• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Şizofreni hastalığı ve hasta yakınları paylaşım/bilgilendirme köşesi

Nihil

Guru
Kayıtlı Üye
11 Mart 2010
5.252
718
398

Değerli Aysel Doğan Hanımefendi'nin izni ile, yaşamından ufak bir kesiti paylaştığı kitabını
buraya da taşımak isterim.
Kitap basında tükenmiş, sponsor bulunamadığı için tekrar basıma verilememiştir.
Kaydedip pdf dosyası yapabilir, çıktı alabilirsiniz.

ilk baskı ismi; 'anılarım, acılarım ve şizofreni'
ikinci baskısı ise; '18 yaşında uyudun 29 yaşında uyandın oğlum' ismiyle yayınlamıştır.

Kitap Tanıtım Linki

***

Aysel Doğan; 1948 Kars Sarıkamış doğumlu. Dört çocuk annesi.
İki oğlunu zamansız yitirdi.
Bunun ardından büyük oğlunun şizofreni hastası olduğunu öğrendi.
Bu hastalığa karşı oğlu ile birlikte mücadele etti. Doktorların ve yeni tedavi yöntemleri ( ilaç vs.) sayesinde
kazanan taraf Doğan ailesi oldu.
Yaşamını, “Acılarım Anılarım ve Şizofreni” adı altında bir kitapta topladı.

Kendini, oğlu gibi şizofreni hastalığından muzdarip olan şizofrenilere adamış olan Aysel Doğan,
Dünya Şizofreni Derneği’nin kurucusu ve başkanlığını yürütmektedir.
Her konuda şizofreni hastası ve yakınlarına yardımcı olmaya çalışmaktadır.

***

[sayfa 1-3]


YIL 1965, 8 HAZİRAN

Evet eşimle 8 haziran 1965'de çok güzel bir düğün töreniyle evlenmiştik. Zamanın bize neler hazırladığını ne yazık ki bilemezdik. Eşim gencecik bir üniversite öğrencisiydi. İkimiz de çok mutluyduk. Çünkü umutluyduk. Sevgimize, birbirimize inanıyorduk. Ama bilmiyorduk ki bazen inanmak da yetmezmiş. Evliliğimizin dördüncü yılında ilk oğlumuz Köksal dünyaya gelmiş ve eşimin okulu da bitmişti. Orman yüksek mühendisi olmuş tayin bekliyordu. Tayini (doğuya) benim memleketim, Kars'ın Sarıkamış ilçesine çıkmıştı. O yıllarda orman mühendisleri bölgölerde kalıyordu. Yani köylerde. Biz de Sarıkamış'ın bir köyünde kalıyorduk. "Çamyazı köyü, eski adı Micingirt" olan bu köyde üç yıl kaldık.

Lojmanlar köye iki kilometre uzaklıkta idi. Dört aile kalıyorduk. Kışın yollar kapanıyordu. İçme suyumuz akmıyordu. Köyde elektrik yoktu. Biz karları eritip su olarak kullanıyorduk. Lojmanın jeneratörü vardı. Aydınlatmayı o sağlıyordu. Mazot bitince gaz lambasıyla idare ediyorduk. Biz bu kadar mahrumiyet içinde yine de çok mutluyduk. 1970'i 1971'e bağlayan gece tüm dünya yeni yılı kutluyordu. Soğuk, kar ve tipi, Allahuekber Dağları'nın eteklerinde bir köyde, saat 04'te ikinci oğlumuz dünyaya merhaba demiş ve Serdar da aramıza katılmıştı. Çok sevinmiştik, çok mutluyduk. Ben çok genç yaşta iki çocuk annesi olmuştum. İki çocuğumu yolu ve doktoru olmayan bu yerde sağlıklı büyütmeye çalışıyordum. Günler, aylar geçiyordu. Büyük oğlum iki yaşında, Serdar yedi aylıkken, babamın ölümüyle sarsıldım. Bu benim ilk acımdı. Çok üzülüyordum fakat annem bana destek oluyor, moral veriyordu. İnsanın annesi olunca hayat daha da kolaylaşıyor.



İLK EVLAT ACISI

Zaman su gibi akıp gidiyordu ve 1973 yılının, 20 Eylül'ünde üçüncü oğlumuz Hakan da dünyaya gelmiş, böylece üç erkek evladımız olmuştu. Hakan üç aylıkken eşim askere gitmiş, ben de çocuklarımla İstanbul'a anneme gitmiştim. Daha sonra eşim yedek subay olarak Tekirdağ-Çorlu'ya atanmıştı. Orada ev tutmuştu. Biz de Çorlu'ya gittik.

Çorlu çok güzel bir şehirdir. Orada çocuklarımızla çok güzel günler geçiriyorduk. Çok güzel anılarım olmuştur. Derken askerlik bitmişti. Bingöl'ün Kığı kazasına tayin edilmiştik ve Kığı'ya gidip yerleştik. Çok büyük bir talihsizlik; Kığı'da menenjit salgını vardı. Oraya gidişimizin üçüncü ayında, Hakanım aniden fenalaştı, rengi mosmor olmuştu; boynu, vücudu kasılıyordu. Hakan kucağımda, dışarıya koştum. Komşular gelip kucağımdan aldılar. Rengi sararmaya başlamıştı. Hemen hastaneye götürdük. Ne yazık ki o kasabada doktor yoktu. Bir hemşire vardı. Hemşire oğlumuzu hemen ildeki hastaneye götürmemizi söyledi. En yakın il 'yedi-sekiz' saatlik mesafedeydi. Zaman zaman yollar kar yüzünden kapanıyordu. Ne yazık ki çaresizlik içinde oğlumu alıp eve geldik. Sabahı bekleyip yolun açılması için dua ediyorduk. Bu kasabadan 'Bingöl' iline, sadece sabahları, bir otobüs gidiyordu. Oğlumsa evde daha da kötüleşiyordu. Çaresizdik. Komşular bizi yalnız bırakmıyordu. Saat gece onbir sıralarında Hakan biraz iyi olmaya başlamıştı. Su falan içirdik. Komşular; "biz çok sevindik artık oğlunuz iyileşti" diye yavaş yavaş evlerine döndüler. Kasabada o zamanlar elektrikler, gece onikiden sonra kesilirdi. Ben oğlumu uyutmak için uğraşıyordum. Fakat hiç uyumuyordu. Sabaha karşı yine çok fenalaştı. Çaresizlikten ne yapacağımızı şaşırmıştık. O esnada sabah ezanı okunuyordu. Eşime cami hocasını çağırmasını söyledim, biraz oğlumuza Kuran-ı Kerim okumasını istedim. Allah'a sığınmak beni o kadar rahatlatacaktı ki eşim hemen hocayı alıp geldi. Hoca biraz okuduktan sonra ağlamaya başladı. Ben korkup ağlamaya başlayınca "korkmayın, sizin oğlunuz iyi. Ben kendi evladıma ağladım, kendimi tutamadım. Birkaç yıl önce, lise son sınıfta okuyan oğlum, Bingöl depreminde enkaz altında kalıp öldü" dediğinde çok üzüldük. Hoca gittikten sonra oğlumuzu alıp otobüsle yola çıktık. Yarı yolda kucağımızda vefat etti. '1 NİSAN 1974'
 
sevgili Aysel Doğan'ın kitabını aktarmaktaki düşüncem şizofreni hastalığının sürecine, yaşanılandan yola çıkarak az çok hakim olunabilmesi. 'şizofreni hastalığının ismini dahi bilmeyen, hiç duymamış olanlar var. hastalık mı neden böyle diye şaşırıp ne olduğunu anlıyamayan, ne yapacağını bilemeyen aileler var, hasta yakınları var. şizofreni hastalığını her an insana saldırabilecek potansiyel katil zannetirelen medya var. takip edilmeyen, ilaçlarını düzenli gün gün kullanmayan, fiziksel, psikolojik şiddet atmosferi içinde yaşayıp, hastalığını alevlendirecek ortamda yaşayan hastaların davranışları kontrol edilemez olması normaldir. hastalığın kendisi bu ve bakıma muhtaçlık şart.

benden sonra oğlum kızım evlâdım ne olacak diyen o kadar çok anne, baba, hasta yakını var ki. devletin huzur evi adı altında yaşı ilerlemiş olan ebeveynlerimize hizmet verdiği bakımevleri var. bedensel ve zihinsel engelli vatandaşlara yönelik rehabilitasyon merkezleri var. ruh sağlığı hastalığı olan şizofreni'ye, şizofreni hasta ve yakınlarına sağlanan hizmetler fısıltı ile duyulabililiyor. ancak araştırma içerisine giren kişi öğrenebilir oluyor.

yeni yeni ilki istanbul zeytinburnu ilçesinde TRSM (toplum ruh sağlığı merkezi) açılmış olup prof. mazhar osman hastanesi bünyesinde hizmet vermeye başlamış. ve istanbul ilinde toplamda 51 adet açılması planlanıyor. bu şizofreni hastasına ve ailesine çok faydalı bir hizmet.

Aysel Hanım'ın tek amacı şizofreni hastaları için bakım evlerinin kurulması. yaygınlaşması. bilinmesi. Allah'ım görevimi bitirmeden canımı, emanetini alma diyor, öyle dua ediyor. Kendinden sonra evladının yerleştirilebileceği, hasta yakınlarının evlatlarını emanet edebileceği kurum, ev olduğunu bilmek, güvende ve kontrolde olduğunu bilmek. sokakta yalnız kalmayacaklarını bilmek. ilaç ve bakım takiplerinin yapılacak olması. Aysel Hanım 63 yaşında, ve tek gayesi, amacı devletin şizofreni evi adı altında bakımevleri açması. yaşamak istemesinin tek nedeni bu. ve bunun için gerekli tüm kurumlar ile irtibatlaşıyor. mücadelesi, azmi işbitirici vasıfları ile takdir-e şayan bir anne. kadın. insan.

kitap içeriğini rakam sırası ile ekleyeceğim. dileğim, destekleyici ve yönlendirici içerik barındırıyor olması.
 
-2-

İlk evlat acısının verdiği acı ve ızdırapla geri dönmüştük. Ben evde acı ve ızdırapla kıvranırken aynı gün annemin ölüm haberi geldi İstanbul'dan. Ani bir kalp krizi sonucu çok sevdiğim annemi de kaybetmiştim. Annemin ölüm haberiyle yıkılmış ve dünyadaki gerçeklerle karşı karşıya kalmıştım. Annem daha 42 yaşında, genç denecek yaşta, beni ve iki kardeşimi öksüz bırakmıştı. Artık bu dünyada, biz üç kardeş, annesiz ve babasız kalmıştık. O zaman başıma daha nelerin geleceğini bilmeden, anneme, babama ve yavruma ağlayıp duruyordum. İki kardeşim küçük yaşta öksüz kalmıştı. Ben yavrumu ve annemi aynı günde kaybetmiştim. Sanki kader bana 'nisan bir' şakası yapmıştı. İlk evlat acısını yaşadık. Canımdan bir parçanın koptuğunu hissettim. Göz göre göre çocuğumu kaybetmiştim. Gençtim; hayallerim umutlarım vardı. Kutsal kitaplarda yer alan 'ölen çocuklar cennette ağırlanır' sözleri bana manevi destek olmuştu. Fakat annem bu kadar erken ölmeyi hak etmemişti. İşte o zaman şair Albulhakhamit Tarhan'ın genç yaşta ölen eşi için yazdığı MAKBER aklıma geldi. Tıpkı şarkıdaki gibi ölümün varlığı ve annemin ana kokan teninin toprak kokusuna karışmasına dayanamıyordum. Çok genç yaşta acılarla yıkılmıştım.

Artık hangisine ağlayayım, yanayım bilemiyordum. Tam yüreğimin ortasında bıçağın döndüğünü hissettim. Çok acıydı, çok zor günler geçiriyordum.

Bir müddet sonra eşim tayinini istedi. Tayini Siirt'in Eruh kazasına çıktı. Orada altı ay kaldıktan sonra tayini Ankara'ya çıkmıştı. Ankara'da bir yıl kaldıktan sonra İzmir'e tayin oldu. Ben de biraz olsun acılarımı unutmaya çalışıyor, iki çocuğumla teselli buluyordum. Dördüncü oğlum da 20.09.1975 tarihinde dünyaya geldi. Hakan'ın sevgisini ona vermiş, unutmaya çalışıyordum. Yine üç oğlum olmuştu. Zaman ne çabuk geçmişti. Acılar unutulmuyordu ama acıyla yaşamasını öğreniyordum. Zaten başka çarem de yoktu. Çünkü acılarla yaşamak çok da kolay değil.

ACILARIN EN ZALİMİ (1976, 13 Kasım Cumartesi)

CANIM KÖKSAL'IM

Evet acıların en zalimi, bana yaşadığım onca acıyı unutturan Köksalım, seni ve senin acını unutmak, dayanmak benim için çok zordu.

Taş gibi bir yüreğim olması lazımdı. Ama ben anneydim senin yokluğuna hiçbir zaman dayanamazdım. Seni çok zamansız kara toprağa vermiştim. Aradan geçen çok çok uzun yıllara rağmen benim acım hiç dinmedi. Ne kadar acılarımı kalbime gömdümse de senin acın hep tazeliğini korudu kalbimde. Ne sesini, ne gülüşünü ne de melek yüzünü hiçbir zaman unutmadım, unutamam..

"SEN RAHAT UYU OĞLUM MEKANIN CENNET OLSUN"
Yıl 1976. Büyük oğlum ilkokul ikiye gidiyor, kardeşleri de yavaş yavaş büyüyordu. artık herşey yolunda gidiyordu. Acılarımı biraz olsun unutmuştum. (Ta ki o zalim gün, 1976-13 kasım cumartesi)
 
-3-

İlk evladım Köksal 1969 yılında
ikinci evladım Serdar 1971
üçüncü yavrum Hakan 1973
dördüncü oğlum da 1975 yılında dünyaya merhaba demişti.

13 Kasım Cumartesi 1976 gününden bir gün evvel Serdar'ın dişi çok ağrıyordu. Sabaha kadar ağlamış hiç yatmamıştı. En küçük oğlumu abisine (Köksal) bırakarak Serdar'ı dişçiye götürmeye karar verdik. Serdar babasına çok düşkün bir çocuktu. Dişçiye babasıyla önceden gitmiş fakat çok zorluk çıkarmıştı. Bu sefer ben de beraber gitmeye karar verdim. Babasına naz ettiği için beni dinler diye düşündük ve evden çıktık. Bir saat içinde dönecektik.

Evimiz İzmir'de Narlıdere'de yol güzergâhında idi. Otobüs durağında beklerken Köksal bize el sallayıp kardeşimi merak etmeyin ben bakarım demişti. Ve bu onu son görüşümüz olmuştu. Biz ayrıldıktan sonra üst komşumuz gelip yavrumu bakkala göndermiş. O esnada balkon kapısı açık olduğundan rüzgar dış kapıyı kapatmış. Yavrum ağlayarak "Teyze kardeşim içeride uyuyor annemler evde yoklar" demiş. Komşu "Merak etme sen bakkala git" demiş. Yavrum bakkaldan döndükten sonra ikinci katta oturan birisini yardıma çağırmışlar. Yavrumu, beşinci kattaki evin balkonundan bizim döndüncü kattaki evimizin balkonuna beline çamaşır ipi bağlayıp indirmek istemişler. İp kopunca yavrum feryatla beşinci kattan taşların üzerine düşmüş. Hemen hataneye kaldırmışlar. Biz gittiğimizde, Doktor Hanım bizi yanına sokmak istemedi ve ben ağlamayacağımı söyleyip ısrar edince izin verdi. Oğlumun yattığı oda üç dört metre uzağımdaydı, fakat yürürken bana kilometrelerce uzaklıktaymış gibi gelmişti. İnanın bunları buraya yazarken o günleri, o küllenmiş acılarımı tekrar tam da yüreğimin ortasında hissediyorum. Evladımı yatakta görünce şok geçirdim. Yarabbim evladım ne hale gelmişti. Tanınmaz haldeydi.
 
-4-

Allah'ım hiçbir anne ve babaya bizim gördüğümüz manzarayı göstermesin. Bir saat önce evde sapağlam bıraktığım Köksal'ım oğlum ne hale gelmişti. Çok ama çok acı bir durumdu. Dayanmak mümkün değildi. Yavrumun kafası sargılar içinde, gözleri dışarı fırlamış, yüzü mosmor, kolları ve bacakları kırılmış, beli de kırıktı. Çok derinden inliyor, arada bir nefes alamıyordu. Bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Elini ellerimin arasına aldım. Sanki daha da yakındım ona. Herkesten farklı o benim parçamdı, oğlumdu ve nefes almakta çok zorlanıyordu. 'Allah'ım! Bir nefes, ne olur Allah'ım bir nefes' diye haykırıyordum. Artık kendimi tutamıyordum. Bir nefes bir nefes Allah'ım diye dua ederken, haykırırken, yavrumu ilk göz ağrımı eli elimde kaybettim. Oğlum gitti sıcaklığı kaldı avuçlarımda ilk günkü gibi. Ah ceylan gözlü Köksalım seni ne çabuk kaybetmiştim.

İşte o zaman anlamıştım bir nefesin değerini. Yarabbim insan hayatında, saatlerin, saniyelerin, ne kadar önemli bir yeri var, ne yazık ki biz insanlar bunun değerini bilmiyoruz. Yavrum ellerimin arasından uçup gitmişti. 8 yaşında yavrumu ne çabuk da kaybetmiştim. Doktor hanım beni teselli etmeye çalışıyordu. Oğlumun yaşamasının imkanız olduğunu, yaşasaydı bile tüm vücudunun tamamen felç olacağını bana anlatmaya çalışıyordu. Fakat benim o anda bunları anlamam, inanmam imkansızdı. Evladımı evde sapasağlam bırakmıştım. Şimdi ise bir hastanede tanınmayacak halde bulmuştum. Kendimi kaybetmiş, yaşadıklarımı bir rüya zannediyordum; sanki korkunç bir kabustu, inanamıyodum çünkü o daha ölmek için çok küçüktü. Daha biz ona doyamadan yavrum dünyaya doyamadan bir ihmalin kurbanı olmuştu. Allahım, ne büyük bir acı.

Ben 26 yaşında iki evlat acısı, annemin ve babamın acısını görmüştüm. Ama bu acı çok derin bir acıydı. Sanki ciğerlerim yerinden kopuyordu. İnsan 26 yaşında bu kadar acıyı kaldıramaz. Çok çırpınıyordum, çok çaresizdim. Oğlum'un düşerken kafasını çarptığı taşta saçlarını bulmuştum. Evladım ellerimin arasından uçup gitmişti, sadece bir tutam saçı elimdeydi. O saçlarını gece gündüz benden alamıyorlardı, çok üzülüyordum. Zaman zaman kendimi kaybediyordum.​
 
-5-

Eşim ve yakınlarım beni psikiyatriste götürdüler. Doktor benim çaresizliğimi anlayıp bu kadar acı çekmemin yaşım itibariyle normal olduğunu söyledi. Bana en iyi ilacın zaman olduğunu, adece uyku ilacı vermelerini söylemiş. Allah'ım ani ölümü hiçbir kuluna göstermesin. Hele evlat acısını. Yavrumu sapasağlam evde bırakmıştım, birkaç saat içinde kaybetmiştim. Annemin ve babamın yokluğunu o zaman daha çok hissetmiştim. Bir anda kendimi yapayalnız, çaresiz hissettim. Allah'ım, bu dayanılmaz bir acıydı. O zaman bana bütün olanlar kötü bir rüya gibi geliyordu. Olamaz, böyle bir acı yaşanamazdı. Doktor olan komşumuz sürekli yatıştırıcı iğne yapıyordu. Ben yine herşeyin farkında idim. Tam Hakan'ı unutmaya çalışırken bu acı bana çok büyük haksızlık. Çok defa yaşamak istemiyordum, çok ağır bir yüktü çekdiğim ızdırap. Dayanamıyordum. Ölmek, evladıma kavuşmak istiyordum fakat eşim, komşular ve akrabalar buna izin vermiyorlardı. Çok acı çekmesine rağmen eşim bana destek oluyor, komşular ve akrabalar moral vermeye çalışıyorlardı. Fakat ben kendimi bir türlü toparlayamıyordum. Kendi kendime 'benim iki çocuğum daha var, eşim, yuvam var. Allahım bana sabır ver" diyordum. Fakat elimde olmadan çok özlüyordum. Mezarı Narlıdere'de, evimizin karşısındaydı. Sabahlara kadar balkonda oturup mezarını seyrediyordum. Sanki onu karanlıktan koruyordum. Sabah olunca hemen mezarının yanına gidip, akşama kadar oturup ağlıyordum. Eşim ve komşular beni zorla eve getiriyorlardı. Bu durum günlerce, aylarca sürdu. Ben nasıl unutabilirdim ki? Sapasağlam evladım bir anda ellerimin arasından uçup gitmişti. Bir daha asla göremeyecektim. Ev anılarıyla dolu, nasıl dayanabilirim? Çantasını, kitaplarını, önlüğünü ve de akşam olunca boş yatağını görmek çok acıydı, kendimi kaybediyordum.

Yavrum kara toprakta yatıyor, bense boş yatağında teselli arıyordum, işte o zaman beni kimseler teselli edemiyordu. Yakınlarım baktılar olmayacak özel eşyalarını saklayıp, odasını kilitlediler, aylarca açmadılar. Ne kadar yalvarsam da odasının anahtarını vermiyorlardı. Sadece yatağını koklamak istiyordum, çok çok özlüyordum. Demek ki zaman her şeyin ilacıymış. Üç yıl boyunca sürekli mezarına gidiyor akşama kadar oturuyordum. Mezar taşını okşuyor, onunla konuşup rahatlıyordum. Ben ne kadar konuşsam ağlasam da yavrum beni hiç duymuyordu, duyamadı, o artık yanımda yoktu, yine de oğlumla sanki hasret gideriyordum. Mezarına gitmediğim günler onu çok özlüyordum, sanki yavrum orada yalnız kalıyor beni bekliyor zannediyordum. Belki düşüyordur. Belki de karanlıktan korkuyordur diye sabahlara kadar balkonda oturuyor, onu koruyordum. Hep mezarını seyrediyordum. Sanki beni çağırıyor gibi geliyordu.
 
okurken, okuduklarımı anlamaktan kaçmak istediğim bir kitaptı. bitirdikten sonra ne söyleyeceğimi bilemeden Aysel Hanım'ı aradım, kitapta yazdıklarım hiçbirşey dedi bana. çok az bir kısmını yayınladım ben dedi.
izin alırsam, kitabın ana konusu olan evladı, şizofreniye yakalanan evladı serdar'ın fotoğraflarını da ekliycem. kitabın son beş sayfası Serdar'ın fotoğraf albümüne ayrılmış.
90 sayfalık bir kitap, 8.sayfasını ekledim, fırsat bulduğumca da ekliycem elbette.
 
-6-

Eşim baktı olacak gibi değil, tayin istedi ve oradan ayrıldık. Şehir değiştirmenin faydalı olacağını düşündü. Kars-Ardahan'a tayini çıkmıştı. Ayrılırken çok acı çekmiştim. Oğlum sanki peşimizden ağlıyordu. Onu, orada bırakmak benim için çok zordu. Fakat iki yavruma sarılıp onlarda teselli buluyordum. Yıllar geçtikçe acılarım biraz küllenmiş, biraz hafiflemişti. Fakat unutmamıştım. Heralde hiçbir zaman da unutamam. Zaman zaman eli elimde öldüğü halde öldüğüne inanamıyordum. Sanki aniden çıkıp gelecekti. Yollarda ona benzeyen çocukları görünce çok üzülüyordum. Yıllar geçtikçe kabullendim. Acıyla yaşamasını öğrenmiştim. Zaten siz acıyı değil acı sizi seçer..

Allah'ım insanları ne kadar güçlü yaratmış. Ne acılara dayanıyoruz. Annemi babamı çok zamansız kaybetmiştim.
O elim kaza, canım yavrum, ilk göz ağrım Köksal'ımızı bizden koparmıştı. Menenjit Hakan'ımı bizden almıştı ve bir daha asla göremeyecektik. İkisini de..

Bu kazaya sebebiyet verenlere ne mi oldu? İki yıl süren mahkeme sonunda, tedbirsizlikten ölüme sebebiyet verme diye iki yıl hapis cezası verildi. O da para cezasına çevrildi. Böylece yavrum başkaları tarafından suçsuz yere öldü. Biz ailece çok üzüntüler yaşadık, hala da yaşıyoruz. İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı. Oğlum öldükten sonra ne yazık ki insan hayatının ülkemizde ne kadar ucuz olduğunu iyice anladım. Bir anne olarak olayların önüne geçemedim diyerek zaman zaman kendime yüklendim ama nafile..

Hayat çizgimdeki sarsıntıların en büyüğünü şu anda yaşamaktayım. Bu sarsıntı içindeki mücadelem, bir anne için çok acı olduğu kadar çetin de bir yol.. Hem de çok çetin bir yol. Hiç küllenmeyen hiç kabuk tutmayan bir yara.

Allahuekber, iki yürek dağı..
Beni Serdar'ıma kavuşturan
Şükür dağı...

OĞLUM DÜNYAYA MERHABA DEDİ

Daha önce de bahsettiğim gibi, 1970'i 1971'e bağlayan 31 aralık gecesi, tüm dünya yeni yılı kutlarken, Sarıkamış'ın Allahuekber dağları'nın eteklerinde bir köy. Rakım ikibin beşyüz metre. Hava çok soğuk, sıfırın altında otuz derece, dışarısı kar ve tipi. Onsekiz yıl bana mutluluk veren, neşe kaynağı oğlum. Yeni yılın ilk saatlerinde dünyaya 'merhaba' dedi. Ne kadar da sevinmiştik. Yeni yılın bize en güzel hediyesiydi.​
 
-7-

Eşim işi nedeniyle kaldığımız bu köyde, yollar sekiz ay, kar nedeniyle kapanırdı. Geceleri kurt ulumaları ve köpek havlamalarından başka bir ses duyulmazdı. Bahsettiğim gibi, kışın içme suyumuzu kar eriterek temin ederdik. Bu köy Sarıkamış'a kırkbeş km olmasına rağmen, kışın üç dört saat kızakla tren istasyonuna gider, oradan trenle yaklaşık bir saatte Sarıkamış'a ulaşabilirdik. Ay başlarında eşlerimiz maaş almak için Sarıkamış'a at kızaklarıyla veya yürüyerek giderlerdi. Yollar kapanınca günlerce gelemezlerdi. Çeşitli ihtiyaçlarımızı ancak bu şekilde temin etmeye çalışırdık. Hatta ekmeğimizi bile kendimiz pişirirdik.

Bu dağ başında beş aile, iki orman muhafaza memuru, şoför, bekçi ve biz kalıyorduk. Üç yılda bu köyde çok anılarım olmuştur. Serdar üç aylıkken '30 mart'ta' eşlerimiz maaş almak için yine Sarıkamış'a gittiler. Dışarısı çok soğuktu. Akşam üzeri kar çok yağun yağmaya başlamıştı. Hava sıcaklığı sıfırın altında otuzbeş derece ve tipi esiyordu. Komşular "gelin hepimiz bir yerde toplanalım, hiçbirimizin eşi yok burada, ne olur ne olmaz ıssız dağ başındayız" dediler. O yıllarda eşkiyalar köylerden koyun falan çalıyorlardı. Bir arada olursak daha güvenli oluruz dediler ve toplandık. Gece olunca iki çocuğumda küçük oldukları için ağlamaya, huzursuz olmaya başladılar. Ben eve gitmek istedim. Çocuklarımın kendi evimizde daha rahat edeceklerini söyledim. Arkadaşlar karşı çıktılar. Kesinlikle dıraşıya çıkamayacağımızı çünkü etrafta kurt olacağını söylediler. Ben ısrar edince kabul ettiler. Benden yaşça büyük olan bu arkadaşlarla, beraber meşale yakarak dışarı çıktık. Gerçekten de dışarıda sürüler halinde kurtlar dolaşıyordu. Bunun gibi çok anılarım olmuştur. Devletimiz bu mahrumiyet yerinde çok kullanışlı ve geniş lojmanlar yaptırmıştı gerçekten. Bu mühendis lojmanı iyiydi fakat ısıtması çok zordu. Soba sürekli yanmasına rağmen camlarının buzu hiç erimiyordu. Kar yüzünden yolu sekiz ay hep kapalı olurdu, adeta dünyayla irtibatımız kopardı.

Düşünüyorum da o zor şartlarda dahi oğlumuz hiç hasta olmamıştı. Onbir aylıkken yürümeye başlamışti. Yavaş yavaş konuşmayı öğreniyordu. Her şeyiyle çok normal bir çocukluk dönemi geçirmişti. Dört yaşında kızamık hastalığı geçirmişti. Ardahan'da iken dokuz yaşında kabakulak olmuş, çok çabuk iyileşmişti. Çok zeki, sakin bir çocuktu. Yemek konusunda çok seçiciydi. 4 yaşında iken, parmağını kesmişti. Kesik çok küçüktü. Fakat akşama kadar parmağına bakıp bakıp ağlıyordu, ben bir türlü ikna edemiyodum. Akşam babası geldiğinde hemen parmağını göterip yine ağlamaya başladı. Babası parmağındaki yaranın çok küçük olduğunu, ağlamamasını söyleyince ikna olmuştu. Derken ilkokula başlaması, onu ve bizi ne kadar sevindirmişti. Ben acılarımı kalbime gömmüş, oğlumu heyecan ve sevinçle okula götürmüştüm. Öğretmeniyle tanıştık. Öğretmeni şaka ile oğlumdan birden ona kadar saymasını istedi. Oğlum gayet ciddi bir şekilde birden yüze kadar aymıştı. Öğretmeni de ben de çok sevinmiştik. İki üç gün ben okula götürdüm. Daha sonra; "Anne sen benimle gelme, ben kendim giderim" diye tutturdu. Ondan sonra hep kendisi okula gitti ve hiçbir zaman okula geç kalmadı.​
 
-8-

Öğretmeni daha sonra benim apartman komşum olmuştu. Serdar'dan çok memnundu. Çok zeki, çalışkan olduğunu, defterlerini çok düzgün kullandığını, çok tertipli bir çocuk olduğunu bana anlatırdı. Sınıfta, sanki büyümüş de küçülmüş bir hali olduğunu, diğer çocuklardan farklı olduğunu söylerdi. Evet evde de öyleydi. Tertipli, düzenli bir çocuktu. Okuldan eve geldiğinde hemen önlüğünü çıkarıp, düzenli bir şekilde asar, pantolonunu çıkarıp, pijamasını giyerdi. Hiç üstü başı dağınık bir halde okuldan geldiğini görmedim. Çok temiz gelirdi. Prensipli bir çocuktu. Derslerine çalışması, oyun saatleri hiç şaşmazdı. Okuldan gelir, yemeğini yer, dışarı çıkıp arkadaşlarıyla bir iki saat oynar sonra dersine çalışırdı.

O yıllarda televizyon kanalı tek kanaldı. Akşam üzerleri, TRT'de çizgi film olurdu. Dersini bitirip çizgi film seyrederdi. Akşam yemeğini yedikten sonra erkenden uyurdu. Bir gün okulda aşı olurken bayılmıştı. Öğretmeni eve göndermişti. Ben korktuğunu zannettim. Fakat bana korkmadığını, aşı yapılırken alkol kokusundan bayıldığını söyledi. Keşke o zaman doktora götürseydim diye hep düşünüyorum. Alkol kokusundan bayılması, bu kadar düzenli ve çalışkan olması normal miydi diye zaman zaman hep düşünürüm. Sabahları erkenden kalkıp camda beklerdi. Hava aydınlansın, saat yedi olsun da okula gideyim diye. Bazen hasta olurdu, grip v.s. Okula gitmemesini söylerdim, kabul etmez ağlardı. Ben dersimi yaptım gitmem lazım derdi.

Kardeşine ben evde olmadığım zaman çok iyi bakardı. Bir gün ben evde yokken sobanın üzerindeki çaydanlık çok kaynamış, taşıyormuş. Serdar hemen alt kattaki komşuyu çağırmış, "teyze annem evde yok sobanın üzerindeki çaydanlık çok kaynıyor kardeşim korkuyor" demiş. Ben geldiğimde komşuyla kapıda karşılaştım. Komşum "çok zeki bir oğlunuz var kardeşi için endişelenmiş" dedi. İzmir'deki evimiz dördüncü kattaydı. Apartmanın önünde ana cadde, arkada bahçe vardı. Zaman zaman kardeşini bahçeye götürür oyun oynarlardı. Kardeşinin yanından hiç ayrılmazdı. Yola çıkar araba çarpar diye çok endişelenirdi.​
 
-9-

İlkokul dördüncü ve beşinci sınıflarını Ardahan'da okudu. Oturduğumuz lojmanın çok yakınından 'kura nehri' geçiyordu. Sıcak bir yaz günüydü. Israrla arkadaşlarıyla nehirde yüzmeye gideceklerini söyledi. Gitmesini, fakat nehire girmemesini söyledim. Sevinerek gitti. Nehir çok derin ve genişdi. Her yıl birkaç kişi boğuluyordu. Biraz sonra yanına gittim. Arkadaşları nehirde yüzüyorlardı, Serdar kıyıda oturmuş onları seyrediyordu. Beni görünce; "anneciğim sen izin vermediğin için nehire girmedim, ne olur ben de yüzeyim" dediğinde "tamam git arkadaşların gibi kenarda yüz" dedim. Serdar nehire girdi. O esnada nehir kenarında bayanlar halı kilim yıkıyordu. Ben onlarla konuşurken yaşlı bir teyze kovasını Serdar'a uzatıp biraz su istemiş. Oğlum kovayı doldururken akıntı kovayı sürüklemiş Serdar peşinden yakalamak için giderken akıntıya kapılmıştı. "Anne!" diye bağırmaıyla kendimi nehire attım, oğlum hızla benden uzaklaşıyordu. Bir anda gözden kayboldu. Tekrar göründü. Çırpınıyordu. Tekrar gözden kaybettim. Bir an saçlarını fark ettim, saçlarından yakaladım, süratle kollarından yakalayıp yukarı çektim. Kıyıda insanların bağrışmalarını duyuyordum. İki kişi bize yardıma koşmuşlar fakat yetişememişler. Neyseki kıyıya çıkmıştık. İkimiz de çok korkmuştuk. Serdar bir daha o nehire hiç gitmedi.

İlkokul beşinci sınıftayken çok güzel bir uçak yapmıştı. Bize göstermeden oturduğumuz lojmanın yanındaki boş binada günlerce uğraşmış. Bir gün arkadaşlarıyla beraber uçağı eve getirdi. Kapıyı açtığımda çok şaşırdım. Gerçekten yaklaşık iki metre boyunda bir uçaktı. Uçağı, ince demir tellerle yapmış, üzerini kağıtla kaplamıştı. Hiçbir ayrıntısını unutmamıştı. Uçağı salonda bulunan on iki kişilik masanın üzerine koyduk. Günlerce uçağı inceleyip "bunu nasıl uçururum" diye düşünüyordu. Kardeşinin oyuncak treninin küçük bir motoru vardı onu çıkarıp uçağa monte etti. Uçağın sadece pervanesini döndürebiliyordu. Eve gelen miafirler şaşkınlıkla uçağına bakıp, "imkanız bunu oğlunuz yapamaz" diyorlardı. Uçağı nasıl yaptığını sordum. Çünkü hiç uçağa binmemişti. Bana gazetede resmini gördüğünü, ona bakıp düşünerek yaptığını söyledi. Onbir yaşındaki bir çocuk için çok büyük bir başarıydı diye düşünüyorum. Zaman zaman okula gidip durumunu soruyordum. İlkokul öğretmeni "çok çalışkan ve zeki bir öğrencim, bu çocuğun geleceği çok başarılı olacak, umarım iyi bir bilim adamı olur" demişti.

Hep saatinde okula giderdi. Dersleri çok iyiydi. Karneleri hep pekiyi doluydu. İlkokulu pekiyi derecesiyle bitirmişti. Ve ortaokul... Yine çok çalışkandı. Orta birinci sınıfı taktirle geçmişti. Babasının tayini nedeniyle, orta okul ikinci sınıfa, Artvin'in Ardanuç kazasında devam ediyordu. Yine çok ders çalışıyordu. Biraz da müziğe yönelsin diye babası ona saz almıştı. Belki öğrenir, biraz da ders çalışmasına ara verir diye. Çünkü onun dünyası ders çalışıp kitap okumasıydı. Arada bir bizim zorlamamızla, arkadaşlarıyla top oynardı. Basketbolu çok severdi. Orta ikinci sınıfta iken kendi kendine saz çalmayı öğrenmişti. Orta okulu taktirle bitirmiş babası ona bisiklet almıştı. Hergün küçük kardeşine, "gel, sana bisitklet sürmeyi öğreteyim" derdi. Kardeşi korkup binemezdi. Ona nihayet bisiklet sürmeyi öğretmişti. O yıl liseleye kaydolmuş, okula devam ediyordu. Yarı yılın sonunda o zamanki özdebir'in sınavlarına öğretmenleri onu da yazmışlar. Bu sınav öss'ye girecek öğrencilerin deneme sınavı imiş. Bir gün eve sevinerek geldi. Bu sınavda okuldaki arkadaşlarından daha başarılı olmuş ve en yüksek puanı almıştı.​
 
-10-

Öğretmeniyle görüştüğümde "çok zeki ve çalışkan bir oğlunuz var. Biz de deneme sınavına girdik. Oğlunuz kadar başarı gösteremedik. Bizim puanımız onunkinden düşük. Zaten sınava onu biz kaydettirdik" dediklerinde çok sevinmiştim. Okuldan eve öğlen yemeğine geldiğinde masaya kitaplarıyla otururdu. Bir yandan yemek yer, bir yandan yine kitap okurdu. Gece geç saatlere kadar ders çalışıyordu. Okulda çalışkan, öğretmenlerine çok saygılı bir öğrenciydi. Çok arkadaşı yoktu, birkaç arkadaşı vardı. Çok seçici davranırdı. Kendi gibi saygılı çalışkan arkadaşları vardı. Ben bunları düşündükçe, hala inanamıyorum oğlumun hasta olduğuna. Fakat insansın ve annesin, ne yapsan da geçmişi geri getiremiyorsun. Keşke zamanı durdurabilsem. Serdar ilk hasta olduğunda onsekiz yaşında genç bir fidandı. Şimdi otuziki yaşında yetişkin ve kaybolan yılları acıyla, korkuyla, şüpheyle ve ev ile hastahane odasında geçen gençlik yılları.. Keşke zamanı durdurabilsem, oğlum baharını yeniden yaşasa ama yazıkki bu mümkün değil, kaybolan yılları ona geri veremiyoruz. Ne biten baharını, ne de kaybettiği başarı dolu yıllarını.. Ne yazık ki artık farkında olmadan kaybetmişti. Zaman zaman "bana ne oldu söyleyin? Ben böyle bir insan mıydım? Neden artık başarısız bir insanım? Neden hep korku ve şüphe içindeyim? Söyleyin!" diye bize soruyordu. Ne yazık ki ona hiçbir şey söyleyemiyorduk.

Yaz tatili gelmiş, yine sınıfını taktirle geçmişti. Yazın da test kitaplarına çalışıyordu. Odasını temizlerken, "kitaplarıma dokunma" derdi. "Oğlum artık okullar tatil, biraz çık dolaş, arkadaşların ile oyna" derdim. O, biraz çıkıp arkadaşlarıyla oynar, yine gelip ders çalışırdı. Babası baktı olmayacak bilgisayar aldı, belki buna yönelir diye. Sonra okullar açıldı. Yine çok ders çalışıyordu. Bir gün okuldan bir bayan öğretmen geldi. Bir kahve içtikten sonra bana, "okuldaki öğretmen arkadaşlar ve benim sizden bir ricamız olacak. Serdar derste bazen bize öyle sorular soruyor ki biz bilemiyoruz. Öğrencilere mahcup olmamak için "Serdar biz bu sorunun cevabını biliyoruz fakat sen anlat, arkadaşların da öğrensin diyoruz. Ve Serdar sınıfta tahtaya kalkıp sorduğu sorunun cevabını kendisi veriyor. Biz de böylelikle sorunun cevabını Serdar'dan öğreniyoruz. Çünkü çoğumuz yeni mezun öğretmenleriz" dedi. Ben ve babası ona okulda fazla soru sormamasını, herkesin herşeyi bilemeyeceğini anlattık. İlkokul öğretmeninden de böyle serzenişler olurdu. Çok soru sorduğunu, sorduğu soruların ilkokul düzeyinde olmadığını söylerdi. Serdar bazen geldiğinde "anne ben ne yapacağım? Öğretmenim sorduğum soruya cevap vermiyor" diye sitem ettiğinde, "babana sor, bana sor" dediğimde, "öğretmenimin bilmediğini siz de bilemezsiniz" derdi. Onun çocuk gözünde her şeyi öğretmeni bilirdi. Ortaokul ve lisede üt sınıfların çözemediği matematik ve fen sorularını öğretmenleri Serdar'a çözdürürlerdi.

Lise ikinci sınıfın son ayında Serdar'da bir durgunluk başlamıştı fakat biz üstünde durmadık. Çok ders çalışmasına bağlıyorduk. Ne yazık ki evladımıza kader ağlarını örüyormuş, o zaman anlayamadık. Yavrum yavaş yavaş çok durgun, dalgın bir hal alıyordu. Hep neşesizdi yüz ifadesi çok değişmişti, kederli bir hali vardı. Zaman zaman soruyordum: "Neden böyle dalgınsın, söyle oğlum neyin var" dediğimde, hiçbir şeyim yok anne, sana öyle geliyor" derdi.​
 
-11-

Sık sık başı ağrıyordu. Çok ders çalışmasına rağmen "anne çok çalışıyorum fakat unutuyorum" derdi. Bakkala birşeyler almaya gönderdiğimde ne alacağını unutuyordu. Not tutmaya başladı, not tutmasa unutuyorum diyordu. Keşke o zaman farkına varsaydım diye kendimi suçluyorum. Biz çok ders çalıştığı için belki zihni yoruluyor diye düşünüyorduk. Halbuki hastalığı o zaman başlamış, biz anlayamadık.

Lise son sınıfta Ankara'da oturan halasının yanına gönderdik. Hem iyi bir liseden mezun olsun, hem de dershaneye gitsin diye. Orada da sabahlara kadar ders çalışıyormuş. Bir gün halası telefonda Serdar'ın sabahlara kadar ders çalıştığını söyledi. "Buna nasıl bir çözüm bulalım" dedi. "Çünkü uykusuz kalıyor". Ben de halasına onu dersten alıkoyamayacağını, çünkü o yine ders çalışacağını söyledim. En iyisi "elektrik faturası çok geliyor de. Belki çok ders çalışıp uykusuz kalmaz" diye öneride bulundum. Serdar halasına para verip "elektrik faturasını öde halacığım" dediğinde halası çok üzülüp onun uykusuz kalmaması için benim söylediğimi söylemek zorunda kalmış.

Liseyi taktirle bitirmiş ve üniversite sınavına (öss) girmişti. Birinci baamağı kazandı. İkinci basamak sınavına bir ay kala su çiçeği çıkardı. Çok ağır hata olmuştu. Sınava kadar iyileşmişti fakat baş ağrıları devam ediyordu, ağrı kesici içmesine rağmen... Sınavda da başı çok ağrımış, yine de elinden geleni yapmıştı. Üç tercihle girmişti. ODTÜ İnşaat, Makine ve Hacettepe Tıp. Çok ta yüksek puan almasına rağmen kazanamamıştı. Çok üzülmüştü. Günlerce ağlamıştı, dışarıya çıkmak istemiyordu. Babası ve ben, ona sürekli moral verip teselli ediyorduk. O yine de devamlı üzülüyor; "hayır anne bu rüyamı ben nasıl kazanamam" diye sürekli ağlıyor, üzülüyordu. "Ben çocukluğumu yaşayamadım, çok ders çalışıp kendimi buna hazırladım" diye üzülüp duruyordu. Bazen bana takılırdı: "Üzülme anneciğim. Ben doktor olup seni iyileştireceğim". O zamanlar benim mide ülserim vardı, çok ızdırap çekerdim. Hiç bilemezdim ki oğlum hasta olup, belki de bir ömür boyu doktora kendisi gidecek.

O yıl babasının tayini Bursa'ya çıkmıştı. Oğlumuz da eve gelmişti. Fakat çok zayıflamıştı. O yazı onu teselli ederek geçirmiştik. Derken okullar açılmıştı. Kardeşi de orta ikiye geçmiş, okula başlamıştı. Babası Serdar'ı dershaneye götürmüştü kayıt için. Birkaç gün deshaneye gittikten sonra bana, "anne, ben bu dershaneye gitmeyeceğim" dedi. "Neden" diye sorduğumda, "hep bildiğim konular, hiç gerek yok" dedi. Ben çok şaşırmıştım. Biz yine de gönderiyorduk. Gidiyordu fakat zoraki bir gidişti. Çok durgundu. Birşeyler seziyordum fakat bir anlam veremiyordum. Sanki oğlumuz eski Serdar değildi, farklılaşmıştı. Babasına anlattığımda "çok çalıştı sınavı kazanamadı, zamanla geçer" diyordu. Bense sebebini bilemediğim bir huzursuzluk ve sıkıntı içindeydim. Fakat oğlumun hasta olacağı hiç aklıma gelmiyordu.​
 
-12-

1988 Kasım ayında burun ameliyatı geçirdi. Doktorlar burnunda ve genzinde et olduğunu, onsekiz yaşında ameliyat olması gerektiğini söylemişlerdi ve oldu. Ameliyat olurken ben çok üzülmüştüm. Doktoru beni görünce: "Sizin haliniz ne? Bu kadar üzülmeyin, oğlunuz sizden daha cesur" demişti.

OĞLUMDAKİ DEĞİŞİMLER

Dershaneye devam ediyordu. Şubat tatilinden sonra artık dershaneye gitmeyeceğini söyledi. Konuların hepsini bildiğini, evde çalışacağını söyleyip, dershaneyi bıraktı. Yavaş yavaş birşeyler değişiyordu. Sonradan dershaneye beraber gittiği bir arkadaşından duyduğum şeyler beni çok üzmüştü. Dershaneye bizim oturduğumuz apartmandan bir kız da gidiyormuş. Serdar yaşının verdiği masumiyetle kıza arkadaşlık teklif etmiş, kız reddedince çok üzülmüş. Ben de mutsuzluğunu dershaneye gitmemesini, bu olaya bağlıyordum. Hiç dışarı çıkmak istemiyordu. Zoraki gönderiyordum. Gelince, arkadaşlarının konuşup şakalar yaptığını, kendisinin hiç konuşmadığını, buna çok üzüldüğünü söylüyordu. Birkaç gün sonra bakkala gönderdim. Dönüşte çok sinirli bir halde geldi ve insanların ona baktığını söyledi. "Baksınlar, bunda ne var?" dedim, cevap vermedi. Evin içinde sinirli sinirli dolaşıp oturdu. Biraz sonra komşu kapı zilini çalınca, birden korkup hızla kapıyı açtı. Ben hemen yetişip, komşuyu buyur edince odasına geçti. İki gün boyunca sessiz sessiz dolaşıp arada ders çalışıyordu. Pencerenin perdelerini gündüz bile kapatıyordu. Bir gün, evin içinde salon camına koşarak ve sinirli bir şekilde; "KÖPEKLER!" diye bağırıp, sonra sustu. "Kim oğlum, kime bağırıyorsun" diye sorduğumda, "yok birşey" diye tekrar odasına döndü. Arada bir kardeşini ders çalıştırıyordu. Fakat onu çok hırpalıyordu. Bir gün kardeşini çok kötü dövdü. Ben zor aldım elinden. Şaşırmıştım. Oğlum şimdiye kadar kardeşiyle, yüksek sesle bile konuşmamıştı.

Kardeşi korkudan titriyordu. "Neden dövdün" diye sorduğumda; "Bir matematik sorusunu bilemediği için" diye cevap verdi. Yavaş yavaş bizden ve dünyadan kopuyordu. Kardeşi bana, "anne kardeşimde bir tuhaflık var, onu bir doktora götür" dediğinde, sanki tokat yemiş gibi oldum ve sadece, "oğlum, abin ergenlik çağında ve sınavı kazanamadı, onun strei var, geçer" diyebildim. Kafamda bir soru işareti de oluşmuştu. Acaba diye düşünüp, sonra, "olmaz, olamaz. Serdar mı? Hayır. O çok zeki, akıllı bir çocuk" diye kendi kendime teselli veriyordum. Serdar'dan dört yaş küçük kardeşi, bizden daha iyi anlamıştı o zaman abisinin hastalandığını. Biz anlayamamıştık.

Bir gün banyoda saatlerce aynaya bakıyordu. Ben de sabırla onu bekledim. Acaba ne yapıyor diye. Hiç kıpırdamadan, sadece aynaya bakıyordu. Ama bu bakış normal değildi. Birkaç kez seslendim beni hiç duymuyordu. Yanına gidip yine seslendim duymuyordu. Kolundan tutup "Serdar" dediğimde, sanki derin bir uykudan uyanmıştı. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben de çok şaşırmış ama bir anlam verememiştim. Nereye göndersem gitmek istemiyordu. Hep durgun, neşesizdi. Arada bir gülüyordu. Neden güldüğünü sorduğumda, "yok bir şey" diyordu.

Babasıyla çarşıya çıkmışlardı. Babası ona gri renkte bir takım elbise almıştı. Elbiseyi birkaç gün giydikten sonra bu renkte elbiseyi niçin aldınız, bu renk beni rahatsız ediyor demeye başladı. Bir daha giymedi. Artık evden dışarı çıkmıyordu. Çok durgundu. Hiç konuşmuyordu, dalgındı.

Belki açılır, durgunluğu geçer diye sitede oturan gençleri eve çağırıyordum. Belki tanışır, arkadaşları olursa durgunluğu geçer diye düşünüyordum. Buraya yeni taşındığımız için yaşıtlarının çoğunu tanımıyordu. Gençler geliyordu fakat Serdar pek ilgilenmiyordu.​
 
-13-

BENİM İÇİN, AİLEM İÇİN ÇOK ZOR YILLAR BAŞLAMIŞTI...

Bir gün babası onu zorla pazara gönderdi. Biraz değişikliğin ona iyi geleceğini düşündük. Evden çıktığında babasının melektaşlarından birkaç kişiyi bir arada görünce, çok korkup, geriye eve döndü. "Babamın arkadaşları beni hasta etmek istiyor" deyince biz yine çok şaşırdık. Ona birşey söylemedik ama arada bir; "o adamlar bana neden baktılar? Onlar beni ya hasta etmek ya da öldürmek istiyor" derdi. Ben iş yaparken de çok rahatsız olmaya başlamştı. "Neden her gün evi temizliyorun" diye kızıyordu. Bana sık sık, "komşular benim hakkımda ne diyor" diye soruyordu. Sadece, "senin için kimse birşey demiyor" diyebiliyordum. Gittikçe neşesiz, durgun, rengi günden güne solgun, arkadaşlarından tamamen kopmuş birisi olmuştu. Bizimle de artık eskisi gibi konuşmuyordu. Arada bir "anne şey" diyordu. Ben ne kadar ısrarla "söyle oğlum, ne söylemek istiyorsun, söyle, ne olur söyle" dediğimde ya cevap vermiyordu yahut "yok bir şey" diyordu. Bazen kendi kendine gülüyordu. Bir gece odasına girdim. Yine ders çalışıyordu. Aniden bana; "anne yanımda kal, çok korkuyorum" dedi ve ellerimi tuttu. Şaşırdım. "Bak oğlum baban salonda, kardeşin yanında, neden korkuyorsun" diye sordum. "Bilmiyorum. İçimden çok kötü korkular geliyor" dedi. Yanına oturdum, izledim. Tam üç saat boyunca aynı sayfaya bakıyor, kitabın sayfasını hiç çevirmiyordu. Sonra ona, "Kalk oğlum, yat artık" dedim ve zorla kaldırdım. Yatağına girdi. Hemen babasına anlattım. O da çok şaşırmıştı.

Ramazan Bayramı'na iki gün kalmıştı. Sabahleyin babası "oğlum neden korkuyorsun" diye sorduğunda, "hiçbir şey" diyebildi, o kadar. Biz "Bayram tatili için bir yerlere gidelim mi?" diye sorduk. Halasına gitmemizi söyledi. Biraz sonra, kendisinin gelemeyeceğini söyledi. Ben, kendisinin de gelmesini, onun için de tatil olacağını söyledim. Birden, çok yükek sesle bağırıp üzerime yürüdü, beni tartakladı. Ailece bir anda donup kalmıştık. Olamaz. Oğlumuz böyle yapamaz. Bize karşı hep sevgi ve saygı ile davranan bir insandı. Şaşırdık. Babası onu tuttu. "Tamam oğlum biz de gitmeyiz. Annen sana ne yaptı" deyince, odasına koşup, kapıyı hızla kapattı. Biraz sonra dışarı çıkıp, "tamam ben de geliyorum" dedi. Hazırlanıp, yola çıktık. Yolda hiç konuşmadan, dalgın bir vaziyette yol alıyorduk. Akşam üzeri otobüs mola vermişti. Biz de bir lokantaya yemek yiyelim diye oturduk. Yemekler geldiğinde birden kardeşinin elini tutup "sakın yemek yeme, bizi zehirleyecekler" dedi. Babasıyla bana da yedirmedi. Hemen ordan kalkmak zorunda kaldık. Eşim yavaşça bana "oğlumuzu bir doktora götürmenin zamanı geldi" dediğinde sanki beynime kurşun sıkmıştı. Sessizce ağlamaya başladım.

Ve Manisa'ya halasına geldik. Bir saat kadar olmuştu geleli. Aniden bağırıp çağırmaya başladı. "Siz annem babam değilsiniz, sizi değiştirmişler. Ben annemi babamı isterim" diye hem ağlıyor, hem de bağırıyordu. Biz de, halası da çok şaşırdık. Yavrum bir bomba gibi patlamıştı. Öyle bir bomba ki, yıllarca enkazı temizlenmiyor.

Gece hiç uyumadı. Sabaha kadar konuşup dolaştı arada bir yanıma gelip "anne beni öldürecekler" diye ağlıyordu.
Allah'ım! Kapıya koşuyor, cama koşuyor. Dışarıdaki insanların onun hakkında konuştuğunu, onu öldüreceklerini söylüyor ve sabaha kadar hem konuşuyor, hem gülüyor, bazen de kahkaha ile gülüyordu. Allahım.. Yavrum sanki bir bomba gibi patlamıştı. Biz şaşkın, üzgün.. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Hastalığının ilk patlak vermesi Manisa'da halasının evinde olmuştu.

Allah'ım hiç bilemiyordum ki..
Ben, yavrum, ailem, uzun yıllar bir cehennem hayatı yaşayacaktık.​
 
-14-

Hiç yerinde duramıyor, sürekli konuşup, dolaşıyordu. Konuşmalarında, bizi kurtaracağını, bize kimsenin kötülük yapamayacağını söyleyip duruyordu. Birden ağlamaya başlıyordu. RUS AJANLARININ ONU KAÇIRACAĞINI, onu öldüreceklerini, dilini keseceklerini söylüyordu. Sürekli bizim annesi babası olmadığımızı, bizi değiştirdiklerini, eski annesini babasını kaybettiğini söyleyip durmadan ağlıyordu. Olamaz, bir insan birden bire bu kadar değişemezdi. Ne kadar korku, panik ve şüphe içerisindeydi anlatamam. Anlatması çok zor. Bu acıyı, bu sıkıntıları ancak yaşayan bilir. "Allah'ım bize sabır ver" diye dua edip ağlıyordum. Söylediği her saçma sapan lafa sadece, "haklısın" diyebiliyorduk. Halasının eşinden de müthiş şüphelenmeye başladı. Sabahı zor ettik. Artık eski sağlıklı oğlumuzu kaybetmiştik. Bunu çok iyi anlamıştım. Ben ondan gizli ağladıkça, küçük oğlum, yavrum da çok üzülüyordu. Yarabbim, bu ne büyük bir acı! Anne yüreğim bu acıya nasıl dayanacak bilemiyordum. Şaşkın, çaresiz donakalmıştım. Tam da yaşadığım eski acılarım biraz küllenmişken neden tekrar ben acıyla ızdırapla kavruluyordum? Neden tüm sevdiklerim beni terk ediyordu? Yaşadığım acılarıma 'kader' diye hep sabrediyordum. Serdar'ımın hasta olmasına ne diyeceğimi bilemiyordum. Tarifi zor acılar, üzüntüler içerisindeydim. Allah'ım yavruma hastalığı yakıştıramıyordum. Böyle kader olamaz! Yavrum hak etmemişti. İçten içe bir yanar dağ gibi isyan ediyordum.

O zaman çığlıklarımı sadece ben duyuyordum. Zaten yıllarca hep sessiz çığlıktı, kimselere duyuramıyordum. Hep çıkış yolu arıyor, ne yazık ki bulamıyordum. Neydi yavrumun beyninde dağ gibi infilak eden?

İLK HASTANEYE YATIŞ

Kardeşi ona ne olduğunu anlamaya çalışıyor, yavrum da bir yandan ne çok üzülüyordu. Olamaz, bir insan birden bire bu kadar değişemezdi. Hemen en yakın bir ilin tıp fakültesine götürdük. Fakat binbir güçlükle götürmüştük. Acile yetiştirdik. Ben üzüntü ve panikle doktorun odasına yavrumla beraber girdim. Doktor genç bir asistandı. Oğlum hala bağırıyordu: "Ben hasta değilim, beni niçin getirdiniz" diyordu. Doktorun ilk sözü, neyin var demeden, oğluma bakıp "sana senin dilinle konuşmak lazım" dediğinde şok olmuştum. "Oğlum Türkçe konuşuyor" diyebildim. Sonra bir iğne yaptılar. Doktor bey, "Biz bunu yatıramayız, kapalı yerimiz yok, başka hastaneye götürün" dedi. O anda oğlum ilk damgayı yemişti. Şaşkınlık ve üzüntüyle hastaneden ayrıldı. Yapılan iğnelerin yan etkisi nedeniyle oğlumda aniden çok şiddetli kasılmalar oldu. Sanki tüm vücudu felç olmuştu. Hemen hastaneye geri döndük. Bir iğne yaptılar, durumu düzeldi. Oradan ayrıldık.

Halbuki oğlumu zorlukla ikna ederek o hastaneye götürmüştük. O DOKTOR BEY keşke görmüş olsaydı. Oradan hemen ayrıldık. Arabada çok zorluk çıkarmıştı. En yakın, Ruh ve Sinir Hatalıkları Hastanesi'ne götürdük. Arabadan inerken hastahanenin tabelasında 'ruh ve sinir' yazısını görünce müthiş korkup sinirlendi. "Ben hasta değilim" diye bağırıp, ağlayıp kaçmaya çalışıyordu. Kendisine benim hasta olduğumu, tansiyonumu ölçtürüp gideceğimizi, bana yardım etmesini söyleyince kabul etti. İçeriye girdiğimizde çok tedirgindi. Hemen yatışını yaptılar fakat oğlum bana sarılarak bağırıyor, ağlıyordu. "Anneciğim ben deli değilim, beni burada bırakma!" diye sürekli bağırıp, ağlıyordu. Benden çok zor kopardılar. Amcası da bizimle birlikte gelmişti. Amcasına yalvarmaya başladı. Kapı kapanırken; "Amca sende mi" diye haykırdı. Çok üzülmüştük. Ailece perişandık. Ölünceye kadar, oğlumun o halini ve sesini unutmam mümkün değil.

Hemen oğlumun yatışını yapan doktorun yanına gidip, oğlumu çıkarmalarını istedim. Bu belki de hayatımın en büyük hatasıydı. Sağolsun bu doktor bey gerçekten oğlumun dilinden anlamış, yardım etmeye çalışıyordu. Bize "Alın götürün" dememiş, aksine; "Yapmayın, çıkarmayın, bırakın tedavi olun" demişti. Fakat biz ısrar edince hemen taburcu ettiler. Kapıdan çıkarken Doktor Bey; "Bir gün kendiniz tekrar buraya getireceksiniz" demişti, haklıydı.​
 
Evlatlarımızın değişimini bilinçli olarak gözlemleyelim. Sınıflarındaki herhangi 'farklılığı'nı dikkate alıp üzerinde duralım. Kardeşim de çok zeki bir çocuktu. Derece ile kazanırdı sınavları. Düzenlilik, tertiplilik, bir ayrılığı hep vardı. Biz de 'o zamanlar ergenlik sanıyorduk, anlayamamıştık' diyoruz şimdi.
Hala da nedeni, sebebi belirlenemeyen bir hastalık. İlaçsız iyileşmesi, iyileştikten sonra hayatını ilaçsız idame ettirmesi mümkün değil. Bir ömür kullanmalı.
 
Back