapabildiği için huzurluydu içi...
 
Aldığı nefes bile ona tat veriyordu

Ozan sırt çantasını bağladıktan sonra son bir kez daha dönüp baktı. Hiçbir şey unutmadığından emin olmak istiyordu. Sonra biraz hüzünlü bir şekilde kapıyı kapatıp koridora çıktı. Buradaki güzel günlerin sona ermesi hüzünlendirmişti genç adamı. Hayatı boyunca unutamayacağı iki gün geçirmişti. Sadece eğlenmekle kalmamış, yüreğini uzun zamandır titreten bir insana duygularını açabilmiş, işin en keyifli ve en mutlu edici yanı ise, bu duygularına karşılık almıştı. Birbirlerine hislerini itiraf edeli iki gün olmasına rağmen geleceğe ilişkin konulardan bile bahsetmeye başlamışlardı. Zeynep delikanlının sevgisine oldukça yoğun bir şekilde cevap vermişti. Ozan kendini bir kuş gibi hafif hissediyor ve yaramaz bir çocuk gibi içi içine sığmıyordu. Bir anda yaşayabileceği bütün mutlulukları yaşamak ister gibiydi. Aldığı nefes bile ona tat veriyor, dünya gözüne bir başka parlak görünüyordu. Aşkı cesaretlendirmişti onu hayata karşı. Geleceğe ait hiçbir şey onu korkutmuyor, her şeyin üstesinden gelebilecek gücü buluyordu kendinde. Lobiye indi. Geziye katılan arkadaşları resepsiyonun önünde toplanmışlardı. Zeynep’i aradı gözleri. Sonunda onun merdivenlerden indiğini görüp koşarak yanına gitti:
- Ben de sana bakınıyordum. Ver çantanı bana.
Zeynep gülümsedi:
- Teşekkür ederim canım. Ancak toparlanabildim. Öyle dağılmışım ki...
Grubu geri götürecek otobüs otelin önüne yanaşmıştı. Herkes bindi. Hepsinin yüzünde keyifli bir yorgunluk vardı. Son gecelerini verandada oturup mehtabı seyrederek geçirmişlerdi. Gündüz ise akşama kadar kimi kayak yapanları seyretmiş, kimi kaymayı denemiş, inanılmaz güzel ve eğlenceli saatler geçirmişlerdi. Güneş henüz batmak üzereydi. Yaklaşık dört, dört buçuk saatlik bir yolları vardı. Otobüs son kontrolü de yaptıktan sonra hareket etti. Ama hiç kimse otobüsün hemen ardından hareket eden beyaz arabaya dikkat etmedi. Yol boyuna şarkılar söylediler, espriler yaptılar. Orhan Gazi’de yarım saatlik bir mola verdiler. Ondan sonra hiç durmaksızın yol almak üzere hareket ettiler. İzmit Körfezini dolaşarak mı yoksa araba vapuruyla mı geçmeye oylayarak karar verildi. Araba vapuru kazanmıştı. Saat dokuza doğru İstanbul’a girdiler. Otobüs gençleri yolculuğa ilk başladıkları yerde, Taksim Atatürk Kültür Merkezinin önünde bırakacaktı. Saat onda gezinin bitiş noktasına ulaşmışlardı. Herkes vedalaştı. Ozan üzgün bir şekilde başını kaldırdı. Ertesi gün okulda yeniden görüşeceklerdi. Buna rağmen bu kadar saatlik ayrılık bile genç adamın hüzünlenmesine neden olmuştu:
- Seni özleyeceğim.
Zeynep başını kaldırıp genç adama baktı sevgiyle:
- Ben de seni özleyeceğim. Sabah okulda görüşürüz.
- Seni evine kadar götürseydim.
Genç kız kaşlarını kaldırdı:
- Babam arabayı gönderiyor. Şimdi gelir. Hiç gerek yok, sen de git bir an önce dinlen.
Tam o sırada siyah bir Mercedes kaldırıma yanaştı. Zeynep elini kaldırdı:
- Refik ağabey, buradayım.
Genç adamın yanından ayrıldı. Ozan sevgiyle baktı ardından. Çok mutluydu...
 
Kendi hayatı geldi aklına...

Kerim Bey bütün gün çalışma odasından dışarıya çıkmamıştı. Asuman Hanım ağabeyinin bu hallerine alışıktı. Zaten evde bulunduğu tek gün olan pazar günlerinde onun yüzünü gören pek olmazdı. Sabah kahvaltısını ettikten sonra gazetelere göz gezdirip çalışma odasına kapanırdı. Öğle yemeği yemezdi. Sadece akşam yemeğinde onu görürlerdi. Bu akşam onu da yapmamış, hizmetkardan yemeğini odasına getirmesini istemişti. Şimdi de piposunu yakmış, çalışma masasında oturuyordu. Telefonun çalmasıyla irkilerek toparlandı. Ahizeyi kaldırdı:
- Efendim?
- Kerim Bey! Ben Halil...
Yaşlı adamın yüz hatları gerildi:
- Seni dinliyorum Halil...
- Şimdi Taksim’e geldiler efendim. O genç adamla vedalaştılar. Ben adamın arkasından gidiyorum. Kimin nesiymiş öğreneceğim. Kızınız ise gönderdiğiniz arabaya bindi, eve geliyor.
Kerim Bey kaşları çatık bir şekilde söylenenleri dinledi. Sonra tok bir sesle cevap verdi:
- Tamam, yarın fabrikaya gel, uzun uzun konuşalım.
- Baş üstüne efendim. İyi geceler.
Telefonu kapattı Kerim Bey. Arkasına yaslandı. Sabahtan beri beyninin içini kurcalıyordu duydukları. Gözlerini kıstı. Yüzünden hiç kaybolmayan tedirginlik iyice belirginleşmişti. Yerinden kalkıp salona geldi. Asuman Hanım her zamanki koltuğunda kitap okuyordu. Ağabeyinin huzursuz halini görünce dayanamadı:
- Bir şey mi oldu ağabey? Zeynep’i mi merak ettin?
Yaşlı adam başını geriye attı:
- Bu kızın erkek arkadaşı var mı Asuman?
Asuman Hanım irkildi. Hayretle gözlerini açıp kitabını dizlerinin üzerine bıraktı:
- Hiçbir fikrim yok abi. Ama sanmıyorum. Olsa benimle paylaşır. Biliyorsun Zeynep hiçbir şey saklamaz benden. Bugüne kadar hiç duymadım. Nereden çıktı bu?
Kerim Bey kardeşinin karşısındaki koltuğa oturdu. Derin bir nefes aldı:
- Konuş bununla, ağzını ara. Hayatında biri olduğunu biliyorum. Buna asla müsaade edemem.
Asuman Hanım hayretler içinde bakıyordu ağabeyine:
- Nereden biliyorsun abi? Bu da nereden çıktı?
Kerim Bey açıklama yapmadı. Sesi biraz daha sertleşmişti:
- Sen dediğimi yap. Biliyorsun ki benim her şeyden haberim olur. Bu kızın ağzını arayacaksın. Hiç hoşlanmadım bu işten...
Asuman Hanım cevap vermedi. Oysa Zeynep’i savunmayı ne kadar çok isterdi. Kendi hayatı geldi aklına. Aynı baskıyı çocukluğundan beri üzerinde hissetmişti. O da herkes gibi bir yuva kurma özlemiyle geçirmişti yıllarını. Ama Kerim Beyin korkusundan ne hayatında böyle bir duyguyu yaşayabilmiş, ne de özlemlerini gerçekleştirebilmişti. Her kadının yüreğinde doğadan var olan analık duygularını Zeynep’le tatmin etmeye çalışmıştı. Dudaklarını ısırarak önüne baktı...
 
Hayret, şimdiden özlemişti Zeynep’i

Ozan Zeynep’ten ayrıldıktan sonra otobüs duraklarına doğru yürüdü. Arkasından ağır ağır kendisini takip eden beyaz arabayı fark etmiyordu bile. Durakta bir süre bekledikten sonra gelen otobüse bindi. Arka sıralarda bir yere oturdu. Geç vakit olduğu için tenhaydı otobüs. Geçirdiği iki günü değerlendirmesini yapıyordu kafasında. Şimdiden özlemişti Zeynep’i. Bu genç kıza karşı tertemiz, yoğun duygular besliyordu içinde. Onun her halinden hoşlanıyor, büyük bir hayranlık duyuyordu. Hayaller kurmaya başlamıştı. Geleceğinin her sahnesinde Zeynep’in bir yeri vardı artık. Bütün bunları düşlerken onun sosyal statüsünü hiç düşünmüyor, aralarındaki düzey farkını göz ardı ediyor, aklına bile getirmiyordu. Otobüs Koca Mustafa Paşa’ya gelince indi. Sokaklar karanlıktı. Hızlı adımlarla evine doğru ilerledi. Beyaz araba hâlâ arkasındaydı. Otobüsü takip etmişti. Ozan oturduğu evin kapısından içeri girerken dönüp arabaya baktı gayri ihtiyari. Şoför mahallindeki adam onun baktığını görünce gaza yüklendi. Hızla geçti araba. Ozan merdivenleri ikişer ikişer çıktı. Kapının zilini heyecanla çaldı. Münevver Hanımın ayak seslerini duyunca heyecanlanmıştı.
- Aslanım gelmiş, oğlum gelmiş benim...
- Anam, nasılsın anam? Merak etmedin değil mi?
Münevver Hanım omuzlarından tutup yüzüne baktı oğlunun:
- Yanmışsın sen inan ki... Şu hale bak!
Ozan çantasını bıraktı yere:
- Güneşten yandım anne. Hayatımda böyle güzel bir yer görmedim. Beyaz bir cennet sanki. Öyle güzel vakit geçirdik, öyle eğlendik ki anam anlatamam. Sana çok teşekkür ederim.
Münevver Hanım evladının mutluluğunu gözleri yaşararak seyrediyordu. Omzunu sıvazladı onun:
- Oh, iyi ki gitmişsin, içine sindirsin Allah evladım. Sen mutlu olunca ben de oluyorum.
Ozan oturma odasına girip çekyatın üzerine attı kendini:
- Yoruldum ama değdi. Harika bir yer. Hele oteli görecektin anne, filmlerdeki gibi, lüks bir otel. Gece-gündüz harika vakit geçirdik.
Etrafına bakındı:
- Sen ne yaptın Münevver Sultan?
- Ben de dinlendim oğlum. Evvelki gün yan komşuya, Cemile Hanıma gittim. Bakıcı kadını izinliydi. Ben oturdum yanında. Dün de evdeydim oğlum. Karnın aç mı Ozan’ım?
Başını kaldırdı genç adam:
- Yok değil anne. Otur şuraya sana bir şey söyleyeceğim.
Münevver Hanım merakla oğluna bakarak eliyle işaret ettiği yere ilişti.
- Hayırdır oğlum, bir şey mi oldu?
Ozan yutkundu, gözlerinin içi gülüyordu. Diliyle dudaklarını ıslattı ve tane tane konuştu:
- Ben âşık oldum anne! Çok güzel bir kıza âşık oldum.
Münevver Hanım şaşkınlıkla baktı oğluna, sonra hafifçe gülümsedi hayretle karışık:
- Aşık mı oldun? Hayırdır inşallah... Kim yavrum bu kız?
 
X