E
EU1
Ziyaretçi
- Konu Sahibi EU1
- #1
KİTABIN ÖZETİ :
YAZAMAYAN YAZAR
Günlerdir yazamıyordu. Çalışan insanları delicesine kıskanıyor içindeki boşluğun gün boyu nöbetini bekliyordu. Günlerdir hiçbir okuru ne telefon ediyor nede iki satır yazı yazıyordu. Adres ve telefon defterini çıkarıp onları tek tek aramaya başladı. Ama yinede bazı eski okurları onu evlerine konuk ettiler ve arkadaşlarına “yazamayan yazar” diye onu tanıttılar. Böyle durumlarda kendisini türü bitmiş egzotik hayvanlar gibi hissediyordu. Bir süre sonra artık kendi gibi insanları arayıp bulmuştu. Artık ona acı veren o ruhundaki gözlemci değildi , onun bir türlü göremediğiydi. Onu kendine sürgün eden bir kurguda yaşıyor olması değildi, asıl vatanının nerede olduğunu bilemeyişiydi.
ÇAYCI ALİ
Yoksul ama benzersiz ve küçük mutlulukları var demekti. Çay henüz her şey bitmedi demekti. Çaycı Ali , okul okumamıştı ,okuyan bütün o zeki insanlar gibi hayatı bizlerden daha iyi biliyordu. Ali zeki ,gözlemci , hayatı iyi okuyan biriydi, ama bir o kadarda duygusaldı. Güneş gazetesinin o zamanki sahibi dünyanın en zengin adamlarından biri olan “Asil NADİR” di. Yılda bir iki kez gazeteye uğrar , kapalı kapıların ardında yöneticilerle konuşur ve dev gibi korumalarıyla yine Londra’ ya geri dönerdi. İlk kez kadrolu çalışmaya başladı ve iyi para kazanıyordu Cihangirde yeni bir ev tutmuş ve istediği gibi döşeyebilmişti.
Asil NADİR’in Londra da dolandırıcılıktan tutuklandığı gün aralarındaki en sakin insan Yine Çaycı Ali idi. Ve o borçlarını ödeyebilmek için aldığı eşyaları yok pahasına satmaya başladı. Ödenmeyen borçlar yüzünden sular idaresi gazetenin sularını kesmiş ve hademelerde artık işe gelmiyordu. Sekizinci ay olmuş yine maaş alamamıştı. Kitaplarını , daktilosunu sıkıştırdığı elbisesi ile yıllardır ayrıldığı karısının evine döndü. Yine bir sabah çakmağını yaktı ve haftalardır temizlenmeyen tuvaletlerden sızan ağır kokuların kapladığı karanlık merdivenlerden çıkıp Alinin çay ocağına çıktı. Ona çay söyledi kabul etti. Çünkü çay her şey kötüye gitse bile yaşamak güzel şey demekti.
DÜŞ ÜLKE
Geceleyin aniden elektrikler kesildi . Sokağın ucundaki elektrikçi henüz kapanmamış umuduyla koştu. Dükkanın ışıkları yanmıyordu, kapı açıktı içeri girdi. Delikten bakınca aşağıda insanların dolaştığını gördü. Merdivenlerden aşağıya indi yerin altında bambaşka bir kent kurulmuştu. Çevresindeki insanların kendi sokaklarından yüz yüze aşına olduğu çıraklar olduğunu gördü. Yukarıdaki şehirde tedirgin olan çocuklar burada son derece neşeli görünüyorlardı. Burası düş gibi bir yer neler olduğunu anlatır mısınız bana dedi. Mahcup bir tavırla biz buraya sosyalizmi kurduk dedi. İnsanlar bizlerle ortak şeyler yapmak istemezler. Bir an durdu gerçekten burada yaşamak istiyor musunuz ? Evet dedi . Başarı ve ayrıcalık kazandıkça yeni ıstıraplara , haksızlıklara gerilimlere neden oluyor. Ama yinede düş ülkeye kavuşabilmek için bu karanlık yerde kazandığım ve ayrıcalıkları terk etmeye hazır hissediyordu kendini . Demek ki henüz aşağıdaki düş ülkede yaşamaya hazır değildi.
SALİH ABİ
Bizden beş, altı yaş büyüktü Salih abi Tuhaftı uyumsuzdu, okumamıştı, kimsesi yoktu geniş yakalı eski moda gömlekler giyer gökyüzünü saatlerce seyrederdi. Herkese karşı çok dikkatli bir insandı. O çok eski şişe dibi gözlüklerini takıp birazcık yazdığı şiirlerden okurdu. Cahide SONKU’ya yazdığı bir şiir vardı ki onu okurken kendinden geçerdi. Bir hafta sonu hep birlikte şehir dışına gittik omzuna başını dayayan birinin elini tutup okşadı.
Hakkında çıkan kötü bir dedikodudan sonra Salih abiyi ne bir meyhaneye , bir geziye çağırdılar beraber geldiğimizde ise soğuk davrandılar o ise kendisini hiç savunmadı. Aradan aylar geçti yaz bitti zalim kış günlerinden biriydi. Arayan gazeteci arkadaşımdı Salih abi yi son kez görmek istiyorsan hemen taksiye atla gel dedi. Yaz geceleri hep birlikte içki içtiğimiz ama kışları kapalı meyhanenin önündeki sokağın kenarına kurduğu koca masada tek başına oturuyordu. Çırılçıplaktı ilk kez protesto etmek için elbiselerini yakmıştı. Rakı kadehi tutuyordu üzerine lapa lapa kar yağıyordu. Korkunç soğukta bile yüzündeki ifade yine her zaman olduğu gibi bağışlayıcı idi .Donmuştu Salih abi.
SÖYLESENE SANA NE YAPTIK BİZ
Güzel yaşamalı demekten başka sana ne yaptık . Diyalektiğe inanmazsan burada zaman geçmez. Beşiktaş ta çarşının içinde yeni bir restoran açılmış aslında lüks görünüyor pahalı bir yere benziyordu. Girse mi girmese mi diye düşünürken kendini içerde bir masada oturmuş buldu. “Hoş geldiniz yalnızsınız galiba” başını kaldırdı, lacivert önlüklü pembe fularlı , saçları iki yandan örgülü garson bir genç kızla karşılaştı. Tanrım ben bu yüzü nereden hatırlıyordum dedi. Ben sizi nereden tanıyorum. İstanbul da bir kültür merkezinde beni ağır bir dille eleştirmişti. Sol Ortodoks siyası gruplarının birinin üyesiydi. Ertesi gün yine restorana gitti gözleri garson kızı aradı ama görünürlerde yoktu. Onu bu sabah işten çıkarmışlardı. Müşterinin önünde dizini bükmüş o yüzden. “Bu yüzden insan mı kovulur” diye bağırdım. Beni ite kaka sürükleyip erzak deposu gibi bir yere getirdiler her tarafıma vuruyorlardı bir ara tekme ve yumruklar kesildi. Mutfağın yanındaki erzak deposunun kapısı açıldı biri beni restoranın arka kapısına çıkardı ve kapının önündeki basamaklara oturttu. Hem diyalektiğin yasalarına göre böyle olması gerekiyordu. Diyalektiğe inanmazsan burada zaman geçmez abi.
SEMPATİZAN
Üniversiteye yeni başlamıştı. Yolu Ankara’ya düşmüştü. Bir öğrenci yurdunda kalmıştı. Oraya bir İllegal bir öğrenci geldi . Hızlı bir militan olduğu belliydi. Üniversiteye kayıt olur olmaz girdiği İllegal örgütte sempatizandı. Örgütün şefi içimden geçenlerin ne kadarını bilir benim hakkımda ne düşünürdü bilmiyordu. Sonra askeri darbe geldi bizim örgütü ve bütün örgütleri kapattılar. Hepimiz dört bir yana savrulduk. Aradan yıllar geçti şef ve yardımcısı hediyelik eşya dükkanı açmışlardı. İş yerlerini sora sora güç bela buldum. Bana yine sempatizan diyorlardı anlamıştım gerçek adımı bilmiyorlardı. Eski şef “şimdi sen ne iş yapıyorsun” diye sordu. Ona işsiz olduğunu söyledi. Ve iş tekliflerini kabul etti. Çalışanlara maaş ya geç ödeniyor hakkını arayanları da kovulmakla tehdit ediyorlardı. İlk ay maaş vermediler yıldızlardaki hapishanelerde yatan arkadaşlarına gönderdiklerini söylüyorlardı. Maaşına karşılık müzik kutusunu ayırdı yanına. Aradan yine yıllar geçti Eski şefle yardımcısının iflas ettiğini öğrendi. İstanbul’da Boğazın kenarında bir balıkçı barınağında yaşıyorlardı. Bu ülkede kim olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmeyen bir sempatizandı o.
ÇIPLAK
Anadolu Hisar hanesindeki balıkçı tanıdıklarının yanında almıştı. “Sizi asla düşünmüyoruz, sizin neler çektiğiniz umurumuzda bile değil” diyerek, balıkçılardan biri kibarca onu sandaldan kovmuştu, ve o gece şiddet yanlısı bir nihilist olmaya karar verdi. Balıkçılar gecenin geç vaktinde içkilerini bitirmiş sandallarını terk etmişlerdi. Ama aralarındaki tartışma bitmemiş ve alevlenmişti. Hatta bir ara biri diğerine yumruk salladı ve öbürü yere yuvarlandı. İki balıkçı arkadaşlarını bırakarak oradan uzaklaştılar ve hiçbir şey olmamış gibi öpüşüp vedalaştılar. Doğuluk bizim insanımızın bütün değerlerini çürütmüş aydınımızı ise kompleksli ve halkını küçümseyen zavallı konumuna düşürmüştü. Onu küçümseyen onu asla anlamayacak ve değer vermeyecek bu devleti sarsmak ve bu sisteme karşı koymak için militan derviş olarak mücadele edebileceğini düşünüyordu. Bu yüzden büyük özlemi militan bir derviş olmaktı. Türkiyeli bir suçluydu o, adı Cezmi ERSÖZ dü.
ÖMRÜM İSYANKAR
Otobüs aksi gibi bir saat rötar yapmıştı. Saat 24:00 di ve sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Son askeri darbe olalı aradan kaç gün geçmişti şimdi hatırlamıyorum düşünceleri karışmış ve bu yüzden yolunu kaybetmiş garip bir yaratık gibi düşünüyorken ansızın önünde siyah reno marka bir araba durdu. İçindeki ile nereye gittiğini sorarak beni oraya bırakmayı teklif ettiler ürkekte olsa bindim. TRTde çalıştıklarını öğrenince korkum biraz olsun geçti. Beni aradığım evin önüne kadar bıraktılar. Zili bir uzun bir kısa çaldı parolaydı bu kapıyı bana meraklı gözlerle bakan genç bir kız vardı arkadaşının adını verdi kendini tanıttı evin etrafı darmadağın ve buz gibiydi. Ama şair arkadaşını odası sıcaktı. Pazar akşamları ve diğer günlerin akşamları soframız pek yoksul olurdu. O zaman şarkılarla doyururduk karnımızı. Onun bizlerden daha önemli işleri randevuları ve zaman zaman katıldığı gizli toplantıları vardı. Şairi o kadar çok seviyorlar ve onun kendi evlerinde kalmasından o kadar mutluydular ki ailelerinin gönderdiği harçlıklar geçinmelerine yetmediğinden okuldan çıktıktan sonra ev ev dolaşıp çorap nevresim vb. şeyler pazarlıyorlar ve kazandıklarının bir kısmını şaire cep harçlığı yapsın diye veriyorlardı. İstanbul’a döndükten kısa bir gün sonra bir iş için yine Ankara ya gelmem gerekti. “Bizim her şeyimizi çaldı tek kelimeyle her anlamda göçtük”. Yok pahasına satmıştı onları, iş sadece bunlarla da bitmiyordu yatırmak için aldığı telefon, kira paralarını da almış ve ödememişti. Telefon birkaç hafta sonra kapanmış ardından ev sahibi kapıya dayanmıştı. Demek ki güvenip evlerini açtıkları bir şair ağabeylerinin ihanetinden sonra bir zamanlar birlikte yaşadıkları o hülyalı , o çocuk ruhları hayatın sert kayalarına çarpmış ve parçalanmıştı. Ve aradan uzun yıllar geçti. Geçen gün hiç bir şey olmamış gibi yapıp yanıma geldi ve ben sormadan o söyledi özelleştirmeyi öven bir reklam filmi hazırlıyormuş. Şiiri ise çoktan bırakmış.
ŞARKICIYI KAÇIRMAK
Amerikalı şarkıcı üç protest şarkı daha söyleyip gidecekti. Bütün zamanı aylar öncesinden en küçük ayrıntısına kadar planlanmıştı. Birden kaçırmalıyım, ona hiçbir şirketin finanse etmediği şiirlerimi okumalı, güvenlik firmaları tarafından korunmayan hayatımı göstermeliydim. Onu babamla birlikte gittiğimiz tekerlekli ve tahtadan çay ocağı olan eski çay evine götürecektim. Gittiğimiz yerde ona şiirlerini okumak istiyordum. Ama o buna “imkansız, olmaya bilir istersen sen şimdi oku” dedi. Tam o sırada televizyona muhalefet partilerinden birinin lideri çıktı ve öfkeli bir ses tonu ile ünlü protest şarkıcının kaçırılmasını lanetledi. Bu sözlere protest şarkıcı alaylı bir şekilde gülümsedi. Bu sırada bir posta treni geçmeye başladı pencerenin birinde babamı gördüm. Kaçırdığın protest şarkıcı emektar çaycı aynı anda henüz her şey bitmedi dediler ve en son bende aynı şeyi tekrarladım. Henüz her şey bitmedi.
CAMLARI SİYAHA BOYALI PAVYON
Kötünün rengine boyanmıştı pavyonun camları siyahtı. Oysa ne çok haksızlığa uğramıştı siyah renk pavyonun camları siyahtı pavyon kendine kapanmıştı. Üniversitede okuduğum yıllarda Beyoğlu’nda muhasebecilik yapan dayımın yanında çalışırken defterlerini tuttuğumuz böylesi pavyonlara sıkça girer çıkar ,buradaki kadınların işlerini düzenlerdim. Beni çok severlerdi. Oturacak bir yer aradı kendine. Bir anda saçları iki yanında örülü beyaz gömleği dizinin altına kadar gelen beyaz çorabıyla on yaşlarında bir kız Ayşe’nin mumlarını üflediği postadan kesilmiş ince bir dilimle limonatayı ikram ederken, garson “iyi geceler buyurun bu size ikramımız ,siz bizim bu gece tanrı misafirimizsiniz” dedi. “Kızımın doğum gününe gelmekle şeref verdiniz “ diyerek elimi sıktı. Asıl kötülük; çıkarları gereği kendini olumlu, legal, iyi sanıp dünyayı ve ruhlarımızı mahveden bu sistemin kurgusuna hiç direnmeden bir an önce uyum sağlayan insanlarda görüyordu. Ben kendimi eskiden kapısını korkarak aralayıp girdiğim bu camları siyaha boyalı pavyona benzettim.
ARKA ODA
Artık hiçbir işte çalışmayacaktı. Kimseye boyun eğmeyen bir aylak olacaktı. Seyfi isminde oğlunun evinden kovduğu çok yaşlı kalp hastası biriyle yaşıyordu. Seyfi amca emekli bir inşaat işçisiydi. Bir gün kahvede otururken çaycı beni telefondan aradıklarını söyledi. Merakla telefona yöneldi. Hafta sonunda onlara bu imkanı tanırsak bir yıllık kirayı ve acil masraflarımızı karşılayacaklarını söylüyorlardı. Üç gün sonra bir Cumartesi sabahı geldiler. İki erkek bir kadın, Seyfi amca yerdeki yatağın kenarına ilişmiş bende gazeteyle kapatmış camın önünde onları seyrediyordum. Kapıyı açmamı istediler, hayır dedim. Bu inadım onların iştahını kabartmıştı. Birden bire saldırıp, beni kenara itip kapıya yüklenmeye başladılar. Belimden tabancamı çıkarttım ve def olun gidin buradan paranızı başınıza çalın defolun diye bağırdım. Belki de hayatımda ilk kez romanlarda aradığım o kadını gerçek hayatta bir gün bulacağıma inanmaya başlamıştım . Ömrümü ilk kez ona laik buluyordum.
SUÇTUR ÇOCUĞUN OLMAK
Kadınla erkek büyük şehirlerin birinde muhtemelen bir hafta sonunda vakitlerinden akşam üstü evlerinin salonunda dertleşmektedirler. İkisi de birbirine uzak olmanın nedenlerini düşünmektedirler. Kadın kimseyi kocasını sevdiği gibi sevmediğini söylemekte ve ondan ayrılmak istese bile ondan kopamadığını, hayatını onunla sürdürmek istediğini belirtmektedir. Her yerde her şeyle karısını görmekte olduğunu söylemektedir. Kadın yaşadıkları inançsızlık, yalnızlık ve dinmek bilmeyen öfke ve hırçınlığı giderici bir teklifte bulunur. Bir çocukların olmasını. Adam suçtur çocuğun olmak diye cevap verir. Buna kendinin mutsuzluklarına bir çocuğuna etkilenmemin doğru olmayacağını savunur. Erkek bu dünyada herkesin hatırlayacağı hiç unutulmayacağı bir insan olmak istediğini dile getirir ve sadece kadını onun hatırlamasını yetmeyeceğini söyler.
HAYAT GÜZEL ÖMÜR KISA
Gazetedeki adam bir otogarı andırıyordu. Uzak şehirlerden gelenler, yıllar önce yitirdikleri dostlarını arayanlar, kimsesizler hep benim odama gelirlerdi. Nasıl olduysa bir gün odamda tek başınaydım, dışarıda yağmur yağıyordu. Odamın kapısı yavaşça açıldı. İçeriye elleri ve yüzü morarmış bir adam girdi. Yağmur adam hapisten yeni çıkmıştı bu çehre iş aramaya gelmişti. Aradan bir iki hafta geçti kapım yine usulca açıldı henüz işle ilgili bir haber çıkmadığını söyledim. Adam hayaletini bırakıp gitti. Bir gün adam otogar gibi beni yanına çağırdı. Yazımı yarım bırakıp kalktım. Salonun ortasındaki büyük odaya girdim. İçeride yağmur adam oturuyordu. Ama bu sırada yağmur adam beni yine yanına çağırdı ve masanın üzerinde benim yazım duruyordu. Kurşun kalemle çizilmiş, bir çizgi ile yazılmış yazım neredeyse ortasından ikiye ayrılmıştı. Yazının üst kısmını beğenmediğini dile getirdi Sadece alt kısımdaki bölümün basılacağını haber vermek için beni çağırdığını söyledi. Bir grup arkadaş gazeteden ayrılmak zorunda kaldık. Aradan bir yıl geçmişti ki eski eşimin ameliyata alındığını duydum, soluğu hastanede aldım. Bir sabah elimdeki çiçeklerle merdivenlerden çıkarken alt kattaki odada yağmur adamın karaciğer kanseri olduğunu duydum. Hiç düşünmeden odasına girip çiçekleri yatağının baş ucuna koydum. Gözleri doldu. Niçin geldiğimi sordu . Tıpkı onun bana dediği gibi hayat dedim hayat.
ZEMİN KATTAKİLERİN ÖYKÜSÜ
Sabah kahvaltılık bir şeyler alabilmek için bakkala indim çıkarken değil, eve dönüşümde fark ettim. Zemin kattakiler taşınmıştı. Genç adamla apartmanın girişinde sokağın kapısında karşılaştığımızda selamlaşırdık. O bana çok benziyordu. Sanıyorum oda bunu hissetmişti. Henüz çok gençti ve saplantıları benimki kadar derinleşmemişti. Birbirimize benzediğimizin ortaya çıkmasından ne kader ürküyorsa ben o kadar ürküyordum. Oturdukları kiranın parasını ödeyemeyip daha yoksul bir semte taşınacaklarını ev sahibinin pencereleri gazete ile örteceğimi ve benim onların ölülerini yazmaya karar vereceğini biliyordu. Bu muydu hayatımızın yazısı vermeyi düşündüğümüz ama hep ertelediğimiz sevgiler. Nereden biliyordu. Şu an kapımda duran genç komşunun bütün bunları aklından geçirdiğini. Çünkü o apartmanın zemin katında kalan genç adam bendim üçüncü katta ise Cezmi ERSÖZ adında bir yazar vardı.
SEN BANA AZ ZARAR VERİRSİN
Hiçbir yere gitmek istemiyordum. Evim yaralarımı sardığım yerdi. Şimdi ise bana yabancıydı. “Evine götür ne olur çok üşüyorum” diyordu dönüp baktım. Genç bir zenci kadın vardı yanımda. İstanbul’da doğmuştu, üniversiteyi geçinebilmek için yarım bırakmıştı. Eve girdik. Mutfağa girip bira şişelerini açtım. Yaşadığı eziyetler onu bu dünyadan koparıyordu. Göz yaşları ile konuşurken bir ara kalkıp yatağını hazırladım ayrı yataklar hazırladığımı görünce “birlikte yatmayacak mıyız, içime girmeyecek misin” diye merakla sordu o bu güne dek tek sevip bağlandığım ve hep az zarar verdiğimi düşündüğümü ve bununla kendimi avuttuğum bütün kadınların ortak ruhu ruhlarının toplamıydı sanki. Birden fermuarını çözdü kilodunu çıkardı beni nasıl aşağılayacağını biliyordu.” gir içime ama sigaranı söndürme oramda” dedi. Sesi kesildi, öylece kalakaldı. Bir süre koluna girip yatağına götürdüm. pijamasını giydirdim , göz yaşlarını sildim. Odama çekildim sonra uyandığımda yastığımın üstündeki fularını fark ettim . Beni rahatsız etmeden usulca çekip gitmişti.
ACI BİR ŞARAP GİBİ AKSIN HAYAT
Beyoğlu’nda 3. Sınıf bir otelde bu otelin ıssız bir odasındaydım. Evet bir benliğin var. O da yaralı. Kapıyı vuruyor birisi. Açıyorum. Yan odaya taşınmış yaşlı Saniye hanım odasına çağırıyor beni, gidiyorum. Ona gelen mektupları okumamı istiyor. Buruşuk elleriyle ellerime sarıldı. Bütün gücümle sarıldım, ellerime düşmesin diye. Sabah uyandığımda yanımda yoktu. Beyoğlu kedilerini doyurmaya gitmişti. Anladım. Saniye hanım, bu yaşlı bu kimsesiz haliyle bile benden daha bahtiyardı. Beyoğlu’nda ıssız bir otel odasındayım odadaki pencerenin altında acı bir şarap gibi akıyor hayat.
ARTIK EVLERİN DUVARLARI ÖYLESİNE İNCE Kİ.
Üst katımda oturuyorlar. Yeni taşındılar ,evli değiller. Sanırım yıllardır birlikte oldukları belli. Aralarında küçük bir sorun var gibi. Yaşadıkları tutkulu aşk çoktan bitmiş, tüketmişler. Aşklarını son günlerde. Genç adam eve oldukça geç saatlerde alkollü geliyor. O geldiğinde kadın genellikle uyumuş oluyor. Ama genç adam bir şekilde onu uyandırıyor ve sevişmeye ikna ediyor. Sevişmenin sonuna doğru genç adam ağlamaya başlıyor. Genç kadın bu ağlamaya yitirdikleri aşka geriye dönüş gibi ağlıyor. Yattığım odadan duyuyorum bütün bunları. Çünkü evlerin duvarları öylesine ince ki.
BİR GRUP DUYARLI DEMOKRAT
Otobüsümüzde beş ünlü insan vardı. Şair, romancı, müzisyen, insan hakları savunucusu; bir aydını hapisten kurtarmak, düşüncenin özgür olmasını sağlamak için meclise gidiyorduk. Yolculuğumuzla ilgili haber hemen bütün gazetelerde yayınlanmıştı. Bu şehirle ilgili son bir ümidimiz kalmıştı; oda televizyondaki akşam haberleriydi. Haberlerimiz verilmişti. Ama sadece beş ünlü insandan bahsedilmişti. İşte o gün beş ünlü insanla odalarımızı ayırdık. Sonunda bir gün meclise vardık. Kapıda bizi Meclis Başkanı ve Millet vekilleri karşıladı. Konuşmayı ünlü müzisyen yapmıştı. Dönüşte hiç beklemediğimiz bir olay yaşadık. Otobüsümüz uçuruma yuvarlandı. Hepimiz kanlar içinde dışarı fırladık. Herkes kendi derdine düşmüştü. İşte bu anda ünlü insan hakları savunucusu kanlar içinde doğruldu. Ölüm ünlü ünsüz ayrımı yapmıyordu. Ertesi gün gazetelerde” Meclise gelen beş ünlü kişinin çok büyük bir kaza geçirmiştir “yazısı çıksa bile ölümcül kazanın bize kazandırdığı kardeşlik duygusunu unutmayacağını artık çok iyi biliyorduk.
ARTIK BİR ŞEYDEN EMİN OLMUŞTUM
Yıllardır film oynatılmayan,terk edilmiş,metruk bir yazlık sinemanın içinde yaşıyorlardı. Emekli tütün işçisi Zühre Teyze,Vatanperver Suphi,Demiryolcu Namık Amca,İğneci Nermin Abla,Fransız Nuri,Komünist Kemal Saksofon Tamircisi Rafet Amca . Hepsi komünistti. Kendilerine deli gözüyle bakanlara hiç aldırmazlardı,herkese sevgiyle ve sonsuz ilgiyle bakarlardı. Halk, kentlere hücum ediyordu,tiksinen kentli aydınlarsa doğaya,doğanın gizli köşelerine saklanmaya gidiyorlardı. Bu şehirde,bu sokaktaki kimselere benzemiyordun. Senin bedenine girerek bu geceyi de güven içinde geçirmek istediğimi anlamıştın.”Çok istiyorsan sevişelim,ama bak güneş ne güzel doğuyor” dedin.
Ezberimde aşkla ilgili sana söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Ama aşkın o derin ,yaralayıcı hastalığı gelip bulmuştu beni. Sonraki günler mahallenin arkasındaki tepeliğe devrim ağaçları dikmeye gidiyordunuz. Bu çağa günümüze uymayan bir özgürlük anlayışıydı,savunduğunuz. Duyanlar şaşırıyordu. Kendinizi herkesten ve dünyanın kaderinden sorumlu hissediyordunuz. Kurşunladılar. Tam o sırada likör getiren Zühre Teyze hedef oldu. İşte o an kimlerin ızdıraplarını yüklendiğimi anladım. Ertesi gün cenazeye bende katıldım. İşte o an hayatımın kalan yarısını seninle geçireceğime emin oldum.
YAZAMAYAN YAZAR
Günlerdir yazamıyordu. Çalışan insanları delicesine kıskanıyor içindeki boşluğun gün boyu nöbetini bekliyordu. Günlerdir hiçbir okuru ne telefon ediyor nede iki satır yazı yazıyordu. Adres ve telefon defterini çıkarıp onları tek tek aramaya başladı. Ama yinede bazı eski okurları onu evlerine konuk ettiler ve arkadaşlarına “yazamayan yazar” diye onu tanıttılar. Böyle durumlarda kendisini türü bitmiş egzotik hayvanlar gibi hissediyordu. Bir süre sonra artık kendi gibi insanları arayıp bulmuştu. Artık ona acı veren o ruhundaki gözlemci değildi , onun bir türlü göremediğiydi. Onu kendine sürgün eden bir kurguda yaşıyor olması değildi, asıl vatanının nerede olduğunu bilemeyişiydi.
ÇAYCI ALİ
Yoksul ama benzersiz ve küçük mutlulukları var demekti. Çay henüz her şey bitmedi demekti. Çaycı Ali , okul okumamıştı ,okuyan bütün o zeki insanlar gibi hayatı bizlerden daha iyi biliyordu. Ali zeki ,gözlemci , hayatı iyi okuyan biriydi, ama bir o kadarda duygusaldı. Güneş gazetesinin o zamanki sahibi dünyanın en zengin adamlarından biri olan “Asil NADİR” di. Yılda bir iki kez gazeteye uğrar , kapalı kapıların ardında yöneticilerle konuşur ve dev gibi korumalarıyla yine Londra’ ya geri dönerdi. İlk kez kadrolu çalışmaya başladı ve iyi para kazanıyordu Cihangirde yeni bir ev tutmuş ve istediği gibi döşeyebilmişti.
Asil NADİR’in Londra da dolandırıcılıktan tutuklandığı gün aralarındaki en sakin insan Yine Çaycı Ali idi. Ve o borçlarını ödeyebilmek için aldığı eşyaları yok pahasına satmaya başladı. Ödenmeyen borçlar yüzünden sular idaresi gazetenin sularını kesmiş ve hademelerde artık işe gelmiyordu. Sekizinci ay olmuş yine maaş alamamıştı. Kitaplarını , daktilosunu sıkıştırdığı elbisesi ile yıllardır ayrıldığı karısının evine döndü. Yine bir sabah çakmağını yaktı ve haftalardır temizlenmeyen tuvaletlerden sızan ağır kokuların kapladığı karanlık merdivenlerden çıkıp Alinin çay ocağına çıktı. Ona çay söyledi kabul etti. Çünkü çay her şey kötüye gitse bile yaşamak güzel şey demekti.
DÜŞ ÜLKE
Geceleyin aniden elektrikler kesildi . Sokağın ucundaki elektrikçi henüz kapanmamış umuduyla koştu. Dükkanın ışıkları yanmıyordu, kapı açıktı içeri girdi. Delikten bakınca aşağıda insanların dolaştığını gördü. Merdivenlerden aşağıya indi yerin altında bambaşka bir kent kurulmuştu. Çevresindeki insanların kendi sokaklarından yüz yüze aşına olduğu çıraklar olduğunu gördü. Yukarıdaki şehirde tedirgin olan çocuklar burada son derece neşeli görünüyorlardı. Burası düş gibi bir yer neler olduğunu anlatır mısınız bana dedi. Mahcup bir tavırla biz buraya sosyalizmi kurduk dedi. İnsanlar bizlerle ortak şeyler yapmak istemezler. Bir an durdu gerçekten burada yaşamak istiyor musunuz ? Evet dedi . Başarı ve ayrıcalık kazandıkça yeni ıstıraplara , haksızlıklara gerilimlere neden oluyor. Ama yinede düş ülkeye kavuşabilmek için bu karanlık yerde kazandığım ve ayrıcalıkları terk etmeye hazır hissediyordu kendini . Demek ki henüz aşağıdaki düş ülkede yaşamaya hazır değildi.
SALİH ABİ
Bizden beş, altı yaş büyüktü Salih abi Tuhaftı uyumsuzdu, okumamıştı, kimsesi yoktu geniş yakalı eski moda gömlekler giyer gökyüzünü saatlerce seyrederdi. Herkese karşı çok dikkatli bir insandı. O çok eski şişe dibi gözlüklerini takıp birazcık yazdığı şiirlerden okurdu. Cahide SONKU’ya yazdığı bir şiir vardı ki onu okurken kendinden geçerdi. Bir hafta sonu hep birlikte şehir dışına gittik omzuna başını dayayan birinin elini tutup okşadı.
Hakkında çıkan kötü bir dedikodudan sonra Salih abiyi ne bir meyhaneye , bir geziye çağırdılar beraber geldiğimizde ise soğuk davrandılar o ise kendisini hiç savunmadı. Aradan aylar geçti yaz bitti zalim kış günlerinden biriydi. Arayan gazeteci arkadaşımdı Salih abi yi son kez görmek istiyorsan hemen taksiye atla gel dedi. Yaz geceleri hep birlikte içki içtiğimiz ama kışları kapalı meyhanenin önündeki sokağın kenarına kurduğu koca masada tek başına oturuyordu. Çırılçıplaktı ilk kez protesto etmek için elbiselerini yakmıştı. Rakı kadehi tutuyordu üzerine lapa lapa kar yağıyordu. Korkunç soğukta bile yüzündeki ifade yine her zaman olduğu gibi bağışlayıcı idi .Donmuştu Salih abi.
SÖYLESENE SANA NE YAPTIK BİZ
Güzel yaşamalı demekten başka sana ne yaptık . Diyalektiğe inanmazsan burada zaman geçmez. Beşiktaş ta çarşının içinde yeni bir restoran açılmış aslında lüks görünüyor pahalı bir yere benziyordu. Girse mi girmese mi diye düşünürken kendini içerde bir masada oturmuş buldu. “Hoş geldiniz yalnızsınız galiba” başını kaldırdı, lacivert önlüklü pembe fularlı , saçları iki yandan örgülü garson bir genç kızla karşılaştı. Tanrım ben bu yüzü nereden hatırlıyordum dedi. Ben sizi nereden tanıyorum. İstanbul da bir kültür merkezinde beni ağır bir dille eleştirmişti. Sol Ortodoks siyası gruplarının birinin üyesiydi. Ertesi gün yine restorana gitti gözleri garson kızı aradı ama görünürlerde yoktu. Onu bu sabah işten çıkarmışlardı. Müşterinin önünde dizini bükmüş o yüzden. “Bu yüzden insan mı kovulur” diye bağırdım. Beni ite kaka sürükleyip erzak deposu gibi bir yere getirdiler her tarafıma vuruyorlardı bir ara tekme ve yumruklar kesildi. Mutfağın yanındaki erzak deposunun kapısı açıldı biri beni restoranın arka kapısına çıkardı ve kapının önündeki basamaklara oturttu. Hem diyalektiğin yasalarına göre böyle olması gerekiyordu. Diyalektiğe inanmazsan burada zaman geçmez abi.
SEMPATİZAN
Üniversiteye yeni başlamıştı. Yolu Ankara’ya düşmüştü. Bir öğrenci yurdunda kalmıştı. Oraya bir İllegal bir öğrenci geldi . Hızlı bir militan olduğu belliydi. Üniversiteye kayıt olur olmaz girdiği İllegal örgütte sempatizandı. Örgütün şefi içimden geçenlerin ne kadarını bilir benim hakkımda ne düşünürdü bilmiyordu. Sonra askeri darbe geldi bizim örgütü ve bütün örgütleri kapattılar. Hepimiz dört bir yana savrulduk. Aradan yıllar geçti şef ve yardımcısı hediyelik eşya dükkanı açmışlardı. İş yerlerini sora sora güç bela buldum. Bana yine sempatizan diyorlardı anlamıştım gerçek adımı bilmiyorlardı. Eski şef “şimdi sen ne iş yapıyorsun” diye sordu. Ona işsiz olduğunu söyledi. Ve iş tekliflerini kabul etti. Çalışanlara maaş ya geç ödeniyor hakkını arayanları da kovulmakla tehdit ediyorlardı. İlk ay maaş vermediler yıldızlardaki hapishanelerde yatan arkadaşlarına gönderdiklerini söylüyorlardı. Maaşına karşılık müzik kutusunu ayırdı yanına. Aradan yine yıllar geçti Eski şefle yardımcısının iflas ettiğini öğrendi. İstanbul’da Boğazın kenarında bir balıkçı barınağında yaşıyorlardı. Bu ülkede kim olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmeyen bir sempatizandı o.
ÇIPLAK
Anadolu Hisar hanesindeki balıkçı tanıdıklarının yanında almıştı. “Sizi asla düşünmüyoruz, sizin neler çektiğiniz umurumuzda bile değil” diyerek, balıkçılardan biri kibarca onu sandaldan kovmuştu, ve o gece şiddet yanlısı bir nihilist olmaya karar verdi. Balıkçılar gecenin geç vaktinde içkilerini bitirmiş sandallarını terk etmişlerdi. Ama aralarındaki tartışma bitmemiş ve alevlenmişti. Hatta bir ara biri diğerine yumruk salladı ve öbürü yere yuvarlandı. İki balıkçı arkadaşlarını bırakarak oradan uzaklaştılar ve hiçbir şey olmamış gibi öpüşüp vedalaştılar. Doğuluk bizim insanımızın bütün değerlerini çürütmüş aydınımızı ise kompleksli ve halkını küçümseyen zavallı konumuna düşürmüştü. Onu küçümseyen onu asla anlamayacak ve değer vermeyecek bu devleti sarsmak ve bu sisteme karşı koymak için militan derviş olarak mücadele edebileceğini düşünüyordu. Bu yüzden büyük özlemi militan bir derviş olmaktı. Türkiyeli bir suçluydu o, adı Cezmi ERSÖZ dü.
ÖMRÜM İSYANKAR
Otobüs aksi gibi bir saat rötar yapmıştı. Saat 24:00 di ve sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Son askeri darbe olalı aradan kaç gün geçmişti şimdi hatırlamıyorum düşünceleri karışmış ve bu yüzden yolunu kaybetmiş garip bir yaratık gibi düşünüyorken ansızın önünde siyah reno marka bir araba durdu. İçindeki ile nereye gittiğini sorarak beni oraya bırakmayı teklif ettiler ürkekte olsa bindim. TRTde çalıştıklarını öğrenince korkum biraz olsun geçti. Beni aradığım evin önüne kadar bıraktılar. Zili bir uzun bir kısa çaldı parolaydı bu kapıyı bana meraklı gözlerle bakan genç bir kız vardı arkadaşının adını verdi kendini tanıttı evin etrafı darmadağın ve buz gibiydi. Ama şair arkadaşını odası sıcaktı. Pazar akşamları ve diğer günlerin akşamları soframız pek yoksul olurdu. O zaman şarkılarla doyururduk karnımızı. Onun bizlerden daha önemli işleri randevuları ve zaman zaman katıldığı gizli toplantıları vardı. Şairi o kadar çok seviyorlar ve onun kendi evlerinde kalmasından o kadar mutluydular ki ailelerinin gönderdiği harçlıklar geçinmelerine yetmediğinden okuldan çıktıktan sonra ev ev dolaşıp çorap nevresim vb. şeyler pazarlıyorlar ve kazandıklarının bir kısmını şaire cep harçlığı yapsın diye veriyorlardı. İstanbul’a döndükten kısa bir gün sonra bir iş için yine Ankara ya gelmem gerekti. “Bizim her şeyimizi çaldı tek kelimeyle her anlamda göçtük”. Yok pahasına satmıştı onları, iş sadece bunlarla da bitmiyordu yatırmak için aldığı telefon, kira paralarını da almış ve ödememişti. Telefon birkaç hafta sonra kapanmış ardından ev sahibi kapıya dayanmıştı. Demek ki güvenip evlerini açtıkları bir şair ağabeylerinin ihanetinden sonra bir zamanlar birlikte yaşadıkları o hülyalı , o çocuk ruhları hayatın sert kayalarına çarpmış ve parçalanmıştı. Ve aradan uzun yıllar geçti. Geçen gün hiç bir şey olmamış gibi yapıp yanıma geldi ve ben sormadan o söyledi özelleştirmeyi öven bir reklam filmi hazırlıyormuş. Şiiri ise çoktan bırakmış.
ŞARKICIYI KAÇIRMAK
Amerikalı şarkıcı üç protest şarkı daha söyleyip gidecekti. Bütün zamanı aylar öncesinden en küçük ayrıntısına kadar planlanmıştı. Birden kaçırmalıyım, ona hiçbir şirketin finanse etmediği şiirlerimi okumalı, güvenlik firmaları tarafından korunmayan hayatımı göstermeliydim. Onu babamla birlikte gittiğimiz tekerlekli ve tahtadan çay ocağı olan eski çay evine götürecektim. Gittiğimiz yerde ona şiirlerini okumak istiyordum. Ama o buna “imkansız, olmaya bilir istersen sen şimdi oku” dedi. Tam o sırada televizyona muhalefet partilerinden birinin lideri çıktı ve öfkeli bir ses tonu ile ünlü protest şarkıcının kaçırılmasını lanetledi. Bu sözlere protest şarkıcı alaylı bir şekilde gülümsedi. Bu sırada bir posta treni geçmeye başladı pencerenin birinde babamı gördüm. Kaçırdığın protest şarkıcı emektar çaycı aynı anda henüz her şey bitmedi dediler ve en son bende aynı şeyi tekrarladım. Henüz her şey bitmedi.
CAMLARI SİYAHA BOYALI PAVYON
Kötünün rengine boyanmıştı pavyonun camları siyahtı. Oysa ne çok haksızlığa uğramıştı siyah renk pavyonun camları siyahtı pavyon kendine kapanmıştı. Üniversitede okuduğum yıllarda Beyoğlu’nda muhasebecilik yapan dayımın yanında çalışırken defterlerini tuttuğumuz böylesi pavyonlara sıkça girer çıkar ,buradaki kadınların işlerini düzenlerdim. Beni çok severlerdi. Oturacak bir yer aradı kendine. Bir anda saçları iki yanında örülü beyaz gömleği dizinin altına kadar gelen beyaz çorabıyla on yaşlarında bir kız Ayşe’nin mumlarını üflediği postadan kesilmiş ince bir dilimle limonatayı ikram ederken, garson “iyi geceler buyurun bu size ikramımız ,siz bizim bu gece tanrı misafirimizsiniz” dedi. “Kızımın doğum gününe gelmekle şeref verdiniz “ diyerek elimi sıktı. Asıl kötülük; çıkarları gereği kendini olumlu, legal, iyi sanıp dünyayı ve ruhlarımızı mahveden bu sistemin kurgusuna hiç direnmeden bir an önce uyum sağlayan insanlarda görüyordu. Ben kendimi eskiden kapısını korkarak aralayıp girdiğim bu camları siyaha boyalı pavyona benzettim.
ARKA ODA
Artık hiçbir işte çalışmayacaktı. Kimseye boyun eğmeyen bir aylak olacaktı. Seyfi isminde oğlunun evinden kovduğu çok yaşlı kalp hastası biriyle yaşıyordu. Seyfi amca emekli bir inşaat işçisiydi. Bir gün kahvede otururken çaycı beni telefondan aradıklarını söyledi. Merakla telefona yöneldi. Hafta sonunda onlara bu imkanı tanırsak bir yıllık kirayı ve acil masraflarımızı karşılayacaklarını söylüyorlardı. Üç gün sonra bir Cumartesi sabahı geldiler. İki erkek bir kadın, Seyfi amca yerdeki yatağın kenarına ilişmiş bende gazeteyle kapatmış camın önünde onları seyrediyordum. Kapıyı açmamı istediler, hayır dedim. Bu inadım onların iştahını kabartmıştı. Birden bire saldırıp, beni kenara itip kapıya yüklenmeye başladılar. Belimden tabancamı çıkarttım ve def olun gidin buradan paranızı başınıza çalın defolun diye bağırdım. Belki de hayatımda ilk kez romanlarda aradığım o kadını gerçek hayatta bir gün bulacağıma inanmaya başlamıştım . Ömrümü ilk kez ona laik buluyordum.
SUÇTUR ÇOCUĞUN OLMAK
Kadınla erkek büyük şehirlerin birinde muhtemelen bir hafta sonunda vakitlerinden akşam üstü evlerinin salonunda dertleşmektedirler. İkisi de birbirine uzak olmanın nedenlerini düşünmektedirler. Kadın kimseyi kocasını sevdiği gibi sevmediğini söylemekte ve ondan ayrılmak istese bile ondan kopamadığını, hayatını onunla sürdürmek istediğini belirtmektedir. Her yerde her şeyle karısını görmekte olduğunu söylemektedir. Kadın yaşadıkları inançsızlık, yalnızlık ve dinmek bilmeyen öfke ve hırçınlığı giderici bir teklifte bulunur. Bir çocukların olmasını. Adam suçtur çocuğun olmak diye cevap verir. Buna kendinin mutsuzluklarına bir çocuğuna etkilenmemin doğru olmayacağını savunur. Erkek bu dünyada herkesin hatırlayacağı hiç unutulmayacağı bir insan olmak istediğini dile getirir ve sadece kadını onun hatırlamasını yetmeyeceğini söyler.
HAYAT GÜZEL ÖMÜR KISA
Gazetedeki adam bir otogarı andırıyordu. Uzak şehirlerden gelenler, yıllar önce yitirdikleri dostlarını arayanlar, kimsesizler hep benim odama gelirlerdi. Nasıl olduysa bir gün odamda tek başınaydım, dışarıda yağmur yağıyordu. Odamın kapısı yavaşça açıldı. İçeriye elleri ve yüzü morarmış bir adam girdi. Yağmur adam hapisten yeni çıkmıştı bu çehre iş aramaya gelmişti. Aradan bir iki hafta geçti kapım yine usulca açıldı henüz işle ilgili bir haber çıkmadığını söyledim. Adam hayaletini bırakıp gitti. Bir gün adam otogar gibi beni yanına çağırdı. Yazımı yarım bırakıp kalktım. Salonun ortasındaki büyük odaya girdim. İçeride yağmur adam oturuyordu. Ama bu sırada yağmur adam beni yine yanına çağırdı ve masanın üzerinde benim yazım duruyordu. Kurşun kalemle çizilmiş, bir çizgi ile yazılmış yazım neredeyse ortasından ikiye ayrılmıştı. Yazının üst kısmını beğenmediğini dile getirdi Sadece alt kısımdaki bölümün basılacağını haber vermek için beni çağırdığını söyledi. Bir grup arkadaş gazeteden ayrılmak zorunda kaldık. Aradan bir yıl geçmişti ki eski eşimin ameliyata alındığını duydum, soluğu hastanede aldım. Bir sabah elimdeki çiçeklerle merdivenlerden çıkarken alt kattaki odada yağmur adamın karaciğer kanseri olduğunu duydum. Hiç düşünmeden odasına girip çiçekleri yatağının baş ucuna koydum. Gözleri doldu. Niçin geldiğimi sordu . Tıpkı onun bana dediği gibi hayat dedim hayat.
ZEMİN KATTAKİLERİN ÖYKÜSÜ
Sabah kahvaltılık bir şeyler alabilmek için bakkala indim çıkarken değil, eve dönüşümde fark ettim. Zemin kattakiler taşınmıştı. Genç adamla apartmanın girişinde sokağın kapısında karşılaştığımızda selamlaşırdık. O bana çok benziyordu. Sanıyorum oda bunu hissetmişti. Henüz çok gençti ve saplantıları benimki kadar derinleşmemişti. Birbirimize benzediğimizin ortaya çıkmasından ne kader ürküyorsa ben o kadar ürküyordum. Oturdukları kiranın parasını ödeyemeyip daha yoksul bir semte taşınacaklarını ev sahibinin pencereleri gazete ile örteceğimi ve benim onların ölülerini yazmaya karar vereceğini biliyordu. Bu muydu hayatımızın yazısı vermeyi düşündüğümüz ama hep ertelediğimiz sevgiler. Nereden biliyordu. Şu an kapımda duran genç komşunun bütün bunları aklından geçirdiğini. Çünkü o apartmanın zemin katında kalan genç adam bendim üçüncü katta ise Cezmi ERSÖZ adında bir yazar vardı.
SEN BANA AZ ZARAR VERİRSİN
Hiçbir yere gitmek istemiyordum. Evim yaralarımı sardığım yerdi. Şimdi ise bana yabancıydı. “Evine götür ne olur çok üşüyorum” diyordu dönüp baktım. Genç bir zenci kadın vardı yanımda. İstanbul’da doğmuştu, üniversiteyi geçinebilmek için yarım bırakmıştı. Eve girdik. Mutfağa girip bira şişelerini açtım. Yaşadığı eziyetler onu bu dünyadan koparıyordu. Göz yaşları ile konuşurken bir ara kalkıp yatağını hazırladım ayrı yataklar hazırladığımı görünce “birlikte yatmayacak mıyız, içime girmeyecek misin” diye merakla sordu o bu güne dek tek sevip bağlandığım ve hep az zarar verdiğimi düşündüğümü ve bununla kendimi avuttuğum bütün kadınların ortak ruhu ruhlarının toplamıydı sanki. Birden fermuarını çözdü kilodunu çıkardı beni nasıl aşağılayacağını biliyordu.” gir içime ama sigaranı söndürme oramda” dedi. Sesi kesildi, öylece kalakaldı. Bir süre koluna girip yatağına götürdüm. pijamasını giydirdim , göz yaşlarını sildim. Odama çekildim sonra uyandığımda yastığımın üstündeki fularını fark ettim . Beni rahatsız etmeden usulca çekip gitmişti.
ACI BİR ŞARAP GİBİ AKSIN HAYAT
Beyoğlu’nda 3. Sınıf bir otelde bu otelin ıssız bir odasındaydım. Evet bir benliğin var. O da yaralı. Kapıyı vuruyor birisi. Açıyorum. Yan odaya taşınmış yaşlı Saniye hanım odasına çağırıyor beni, gidiyorum. Ona gelen mektupları okumamı istiyor. Buruşuk elleriyle ellerime sarıldı. Bütün gücümle sarıldım, ellerime düşmesin diye. Sabah uyandığımda yanımda yoktu. Beyoğlu kedilerini doyurmaya gitmişti. Anladım. Saniye hanım, bu yaşlı bu kimsesiz haliyle bile benden daha bahtiyardı. Beyoğlu’nda ıssız bir otel odasındayım odadaki pencerenin altında acı bir şarap gibi akıyor hayat.
ARTIK EVLERİN DUVARLARI ÖYLESİNE İNCE Kİ.
Üst katımda oturuyorlar. Yeni taşındılar ,evli değiller. Sanırım yıllardır birlikte oldukları belli. Aralarında küçük bir sorun var gibi. Yaşadıkları tutkulu aşk çoktan bitmiş, tüketmişler. Aşklarını son günlerde. Genç adam eve oldukça geç saatlerde alkollü geliyor. O geldiğinde kadın genellikle uyumuş oluyor. Ama genç adam bir şekilde onu uyandırıyor ve sevişmeye ikna ediyor. Sevişmenin sonuna doğru genç adam ağlamaya başlıyor. Genç kadın bu ağlamaya yitirdikleri aşka geriye dönüş gibi ağlıyor. Yattığım odadan duyuyorum bütün bunları. Çünkü evlerin duvarları öylesine ince ki.
BİR GRUP DUYARLI DEMOKRAT
Otobüsümüzde beş ünlü insan vardı. Şair, romancı, müzisyen, insan hakları savunucusu; bir aydını hapisten kurtarmak, düşüncenin özgür olmasını sağlamak için meclise gidiyorduk. Yolculuğumuzla ilgili haber hemen bütün gazetelerde yayınlanmıştı. Bu şehirle ilgili son bir ümidimiz kalmıştı; oda televizyondaki akşam haberleriydi. Haberlerimiz verilmişti. Ama sadece beş ünlü insandan bahsedilmişti. İşte o gün beş ünlü insanla odalarımızı ayırdık. Sonunda bir gün meclise vardık. Kapıda bizi Meclis Başkanı ve Millet vekilleri karşıladı. Konuşmayı ünlü müzisyen yapmıştı. Dönüşte hiç beklemediğimiz bir olay yaşadık. Otobüsümüz uçuruma yuvarlandı. Hepimiz kanlar içinde dışarı fırladık. Herkes kendi derdine düşmüştü. İşte bu anda ünlü insan hakları savunucusu kanlar içinde doğruldu. Ölüm ünlü ünsüz ayrımı yapmıyordu. Ertesi gün gazetelerde” Meclise gelen beş ünlü kişinin çok büyük bir kaza geçirmiştir “yazısı çıksa bile ölümcül kazanın bize kazandırdığı kardeşlik duygusunu unutmayacağını artık çok iyi biliyorduk.
ARTIK BİR ŞEYDEN EMİN OLMUŞTUM
Yıllardır film oynatılmayan,terk edilmiş,metruk bir yazlık sinemanın içinde yaşıyorlardı. Emekli tütün işçisi Zühre Teyze,Vatanperver Suphi,Demiryolcu Namık Amca,İğneci Nermin Abla,Fransız Nuri,Komünist Kemal Saksofon Tamircisi Rafet Amca . Hepsi komünistti. Kendilerine deli gözüyle bakanlara hiç aldırmazlardı,herkese sevgiyle ve sonsuz ilgiyle bakarlardı. Halk, kentlere hücum ediyordu,tiksinen kentli aydınlarsa doğaya,doğanın gizli köşelerine saklanmaya gidiyorlardı. Bu şehirde,bu sokaktaki kimselere benzemiyordun. Senin bedenine girerek bu geceyi de güven içinde geçirmek istediğimi anlamıştın.”Çok istiyorsan sevişelim,ama bak güneş ne güzel doğuyor” dedin.
Ezberimde aşkla ilgili sana söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Ama aşkın o derin ,yaralayıcı hastalığı gelip bulmuştu beni. Sonraki günler mahallenin arkasındaki tepeliğe devrim ağaçları dikmeye gidiyordunuz. Bu çağa günümüze uymayan bir özgürlük anlayışıydı,savunduğunuz. Duyanlar şaşırıyordu. Kendinizi herkesten ve dünyanın kaderinden sorumlu hissediyordunuz. Kurşunladılar. Tam o sırada likör getiren Zühre Teyze hedef oldu. İşte o an kimlerin ızdıraplarını yüklendiğimi anladım. Ertesi gün cenazeye bende katıldım. İşte o an hayatımın kalan yarısını seninle geçireceğime emin oldum.