theblackswan ve
Otrera Bu iki kadın bugün bana çok uzunca süre babamı düşündürttü. Bir blog sayfam vardı, uzun uzun yazılar yazardım oraya sevgili günlük diye. Bir keresinde de babamdan dizeler paylaştım onun olmadığı bir doğum gününde...
Aklıma geldi, paylaşmak istedim.
Sevgili Günlük;
İlk aşık olduğum adam, kırklı yaşlarındaydı ve beş tane de çocuğu vardı. Beşincisi bendim meselâ.
Cemal Süreya'nın bir dizesini okudum; "Masal dinlemeden büyüyen çocuklar, kedi resmini bile cetvelle çizer" diyordu.
Neden böyle demişti acaba?
Çünkü masallar hayâl gücümüzü besler, zenginleştirir. Çocukluğumda hiç masal anlatanım olmasa da, benim çok renkli bir hayâl dünyam vardı hep...
Babam masal bilmezdi ama bizim onunla masal dinlemekten de ziyâde, masalları bizzat yazdığımız zamanlarımız oldu. Anlatmak istiyorum.
Yaz akşamları çok güzeldir bizim köyümüzün bahçesi. Çok uzak, kilometrelerce uzaktaki dağlar ve tepeler görünür karşıdan. Yemyeşildir her biri ve lakin gece olup da hava karardığı anda, o tepelerde küme küme ışık demetleri görünür. Hiç ama hiç bilmediğimiz köylerdir onlar...
Derme çatma bir masa ve iki yanına da oturmak için birer sıra odun çakmıştı babam. Masanın bir yanı ceviz, öbür yanı dut ağacıydı ve adeta yarışırlardı masaya gölge yapabilmek için aralarında. Ara sıra dutun meyveleri düşerdi masaya biraz esinti olunca. Ceviz ağacı öyle değildi, sımsıkı tutardı meyvelerini dalında. Kafasına sopayı yemeden vermezdi dalından bir tane bile kolay kolay. İşte biz de babamla, bu iki ağacın dalları arasında; masallar yazardık karşı tepedeki köylere bakarak. Hava karardığı anda ötüşmeye başlayan cırcırböceği sesleri ve uzaklardan yankılanarak gelen ve derinden işitilen köpek havlamaları... Zeki Demirkubuz filmlerindeki sahnelere benzerdi geceleri bahçemiz. Yanıbaşımızda semaver yanardı, masamızda illâ ki ikiden fazla bardak olurdu ki yoldan gelip geçen biri, çay kaşığının o davetkâr sesini duyup ansızın misafir olabilirdi gecemize... Uzun uzun karıştırırdı babam çayını. Bir sigara yakardı... Dalıp giderdi bir süre öyle karşı tarlalara, daha da uzaklara, o tepelere ve ışıkları yanan ve parıldayan o köylere...
Canik Dağları ve onun uzantısı tepelerin ki en meşhuru Kel Tepe'dir, ardı Karadeniz'di, öyle hissederdim hep...
Bu oyunun nasıl başladığını anımsıyorum. Sormuştum bir keresinde babama; "Sen hiç o uzaktaki köylere gittin mi?" diye. Gitmediğini söylemişti. Bazı tahminleri vardı köylere dair, isimlerini ve etnik kökenlerini söyleyebiliyordu ama çok da kendinden emin değildi. Diyorum ya. Çok uzaktaydı o köyler.
O gece başladı birlikte masal yazmamız işte.
Bir yeri işaret ederken hep sol elini uzatırdı. Sol elinin işaret parmağı ile uzakta yanan ışık kümelerini gösterir; "Te işte orada, kim bilir hangi evde, bir çocuk ağlıyordur" diye başlatmıştı masalın ilk cümlesini. Dura dura ve sakince konuşurdu hep. Bir iki nefes daha alırdı sigarasından. Çay bardağının içindeki kaşığı, işaret parmağıyla bardağa doğru yaslar ve çayını içerdi keyifle. Sindirirdi cümleleri zihninde, sonra konuşurdu. Onu o kadar çok inceledim ki hayatım boyunca. Hayatı anlamaya çalışır gibi yaşadı hep, hiç acelesi yoktu. Hiç telaşa kapılmazdı. Ağır ağır yerdi yemeğini, ağır ve içli türküler de söylerdi. Keyif alırdı yaptığı her şeyden. Değişik bir adamdı babam. Merhameti de dağ gibiydi, öfkesi de. Öfkeli hâline çok az tanık oldum çok şükür.
Çok şakacıydı ama hayatı da bir o kadar ciddiye alırdı. Süslüydü, dağdan odun getirmeye bile gömlekle giderdi. Küçük, şimşir bir tarağı vardı. Her sabah saçlarını tarardı o plastik kaplı, sırları dökülmüş el aynasının karşısına oturup. O tarağı da hep cebinde taşırdı. Anlatmaya başladı mı da hiç susmazdı.
"Sonra baba? Başka ne vardır o evlerde?" demiştim.
Düşündü biraz...
"Bir yaşlı adam, kapısının önünde tabakasından tütün çıkarmış, sigara sarıyordur öksüre öksüre."
Yine dururdu. İçimden onlarca kez, "Haydi be baba, anlatsana işte. İllâ sormam mı lazım?" diye ince sitemler geçer, ısrarla sorardım.
"Sonra?"
"Belki bir ana, yarın sabah pişireceği ekmeğin hamurunu yoğurmuştur" derdi.
Ben de o masala ilaveler yapardım...
"Belki bir gelin vardır, gurbete çalışmaya giden kocasının yolunu gözlüyordur baba" derdim.
"Belki askerdeki çocuğundan mektup gelmiştir de, okutacak birini arıyordur okuma bilmeyen birisi..." diye eklerdi.
Okuma-yazma demezler bizim oralarda. Hatta yazma kısmı öyle uzaktır ki, "okuma bilmemek" diye anlatılır okur-yazar olmamak kavramı.
Ara sıra masamıza ağaçtan yine dutun meyveleri düşerdi. Ağaca çıkışırdı bu kez de.
"Böyle misafirlik mi olur, biz sana laf anlatırız, sen kafamıza dut atarsın!"
Balkan Türküdür benim etnik kökenim. Bizim muhacirlerin şivesinde, şimdiki zaman kavramı yoktur. "Geliyorum" demez kimse, "gelirim" der misâl. Biliyorum da demez, bilirim der onun yerine. Bunu fark ettiğimde yaşım çok gençti.
Gülerdim babamın ağaçla olan kavgasına. Masalımız yazılırdı böyle böyle. Hiç bilmediğimiz uzak köylerdeki hayatları hayâl eder, anlatırdık. Daha neler neler olurdu o köylerde tam da o anda.
Yemekten arta kalan karpuz kabuklarını, ertesi sabah hayvanlara vermek için leğenin içine doğrardı bir kız.
Hayvan gütmeye gidecek olan genç bir çoban, yarınki çıkınını hazırlıyordu belki.
Hikâyelerimizde hiçbir zaman şehir telaşı olmazdı. Mayalı ekmek pişiren analar, ayağında ya da urgandan yaptığı ve tavandaki beşik çengeline bağladığı salıncakta çocuk sallayan gelinler, kaçak göçek sigara tüttüren ergen gençler, sevdiği delikanlıya varmak için planlar kuran genç kızlar, gölgede içi geçen ve oturduğu yerde uyuyakalan yaşlılar...
Hiçkimsede tükenmişlik sendromu diye bir şey olmazdı. Hiçkimse bir diğerinin hakkına el uzatmazdı.
Sarf ettiğimiz tüm cümleler zihnimde yaşıyor şimdi babamım gözleri gibi. Ne çok benzerdik birbirimize...
Bir adamın, baba olduğunu hissetmesi için bir kızı olmalı mutlaka. Kız çocukları öğretir onlara baba olmanın ne demek olduğunu. Ben de son çocuğu ve tek kızıydım ve ona babalığı belki de ben öğrettim.
Ama o bana babasızlığı öğretmedi giderken...
Bugün doğum günüydü ve yaşasaydı eğer, bugün 76 yaşında olacaktı. Yedinci ayın yedisi. Ben ona yine pijama hediye edecektim. Sevdiğim insanlara pijama almak çok özel bir duygu benim için. Gözümden sakındığım insanları, sarıp sarmalasın istiyorum bir uyku boyunda o pijamalar. Babam pijamalarını hiç çıkarmazdı yaz-kış. Kıyafetlerini hep pijamalarının üzerine giyerdi. En son, hastanede yanında refakatçi kaldığımda almıştım ve öldüğü gün, benim aldığım pijamalar vardı yine üzerinde...
Bunun ne demek olduğunu keşke size anlatabilseydim.
Kız çocuklarınızı çok sevin babalar. Ne olur çok sevin. Eğer gerçek sevgiyi sizden öğrenirlerse, yüzüne her gülene ve sevdiğini söyleyene inanıp, peşine düşmezler bir hayırsızın. Onlara yapacağınız en büyük iyilik ve bırakacağınız en büyük miras bu olur; gerçek sevgiyi bilerek yaşamak. Ardındaki kocaman yürekli, dağ gibi duran adamın sevgisinden güç almak! Ardına o sevgiden aldığı rüzgârı kattı mı, nasıl kafa tutar dünyaya o kız çocuğu bir bilseniz...
Ne güzel adamdın sen baba...
Ne güzel yaşadın bu hayatı, ne güzel sesler ve sözler bıraktın bize.
İyi ki doğmuştun.
İyi ki yaşamıştın bizimle.
İyi ki bana gerçek sevgiyi öğrettin.
Yıldızlar yoldaşın olsun ismi gibi muhterem adam.
Doğum günün kutlu olsun...
07.07.2020, Ceyhan/Adana