- 1 Ekim 2009
- 18.530
- 1.706
ilk başta bu yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum ..biraz uzun olacak ama..
''Cerrah olan (‘Dokdok’ dedem anlatırmış galiba, ameliyat sırasında ‘ayağını yere doğru basmanın’ önemini. Doktorun ellerini daha iyi kullanabilmek, gücünü daha iyi dengeleyebilmesi için zahir, ‘ağırlık merkezini’ doğru seçmesi çok önemliymiş. Babam, Murat Dedem’in bu örneğini, bize insanın hayatında evinin ve ailesinin önemini anlatmak için kullanır.
Siyasetin en zor günlerinde, İsmet Paşa’nın sırtını nasıl ailesine dayadığını örnek verir mesela. Fransızlar ‘repos du guerrier’ derler, savaşçının gücünü toplayabilmesi için evinin önemini vurgularken.
Dedelerimde gördüm, babamda yaşadım, hayatın ağırlık merkezinin insanın evi / ailesi olması ne demek, bilirim.
Çeyrek asrı geçti evliliğim, her gün (Nasılsın, diye sorduğumda, her seferinde ‘Akşam olsa da yatsak!’ derdi Temel Dayı) ‘Akşam olsa da evime gitsem’ diye beklerim. Dönüş vaktine doğru içim pırpırlanır. Gazetede bir işe, birine canım sıkılsa, ‘Boş ver be Serdar, akşam evine gidince, karını, oğlunu, kızını görünce hepsini unutursun anasını satayım!’ diye güçlendiririm kendimi.
(Ve, akşam ayakları geri geri giden erkeklere – çoktur, gazetede bile bir iki örneğini bilirim akşam olacak da eve gidecek diye, mesaisini uzattıkça uzatan! – acırım, çok acırım...)
Belki biraz da onun için ev kuşuyumdur, halbuki gazetecinin, hele hele köşe yazarının (bu laftan nefret ediyorum ama yerine ne koyacağız?) bol gezmesi, açılışlara, kokteyllere, resepsiyonlara, galalara gitmesi, haber konusu olacak (ünlü!) insanlarla olması gerekir. Mesela Hıncal Abi’nin mucizelerinden biri budur. İstesem de, Allah biliyor ya, işten çıkınca eve gitmemek gözümde büyüyor her seferinde.
UZAKTAYKEN UZAKTA OLMAMAK
YALNIZKEN YALNIZ OLMAMAK...
Ama, tuhaftır, evimden / ailemden uzaktayken de, evimden / ailemden hiiiiç uzak olmam ben... Anlatmaya çalışacağım.
18-19 yaşında tek başıma gittim yurt dışına okumaya. O zaman cep telefonu, cep mesajı, e-posta, çet met nerede, otomatik telefon bağlantısı yok Fransa ile Türkiye arasında. Mektup bir hafta, on günde geliyor, telefon etmek için postaneye gidip, ödemeli yazdırıp bazen bir, bazen iki saat bekliyorsun. Telefon düşmedi mi? Haftaya artık...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Sonra, bu kez evliydim de üstelik, benzer ama çok daha zor şartlarda Kars’a gittim. Bugün de biraz öyledir ama, yirmi küsur yıl önce resmen sürgün yeriydi Doğu. Büromda manyetolu bir telefonum vardı bu kez, ama şehirlerarası görüşmeler otomatik değildi daha. Kars postanesinde de az telefon beklemedim. Kars üstelik (sonradan aşık oldum ama) bir kenara atılmıştı, soğuktu, ıssızdı, iç karartıcıydı...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Bütün bunları size niye anlattım?
Bulamadım, yoksa kullanacaktım o fotoğrafı...
Bir fotoğraf içimi dağladı geçen gün.
Hani İstanbul’daki kar alarmı sırasında, Belediye evsizleri topladı, yıkadı, traş etti, sağlık kontrolünden geçirdi, giydirdi, doyurdu ve, büyük bir spor salonunda, yatak verdi ya, birkaç geceliğine.
Spor salonunda yanyana dizilmiş demir karyolalarda, battaniyeye sarılmış uyuyan evsizler, kimsesizler daha da kötüsü...
Ve içlerinden biri. Kırmızılı battaniyesine tortop sarılmış, uyuyor...
Ama karyolanın üstünde değil, ALTINDA!
Kimbilir kaç senedir sokaklarda uyuyor, kimbilir kaç senedir bir şiltenin yumuşaklığını unutmuş, bir saçak altına kıvrılmaya alışmış. (Alışır mı acaba insan?)
Yumuşak bir şilteye, yaylı bir karyolaya rağmen, alışkanlıkla yatağın altına sığınmış...
Ürkek bir sokak köpeği gibi...
İnsanlıktan çıkardığımız o insan, o benim kardeşim, tek farkımız... onun akşam gidecek bir evi, bekleyen açık bir kucağı, bir tas sıcak çorbası yok.
‘Bu kadarcık’ bir fark ve aramızdaki bu korkunç uçurum...
Bahtsız, yalnız, yapayalnız kardeşim benim...
Size Aix’te, ellerini bir tuhaf yıkayan evsizin hikayesini (galiba iki kere) anlattım. O gün bu gündür, evsiz barksızlara farklı gözle bakarım ben. O ‘anonim’ kimsesizliğin, o kirli yüzlerin, o pislikten keçe gibi olmuş saçların, kat kat kazakların, pijama üstüne giyilen pantulların altındaki ... insanı görmek için bakarım.
Her birinin bir hikayesi, bir dramı olduğunu bilirim.
Genellikle ‘sebep’ uyuşturucudur, alkoldür. Alkolün, uyuşturucunun sebebini merak ederim.
Şişhane’de, Konda’nın bürosu düz ayaktı, cadde üzerinde. (Gerçi bunu da anlattım ya, ama hatıralarını on kere tekrarlayan anna’nenize, dedenize gösterdiğiniz sabrı göstereceksiniz bana da, madem ki, anlattıklarımı dinlemeye, sobanın başına, dizimin dibine gelip oturan siz kendinizsiniz...)
Kapıya bir evsiz dadanmıştı bir ara. Ambalaj kartonundan yatağını sermiş, kapının ağzına (taraça altına) uzanıp yerleşmişti. Öğlen, kendimize yemek söylerken, onun için de bir köfte ekmek, iki lahmacun ilave ediyorduk, artık o gün ne yiyorsak. Kızlar korkuyor diye, ben çıkıp veriyordum ekmeğini, ayranını. Asla teşekkür etmiyor, hatta biraz da hayret eden gözlerle bakıyordu bana, dedim ya, ürkek sokak köpeği gibi, elimden biraz korkuyla, biraz da (insanlardan nefret ediyordu belli) küstahça alıyordu ekmeğini.
Derke, o kadar yayıldı ki kapıya, gelip gidenler bu zaballânın üzerinden atlamaya korkar oldu, bir gün, “Bey, şöyle bir kenara topla da eşyanı, yol açılsın biraz” diyecek oldum.
Hışımla baktı bana, sunturlu bir ‘EŞŞOLEŞŞEK!” çekti, pılını pırtısını aldığı gibi çekti gitti, ve bir daha gören olmadı onu.
Günlerce, sabah işe geldiğimde, ‘Acaba geri geldi mi?’ diye, biraz da ümitle belki, baktığımı hatırlarım kapıya doğru.
*
Akşam soğuk bastığında sığınacağı - ne kadar küçükse o kadar - sıcak bir evceğizi olmamak; içi ürperince, hüzün çökünce ‘Sırtıma sıkı sıkı bir sarıl’ diyecek insanı bulunmamak... evsizlik, kimsesizlik, ölümden beter benim için!
Üç bin imişler İstanbul’da, iki bini çocuk. (Bir çocuk için bu evsizliğin, kimsesizliğin, açlığın, soğuğun ne demek olduğunu... ayrıca söylemeye gerek var mı?)
240’ını kurtarabilmiş Belediye. Gerisi... Beş günü geçti kar yağalı, kaçı bir merdiven aralığında, bir inşaat boşluğunda öldü, kim bilir!
Vatan-34 bir ikisiyle konuşmuş bunların. (10 Şubat, Tülay Şubatlı – Burak Kara)
Misafir beş kadından biri Fahriye Hanım. Eski güzelliğinden bir hava var hâlâ, bembeyaz saçlı yüzünde. Nasıl geldiğini bilmiyor buraya, ama bir zamanlar Ses Tiyatrosu’nda balerin olduğunu unutmuyor, ‘Kulağında hâlâ alkış sesleri...’
Burhan Bey, 39 yaşında. Bir yıldır karısıyla Fatih Camii’nin avlusunda yatıp kalkıyorlar. ‘Beni getirdiler, karımı unuttular, onu da bulsunlar ne olur, dışarıda hava çok soğuk’ diye dertleniyor.
Bir diğeri, 30’lu yaşlarda, adını vermek istemiyor, resmi çekilmesin diyor. İki senedir işsizmiş, alkol mahvetmiş onu. Gülhane Parkı’nı mesken tutmuş o da. Memlekette bıraktığı karısı, çocukları onu İstanbul’da iş güç sahibi biliyor, “Gazetede bu halde görürlerse beni, üzülürler” diye endişe ediyor.
Murat, misafirlerin en genci, yaşı 23. Altı senedir sokaklarda. Doğulu belli ki. ‘Günde 20 tüp bali çektiğim için kafam dumanlı, nereden geldiğimi bilmiyorum’ diyor. Çocuk yaşta sevmiş, parasız diye istememiş kız bunu. Kemal Sunal filmlerine mi kandı artık, evden kaçıp İstanbul’a gelmiş, para kazanacak, sevdiği kızı mahçup edip alacak. Kolay mı? Önce işsizlik, derken tiner ve sokaklar...
“Şimdi burası sıcak” diyor oğlum yaşındaki Murat, “ama yarın karlar eriyince, hepimiz yine sokağa döneceğiz. Sokakta köpekten bir farkımız yok...”
Yok, hiç farkları yok... ürkek sokak köpeklerinden...''
ofise geldim bu sabah ve hemen internetten araştırdım. bu numaraları buldum :
AKOM: 444 2 566
İBB Beyaz Masa: 153
Zabıta: 0 212 521 84 65
taksim meydanındaki otobüs durakların orda sokakta yatan biri var. ben arasıra yiyecek alıyorum ona bazen kovalıyor beni veya kafama fırlatıyor götürdüklerimi, bariz psikolojik sorunlarıda var. onun için az önce 0212 521 84 65 numarayı aradım, evsizleri topluyormusunuz diye sordum evet dediler. böyle böyle dedim taksimde the marmara otelin ordaki otobüs durağında böyle birisi var dedim. çok güzel konuştular benimle, daha öncede gittik onu almak istedik fakat gelmek istemedi yinede aradığınız iyi oldu biz yine bir ekip göndeririz belki bu sefer gelir dedi açan beyefendi.
sizde öyle birşey görürseniz yukardaki numaraları arayın lütfen. dışarısı çok soğuk, ben şahsen içerde bile üşüyorum şu anda. dışarda kalanları düşünmek bile istemiyorum..
lütfen görmemezlikten gelmiyelim.
''Cerrah olan (‘Dokdok’
Siyasetin en zor günlerinde, İsmet Paşa’nın sırtını nasıl ailesine dayadığını örnek verir mesela. Fransızlar ‘repos du guerrier’ derler, savaşçının gücünü toplayabilmesi için evinin önemini vurgularken.
Dedelerimde gördüm, babamda yaşadım, hayatın ağırlık merkezinin insanın evi / ailesi olması ne demek, bilirim.
Çeyrek asrı geçti evliliğim, her gün (Nasılsın, diye sorduğumda, her seferinde ‘Akşam olsa da yatsak!’ derdi Temel Dayı) ‘Akşam olsa da evime gitsem’ diye beklerim. Dönüş vaktine doğru içim pırpırlanır. Gazetede bir işe, birine canım sıkılsa, ‘Boş ver be Serdar, akşam evine gidince, karını, oğlunu, kızını görünce hepsini unutursun anasını satayım!’ diye güçlendiririm kendimi.
(Ve, akşam ayakları geri geri giden erkeklere – çoktur, gazetede bile bir iki örneğini bilirim akşam olacak da eve gidecek diye, mesaisini uzattıkça uzatan! – acırım, çok acırım...)
Belki biraz da onun için ev kuşuyumdur, halbuki gazetecinin, hele hele köşe yazarının (bu laftan nefret ediyorum ama yerine ne koyacağız?) bol gezmesi, açılışlara, kokteyllere, resepsiyonlara, galalara gitmesi, haber konusu olacak (ünlü!) insanlarla olması gerekir. Mesela Hıncal Abi’nin mucizelerinden biri budur. İstesem de, Allah biliyor ya, işten çıkınca eve gitmemek gözümde büyüyor her seferinde.
UZAKTAYKEN UZAKTA OLMAMAK
YALNIZKEN YALNIZ OLMAMAK...
Ama, tuhaftır, evimden / ailemden uzaktayken de, evimden / ailemden hiiiiç uzak olmam ben... Anlatmaya çalışacağım.
18-19 yaşında tek başıma gittim yurt dışına okumaya. O zaman cep telefonu, cep mesajı, e-posta, çet met nerede, otomatik telefon bağlantısı yok Fransa ile Türkiye arasında. Mektup bir hafta, on günde geliyor, telefon etmek için postaneye gidip, ödemeli yazdırıp bazen bir, bazen iki saat bekliyorsun. Telefon düşmedi mi? Haftaya artık...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Sonra, bu kez evliydim de üstelik, benzer ama çok daha zor şartlarda Kars’a gittim. Bugün de biraz öyledir ama, yirmi küsur yıl önce resmen sürgün yeriydi Doğu. Büromda manyetolu bir telefonum vardı bu kez, ama şehirlerarası görüşmeler otomatik değildi daha. Kars postanesinde de az telefon beklemedim. Kars üstelik (sonradan aşık oldum ama) bir kenara atılmıştı, soğuktu, ıssızdı, iç karartıcıydı...
Yine de, ne uzak, ne yalnız hissettim kendimi!
Bütün bunları size niye anlattım?
Bulamadım, yoksa kullanacaktım o fotoğrafı...
Bir fotoğraf içimi dağladı geçen gün.
Hani İstanbul’daki kar alarmı sırasında, Belediye evsizleri topladı, yıkadı, traş etti, sağlık kontrolünden geçirdi, giydirdi, doyurdu ve, büyük bir spor salonunda, yatak verdi ya, birkaç geceliğine.
Spor salonunda yanyana dizilmiş demir karyolalarda, battaniyeye sarılmış uyuyan evsizler, kimsesizler daha da kötüsü...
Ve içlerinden biri. Kırmızılı battaniyesine tortop sarılmış, uyuyor...
Ama karyolanın üstünde değil, ALTINDA!
Kimbilir kaç senedir sokaklarda uyuyor, kimbilir kaç senedir bir şiltenin yumuşaklığını unutmuş, bir saçak altına kıvrılmaya alışmış. (Alışır mı acaba insan?)
Yumuşak bir şilteye, yaylı bir karyolaya rağmen, alışkanlıkla yatağın altına sığınmış...
Ürkek bir sokak köpeği gibi...
İnsanlıktan çıkardığımız o insan, o benim kardeşim, tek farkımız... onun akşam gidecek bir evi, bekleyen açık bir kucağı, bir tas sıcak çorbası yok.
‘Bu kadarcık’ bir fark ve aramızdaki bu korkunç uçurum...
Bahtsız, yalnız, yapayalnız kardeşim benim...
Size Aix’te, ellerini bir tuhaf yıkayan evsizin hikayesini (galiba iki kere) anlattım. O gün bu gündür, evsiz barksızlara farklı gözle bakarım ben. O ‘anonim’ kimsesizliğin, o kirli yüzlerin, o pislikten keçe gibi olmuş saçların, kat kat kazakların, pijama üstüne giyilen pantulların altındaki ... insanı görmek için bakarım.
Her birinin bir hikayesi, bir dramı olduğunu bilirim.
Genellikle ‘sebep’ uyuşturucudur, alkoldür. Alkolün, uyuşturucunun sebebini merak ederim.
Şişhane’de, Konda’nın bürosu düz ayaktı, cadde üzerinde. (Gerçi bunu da anlattım ya, ama hatıralarını on kere tekrarlayan anna’nenize, dedenize gösterdiğiniz sabrı göstereceksiniz bana da, madem ki, anlattıklarımı dinlemeye, sobanın başına, dizimin dibine gelip oturan siz kendinizsiniz...)
Kapıya bir evsiz dadanmıştı bir ara. Ambalaj kartonundan yatağını sermiş, kapının ağzına (taraça altına) uzanıp yerleşmişti. Öğlen, kendimize yemek söylerken, onun için de bir köfte ekmek, iki lahmacun ilave ediyorduk, artık o gün ne yiyorsak. Kızlar korkuyor diye, ben çıkıp veriyordum ekmeğini, ayranını. Asla teşekkür etmiyor, hatta biraz da hayret eden gözlerle bakıyordu bana, dedim ya, ürkek sokak köpeği gibi, elimden biraz korkuyla, biraz da (insanlardan nefret ediyordu belli) küstahça alıyordu ekmeğini.
Derke, o kadar yayıldı ki kapıya, gelip gidenler bu zaballânın üzerinden atlamaya korkar oldu, bir gün, “Bey, şöyle bir kenara topla da eşyanı, yol açılsın biraz” diyecek oldum.
Hışımla baktı bana, sunturlu bir ‘EŞŞOLEŞŞEK!” çekti, pılını pırtısını aldığı gibi çekti gitti, ve bir daha gören olmadı onu.
Günlerce, sabah işe geldiğimde, ‘Acaba geri geldi mi?’ diye, biraz da ümitle belki, baktığımı hatırlarım kapıya doğru.
*
Akşam soğuk bastığında sığınacağı - ne kadar küçükse o kadar - sıcak bir evceğizi olmamak; içi ürperince, hüzün çökünce ‘Sırtıma sıkı sıkı bir sarıl’ diyecek insanı bulunmamak... evsizlik, kimsesizlik, ölümden beter benim için!
Üç bin imişler İstanbul’da, iki bini çocuk. (Bir çocuk için bu evsizliğin, kimsesizliğin, açlığın, soğuğun ne demek olduğunu... ayrıca söylemeye gerek var mı?)
240’ını kurtarabilmiş Belediye. Gerisi... Beş günü geçti kar yağalı, kaçı bir merdiven aralığında, bir inşaat boşluğunda öldü, kim bilir!
Vatan-34 bir ikisiyle konuşmuş bunların. (10 Şubat, Tülay Şubatlı – Burak Kara)
Misafir beş kadından biri Fahriye Hanım. Eski güzelliğinden bir hava var hâlâ, bembeyaz saçlı yüzünde. Nasıl geldiğini bilmiyor buraya, ama bir zamanlar Ses Tiyatrosu’nda balerin olduğunu unutmuyor, ‘Kulağında hâlâ alkış sesleri...’
Burhan Bey, 39 yaşında. Bir yıldır karısıyla Fatih Camii’nin avlusunda yatıp kalkıyorlar. ‘Beni getirdiler, karımı unuttular, onu da bulsunlar ne olur, dışarıda hava çok soğuk’ diye dertleniyor.
Bir diğeri, 30’lu yaşlarda, adını vermek istemiyor, resmi çekilmesin diyor. İki senedir işsizmiş, alkol mahvetmiş onu. Gülhane Parkı’nı mesken tutmuş o da. Memlekette bıraktığı karısı, çocukları onu İstanbul’da iş güç sahibi biliyor, “Gazetede bu halde görürlerse beni, üzülürler” diye endişe ediyor.
Murat, misafirlerin en genci, yaşı 23. Altı senedir sokaklarda. Doğulu belli ki. ‘Günde 20 tüp bali çektiğim için kafam dumanlı, nereden geldiğimi bilmiyorum’ diyor. Çocuk yaşta sevmiş, parasız diye istememiş kız bunu. Kemal Sunal filmlerine mi kandı artık, evden kaçıp İstanbul’a gelmiş, para kazanacak, sevdiği kızı mahçup edip alacak. Kolay mı? Önce işsizlik, derken tiner ve sokaklar...
“Şimdi burası sıcak” diyor oğlum yaşındaki Murat, “ama yarın karlar eriyince, hepimiz yine sokağa döneceğiz. Sokakta köpekten bir farkımız yok...”
Yok, hiç farkları yok... ürkek sokak köpeklerinden...''
ofise geldim bu sabah ve hemen internetten araştırdım. bu numaraları buldum :
AKOM: 444 2 566
İBB Beyaz Masa: 153
Zabıta: 0 212 521 84 65
taksim meydanındaki otobüs durakların orda sokakta yatan biri var. ben arasıra yiyecek alıyorum ona bazen kovalıyor beni veya kafama fırlatıyor götürdüklerimi, bariz psikolojik sorunlarıda var. onun için az önce 0212 521 84 65 numarayı aradım, evsizleri topluyormusunuz diye sordum evet dediler. böyle böyle dedim taksimde the marmara otelin ordaki otobüs durağında böyle birisi var dedim. çok güzel konuştular benimle, daha öncede gittik onu almak istedik fakat gelmek istemedi yinede aradığınız iyi oldu biz yine bir ekip göndeririz belki bu sefer gelir dedi açan beyefendi.
sizde öyle birşey görürseniz yukardaki numaraları arayın lütfen. dışarısı çok soğuk, ben şahsen içerde bile üşüyorum şu anda. dışarda kalanları düşünmek bile istemiyorum..
lütfen görmemezlikten gelmiyelim.
Son düzenleme: