Sağlıklı beslenme için tüm gıda, meyve ve sebzeler.


KEFİR


Probiyotik zengini kefirin faydalarını anlatmaya gerek yok, son derece faydalı ve gerekli bir besin maddesidir. Resimdeki süt pastörize süt şişesine boşaltılmış %100 uht keçi sütüdür. Mayalamak üzere içine konulacak kefir daneleri de miktar anlamında 1 litre süt için kapaktaki kadar veya biraz daha azdır.

Kefir mayalamak için birkaç altın kural var;

1⃣ mayalanacak süt ve daneler oda sıcaklığında olacak
2⃣ kefir daneleri asla metale değmeyecek, mayalanan kefir de tabii!!
3⃣ mayalamak üzere içine atılan daneler tahta veya plastik bir malzeme ile karıştırılacak
4⃣ mayalama süresi oda sıcaklığında ve kapağı tam kapatılmadan en az 24 saat olacak (hafif ekşilik olsun derseniz bu süre 30 saate kadar da çıkar.

Danenin miktarı, ortam koşulları, süt kalitesi vb bu süreyi etkiler tabi, orasını siz takip edeceksiniz. Benim yaptığım keçi sütü kefiri 24 saatte epey ekşiydi, günlük sütte bu süre 27-28 saatte olmuştu) ℹmayalamanın olup olmadığının kontrolü bu süre bitiminde kefirin ayran-yoğurt kıvamında olması ile anlaşılabilirℹ✳sıra geldi danelerin kefirden ayrıştırılmasına; plastik bir süzgeçten tüm kefiri geçirelim ve süzgeç üzerinde kalan daneleri de yıkayıp bir kap suyun veya sütün içine atarak (sütte bekleyen daneler daha uzun ömürlüymüş) buzdolabına kaldırabilirsiniz. İster su katarak ister katmadan kefirimiz içime hazırdır ℹTüm sütlerden kefir olabilir (çiğ, pastörize, uht ve keçi sütleri) bizzat denenmiştir..
Günlük içilecek miktar en fazla yaş ve sağlık durumlarına bağlı olmak üzere 100-150 ml olmalıdır (eğer çok içerseniz barsak tembelliği oluşabilirve mümkünse aç karnına sabah içebilirsiniz, afiyet olsun. Dilerseniz içine içim esnasında tarçın, zerdeçal vb de karıştırabilirsiniz. Hazır satılan kefirler hem daha pahalıdır, hem de toz kültür ile mayalanır. Bu yöntem hem kolay hem de pratiktir.

Gıda Mühendisi Erdem ÖNER
 
TERS ÇALIŞAN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ



....
Bağışıklık sistemi diğer bütün metabolik sistemlerin merkezi durumunda.
Hastalıkların kaynağının bağırsaklar olduğunu bugün çok iyi biliyoruz.
Bağırsaklardaki meydan savaşlarında probiyotik bakterilerin patojen olan yani bulaşıcı hastalıklara yol açan mikropları yok ettiklerini de öğrendik .

KAT KAT SAVUNMA ALANLARI

2.SAVUNMA ALANI

1. savunma alanını olan bağırsakları aşan patojenler doğrudan kana karışırlar dokulara doğru yol alırlar.
Hastalık belirtileri ortaya çıktığında ,iltihaplanma başladığında mikrop yiyici olarak tanınan fagositlere görev düşer.
Kemik iliği, timus, lenf bezleri ve dalak gibi özelleşmiş merkezlerde yer alan fagositler, makrofajlar, lenfositler gibi savunma hücreleri ve molekülleri devreye girerler
Saldırı sinyallerini ve düşman kodlarını bağırsaklardaki probiyotik
bakterilerden alan bu fagositler mikropları ve diğer zararlıları öldürme emri
ile kodlanmışlardır..

B ve T LENFOSİTLERİ
Bu 2.savunma sistemi de başarılı olamazsa, kazanılmış bağışıklık sisteminin temel hücreleri olan B ve T lenfositler devreye girerler.
T lenfositler kanda dolaşan bütün lenfositlerin % 80'ini oluştururlar.
T hücreleri patojenleri yok etmeye çalışırken, sistemin bir diğer önemli hücreleri olan B hücreleri de "bağışıklığın akıllı molekülleri" olarak adlandırılan "antikor"ları (immünoglobulinler) sentezlemeye başlarlar.

Glikoprotein yapılı bu moleküller antikorlar kilitçidirler.
Kilitleme sistemi ile patojenlere bağlanırlar ve onları yok ederler.
Ayrıca çöpçüler gibi de davranıp öldürülen patojen hücrelerinin atıklarını ve döküntülerini de temizlerler
Bağışıklık sisteminin temel başarısı budur.

ÖLÜM TİMİ ; ANTİKORLAR
B lenfositleri patojenlerin kim olduğunu tanıyan antikorların milyonlarcasını kopyalarlar.
Bu antikorlar kan plazmasında ve lenfde dolaşır, mikropları bağlarlar .
Onları işaretleyip fagositlerin saldırısına olanak sağlarlar.
Antikorlar ayrıca bakteriyal toksinleride bağlarlar ..
Virüslerin ve bakterilerin enfeksiyona yol açan hücre reseptörlerine müdahalede bulunarak istilacıları doğrudan etkisizleştirebilirler..

GENETİK ARŞİV
B ve T lenfositleri bağışıklık sisteminin genetik arşivinide tutarlar.
Başlangıçtan o ana kadar olan biteni ,geleni gideni kaydederler.
Öldürdükleri mikropların genetik kodlarını bütün giriş kapılarına gönderirler..

AŞILANMA
Bu gönderimler bağışıklığın aşılanmasıdır...
Genetik kodlar bütün öncülerin yazılım sistemlerine kaydedilir.
Bu kodlar aynı zamanda mikrop ve virüslerin parmak izleridir.
Hamilelik esnasında bu bağışıklığın aşılanması anneden bebeğe plesanta yoluyla geçer.
Anneler bebeklerini aşılarlar.
Bütün genetik şifreleri bebeklerine yüklerler..

MÜKEMMEL SİSTEM NASIL TERSİNE DÖNER

Eğer bağışıklık sisteminin kurucusu ve yöneticisi olan probiyotik bakterilerin kafası karışırsa ters sinyaller göndermeye başlar.
Kafasının karışmasını ve şaşırmasına yol açan yanlış beslenme ve güçlü etkileri olan ilaçlardır,antibiyotikler,ağrı kesiciler ve kimyasallardır.
Aşırı karbonhidratlardır.
Toksinlerdir
Zehirlerdir

GDO'LAR VE DOĞAL ÖZÜ DEĞİŞTİRİLMİŞ GIDALAR

Normal olarak çalışan sisteme anormal besin maddeleri gönderildiğinde bütün bilgiler karmakarışık hale gelir.
Genetiği değiştirilerek yabancı bir maddeye dönüşenler artık probiyotikler karşısında yabancı tanımlanamayan maddelerdir
UFO gibi ne olduğu bilinmeyince genetiği başkalaşmış olduğunda kim bu ?
soruları probiyotiklerin kafasını karıştırır.
Endüstriyel üretim ile işlenmiş,rafine edilmiş,özü deforme edilmiş,doğal yapısı bozulmuş ve yabancılaşmış olan bütün gıdalar suçludurlar.
Probiyotik bakterilerin ;önceden tanıdığı ve çözdüğü besin maddeleri
modife edilmiş ,genetiği değiştirilmiş olarak geldiğinde onları tanıyamazlar.
Ve yararlanmak için sindirim yapmazlar.
Panik yaparlar.
Kilitlenirler.
Karar veremezler .
Bocalarlar.
Şaşırırlar..

PANİK
Şaşkın halindeki probiyotikler yanlış sinyaller göndermeye başlarlar.
Probiyotik bakterilerden saldır ve yok et ,öldür sinyallerini bekleyen antikorlar aşırı uyarılırlar.
Öncelikle proteinler geldiklerinde düşman geliyor sinyalleri alırlar; öldürülmeleri ve yok edilmeleri emri ile saldırıya geçerler..
Proteinleri zararlı maddeler olarak algılarlar,yok ederler.
Çevredeki dokuları yabancı olarak görürler ,yok ederler.
Kemik iliği ve lenfler ilk saldırılarının olduğu dokulardır.
Her şey allak bullak olur .

KAOS ve BUMERANG
Toz duman içinde , karma karışık bir durumda dost düşman her şey birbirine girer.
Ölüm timi olan antikorlar artık dizginlenemez bir azgınlıkla saldırılarını arttırırlar.
Daha çok saldırı yapmak için ajite olurlar
Çılgın gibi saldırılarının sonucunda kendinden olan dokularıda düşman görüp öldürürler.Dokularla birlikte organlardada hasarlar başlar
Öldürülme sırası ölüm emrini veren probiyotiklere geldiğinde bütün
sistem çökmüştür.
Emir aldıkları probiyotikleri yabancı düşman olarak algılarlar ve yok ederler..

İFLAS
Bağışıklık sistemi tamamen iflas eder.
Hastalıklar hızla en zayıf yerlerden ortaya çıkar.
İltihaplanmalar çoğalır ve yayılır.Her yeri sarar.
Durdurulamayan bu çöküş sonrasında beslenme tamamen etkisizleşir.
Sindirim ,solunum ve dolaşım sistemleri ile sinir sistemleri harap olur.
Hormonlar yeterince üretilemez,savunma sistemleri yol geçen hanına dönüşür.
Sayıca çok hızlı bir şekilde çoğalarak üstünlüğü ele geçiren mikroplar her yere hakim olurlar..
ZAFER ONLARINDIR.
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ İSE HALA
KENDİ KALESİNE SÜREKLİ GOL ATMAYA DEVAM EDER.
BU ÇÖKÜŞ ÇOK HIZLI OLURSA ÖLÜMLER DE ÇOK HIZLI GELİR.

ALINTI
 
EKMEĞİMİZLE OYNAYAN ADAM
DR.NORMAN BORLAUG ,

..
Minnesota Üniversitesi'nde çalışan bir genetikçi
1970 yılında Nobel ödülü aldı.
1944-1960 arasında Rockefeller Vakfı'nın Meksika'da uyguladığı Meksika Tarım Programı'nda araştırmacı olarak çalıştı.
YEŞİL DEVRİM' in öncüsü olarak tanıtılıyor.
Meksika'nın buğday üretimini üç katına çıkardı;
Pakistan ve Hindistan'ın buğday üretiminde yüzde 60'lık bir artış sağladı..
1986'da Dünya Gıda Ödülü'nü başlattı.
Açlıkla mücadele için savaşan yardımsever olarak lanse ediliyor..
O olmasaydı 1 milyar insan açlıktan ölecekti gibi bir iddia ile savunuluyor..
..
Henry Kissinger’in 1970’de söylediği gibi ‘Eğer petrolü kontrol ederseniz bir ülkeyi kontrol edersiniz, eğer gıdayı kontrol derseniz dünyayı kontrol edersiniz.”
Bu söz boşuna söylenmedi..
Gıda zincirini geleneksel aile çiftçiliğinden alıp ulusötesi şirketlerin eline teslim ederek tarıma darbe yapmaktı amacı..
Yeşil devrim aslında bir “kimyasal darbeydi”.
Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi.
Yeni kimyasal ilaçların gelişigüzel kullanımıyla ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getiren sorunlar baş gösterdi.
Ayrıca ‘süper buğday’ dekar başına ihtiyaç duyduğu büyük oranda gübre miktarıyla toprağı nitrat ve petrole boğuyordu.
Bu gübrelerse hepsi kardeş olan Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü.
Bugün Afrika, GDO’nun dünya çapında yayılması için ABD hükümetinin açtığı kampanyanın yeni hedefidir.

KIYAMET SENARYOLARI DÜZENLİYORLAR...
Bu senaryolara para yatıranların başında ise Microsoft’un kurucusu Bill Gates geliyor..
Ne tesadüf değilmi ?
Hepsi çok iyi niyetli insanlar
Hepsi açlıkla mücadele etmek istiyorlar.
Hepsi kahraman insanlar
Hepsi dünyayı kurtarmak için gece gündüz demeden uğraşıyorlar

GDO’ BİYOLOJİK BİR DÜNYA SAVAŞI ARACIMI ?
...........

............
BUĞDAY ; DİYABET ve OBEZİTE SEBEBİ
Fitoterapi uzmanı Dr. Ümit Aktaş'a göre pek çok hastalığın sorumlusu genetiği değiştirilmiş buğday.
"Tam tahıllı ürünleri hayatınızdan çıkartırsanız bir senede yepyeni bir bedene kavuşursunuz" diyen Aktaş uyarıyor:

BEBEKLERE ALTIN YERİNE İNSÜLİN KALEMİ
Eğer hemen önlem alınmazsa 30 sene sonra bebeklere altın yerine insülin kalemi takılacak
- Niye buğday yememeliyiz?
- Çünkü genetiği değiştirilmiş bir üründür buğday.

YENİ BUĞDAY TOHUMU
SAPI KISA ve KALIN.. ,BAŞAĞI ÇOK....SOĞUKLARA DAYANIKLI
1943'te başağın verimini arttırmak ve sapını kalınlaştırmak için yapılan müdahalelerle bugün dünyaya yayılan buğday tohumu ortaya çıktı.
Bu tohumla ilgili GDO patenti falan aramayın, çünkü tüm bu işler 1940'lı yıllarda yapıldı, o yıllarda dünyada GDO diye bir kavram yoktu, ilk patentin alınmasına daha 40 yıl vardı.

DR.NORMAN BORLAUG ,
Sapı kalınlaştırıp kısaltmayı başaran Dr. Norman Borlaug , Minnesota Üniversitesi'nde çalışan bir genetikçiydi,1970 yılında Nobel ödülü aldı.
Tüm bu çalışmalar yapılırken meydana getirilen buğdayın insan sağlığı üzerine etkileri araştırılmadı.
Sonuç neydi?
Çölyak hastalığı ilk defa 1953'te tanımlandı, buğdayın genleri değiştirilene kadar Çölyak diye bir hastalık yoktu.
Yani ilkel buğdayın içindeki gluten, hastalık falan yapmıyordu.
1980'li yıllarda tam buğdaylı ürünlerin yoğun şekilde tavsiye edilmesiyle
Çölyak, hastalığıda patladı..

DİABET ve OBEZİTE PATLADI..
Diyabet ve obezitede patlama yaşandı: Çölyak çocuklarda 11 kat arttı.
Tüm toplumda diyabet dört (4) kat, obezite üç kat (3) arttı.
Genetiği değiştirilmiş buğdayın insan sağlığına zararları ile ilgili yayın aramayın, bulamazsınız.
Bugünkü bilimsel yayın "pazarında" buna kimse izin vermez.
Bugün GDO için bu kadar çalışma yapılırken, dünyanın en yaygın tüketilen gıdasıyla ilgili neredeyse hiç çalışma yapılmaması, size de tuhaf gelmiyor mu?

Bu kadar büyük bir pazar için neden kimse çalışmıyor?
Çünkü zaten yapılacak olan yapıldı, ekstra mesai harcamıyorlar.

HAYDAR YILMAZ
 
Geçirgen Bağırsak: Hashimoto gibi Otoimmün Hastalıklarda Bulmacanın Gözden Kaçırılan Parçası


Geçirgen Bağırsak: Hashimoto gibi Otoimmün Hastalıklarda Bulmacanın Gözden Kaçırılan Parçası


Doğal tıp camiasında “sızıntılı bağırsak” (leaky gut) olarak 30 seneye yakın zamandır bilinmesine ve tedavi yöntemleri geliştirilmiş olmasına rağmen konvansiyonel tıbbın resmi olarak henüz ancak varlığını “hipergeçirgenleşmiş bağırsak sendromu” şeklinde telaffuz ederek tanıdığı, ancak hala klinik seviyede yaygın tedavi uygulamasına geçilememiş bir sendrom bu.

Yazının websitesinden alındığı Dana Trendi‘nin hastalığını yenmesindeki başarının altında da kendi ifadesine göre en önemli parçalardan birigeçirgenleşmiş bağırsaklarını iyileştirebilmesi oluyor.

Sitesinin konuğu Fonksiyonel Tıp Hekimi, Dr. Jill Carnahan anlatıyor:
“Geçirgen Bağırsak” Sendromu

Hipergeçirgenlik veya “sızıntılı bağırsak” sendromu, günümüzde oldukça yaygın görülen, bağırsak iç çeperini oluşturan hücrelerin enflamasyon (iltihaplanma) nedeniyle “sızıntı” yapmaya başlamasıyla oluşan bir sendrom. Bağırsak duvarını oluşturan hücreler arasında oluşmuş anormal boşluklar, kana normalde bağırsaklardan vücut dışına atılacak toksik materyalin geçmesine neden oluyor.
Normalde sağlıklı yapıdaki bir bağırsağın kana geçirmeyeceği bakteri, mantar, parazit, hazmedilmemiş protein, yağ ve toksik atıkların hasarlı, hipergeçirgenleşmiş barsak membranından sızdığını, kana geçtiğini görüyoruz burada. Özel birtakım idrar tahlilleri veya bağırsağin iç çeperinin mikroskopik muayenesiyle doğrulanabilen bir durum bu.



Bağırsağı Geçirgenleştiren Başlıca Nedenler

  • Enfeksiyonlar – mantar artışı, parazit enfeksiyonları
  • Steroid Yapıda Olmayan İltihap Önleyici İlaçlar (örn, aspirin, ibuprofen), Kemoterapötikler
  • Crohn hastalığı veya Ülseratif Kolit
  • Çölyak hastalığı
  • Kronik alkolizm
  • Ağır egzersiz
  • Gıda alerjileri
Geçirgenleşmiş Bağırsağın Hashimoto gibi Otoimmün Haslalıklarla Bağlantısı

Geçirgen bağırsak sendromu hemen herzaman otoimmün hastalıkla ilintilidir. Hatta, otoimmün hastalık belirtilerinin ortadan kaldırılabilmesi, mide-bağırsak yolunu kaplayan iç çeperin iyileştirilebilmesine bağlıdır. Bunun dışında uygulanacak hertür tedavi sadece semptomları bastırdığıyla kalır.Bağışıklık sistemi bozulup vücudun kendi dokularına karşı antikor ürettiğinde otoimmün hastalık oluşur. Bu yazının okurlarının da büyük olasılıkla gayet iyi bildiği gibi, bu durumun en yaygın örneklerinden biri de vücudun bu defa tiroid bezini hedef alarak antikor üretmesiyle oluşan Hashimoto Tiroiditi’dir.

Bu kategorideki diğer hastalıklar arasında lupus, alopecia areata (saçlı deri üzerinde -dökülme sonucu-yer yer saçsız bölgeler oluşması ile belirgin durum),römatoid artrit, polimiyaljiya romatika, multipl skleroz, fibromiyalji, kronik yorgunluk sendromu, Sjögren Sendromu (gözlerde ve ağızda kuruluk), vitiligo(Deri üzerinde -melanin kaybına bağlı- süt beyazı lekeler oluşmasıyla belirgin, sebebi bilinmemekle beraber otoimmün bozukluk olduğu düşünülen patolojik durum), vaskülit (damar iltihabı), Crohn hastalığı, ülseratif kolit, ürtiker (kurdeşen), tip 1 diyabet ve Raynaud hastalığını görüyoruz. Hekimlerin bu hastalıklarda bağırsakların hayati rolünü kavramaya başlaması sevindirici.Geçirgen bağırsak fenomenini anlarsak, alerji ve otoimmün hastalıkların neden oluştuğunu da anlamış oluruz ve bir sonraki aşama da bağırsak bütünlüğünü yeniden sağlayacak tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi ve sızıntının ortadan kaldırılması olur.

Enflamasyon, geçirgen bağırsak için ana tetikleyici faktör

Enflamasyon, yani iltihap, bağırsak duvarını meydana getiren hücreler arasındaki boşlukların büyümesine neden oluyor. Protein molekülleri de daha tam parçalanmadan aradaki bu boşluklardan diğer tarafa geçiveriyor. Bağışıklık sistemi proteinleri bu şekliyle tanımadığından, kanda yabancı istilacı var diye bu büyük moleküllere saldırmak üzere antikor üretmeye başlıyor. Daha önce yediğinizde hiçbir sorun oluşturmayan gıdaların proteinlerine bu şekilde antikor üretilmiş oluyor. Bağışıklık sisteminiz, vücuda zararı olmaması gereken maddelere karşı aşırı uyarılmış oluyor ve aşırı tepki vermeye başlıyor.
İnsan dokularını oluşturan protein ve antijenler işe bakın ki yiyecek, bakteri, parazit, kandida veya mantarlardaki protein ve antijenlerle oldukça benzer yapıda. Geçirgenleşmiş bağırsaklar yüzünden bu antijenlere karşı yapılmış antikorlar vücudumuzun çeşitli dokularına da nüfuz edebiliyor ve hangi gıda veya mikroba karşı üretilmişse bu yiyecek bir daha yendiğinde veya mikrop yeniden kana geçtiğinde buna tepki vereyim derken bu defa içinde bulunduğu insan dokusunda da enflamasyon başlatmış oluyor. Böylelikle oto-antikorlar (kişide, kendi dokularındaki antigen (otoantijen)’e karşı oluşan antikor) üretilmeye başlıyor ve enflamasyon kronikleşiyor. Sözkonusu enflamasyon eklem yerindeyse, otoimmün artrit (römatoid artrit) oluşuyor. Beyindeyse,miyaljik ansefalomiyelit (kronik yorgunluk sendromu) oluşabiliyor. Kan damarlarında olursa, ortaya çıkan otoimmün hastalık vaskülit (damar iltihabı) oluyor, vesaire.

Antikorlar bizzat bağırsak duvarına saldırırsa, Crohn hastalığına neden olabiliyor. Akciğerlere saldırıyorsa, kişi ilk etapta vücudun yabancı diye algılayıp antikor ürettiği yiyecek hangisiyse bunu her yiyişinde gecikmeli astım atağı tetiklenmiş oluyor. Açıkça görüyoruz ki geçirgenleşmiş bağırsak yüzünden oluşmuş gıda alerjileri vücutta herhangi bir organ veya vücut dokusunu etkileyebiliyor. Yenilen gıda vücutta gecikmeli, bazen 24 saat sonrasında reaksiyona yol açabildiğinden tam olarak neyin bu reaksiyonu tetiklediğini bulmak hayli zor olabiliyor.

Geçirgenleşmiş bağırsaklar daha sık enfeksiyona yakalanmamıza ve çevredeki kimyasallara hassasiyet oluşumuna neden olabiliyor

Süregiden bu enflamasyon aynı zamanda sağlıklı bir bağırsakta normalde mevcut olan IgA adlı antikorların oluşturduğu koruyucu katmana da zarar veriyor. IgA bizi enfeksiyondan koruyan faktör; o olmadığında bu defa virüs, bakteri, parazit ve kandidaya direncimiz düşüyor. Bu mikroplar da böylelikle kan dolaşımını istila edip vücudun diledikleri doku veya organını tutup çoğalabiliyorlar. Kliniğimize başvuran geçirgen bağırsaklı hastaların çoğunda aynı zamanda bağırsakları tutmuş mikrobiyel enfeksiyonlar da görüyoruz.

Geçirgenleşmiş bağırsaktan kana geçen proteinlerin antikor aktivasyonu sebebiyle gıda alerjileri başlayabileceği gibi, bağırsaklarda taşıdığımız mikroplar da aynı yolla kana karışıp karaciğere altından kalkamayacağı oranda toksik yük bindirebilir, detoks kabiliyetini sekteye uğratabilir. İleri derecede geçirgenleşmiş bağırsak vakalarında hastalar parfüm, sigara dumanı veya çevredeki başka kimyasallara hassasiyet geliştirmiş oluyorlar. “Zihin bulanıklığı”, kafa karışıklığı, konsantrasyon eksiliği, dikkatini toplayamama veya hafıza kaybı yine, bu vakalarda sık görülen şikayetler arasında.
Geçirgenleşmiş bağırsaklar emilim bozukluklarına ve temel besin öğesi eksikliklerine de yol açıyor

Belki de en önemlisi, geçirgenleşmiş bağırsaklar, süregiden enflamasyon ve taşıyıcılık görevi yapan proteinlerde meydana gelen hasar yüzünden bir doluvitamin eksikliğine yol açıyor. En çok görülen eksiklikler demir, B12, magnezyum eksiklikleri ki bu durum bitkinlik, nöropatiler veya kas ağrısına yol açabiliyor. Emilim bozukluğu yüzünden eksik kalan çinko ise saç kaybı veya alopecia areata‘da görülen şekilde kellik yaratabiliyor. Aynı yolla oluşacak bakır eksikliği kan kolesterol düzeylerini yükseltiyor ve işin ucuosteoartrite gidiyor. Ayrıca kalsiyum, bor, silisyum (silikon) ve manganezemilemediğinden kemik problemleri ortaya çıkıyor.

Şimdi acaba benim bağırsaklar geçirgenleşmiş olabilir mi diye merak etmeye başlamış olabilirsiniz…
Gıda alerjileri, toksinler, şeker, antibiyotikler, parazitler ve stres mide-bağırsak sisteminizi perişan edip bağırsak dengenizi bozabilir ve elbette zararlı maddelerin sisteme girmesine yol açabilir. Gaz, karında şişkinlik/gerginlik, ishal, kabızlık veya karın bölgesinde rahatsızlık, sindirim sisteminizde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna dair ilk ipuçlarıdır, ancak alerjiler ve hatta sadece enerji azlığı ve halsizlik/yorgunluğun bile izi sürüldüğünde kaynağın çoğu kezsindirim sistemi problemleri çıktığını biliyor muydunuz?

Mide-bağırsak sistemimizi kaplayan epitel doku normalde yarı geçirgen bir bariyer gibi çalışır ve geniş molekülleri tutup kana geçişini engellerken vitamin ve mineral gibi besleyici ögelerin kana emilimine izin verir. İşte bu epitel doku iltihaplandığı veya zarar gördüğünde, bariyer “geçirgen” hale gelir. Vücudunuzn normalde geçmesine izin vermediği ebat olarak daha büyük, sindirilmemiş haldeki yiyecek molekülleri ve başka “kötü şeyler” (maya, mantar, toksin ve diğer hertürlü atık form), oluşan deliklerden dışarıya sızar, kana serbestçe karışır.

Bağırsaklarda artmış hipergeçirgenlik veya “sızıntılı bağırsak”a yol açan faktörler

  • Ibuprofen ve Motrin (Advil, Aleve) gibi iltihap önleyici ilaçlar
  • Antibiyotikler, steroidler
  • Pestisitler
  • Aşılar
  • Amalgam dolgular
  • Doğum kontrol hapları
  • Aşırı mikrop üremesi veya enfeksiyon
  • Parazit enfeksiyonları
  • Aşırı mantar üremesi (Kandida)
  • Alerjen gıda alımı
  • (Pankreatik yetmezlik veya düşük mide asidine bağlı) Sindirim bozukluğu/kötü emilim (malabsorpsiyon)
  • Radyasyon tedavisi veya kemoterapi
  • Stres
  • Yaşlanma
  • IgA yetersizliği
  • Kronik alkol kullanımı
  • Aşırı ağır veya zorlu egzersiz
  • İltihabi bağırsak hastalığı – Crohn veya Ülseratif Kolit
İnce ve kalın bağırsaklarımızda toksik özellik taşıyan çok sayıda besin ve bakteri kaynaklı madde mevcut. Bunlar arasında bakteriler var, bakterilerin hücre duvarları var, peptidler ve antikor oluşumuna neden olabilecek ve insan dokularıyla çapraz reaksiyona girebilecek bakteriyel antijenler var… Bu antikorlar devreye girdiğinde, kan dolaşımıyla karın bölgesinden çok daha uzak yerlere taşınıp buralarda sistemik immün kompleksleri oluşturabiliyor.

Bu bariyerde oluşacak anomaliler iltihap yapıcı moleküller ile patojenik (hastalık yapıcı) bakteri alımını arttırıyor. Bağırsak çeperinde iltihaplanma ve hasar oluştuğunda da normalde dışarıda bırakılacak maddelerin mukozal emilimi fazlasıyla artıyor. Zararlı olabilecek bakteri ve proteinler bu şekilde bağırsaklarımızda oluşmuş iltihap sonucu kana alınıp vücuda dağıtılıyor.

“Geçirgen bağırsak” hangi hastalıklarda görülüyor?

  • Hashimoto tiroiditi
  • İltihabi bağırsak hastalığı
  • Artrit
  • Gıda alerjileri
  • Çölyak hastalığı
  • Römatoid artrit
  • Ankilozan spondilit (Genellikle 20-40 yaşları arasındaki erkeklerde görülen, omurlar arasında kaynama ile belirgin, sonunda skolyoz ve kifoz gibi şekil bozukluklarına uzanan kronik spondilit)
  • Reiter sendromu (Reaktif Artrit)
  • Egzema ve sedef hastalığı
  • Bipolar, depresyon ve şizofreni
  • Alerjiler ve astım
  • Otoimmün tiroidit
  • Multipl skleroz
  • Otoimmün karaciğer ve safra kesesi hastalığı
Peki bu “Geçirgen Bağırsak” için bir test var mı?

Glukoz veya mamitol gibi küçük moleküller kolaylıkla hücreye nüfuz edip difüzyon yapar. Laktuloz gibi daha büyük olanlar ise normal şartlarda hücre içine geçemez. Bağırsak epitel hücreleri arasındaki sıkı bağlantı noktaları düzgün çalışıyorsa şayet laktulozun aradan sızıp geçmesini önleyecektir.Bağırsak Geçirgenlik Testi (The Intestinal Permeability Test) işte doğrudan bu iki şeker molekülünün, manitol ve laktülozun bağırsak mukozasını geçip geçemeğini test eder.

6 saatlik idrar tahliliyle bu iki maddenin emilim oranları karşılaştırılarak sonuca varılır.

Daha fazla bilgi için Genova Diagnostics adlı firmanın “Intestinal Permeability Assessment” için verdiği bilgilere bakınız.

Geçirgen Bağırsağın Tedavisi

Özellikle de gebeyseniz, hertürlü gıda desteği kullanımı için doktor tavsiyesine başvurmalısınız. Tavsiye ettiğimiz destek ürünler için bağlantılar aşağıdaki listeye ilave edilmiştir.

Besin Takviyeleri

  • Glutamin, bir amino asit, çeşitli nedenler yüzünden bağırsak mukozasında oluşmuş hasarı geri çevirdiği gösterilmiş durumda. Bağırsak yolunun üst kısmında oluşmuş hasarın iyileşmesinde vücudun kullandığı temel yakıt glutamindir.
    Koruyucu mukus salgısı yapılmasını sağlayan ajanlar da iyileşmeye yardımcı olabilir. Benim en sık kullandıklarım hatmi kökü ekstratı ve deglisirizine edilmiş meyan kökü (DGL) ekstratı. Thorne Research GI-Encap, en beğendiğim formül.
  • Probiyotikler kesinlikle elzem! Lactobacillus casei, bifidobacter türleri ve bir çeşit faydalı mantar olan saccromyces boulardii’nin hepsi birden bağırsakları yeniden sağlığına kavuşturtmak için gerekli. Bu probiyotiklerin hangisinin ne kadar kullanılacağı ise kişiden kişiye değişeceğinden, bunu doktorunuza danışmalısınız.
  • Balık Yağı, iltihap yapıcı prostaglandinleri azalttığından bağırsak enflamasyonunu almada çok yardımcı olabilir. EPA ve DHA günlük 2-4 gm aralığında alınmalı.
  • Quercetin,doğal mast hücresi stabilizatörü görevi görüyor ve iltihap ve hasarla ilişkili histaminin salınımını azaltıyor. Etki etmesi için quercetin’in toz halinde ve günde 3-6gm’lık dozlar halinde alınması gerekiyor.
  • A ve D vitaminleri IgA fonksiyonu ve mukozal bağışıklık sisteminin onarımı için kritik önemde. Hangi dozda almanız gerektiğini doktorunuzdan öğrenebilirsiniz.
Toksik Yükü Azaltmak için

  • Hassas olduğunuz tüm gıdaları diyetinizden çıkartın. Kapsamlı bireliminasyon diyeti yaparak veya kandan IgG/IgE gıda testleri ile hangi gıdalara hassasiyetiniz olduğunu öğrenebilirsiniz.
  • Alkolden ve ibuprofen, motrin, alleve gibi anti-enflamatuvar ilaçlardan kaçının, diğer farmasötik ilaçları da en aza indirin
  • Bentonit kili çok sayıda toksin, endotoksin ve bakteri çeşidine gayet iyi bağlanıp vücuttan çekiyor. Lümendeki toksik yükü azaltacağından vücudun hasarı onarabilmesinin yolunu açıyor. Hastalarıma sık sık aynı amaçla kullanabilecekleri Yenilenmiş Kömür Tabletleri‘ni öneriyorum.
  • Mide asidi (Hidroklorik asit) ve bitki enzimleri, pepsin ve pankreatin gibi sindirim enzimleri de antijenik yükün azaltılmasında veya toksik moleküllerin bağırsak dokusunda birikimini engellemede işe yarayabilir.
 
Yağlar üzerine bir söyleşi



Bültenimizin bu bölümünde “Sağlıklı omega 6 ya ihtiyacımız var” yazısının daha iyi anlaşılabilmesi için bir söyleşiye yer verilecektir.


Yağ çeşitlerinden biraz bahsedebilir misiniz ?

Yağ asitlerinden karbon zincirleri çifte bağ içermeyenlere doymuş (satüre) yağ asitleri, çifte bağ içeriyorsadoymamış (ansatüre) yağ asitleri denir. Margarinler ise bitkisel olmalarına karşın çifte bağları hidrojen ile kimyasal olarak doyurulduğu için doymuş yağ asidi sınıfına girerler. Doymamış yağ asitleri ise tekli doymamış (monoansatüre) ve çoklu doymamış (poliansatüre) yağ asitleri olarak ikiye ayrılırlar.

Sıcakta en az bozunan yağlar hayvani doymuş yağlardır. Daha sonra sırası ile monoansatüreler ve poliansatüreler gelir (omega-6 ve omega-3). Sıcağa en dayanıksız yağ ise omega-3 yağ asitleridir.

Doymuş yağ asitlerinden zengin yağlar

  • Tereyağı
  • İç yağı
  • Kuyruk yağı
  • Margarin
Tekli doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar (omega-9)

  • Zeytin yağı
  • Fındık yağı
  • Kanola yağı
Çoklu doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar (omega-6)

  • Mısırözü yağı
  • Ayçiçeği yağı
  • Soya yağı
  • Pamuk yağı
Çoklu doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar (omega-3)

  • Balık yağı
  • Keten tohumu, ceviz, kabak çekirdeği vb
  • Yeşil yapraklılar (semizotu vb)

Sağlıklı omega 6 ya ihtiyacımız var isimli yazınız çok tepki çekti. Sizce omega 3 gereksiz mi ?

Bunu bir örnekle açıklayayım. Bir tane fabrikanız ve ürettiklerinizi giyecek belirli sayıda personeliniz var. Fabrikada ayakkabı (omega 3) ve elbise (omega 6) eşit miktarda üretebiliyorsunuz. Eğer birinin üretim bantını artırsanız diğerinin üretimini istemeden azaltmış olursunuz. Hem elbise hem de ayakkabı personelimiz için gerekli (elzem yağ asitleri). Söz konusu yazıdaki tabloya bakarsanız vücudumuzda omega 6 yağ asitlerinin omega 3 ten daha fazla yer tutuğunu görürsünüz. Her iki yağ asitti vücutta tek enzim sistemi (fabrika) üzerinden üretilir. Yani birinin fazla alınması diğerinin eksikliğine neden olacaktır. Yaş, insülin direnci gibi faktörler bu asitleri üreten enzim sistemini (fabrikayı) yavaşlatır. Günümüzün beslenme anlayışında omega 6 yı omega 3 ten fazla aldığımız için öncellikle omega 3 eksikliği oluşur. Bugün pek çok kronik hastalığın zemininde omega 3 eksikliği yer almaktadır. O zaman omega 3 gereksiz diyemeyiz. Yani ayakkabısız kalamayız.

Benim asıl sorguladığım nokta söz konusu üretim için fabrikaya getirdiğimiz ham maddenin ne olduğudur. Eğer kötü malzeme kullanırsanız üretiminiz kalitesiz olacaktır. Yüksek miktarda balık yağı alınarak yapılan çalışmalarda bakıyorsunuz beklendiği kadar faydalı olmamaktadır. Bence bunun 2 nedeni vardır. Birincisi yüksek doz balık yağı ile birlikte alınan omega 6 kaynağının sağlıksız yağlardan oluşması (kalitesiz hammade) ve bu yağların vücudu oksitlemesi, ikincisi ise aşırı alınan balık yağının omega 6 sentezi sırasında oluşan önemli anti oksidan bir madde olan GLA oluşumunu azaltmasıdır. Yani omega 6/omega 3 oranını tutturmanız yetmemektedir. Bu durumda yapılması gereken, sağlıklı omega 6 kaynağı bulmak ve balık yağı preparatının miktarını abartmamak gerekiyor.

Hayvansal ürünler (et, yumurta) omega 6 yolu içinde araşidonik asit kaynağı olarak yer alır (Şekil 1). Düşüncelerimin doğru olmadığını düşünenler o zaman hayvansal gıdaları da sınırlı tüketmeleri gerekir ki bu önerdiğimiz bir şey değil.





Şekil 1. Omega 6 ve omega 3 yolu

Sağlıklı bir yağı molekül olarak üretmek isteseniz nasıl bir yapı oluştururdunuz ?

Sağlıklı bir yağ ısı, ışık, oksijen ile oksitlenmemeli. Oluşturacağım yağın içerisinde doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri çok, çoklu doymamış yağ asitleri az olsun isterim. Çünkü doymuş yağ asitleri, doymamış yağ asitlerini oksitlenmeden korur. İkinci bir noktada smoke point derecesinin yüksek olmasını isterdim.

Smoke point derecesi nedir ?

Smoke point yağların bozulmadan ısıtılabileceği ısı derecesidir. Kızartmada kullacağınız yağın smoke pointi yüksek olmalıdır. Tabloda yağların smoke point derecelerini görmektesiniz (Tablo 1).

Tablo 1. Yağların smoke point dereceleri

Yağlar Smoke point
Tere yağı 150
Zeytin yağı 160-207
Fındık yağı 221
Palmiye yağı 235
Ayçiçek yağı 227
Mısır özü yağı 232


Sağlıksız rafinerize yağların (ay çiçek yağı, mısır özü yağı) smoke point noktaları yüksektir. Ancak bu onları kullanmamız için bir gerekçe olamaz. Bu durumda yüksek ısılı yemekler için işlenmemiş, soğuk baskı olması koşulu ile fındık yağı ve palmiye yağı iyi bir seçenek gibi durmaktadır. Türkiye de kullanılan fındık yağlarının bu koşulu sağladığından emin değilim.

Sağlıklı omega 6 yağ asiti kaynağı ne olmalıdır ?

Ayçiçek yağı, mısır özü yağı gibi işlenmiş bitkisel yağlar yüksek miktarda omega 6 içerir (Tablo 3). Bu yağların en önemli özelliği ısı, ışık, oksijen ile kolaylıkla oksitlenebilmesidir. Bitkisel yağların elde edilme aşamasında gerekse yemekler ile kullanımında ısı yağlar toksik hale gelir. Bence bu yağları azaltmak değil tümü ile beslenmeden çıkarmak lazım. Kanser ve kalp hastalığı dünyada ve Türkiyede bir numaralı ölüm nedeni ise bunun temel 2 nedeni vardır. Birincisi aşırı karbohidratlar, ikincisi söz konusu bu yağlar. Kanser taramaları veya kalp ilaçları üzerine yoğunlaşmak yerine asıl bu bataklığı kurutmak lazım. Sağlıklı omega 6 kaynakları şunlardır:

1-Hayvansal yağlar az da olsa çoklu doymamış yağ asitlerini içerir. Bitkisel yağlardan farklı olarak oksidasyona karşı dirençlidir. Bültenimizde defalarca doymuş yağların faydalarından bahsedilmiştir.

2-Avakado yağı, palmiye yağı, fındık yağı gibi bitkisel yağlar hayvansal yağlara içerik olarak benzer, azda olsa çoklu doymamış yağ asitlerini içerir (Tablo 2). Yanlız bu yağlarında hidrojenize veya işlenmemiş olmasına dikkat edilmelidir.

Palmiye yağı palmiye meyvasının sıkılması ile üretilir. Dünyadaki en önemli üretim yeri Malezyadır. Bitkisel bir yağdır ancak oda ısısında tere yağı gibi katı olarak bulunur. Kolesterolcüler kızacak ama tereyağı gibi doymuş yağlar içerir. Kırmızı palmiye yağı zeytin yağına eşdeğer tutulmaktadır ve daha ucuzdur. Isı ile bozulmaz. Hindistan cevizi yağına benzer şekilde % 50 oranında vücutta hızlıca yakılabilen orta zincirli yağları içerir. Dünya hazır gıda sektörü artık büyük ölçüde bu yağa yönelmiştir. Türkiyedeki hazır gıdalarda bu dönüşüme girse ve ülkemizde palmiye bitkisi üretilebilse, ay çiçek ve mısır yağının yerine alsa hiç fena olmaz. Yanlız bu yağı işlenmiş veya hidrojenize hale getirmemek şartı ile.

3- Badem, Brezilya fındığı, Ceviz, Antep fıstığı, Fındık, Avakado tercih edilebilecek omega 6 içeren yiyeceklerdir.



Tablo 2. Sağlıklı omega 6 kaynağı olan yağlar (gr)

Doymuş yağ (gr) Tekli doymamış yağ Çoklu doymamış yağ Omega 6 Omega 3
Fındık yağı 92 6 2 1,8
Palmiye yağı 52 38 10 9,1 0,2
Avakado yağı 12 74 14 12 0,95
Tere yağı 51 21 3 2,7 0,3


Tablo 3. Sağlıksız omega 6 kaynağı olan yağlar (gr)

Doymuş yağ Tekli doymamış yağ Çoklu doymamış yağ Omega 6 Omega 3
Ay çiçek yağı 11 20 69 56 0
Mısır yağı 13 25 62 53 1,1
Pamuk yağı 24 26 50 50 0,2
Kanola yağı 6 62 32 18 9,1
Soya yağı 15 24 61 50 6,7


Sizce beslenmemizde kullanılacak yağ oranları ne olmalıdır ?

Beslenme içeriğimizde hayvani yağlar kalorinin % 25, zeytin yağı % 20, sağlıklı bitkisel yağlar % 4 olmasını öneriyoruz. Bu yağ kompozisyonu ile aslında anne sütündeki yağ oranlarını taklit etmiş oluyoruz.

Peki Omega 6 /Omega 3 oranı ne olmalıdır ?

İlk 2 yaşta omega 6/omega 3 oranı 9, yaş ilerledikçe bu oran azalmalı erişinde 3/1-1/1 olmalıdır.

Niçin ilk 2 yaşta bu oranı yüksek tutuyorsunuz ?

Hızlı büyüme dönemi olması nedeni ile yüksek tutulmalı. Omega 6 omega 3 göre büyümede daha önemli. Ayrıca anne sütün baktığımızda bu oranın 9:1 olduğunu görüyoruz. İleri ki yaşlarda omega 3 eksikliği gelişeceği (yaşlanma ve insulin direnci) için oran azalmalıdır.

Peki bu durumda omega 3 ihtiyacımız ne olur ?

Eğer sağlıklı omega 6 kaynaklarını kullanıyorsanız 800-1000 mg omega 3 yeterlidir. Bu ihtiyacı ila ki balık yağı preparatı ile almanız şart değil. Hemen aklınıza semiz otu gibi bitkisel omega 3 kaynakları gelmesin. Yazının en başında bahsettiğim omega 3 ü oluşturan enzim sistemi ileri yaş, insülin direnci gibi faktörler ile yetersiz çalıştığı için omega 3 ihtiyacını sadece haftada 2 defa balık yağı yiyerek karşılayabiliriz.

Sadece zeytin yağı kullansak sağlıklı olmaz mı ?

Zeytin yağı ne omega 3 tür ne de omega 6 dır. Zeyin yağı omega 9 dur. Sadece zeyin yağı kullanırsak elzem yağ asitlerinden yoksun kalırız. Zeytin yağı kullananlar yine de iki açıdan şanslıdır. Birincisi sağlıksız omega 6 almadıkları için ikincisi ise zeyin yağı içindeği güçlü antioksidan maddeleri aldıkları için. Akdeniz mutfağının sağlıklı olması buradan gelir. Söylendiği gibi doymuş yağları az içermesinden değil.

Yüksek doz balık yağının faydalı olabileceği bir durum var mı?

Doku yıkımının aşırı olduğu kanser türlerinde (kalın bağırsak kanseri gibi) yüksek doz balık yağı kullanılabileceğiniz düşünüyorum. Çünkü söz konusu durumlarda sistemde beslenmeden bağımsız aşır miktarda omega 6 son ürünleri üretilir.

Aşırı omega 6 alırsak omega 3 ihtiyacımız artar mı ?

Evet. Ancak yukarıda bahsettiğim yağ oranları ile aşırı alabilmenize imkan yok. Ancak siz günümüzde sağlıksız omega 6 lardan (ay çiçek yağı, mısır özü yağı gibi) uzak durmak mümkün değil diyorsanız. O zaman omega 3 ve GLA içeren preparat tercih etmelisiniz ve yüksek doz kullanmalısınız. Ancak bence bu bile sizi kurtarmaz sadece kötünün iyisidir diyebilirim.

Eğer kalp hastalığı, multipl skleroz, otizm gibi kronik bir hastalığınız var ise önce omega 6 kaynaklarını sağlıklı hale getirin, sonra balık yağı kullanmayı düşünün.

Herkesin merak ettiği bir soru sormak istiyorum. Prof. Dr. Ahmet Hocadan pek çok konuda farklı mı düşünüyorsunuz.

Hayır, Ahmet Hoca beslenmenin önemli konularında çerçeveyi kalın çizgiler ile çizdi. Benim yaptığım onun çizdiği çerçeveyi küçük ayrıntılar ile doldurmak. Yazılarımı henüz halkın anlayabileceği şekilde yazamıyorum. Bu durum yanlış anlamaya neden oluyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi yazarken yeniden öğreniyorum, sorguluyorum. İkincisi kaynaksız, sadece internet bilgileri ile yüzeyel yazı yazıp tuzaklara düşmek istemiyorum. İnternete her konunun aleyhinde, lehinde yazı bulabiliyorsunuz. Bu yazılara taraf olmak yerine bilgiye taraf olmaya çalışıyorum.

Sizin veya Ahmet hocanın hatalı olabileceğinizi düşünüyormusunuz ?

Bilimin başarılı olmasının nedenlerinden biri, özünde bir hata düzeltme mekanizması ile birlikte yapılanmış olmasıdır. Her ortaya konulan bilginin özgürce sorgulanır olması bunu mümkün kıllar. Hatalı çıkabiliriz. Eleştiri ve sorgulama bildiğimizi düşündüklerimize ne ölçüde güvendiğimizi ortaya koyan bir göstergedir. Okuyucularımız kimden gelirse gelsin her türlü bilgiyi sorgulamaları ve araştırmaları gerekiyor. Takım tutar gibi taraf tutmamalılar. Bizde hatalı çıktığımızda açıklıkla paylaşabilmeliyiz.



Doç.Dr.Hasan Önal
 

ZİKA SALGININDAN ALINACAK DERSLER VAR

Brezilya’ da geçen sene mayıs ayından beri salgına yol açan zika virüsü, kafatası ve beyni gelişmemiş veya az gelişmiş olarak doğan çocuk sayısındaki artışla dünya gündemine oturdu.

Zika, tüm dünyada olduğu gibi bizde de şu başlıklarla haber oldu:

Zika virüsüne aşı ancak 10 yıl sonra çıkabilecek (1).

Dünyayı şoke eden virüs! Tedavisi ve önleyici aşısı yok (2).

Hastalığın tedavisi bulunmadığı gibi önleyici aşısı da yok (3).

Zikada panik çok aşı yok (4).

Bu başlıkları insanların beyinlerinin “ilaç ve aşı” mefhumlarıyla nasıl yıkanmış olduğunu göstermesi bakımından çok ibret verici buluyorum.

Hastalıkların sadece ilaçla tedavi edilebileceği ve sadece aşılarla önlenebileceği fikrinin zihinlere kazınmış olması “endüstrinin zaferi” ve “McDonald’s tıbbının iflasıdır.”

Enfeksiyon hastalıkları aşılarla mı önlenir?

Gazeteciler uzmanlara “Zikanın aşısı var mı?” diye soruyorlar ve aldıkları bilim adına utanç verici cevap şu (6):

Aşı testlerine iki yıl içinde başlanabilir ancak ilaç düzenleme kurullarının onayından geçmesi gerektiği için aşının dünyada kullanılmaya başlaması en az 10 yıl alabilir.”

Nezle ve gribin bile ne ilacı ne aşısı varken, daha adını tıp dünyasının bile yeni duyduğu bir virüs hastalığının ilacının ve aşısının hazır olması nasıl beklenir anlamak mümkün değil.

Gerçek bir bilim adamından şunları söylemesi beklenirdi:

Bu virüs insandan insana geçmiyor, sadece bir tür sivrisineklerin sokmasıyla bulaşıyor. Bu sebeple de esas yapılması gereken insanların aşılanması değil, sivrisineklerle mücadele olmalıdır. Bu tür enfeksiyonları aşı ile önlemeye kalkmak abesle iştigaldir, bu ticari tıbbın işidir.”

McDonald’s Tıbbı dünyayı nasıl kandırıyor?

McDonalds Tıbbı, enfeksiyonların sadece aşı ile önlenebileceğini beyinlere kazımıştır ve bu sayede de tüm dünyayı senelerdir aldatmaya devam etmektedir.

Virüs, bakteri, mantar gibi mikropların sebep oldukları enfeksiyon hastalıklarının aşılarla önlenebileceği düşüncesi doğru değildir.

Bu enfeksiyonlar, sağlıklı çevre ve sağlıklı bağışıklık sistemi sayesinde önlenebilir.

Tek tek virüslere, bakterilere karşı aşı hazırlanacağına, temiz içme suyu, kanalizasyon sistemi ve bataklıkların kurutulmasının sağlanmasıyla bu enfeksiyonların tamamı ortadan kaldırılmış olur.

Zika için de yapılması gereken virüsü insanlara bulaştıran sivrisineklerle mücadeledir; bunların ve yaşadıkları, üredikleri ortamların ortadan kaldırılmasıdır.

Aşılar etkisiz mi?

Çiçek, kızamık, çocuk felci gibi hastalıkların önlenmesinde aşıların da rolü olabilir ama bu hastalıkların “sadece aşılama sayesinde” köklerinin kazındığını iddia etmek doğru değildir.

Enfeksiyon hastalıklarının tabii seyirlerinde kendiliklerinden sönme özellikleri vardır.

Bu durum, muhtemelen mikropların hastalık yapma potansiyellerindeki azalma, toplumdaki bağışıklığın artması ve hijyen tedbirlerinin alınmasıyla ilgilidir.

2002’ de SARS, 2005’ de kuş gribi, 2012’ de MERS, 2013’ de Ebola virüsleri bir anda salgınlar yapmaya ve ölümlere yol açmaya başladı ama ne ilaçları ne aşıları uygulanmaya fırsat kalmadan tümü de kendiliklerinden söndüler.

Geçen sene 10 binden fazla insanın ölümüne yol açan Ebola’ nın aşısı uygulanmaya başlanmış olsaydı görürdünüz McDonald’s Tıbbı müntesiplerinin “Ebolayı aşılama bitirdi” yaygarasını!

Zika aşı ile önlenemez

Zika virüsü ile de aşılama ile değil sivrisinek mücadelesi ile savaşılabilir.

BİR: Sivrisineklerin yaşama ve üreme alanları yok edilmelidir.

İKİ: Sivrisinekler ortadan kaldırılmaya çalışılmalıdır.

ÜÇ: İnsanlarla sivrisineklerin temasları engellenmelidir. Sinek sokmasına karşı uygun kıyafetler, sinek kovucular, sineklerin kapalı mekânlara girmelerini önleyici tedbirler…

GDO’ lu sivrisinekler çare olabilir mi?

Oxitec isimli bir biyoteknoloji şirketi on seneden beri genetiği değiştirilmiş steril erkek sivrisineklerle virüs bulaştıran sinekleri azaltmayı hedefleyen çalışmalar yürütüyor.

Şirketin araştırmalarına göre bu sayede bir yılda hastalık bulaştıran sivrisinek larvalarının yüzde 80’ i azaltılabiliyor.

Sadece dişileri soktuğu için GDO’ lu sivrisineklerin hastalık yayması mümkün olmuyor.

Bu sayede zika virüslerine karşı ne derecede başarılı olunabilir, şu anda akla gelen gelmeyen hangi riskleri vardır bilemiyorum ama bu yaklaşım bana ticari bakımdan çok akıllıca ve mantıklı geliyor.

Gelelim neticeye

BİR: Bu salgında esas hedef zika virüsleri değil onları yayan sivrisinekler olmalıdır çünkü Aedes sınıfı sinekler zikadan başka “flavivirüs” ailesinden deng, Batı Nil, çikungunya, sarıhumma virüslerini de bulaştırmaktadırlar.

İKİ: Zika ve mikrosefali ilişkisine dair kuvvetli şüpheler olmakla beraber bunun henüz ispatlanmamış olduğunu da hatırlamakta fayda var.

Kaynaklar:

1. http://www.cnnturk.com/dunya/zika-virusune-asi-ancak-10-yil-sonra-cikabilecek

2. http://www.gazetevatan.com/dunyayi-soke-eden-virus-tedavisi-ve-onleyici-asisi-yok–909265-dunya/

3. http://www.dha.com.tr/bakanliktan-z...adigi-gibi-onleyici-asisi-da-yok_1098141.html

4. http://www.hurriyet.com.tr/zikada-panik-cok-asi-yok-40046569

5. http://ahmetrasimkucukusta.com/2016...donalds-tibbi-saglik-sisteminin-altini-oyuyo/

6. http://www.hurriyet.com.tr/zira-virusu-nedir-belirtileri-nelerdir-tedavisi-var-mi-40046931

7. http://www.theguardian.com/world/20...-tackled-with-genetically-modified-mosquitoes

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
 
Rahmetli Prof. Dr. Ahmet Aydın Hocamız ile yapılan çok önemli bilgiler içeren bu ropörtajı okumanızı öneririm...

'Beyaz Ekmek Morfin Gibi' Peki Ne Yemeli?
SAĞLIK - 14 Mayıs 2013

Beyaz ekmek, şeker, otizm, dikkat dağınıklığı, fazla kilo, uyuşturucu, morfin, bağımlılık, haber, haberler, sağlık haberleriBeyaz ekmeğin uyuşturduğu, bağımlılık yaptığı, özellikle çocuklarda algılamayı bozduğu, kepekli ekmeğe boya katıldığı öğrenildi. İşte şok açıklamalar...
Dünya ortalamasının beş katı ekmek tüketiyoruz. Oysa ekmek hem şeker içerdiği için diyabete yol açıyor, hem de içindeki gluten maddesinin direkt morfin etkisi var. Yani bağımlılık yapıyor! Özellikle çocuklar başka bir şey yemek istemiyor... Algılamaları bozuluyor. Bu yüzden beyaz ekmeği kesinlikle kesmek gerekiyor. Çünkü halkın akıl sağlığı ciddi şekilde etkileniyor bu beslenme yüzünden!

Rafine unla üretilen ekmek yerine, kepekli ve tam buğday ekmeğine geçmek için yapılacak düzenleme halk sağlığı açısından iyi bir adım ama tabii ki hiç vitaminsiz bir ekmeğe göre çok daha faydalı bu ekmekler, yine de olabildiğince az yemek, hatta hiç yememek gerek! Peki hiç mi ekmek yemeyeceğiz? Hayır, ekşi mayayla yapılan tam buğday ekmeği yenebilir, ama öyle somun somun değil! Sabah kahvaltılarında bir, hadi en fazla iki dilim. Niye mi? Her şey gibi azı yarar, fazlası zarar! (derindenizlerden'in eklemesi: Siyez buğdayı :
Neden Siyez Bulguru tüketmeliyiz, faydaları nelerdir?
Yetiştirilmesinde hiçbir kimyasal madde uygulanmıyor, ilaçlı ve zehirli toprağa ekilmiş olsa bile zararlı maddeleri emmiyor.
Siyezin diğer buğdaylara kıyasla asit değil, alkal değeri bulunuyor. Gluten değeri yok denecek kadar az olduğu için, glutene karşı alerjisi bulunanlar rahatlıkla tüketebiliyor.
Normal buğdaya göre, iki kat daha fazla yağ, protein, fosfor ve A ile B grubu vitaminleri ihtiva ediyor.
Yeni çıkan buğdaya göre 10 kat daha fazla çinko ve yine çok daha fazla magnezyum, kalsiyum içeren siyez gübresiz, ilaçsız, susuz yetişiyor.
Sert kavuzu hastalıktan ve böceklerden koruyor. Siyezin, diğer buğday çeşitlerine göre daha besleyici olduğu kabul ediliyor.)
*"Doğal beslenme önerileriyle ön planda olan Kardiyolog Prof. Canan Karatay, CNN Türk canlı yayınında Kastamonu’da yetişen siyez buğdayının altın olduğunu ve Tarım Bakanlığı tarafından sahip çıkılması gerektiğini söyledi.

Modern buğdayın 40 kromozomlu olduğunu ve bu yüzden önemli hastalıklara yol açan tehlikeli oranda gluten yüklü bulunduğuna dikkat çeken Karatay, 10 bin yıllık geleneksel siyez buğdayında ise 14 kromozom ve yüzde 10 gluten bulunduğunu kaydetti.
"

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Aydın'dan Vatan'dan Mine Şenocaklı'ya ezber bozan açıklamalar:

Çocuğunuzu doğru beslerseniz AIDS bile olsa hafif geçirir!

- Hocam, üst üste iki ayrı söyleşi yaptım. Ağırlıklı olarak kanseri ve sebeplerini konuştuk. Bir kez daha anladım ki, beslenme ve hastalıklar arasında çok büyük bir ilişki var. Aslında pek çok hastalığa yakalanmamak mümkün. Diyelim ki yakalandık, o hastalık kanser bile olabilir, atlatmak mümkün... O zaman çocuklarımızı nasıl beslememiz lazım?

Hep söylüyorum, çocuğunuzu düzgün beslerseniz AIDS bile olsa hafif geçirir. Bunun da birinci kuralı unlu şekerli gıdalardan uzak duracaksınız. Çocuğunuzu da uzak tutacaksınız. Aksi halde metabolik sendrom olursunuz.

- Metabolik sendrom nedir?

Henüz daha diyabetin oluşmadığı, o dereceye gelmediği döneme biz metabolik sendrom diyoruz. Diyabet buzdağının görünen kısmı. Oysa buzdağının yüzde 90’ı denizin altındadır, işte orada bu hastalığı görürsünüz. Bütün hastalıkların anası metabolik sendromdur. Pek çok kanserin, koroner kalp hastalığının, diyabetin, kemik erimesinin, astımın, hipertansiyonun, osteoporozun, depresyonun ve otizmin ana nedenlerinden biridir. Bu hastalığı engellemezseniz başınız beladan kurtulmaz. Bu yüzden de eğer şişmanlığı sadece bir kilo meselesi olarak görürseniz çok büyük yanlış yaparsınız. Çünkü şişmanlık bir hastalık ve öldürüyor! Metabolik sendromu olanların yüzde 80-90’ı ise şişman.

- Peki bu sorun ilk nasıl başlıyor?

Bir insanda diyabet ya da koroner kalp hastalığı 40 yaşında birden bire olmuyor. Çocukluğunuzda beslenme alışkanlığınıza bağlı olarak yavaş yavaş hastalanmaya başlıyorsunuz. Kan şekeriniz yükseliyor yükseliyor, 100-110’ları bulunca ‘Diyabet oldun’ diyorlar. Metabolik sendrom ise daha siz diyabet olmadan önce vücudunuzdaki iltihap hücrelerini artırıyor ve damar sertliği de çocukluktan itibaren başlıyor. 30’lu, 40’lı yaşlarda değil!

O bizim “aterom plağı” dediğimiz, iltihap hücreleri damarlarda birikiyor birikiyor ve sonunda damar tıkanıyor. Oradan kopan bir pıhtı parçası sizin kalp damarınıza ya da beyninizdeki bir damara gidiyor orayı tıkıyor. Enfaktüs geçiriyorsunuz ya da felç oluyorsunuz. İşte böyle bir son istemiyorsanız unlu şekerli gıdalardan kesinlikle uzak tutacaksınız çocuğunuzu.

Ekmeğe boya katıyorlar!

- Bu konuyu sizinle daha önce konuştuğumuzda, “Bu kadar basit mi?” demiştim. Nedense ilk anda kolay gibi gelmişti unlu şekerli gıdaları kesmek...

Evet. O zaman da söylemiştim. Bu basit bir cümle ama bir düşünün. Unlu şekerli gıdalar diyorum. Yani ekmek, makarna, pilav, börek, çörek, poğaça, simit... Hepsi çok tehlikeli. Bu arada tatlılara, şekerlere, hatta meyvelerin çok tatlılarına da yanaşmayacaksınız. Her türlü gazoz, meyve suyu, hatta doğal meyve sularından bile uzak duracaksınız. Aksi halde metabolik sendrom olursunuz...

- Öncelikle unlu gıdaların, özellikle de ekmeğin zararlarından başlayabilir miyiz konuşmaya? Prof. Canan Karatay ekmeği tümden yasaklıyor...

Ben tümden yasaklamıyorum ama kendim ne yapıyorum diye bakarsanız, eğer sabah kahvaltısında tereyağ yiyeceksem o zaman bir ya da iki dilim tam buğday ekmeği yiyorum. Ekşi mayayla yapılmış... Ama tereyağ yemiyorsam o gün, ekmek de yemiyorum.

- Ekşi mayanın özelliği nedir?


1950’lere kadar fırıncılar bu mayayı kullanırdı. Şimdilerde sadece köylüler ve meraklıları kullanıyor. Siz ekmeğin mayasını dışardan almıyorsunuz, hamurdan kendiniz yapıyorsunuz. Tabii burada mayalanma süresi biraz uzun. Ekmek bu yüzden geç pişiyor. Halbuki sanayi mayaları bunu çok daha kısa sürede yapıyor. Şimdi fırıncı bunu bilmiyor mu, biliyor. Yoksa bedavaya yapacağı bir şey varken, niye para ödeyip maya alsın? Ama tabii sağlıklı olan ekşi maya...

- Neden peki?

Çünkü ekşi maya, probiyotik dediğimiz faydalı mikropları barındırıyor ve sindirimimizi düzenliyor. Tahılların içinde bizim kolay kolay sindiremeyeceğimiz bazı enzimler var, bunları çok azaltıyor. Bir başka şey daha var unun içinde; gluten. Gluten dediğimiz protein de çok zor sindirilebiliyor ve bu bazı insanlarda gluten intoleransına neden oluyor.

- Çölyak hastalığı gibi mi?

Bu tam çölyak hastalığı gibi değil, ama ikisinin arasında... Maalesef teşhis edilebilen bir hastalık da değil. Oysa nüfusun yüzde 30-40’ında görülüyor. Çok da bilinmiyor. Gluten intoleransını, ancak York Testi gibi uygun gıda testlerini yaptırdığınızda fark ediyorsunuz. Ve diyetten bir süre unlu gıdaları çıkartmanız lazım ki, eğer buna bağlı migren ağrınız, kronik yorgunluğunuz ya da romatizmal hastalığınız varsa geçebilsin ya da en azından belirtileri azalabilsin... Dolayısıyla ekmeği ekşi mayayla yaptığınızda içindeki gluten dediğiniz maddeyi düşürmüş oluyorsunuz. Ciddi bir şekilde gluten sindiriliyor ve o zaman da bu şikayetler çok daha az oluyor. Bir de bu ekşi maya ekmeği son derece dayanaklı ve güzel kokulu...

- Şimdilerde sarı somun ekmeği çıktı... Sanırım o da ekşi mayayla yapılıyor...

Evet... Halk Ekmek’in organik ekmeği de ekşi mayayla yapılmış mesela... Geçen gün Halk Ekmek Müdürü, “Yakın zamanda bütün ekmekleri ekşi mayayla yapacağız” dedi. Bu çok sevindirici bir gelişme... Çünkü biz diyoruz ki ekmeğin içinde dört şey olmalı. Bir organik un, iki su, üç kaya tuzu ve dört ekşi maya. Ama bakıyorsunuz içine neler neler katıyorlar!

- Neler katıyorlar?

Beyazlatmak için ya da millet bu aralar kepek ekmeğe düştüğü için, doğal görünsün diye içine boya maddeleri dahi katıyorlar. Bunların hepsi kanserojen... Ama içine ne kadar boya katıyorlarsa, ekmek koyu kahverengi bir renk alıyor. Halbuki adı üstünde, buğday rengi olmalı!

Ekşi mayalı tam buğday ekmeği yiyin

- Peki ya ekmekte sınır ne olmalı?

Mümkünse hiç yenmesin. Türkiye’de halkın aldığı kalorinin yüzde 50’si ekmekten... Türkiye dünya nüfusunun yüzde 1’ini oluşturuyor. Ama tükettiği ekmek miktarı dünyanın yüzde 5’i! Yani dünya ortalamasının 5 katı ekmek tüketiyoruz. Tabii ki ekmeği bu kadar çok yerseniz, yeteri kadar sebze ve meyve yemiyorsunuz, sağlıksız besleniyorsunuz. Bir başka şey daha var tabii; ekmeğin uyuşturucu bir etkisi var.

- Nasıl?

Nasıl ki sütün morfin etkisi var diyorsak, ekmeğin içindeki glutenin de morfin etkisi var. İyi sindirilmemiş gluten morfin etkisi yapıyor. O nedenle de bir bağımlılık oluyor ekmeğe. Yemeden duramıyorsunuz.

- Ekmek gerçekten de morfin etkisi mi yapıyor?

Tabii... Gluten morfini deniyor. Ama bu çok yaygın olarak bilinen bir şey değil.

- Yani ekmek de sigara gibi bağımlılık yapıyor öyle mi?

Evet. Mesela biz otistik çocukların hemen hepsine glutensiz ve sütsüz bir diyet veriyoruz, sonra bakıyoruz algılamaları artıyor. Çünkü bir kısmı o kadar düşkün ki ekmeğe ve süte, ağrıyı bile hissetmiyorlar. Çocuk düşüyor ama ağrı hissetmiyor. Eğer ağrıya çok dayanıklıysanız böyle, bir probleminiz var demektir.

- Nasıl?

Çünkü glutenin de tıpkı morfin gibi ağrı kesici özelliği var. Mesela süte çok düşkünseniz bu çok muhtemelen sütün morfinidir. Eğer ekmeğe çok düşkünseniz bu glutenin morfinidir. Ya da her ikisi birdendir. Mesela otistik çocukların yaklaşık dörtte üçünde bu var. Ve ekmeksiz bir diyet uyguladığımız zaman algılamalarının hemen açıldığını, ağrıyı iyi hissettiklerini ve konuşmalarında problem varsa, konuşmaya başladıklarını görüyoruz. Tabii ki yüzde 100 hepsi bununla düzelmiyor.

Sağlığınız bizim için önemli...

Alıntı
 
Son düzenleme:
GEN YAPISI DEĞİŞTİRİLMİŞ DNA SAYISI 14 OLMASI GEREKİR İKEN 48'E ÇIKMIŞ MODERN BUĞDAYI TÜKETMEYİN, SEVDİKLERİNİZE DE YEDİRMEYİN LÜTFEN!!!

GDO'nun bir soykırım aracı olduğu ispatlandı


Rusya'daki Ekolojik Tehlikelere Karşı Savunma Günleri'nde sunulan bir çalışma, GDO'lu besinlerin tüketimine bağlı gizli tehlikeleri bir kez daha açığa çıkardı. Araştırmaya göre GDO'lu ürünlerle beslenen insan ve hayvanlar birkaç nesil sonra tümüyle kısırlaşıyor.
Rusya'nın Sesi'nin haberine göre 'Gen Güvenliği Ulusal Birliği ile Ekolojik ve Gelişimsel Problemler Enstitüsü' bilim adamları, normal beslenme düzenlerinin bir parçası olarak, GDO'lu ürünlerle beslenen hayvanların ve insanların, üreme yetilerini kaybettiklerini keşfettilerini açıkladılar.

BİRÇOK ARAŞTIRMAYI KÜRESEL SERMAYE FİNANSE EDİYOR

'Gen Güvenliği Ulusal Birliği ile Ekolojik ve Gelişimsel Problemler Enstitüsü' bilim adamlarının bulgularının, küresel sermaye tarafından finanse edilen araştırmaların aksine GDO ile kısırlık arasındaki ilişkisi çok net bir şekilde ortaya çıkardığı belirtildi.

GDO'lu ürün tüketen canlıların tüketmeyenlere oranla daha fazla kısırlaştığı tespit edilen araştırma bu konudaki iddiaları doğrulamış oldu.

GDO'LU SOYAYALA BESLENEN CANLILARIN CİNSEL OLGUNLAŞMASINDA YAVAŞLAMA GÖZLENDİ

Denek olarak hamsterların kullanıldığı çalışmada, genetiği değiştirilmiş soya fasülyesi tüketiminin sonucunda, cinsel olgunlaşmada yavaşlama eğilimi ve gittikçe üreme yeteneklerinin yok olduğu gözlemlendi. Bir kaç nesil sonra, GDO'lu soya yiyen hamsterlar, temel yetenekleri olan üremeyi kaybettiler.

Araştırmanın yazarlarından biri olan Dr. Alexei Surov:"Bir kaç grup hamster seçtik, onları çiftler halinde kafeslerde tuttuk ve alışmış oldukları besinlerinden verdik. Bir grubun besinine hiçbir şey katmadık, diğer grup genetiği değiştirilmiş bileşen içermeyen soya ile besledik. Üçüncü grup, bir miktar GDO'lu bileşenle, dördüncü grup ise yüksek miktarda GDO'lu bileşenle beslendi" dedi.

GDO'LU ÜRÜNLERLE BESLENENLER BİRKAÇ NESİL SONRA KISIRLAŞIYOR

Sonrasında Dr. Surov ve ekibi, çeşitli yavru gruplarının büyüme oranlarını ve yavrulama sıklıklarını takip etti ve bulgularını, yavruların beslenme düzenleriyle karşılaştırdı. Yavruların çiftleşmesiyle oluşan birkaç nesil sonra, GDO'lu yiyeceklerle beslenen yavruların tamamen kısır hale geldiği gözlendi.

"Yavrulardan yeni çiftler seçmeye ve onları aynı şekilde beslemeye devam ettiğimizde, çok ciddi bir etki olduğunu fark ettik. Bu grupların büyüme hızı daha yavaştı ve cinsel olgunlaşmaya daha geç eriştiler. Onların yavrularından alarak, 3. nesil çiftler oluşturduğumuzda, genetiği değiştirilmiş besinler tüketen bu grup yavrulamayı başaramadı. Ve bu çiftlerin, yavrulama yeteneğini kaybetmiş olduğu kanıtlandı."

GDO'lu besinlerin yaygın tüketimi, gelecek insan nesillerinin kısırlaşmasına neden olur mu?

Avusturya kaynaklı bir çalışma, genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerde benzer bir zararın oluştuğunu ortaya çıkardı. Genetiği değiştirilmiş mısır yiyen farelerde, anında ortaya çıkan etkilerden biri, yavruların normalden düşük ağırlıklı olarak doğması. GDO ile beslenen farelerden oluşan, 3. ve 4. nesiller tamamen kısır hale geldiler.

Amerika'daki bazı çiftçilerde, genetiği değiştirilmiş ürünlerle beslenen domuz ve ineklerde kısırlık oluştuğunu bildirdiler. Hindistan'da ise, genetiği değiştirilmiş pamuk tohumu ile beslenen mandalarda kısırlık ve başka ciddi problemler gözlendi.

Kaynak: "Russian Scientists Discover GMO's Cause Animals to Lose their Ability to Reproduce", geochangemag.org,
Çev. Ayşe Alp, yaklasansaat.com

GIDA GÜVENLİĞİ HAREKETİ
 


Rafa girmiş tüm buğday, buğday ürünlerinde ruşeym ayrılır, konmaz. Çünkü ürünü kısa sürede acılaştırır.
Bu faydalı kısım özellikle ayrılır ve zaten GDO ve diğer bir çok katkıyla yapısı bozulmuş buğday ve buğdaydan elde edilen un ve unlu mamuller iyice yararsız bir hale sokulur maalesef ki. Bu arada ayrılan ruşeymde şişelenerek ayrıca satılır fakat söz konusu genleri değişmiş buğdayın ruşeymi olunca faydadan çok zararı olacaktır...

Peki ruşeym nedir?

Ruşeymin Faydaları:
İçeriğinde cildin yaşlanmasını geciktirici E vitaminiyle birlikte hücreleri güçlendirme özelliğinden dolayı cildi güzelleştiriyor.
Vücutta hücre zarının dayanıklılığını sağlayarak bağışıklık sistemini destekliyor ve kanseri önlüyor.
Koroner kalp riskini azaltıyor.
Kan pıhtılaşmasını önlüyor ve diyabetli hastalarda damar tıkanıklığını önlemeye yardımcı oluyor.
Kansızlığı önlemede yardımcı olduğu gibi halsizliğe de iyi geliyor.
Sinir sistemi üzerinde olumlu etkiler sağlıyor.
Gözde katarakt oluşumunu geciktiriyor.
Doğal afrodizyak özelliği gösteriyor.

* Ruşeym Yaşlılığı Geciktirir: İçerdiği, E vitamininden dolayı, yaşlılığı geciktirici özelliği ve vücutta hücre zarının dayanıklılığını sağlaması dolayısıyla bağışıklık sistemini destekleyerek kanserin önlenmesinde önemli rol oynar. Mükemmel bir E vitamini deposudur.
* Kalp için Çok faydalıdır: Ruşeymin koroner kalp hastalığı riskini azaltması, pıhtı azaltıcı etkisiyle kanın akıcılığına, diyabetli hastalarda damar tıkanıklarının önlenmesine yardımcı olabileceği belirtiliyor.
* Sinir Sistemi için çok faydalıdır: Ruşeymin sinir sistemi hastalıklarında olumlu etki gösterdiği, gözde katarakt oluşumunu geciktirdiği biliniyor.
* Mükemmel Bir Afrodizyaktır: Ruşeym Doğal afrodizyak özelliğine sahip. Yakın zamanda ruşeymden vitamin tabletleri üretimi de planlanıyor.
* Güzelliğinize Güzellik katar: Doğanın bu altın sırrı güzelliğe de güzellik katıyor. Özellikle de cilt kırışıklıkları için birebir. Hem kırışmayı önlüyor, hem de azaltıyor.
* Kısırlık İçin Faydalıdır: Buğdayın embriyosu olarak nitelenen Ruşeym, kısırlık tedavisinde etkin olarak kullanılıyor.
* Buğday özü, (Ruşeym) heryaş grubunda kullanılabilir. Yemek pişirken, baharat yerine buğday özü katılabilir.
* Ruşeym Kanseri Önlüyor: E vitamininin yaşlılığı geciktirici özelliği ve vücutta hücre zarının dayanıklılığını sağlaması dolayısıyla bağışıklık sistemini destekleyerek kanserin önlenmesinde önemli rol oynadığı, bu açıdan zengin olan ruşeymin koroner kalp hastalığı riskini azaltması,pıhtı azaltıcı etkisiyle kanın akıcılığına, diyabetli hastalarda damar tıkanıklarının önlenmesine yardımcı olabileceği belirtiliyor.
* Ruşeymin gözde katarakt oluşumunu geciktirdiği tesbit edilmiştir.

ALINTI
 
NEDEN SADECE "GELENEKSEL BUĞDAY SİYEZ" YENMELİ VE NEDEN MODERN BUĞDAYDAN YAPILAN EKMEK, UN VE UNLU GIDALARI TÜKETMEMELİSİNİZ?

Niye buğday yememeliyiz?
- Çünkü genetiği değiştirilmiş bir üründür buğday. 1943'te başağın verimini arttırmak ve sapını kalınlaştırmak için yapılan müdahalelerle bugün dünyaya yayılan buğday tohumu ortaya çıktı. Bu tohumla ilgili GDO patenti falan aramayın, çünkü tüm bu işler 1940'lı yıllarda yapıldı, o yıllarda dünyada GDO diye bir kavram yoktu, ilk patentin alınmasına daha 40 yıl vardı. Çağımızın biyolojik silahı buğday. Sapı kalınlaştırıp kısaltmayı başaran Dr. Norman Borlaug , Minnesota Üniversitesi'nde çalışan bir genetikçiydi zaten.

ÇÖLYAK DİYE BİR HASTALIK YOKTU

1970 yılında Nobel ödülü aldı. Tüm bu çalışmalar yapılırken meydana getirilen buğdayın insan sağlığı üzerine etkileri araştırılmadı. Sonuç neydi? Çölyak hastalığı ilk defa 1953'te tanımlandı, buğdayın genleri değiştirilene kadar Çölyak diye bir hastalık yoktu. Yani ilkel buğdayın içindeki gluten, hastalık falan yapmıyordu. 1980'li yıllarda tam buğdaylı ürünlerin yoğun şekilde tavsiye edilmesiyle Çölyak, Diyabet ve obezitede patlama yaşandı: Çölyak çocuklarda 11 kat arttı. Tüm toplumda diyabet dört kat, obezite üç kat arttı. Genetiği değiştirilmiş buğdayın insan sağlığına zararları ile ilgili yayın aramayın, bulamazsınız. Bugünkü bilimsel yayın "pazarında" buna kimse izin vermez.

DR ÜMİT AKTAŞ
 
FONKSİYONEL PERHİZ, TOKSİK GIDALAR

HAYATINDAN ŞEKERİ ÇIKARAN AİLENİN BAŞINA NELER Mİ GELDİ ? 14 MART 2015
Bir zamanlar sağlıklıydım ya da en azından öyle olduğumu düşünüyordum. Tabii, bütün bir günü geçirebileceğim yeterli enerjim yoktu, ama Amerika’nın yorgun kitleler için sürekli televizyonda çığırtkanlığını yaptığı reklamları düşününce enerji eksikliğinden muzdarip olan tek kişinin ben olmadığımın farkına vardım.



Ailemden herkesin gelecek soğuk algınlığı ve grip sezonundan ölesiye korktuğunu ve Ocak ayında da misofobi, yani mikrop bulaşmasına karşı aşırı korku geliştireceklerini biliyordum.

En azından, şekerin etkileri hakkında bazı rahatsız edici yeni bilgiler duyana kadar ben de öyle düşünmüştüm. Çoğu uzmana göre, şeker pek çok Amerikalı’nın şişman ve hasta olmasının asıl sebebi. Bu konu hakkında daha çok düşündükçe söylenilenler daha mantıklı gelmeye başladı.

Yedi Amerikalı’dan biri metabolik bir hastalığa sahip. Üç Amerikalı’dan biri obez. Diyabet oranı hızla artıyor ve kardiyovasküler hastalıklar da Amerika’nın bir numaralı katili olarak biliniyor.

Bu teoriye göre, bu hastalıkların hepsi ve dahasının asıl kaynağı bizim beslenme alışkanlıklarımızdaki maddeye yani şekere dayanıyor.

Parlak bir fikir

Ortaya atılan bütün yeni bilgileri topladım ve bunları formüle ettim. İlave şeker içeren gıdaları yemeden bütün bir yılı geçirmenin ailemiz (ben, kocam ve yaşları 6 ve 11 olan iki çocuk) için ne kadar zor olacağını görmek istedim. Sofra şekeri, akçaağaç şurubu, agave veya meyve suyu gibi ilave tatlandırıcı içeren her şeyi kesecektik. Tatlı orijinal ve doğal kaynağına (örneğin, bir parça meyve) bağlı olmadığı takdirde de yenmeyecekti.

Araştırmalarımıza başladığımızda, tortilla, sosis, tavuk suyu, salata sosu, söğüş et, kraker, mayonez, pastırma, ekmek ve hatta bebek maması gibi çok şaşırtıcı gıdalarda şeker bulduk. Neden bu gıdalara bu kadar şeker ekleniyordu? Bu yiyecekleri daha lezzetli hale getirmek, raf ömrünü uzatmak ve paketlenmiş gıda üretimini daha ucuz hale getirebilmek içindi bütün bunlar.

Bana deli diyebilirsiniz, ama bir yıl boyunca ilave şekerden kaçınarak büyük bir maceraya atıldım. Ne olacağını merak ediyordum. Nasıl olacağını, ne kadar ilginç şeylerle karşılabileceğimi ve ne kadar zor olacağını bilmek istiyordum. Araştırmama devam ettikten sonra, şekeri hayatımızdan çıkararak hepimizi sağlıklı kılacağıma ikna oldum.

Şeker yememenin beni gerçek ve somut bir şekilde daha iyi hissettirebileceğini beklemiyordum.

Şekersiz geçirilen bir yılın sonunda

Bu, güç algılanan bir şeydi ama fark ediliyordu; ilave şeker olmadan yemek yedikçe, daha iyi ve daha enerjik hissettim. Kocamın doğum gününde yaşadıklarım da bunu bana kanıtladı.

Hiç şeker kullanmadan geçirdiğimiz bir yıl boyunca, bir aile olarak kurallarımızdan biri her ay gerçek şeker içeren bir tatlı yiyebilmekti. Doğum gününde tatlıyı kendin seçmek zorundaydın.

Zamanla, Eylül ayına kadar damak tadımızın yavaş yavaş değişmeye başladığını ve aylık tatlı kaçamağımızdan da daha az zevk almaya başladığımızı fark ettim.

Kocamın doğum günü kutlaması için istediği çok katlı muz kremalı pastayı yediğimde bir şeyler olduğunu anladım. Hem yediğim pasta diliminden zevk almadım hem de bir dilimi bile bitiremedim. Yeni damak tadıma bu muz kremalı pasta hastalıklı bir şekilde tatlı geldi ve dişlerimi ağrıttı. Başım ağrımaya ve kalbim küt küt atmaya başladı; kendimi berbat hissettim.

Toparlanmaya başlamadan önce başımı yasladığım kanepede bir saat uzandım. “Tanrım,” diye düşündüm, “şeker beni kötü hissettiriyor, çünkü daha önce fark etmediğim hemen hemen her şeyin içinde şeker varmış.”

Şekersiz bir yıl sonunda bu bir yılın hesabını yaptım, çocuklarımın okula hasta oldukları için gidemedikleri gün sayısıyla şeker kullanmadığımız dönemdeki devamsızlıklarını karşılaştırdım. Fark dramatikti. Büyük kızım, Greta’nın geçen seneki 15 günlük devamsızlığı bu sene iki güne düşmüştü.

Bedenim şekersiz geçirilen bir yıl için bana teşekkür ediyor gibiydi. Artık enerji konusunda hiçbir endişem yok. Grip sezonu geldiğinde büyük bir korkuyla çocuklarımla yatağın altına saklanmıyorum.

Böyle bir şeyin üstesinden geldiğimize göre vücutlarımızın da gelecek herhangi bir tehlike için donatılmış olduğunu düşünüyorum. Artık ailecek daha az hasta oluyoruz ve daha çabuk iyileşiyoruz. Bu bir yılın sonunda artık daha sağlıklı ve daha güçlüyüz.

Eve O. Schaub’un yazısı,
Berfun Çağinli Türkçeleştirmiştir.

ALINTI: ultratedaviler
 
BAĞIRSAK FLORASINA NELER ZARAR VERİR ? KASIM 27, 2014


Bağırsak floramızın sürekli olarak karşı karşıya kaldığı tehliklere bir bakalım.

Antibiyotikler

Hepimiz antibiyotik kullanmışızdır. Modern dünyada en yaygın reçete edilen ilaç antibiyotiktir. Doğduğumuz andan itibaren bu tür ilaçlara sadece reçeteyle değil, yiyecekler yoluyla da sürekli olarak maruz kalırız. Çiftlik hayvanları ve kümes hayvanlarına düzenli olarak antibiyotik verilir. Bu yüzden onlardan aldığımız bütün ürünler (et, süt, yumurta), bize sürekli olarak antibiyotik ve bu hayvanların vücudunda oluşurken aynı zamanda toksin de üreten antibiyotiğe dirençli bakteriler taşır. Çiftlik balıkları ve kabuklu deniz ürünlerinin tanklarına da düzenli olarak antibiyotik atılır. Pek çok meyve, sebze, tahıl, baklagiller ve kabuklu yemişler antibiyotik spreyleriyle hastalıklardan korunur. Karmaşık modern dünyamızda antibiyotiklere maruz kalmadan yaşayamayız. Hayatımızın o kadar “normal” bir parçası haline gelmişlerdir ki, çoğumuz “antibiyotik bana ne yapar?” sorusunu aklına bile getirmez. 1950’lerde yılda yüzlerce ton olan antibiyotik üretimi 1990’larda yılda on binlerce tona çıkınca, bu gruptan ilaçların insan sağlığına etkileri konusunda endişeyle yapılan çalışmalar ve kanıtları da arttı. Bu araştırmaların sonuçları şöyledir:

  • Antibiyotiklerin sadece bağırsakta değil, vücuttaki diğer organlarda ve dokularda yaşayan yararlı bakteriler üzerinde de yok edici etkisi vardır.
  • Antibiyotikler; bakteri, virüs ve mantarları iyi huyludan kötü huyluya dönüştürür ve dokulara saldırıp hastalık oluşturma yeteneği kazandırır.
  • Antibiyotikler, bakterileri antibiyotiklere dayanıklı hale getirir. Bu yüzden ilaç endüstrisi bu yeni ve değişmiş bakterilerle savaşması için sürekli olarak daha güçlü antibiyotikler üretmek zorunda kalır. Bunun örneklerinden biri tüberkülozdur. Antibiyotiklerin yaygın kullanımıyla ortaya çıkan Tuberculosis, bilinen tüm antibiyotiklere dirençli varyasyonlara sahiptir.
  • Antibiyotiklerin bağışıklık sistemi üzerindeki doğrudan hasar verici etkisi bizi enfeksiyonlara açık hale getirir; “daha fazla antibiyotik daha fazla enfeksiyon” döngüsüne yol açar.
Farklı antibiyotik gruplarının bağırsak florası üzerindeki etkilerine bir bakalım:

Penisilinler

Bu grupta isimlerinin sonunda “-silin” uzantısı olan Amoksilin, Amfisilin, Fluklosasilin gibi yaygın olarak kullanılan antibiyotikler bulunur. Bu ilaçlar özellikle iki ana yararlı bakteri grubuna zarar verir: Lactobacilli ve Bifidobacteria. Aynı zamanda patojen bir bakteri ailesi olan Proteus ailesinden Streptococci veStaphylococci’nin üremesini teşvik eder. Bu antibiyotik grubu, normalde kalın bağırsakta bulunan bakterilerin yukarıya, ince bağırsağa doğru çıkmasına ve kişinin İBS (İrritabl Bağırsak Sendromu) ve diğer sindirim hastalıklarına yatkın hale gelmesine neden olur.

Tetrasiklinler (Tetrasiklin, Doksisiklin ve diğer “-siklinler”)

Bu gruptaki ilaçlar yaygın olarak ergenlere, üç ay ile iki yıl arası uzun süreli akne tedavisi için verilir. Tetrasiklinler, mukus zarlarının protein yapısını değiştirerek özellikle bağırsak duvarında toksik bir etki oluşturur. Bunun iki sonucu vardır: Birincisi; bağırsak duvarını anatomik olarak patojen mikropların saldırısına açık hale getirir. İkincisi; bağışıklık sistemini bu değişmiş proteinlere saldırması için harekete geçirerek, vücudun kendi bağırsağına karşı bir otoimmün reaksiyon geliştirmesine sebep olur. Tetrasiklinler aynı zamanda sindirim yolunda hastalığa yol açan Candida mantarının,Staphylococci ve Clostridia bakterilerinin üremesinin tetikler.

Aminoglikozitler (Gentamisin, Kanamisin), Makrolitler (Eritromisin) ve diğer “-misin”ler

Bu ilaçlar, bağırsakta özellikle fizyolojik E.coli ve Enterococci gibi yararlı bakteri kolonileri üzerinde yıkıcı etkiye sahiptir. Uzun süreli bir antibiyotik tedavisi, bu bakterileri sindirim sisteminden tamamen temizleyebilir ve onu E.coli’nin patojen türleriyle diğer mikroplara açık hale getirebilir.

Antifungal (anti-mantar) antibiyotikler (Nistatin, Amfoterisin vb.)

Bu ilaçlar Protheus ailesinin ve ciddi hastalıklara yol açabilen laktoz-negatif E.coli türlerinin üremesini tetikler.

Antibiyotik kombinasyonlarının, tek başına alınan antibiyotiklere göre bağırsak florası üzerindeki olumsuz etkileri daha fazladır. Antibiyotik ağızdan alınıyorsa ve akne, kronik sistit, kronik kulak enfeksiyonu ve diğer kronik enfeksiyonlarda olduğu gibi düşük dozda uzun süreli kullanım gerektiriyorsa daha da zararlıdır. Tıp personeli ve ilaç endüstrisi çalışanları, düşük dozlarda antibiyotiğe maruz kalma riski taşırlar. Aslında bu kişilerde bağırsak disbiyozu (anormal bağırsak florası) çok yaygındır.

Antibiyotik yüksek dozda verildiğinde, bağırsakta hangi bakteri, virüs veya mantarın önce gelirse doldurabileceği boş oyuklar oluşturur. Bu oyukların patojen yerine dost bakterilerle dolması için antibiyotikle birlikte iyi bir probiyotik vermek çok önemlidir.

Antibiyotik kullanım süresi kısa ve doz düşük olduğunda bile bağırsaktaki yararlı bakterilerin iyileşmesi çok uzun sürer. Fizyolojik E.coli 1-2 haftada, Bifidobacteria ve Veillonelli 2-3 haftada, bakteroidler ve Pepstreptococci bir ayda iyileşir. Bağırsak florası bu süre içinde başka hasar verici faktörlerle karşılarşırsa, şiddetli bir bağırsak disbiyozu başlayabilir.

Gördüğüm GAPS {GAPS ingilizce Gut And Psychology Syndrome yani Bağırsak Ve Psikoloji Sendromunun kısaltmasıdır} hastalarının büyük çoğunluğu, hayatları boyunca pek çok kez antibiyotik tedavisi görmüştü. Antibiyotik tedavisi, çocuklarda en çok, tekrarlayan kulak enfeksiyonları ve göğüs enfeksiyonları için yapılıyor. Emziren annede impetigo ve mastit gibi emzirmeye bağlı enfeksiyonlar için verildiğinde antibiyotik süt ile beraber bebeğe geçiyor. Bu çocukların sağlıklı bir bağırsak florası için başından itibaren şanslarının düşük olduğu düşünülürse, antibiyotik tedavisinin zaten hassas olan bağırsaklarındaki etkisi yıkıcı olacaktır.

Diğer İlaçlar

Çoğu ilaç, özellikle de uzun sürelerle veya sürekli olarak kullanılırsa bağırsak florasına zarar verir. Kronik ağrısı olanlara genellikle uzun süreli kullanmaları için ağrı kesici ve analjezikler (aspirin, ibuprofen vb.) verilir. Bu ilaçlar bağırsakta hastalıklara yol açabilecek hemalotik türde bakteriler ve Campylobacter gelişimini tetikler.

Prednizolon, Hidrokortizon, Betametazon, Deksametazon gibi steroid ilaçlar da bağırsak florasına zarar verir. Ayrıca bu ilaçların bağışıklık bastırma özellikleri vücudu tüm enfeksiyonlara açık hale getirir. Örneğin, steroid tedavisinin nerdeyse kaçınılmaz olarak aşırı mantar oluşumuna, özellikle de Candida türlerinin artışına sebep olduğu biliniyor.

Doğum kontrol hapları yıllardır çok sayıda kadın, özellikle de genç kadınlar tarafından kullanılıyor. Bu ilaç grubunun bağırsak florası üzerinde yıkıcı etkisi var. Bir kadın, çocuk sahibi olacağı zamana gelene kadar bu ilaçları kullandığında bağırsak florası anormalleşmiş oluyor. Bebekler steril bir bağırsakla doğarlar ve bağırsak florasının çoğunu annesinden alırlar. Annenin bağırsak florası anormalse çocuğuna da bu şekilde geçer ve çocuk, egzama, astım, diğer alerjiler ve ciddi öğrenme bozukluklarına yatkın hale gelir.

Uyku hapları, mide ekşimesine karşı verilen ilaçlar, sinir yatıştırıcı ilaçlar, sitotoksik ilaçlar gibi diğer ilaç grupları; bağırsak florası, sindirim sistemi ve bağışıklık sisteminde farklı hasarlara yol açar.

İlaç kaynaklı bağırsak disbiyozu, genellikle en ciddi ve tedaviye en dirençli hastalıklardandır. Batı’da son 50 yıl içinde ilaç kullanımı korkunç derecede artmıştır. Reçeteli veya reçetesiz satılan ilaçları almak günlük hayatın nerdeyse normal bir parçası, komşularla üzerinde sohbet edecek bir konu haline gelmiştir. Ama çoğu insan bırakın bağırsak florasını, bu ilaçların vücutlarına neler yaptığından habersizdir.

Bağırsak florasına başka neler etki eder ?

Beslenme

Yediklerimizin, bağırsak florasındaki kompozisyona doğrudan etkisi vardır. İşlenmiş gıdalarla dolu, besin değerinden çok pratikliğin gözetildiği modern beslenme tarzının bağırsak florası üzerindeki etkisi yıkıcıdır.

Çok fazla şekerli yiyecek ve işlenmiş karbonhidrat; farklı mantarların, özellikle Candida türlerinin, Streptococci,Staphylococci, bazı Clostridia türlerinin ve bakteroidlerle bazı fırsatçı bakterilerin sayısını artırır. İşlenmiş ve şekerli karbonhidratlar (beyaz ekmek, kek, bisküvi, hamur işleri, makarna), bağırsağın kurtçuklar ve diğer parazitlerle dolmasına da sebep olur.

Tahıllardan alınan lif oranı yüksek bir beslenme (özellikle kepek ve kahvaltılık gevrekler); bağırsak florası, bağırsak sağlığı ve genel vücut metabolizması üzerinde çok ciddi bir olumsuz etkiye sahiptir. Bu lifler kişiyi, İBS, kolon kanseri, besin eksiklikleri ve daha pek çok probleme yatkın hale getirir. Meyve ve sebze lifleri, sindirim sistemine fazla zarar vermeyen daha kaliteli liflerdir.

Biberonla beslenen bebeklerin bağırsak florası, anne sütü emziren bebeklerinkinden tamamen farklıdır. Bebeğin, dengeli, sağlıklı bir bağırsak florasına sahip olması için anne sütü şarttır. Bebekler steril bir bağırsakla doğarlar. Gelecekteki sağlığın temellerini atacak olan sağlıklı bakteri karışımıyla sindirim sisteminin bütün yüzeyini kaplamak için, hayatımız boyunca elimize geçen tek şans anne sütüdür. Biberonla beslenen bebeklerin bağırsaklarında, onları daha sonra pek çok sağlık sorununa yatkın hale getiren farklı bakteri kombinasyonları oluşur. Özellikle 1960’larda ve 1970’lerde doğan nesil, o sıralar emzirmek gözden düştüğü için anne sütünden faydalanamadı. Bu moda yüzünden daha sonra ortaya çıkan bütün o sağlık sorunları, tıp mesleğine ve hepimize emzirmenin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Neyse ki artık çoğu anne, yeni doğan bebeğini emzirebilmek için elinden geleni yapıyor.

Uzun süre oruç tutmak, aç kalmak ve aşırı yemek, bağırsak florasının kompozisyonunu ciddi şekilde değiştirebilir ve bir dizi sağlık problemine yol açabilir. Bu yüzden, böyle durumlarda besin desteği olarak probiyotik formunda yararlı bakteriler almak iyi bir fikir olacaktır.

Bağırsak disbiyozu genellikle kötü beslenme sonucu oluştuysa çok şiddetli olmaz ve daha iyi beslenme alışkanlıklarıyla düzeltilebilir. Ne yazık ki moden dünyamızda bağırsak floramıza zarar veren diğer faktörlere, örneğin antibiyotiklere maruz kalmamak çok zor.

Hastalıklar

Tifo, kolera, dizanteri, salmonella gibi bulaşıcı hastalıklar ve bazı virüs enfeksiyonları bağırsak florasına uzun süreli zarar verebilir. Sindirim yolunu tekrar yararlı bakterilerle doldurmak, bu tür ciddi enfeksiyonlara yakalanmış hastaların tedavisinde çok önemlidir. Diyabet, otoimmün bozukluk, endokrin hastalıkları, obezite ve nörolojik hastalıklara, genellikle bağırsak florasında ciddi hasar eşlik eder. Bu hasar; ameliyat, kemoterapi, hormon tedavisi ve radyoterapinin yaygın bir sonucudur.

Stres

Kısa süreli stres bağırsak florasında yıkıcı etki oluşturur ama stresli durum geçtiğinde genellikle iyileşir. Ancak uzun süreli fiziksel veya psikolojik stres kalıcı hasara yol açabilir.

Diğer faktörler

Fiziksel yorgunluk, ileri yaş, alkol, kirlilik, toksik maddelere maruz kalmak, mevsimsel faktörler, iyonlaştırıcı radyasyona maruz kalmak ve sert iklimler, dost bakterilerimiz üzerinde büyük etkiye sahiptir.

Her birimizin bağrsağı kendine has bir mikrop karışımıyla doludur. İlaçlar ve saydığımız diğer faktörlerin etkisiyle bu bağırsak florası, her birimizde kendine has bir şekilde değişir, hepimiz farklı sağlık sorunlarına yatkın hale geliriz. Bu süreç önceden kestirilemez.Bilim, bağırsak anormalliklerini tedavi etmek bir yana, henüz bağırsaktaki mikropların hepsini test edecek güvenilir bir yöntem geliştiremedi. Her yeni doğan bebek bağırsak florasını annesinden aldıkça, floradaki hasar da nesilden nesile aktarılıyor ve giderek şiddetleniyor. Bunu, anormal bağırsak florası sorunlarının nesiller içinde daha da ciddi hale gelmesinden anlıyoruz.

Kaynak: GAPS Bağırsak ve Psikoloji Sendromu, Uzm. Dr. Natasha Campbell-McBride MD, Sayfa 33-39, Adalin Yayınları, 2014.

ULTRATEDAVİLER
 
Hangi gıda hangisi ile birlikte yenmeli?

Eki Görüntüle 926669
Keske daha once verseydın lınkı cok faydalı olacagına emınım.artık yarın bol bol bunu okurum.yalnız ben senın ne ıs yaptıgını daha cok merak ettım sımdı.yazdıkların topıkte falan tecrubeden cok teorık ve teknık gıbı.bu konuları kapsayan bır sey mı dıye dusundum bır an?
 
ENDİŞE BİTTİĞİNDE SAĞLIK BİR ANDA DÜZELİR



Eğer sürekli hastalık yada nefret, kızgınlık ve olumsuzluk düşünceleri taşırsanız, bedeniniz bu düşünceleri fiziksel boyuta dönüştürecektir. Endişe, nefretten sonra insanın kendisine ölümcül zarar verdiği en kötü zihin aktivitesidir…
Endişe, nefret, korku, anksiyete, acı çekme, sabırsızlık, hırs, tamah, anlayışsızlık, yargılama ve suçlama gibi ürünleriyle birlikte bedene, hücresel boyutta saldırır. Bu koşullarda sağlıklı bedene sahip olmak imkansızdır.
Endişenin hiçbir anlamı, amacı yoktur. Ziyan edilmiş mental enerjidir. Endişe aynı zamanda bedene müthiş zarar veren biyokimyasal reaksiyon yaratır. Hazımsızlıktan, kalp krizine kadar her türlü hastalığa neden olur.

ENDİŞE BİTTİĞİNDE SAĞLIK BİR ANDA DÜZELİR…

Neale Donald Walsch
 

Kemik Kütle Kaybını Engelleyen Kuru Erik


Kuru erik, kalsiyum içermese de sayısız araştırma göstermektedir ki, günde üç ile beş adet arası kuru erik tüketmek, kemik hastalıklarına yakalanma riskinizi düşürebilmektedir.

İnsanlar her zaman, kemik sağlığınızı korumak istiyorsanız, bol miktarda kalsiyumalmanız gerektiğini söylerler. Kalsiyum almanın en iyi yolunun ise; süt içmek ve diğer süt ürünlerini tüketmek olduğunu belirtirler. Peki bu varsayım doğru mudur?

Takip eden makalede, kalsiyuma bir başka açıdan yaklaşacağız ve size bu bağlamda oldukça faydalı bir başka besini önereceğiz: kuru erik.

Kalsiyum ile İlgili Gerçek

Osteoporoz gibi kemik problemlerinden söz ettiğimiz zaman, kalsiyumun kemiklerimiz için ne kadar da faydalı olduğu yönündeki bilgilere boğuluruz adeta. Ve elbette, bu mineral sağlığımız için hayati öneme sahip olabilir, ancak unutmamalıyız ki kalsiyum ile eşdeğer öneme sahip başka minerallere de ihtiyaç duyarız; çünkü bu mineraller, vücudumuzun kalsiyumu emebilmesi için gereklidirler. Bu sebeple, yapmanız gereken kalsiyum içeren gıdalara saldırmak değil, dengeli bir beslenme diyeti izliyor olmak olmalıdır. Bu bağlamda, kalsiyumun yanısıra diğer mineralleri içeren besinleri de tüketmelisiniz. Kuru erik bu besinlere bir örnektir.


PEYNİRLER

Asitleştirme

Sizin de muhtemelen duyduğunuz üzere, vücudunuz asidik veya alkali pHa sahip olabilir. Birçoğumuz, bu anlamda, kötü beslenme alışkanlıkları (şeker, kızarmış yiyecekler ve işlenmiş şeker tüketimi gibi), diğer zararlı alışkanlıklar (sigara ve alkol tüketimi gibi), negatif duygular, stres ve kirlilik sebebiyle asidik tarafa yatkınızdır.

Bu aşırı asidite, kemiklerinizden kalsiyumun çalınmasına ve idrar aracılığı ile atılarak pH dengenizin temin edilmesine sebep olur.

Bu nokta, kuru eriğin neden muhteşem bir besin olduğunun ilk örneğidir. Kuru erik, pH dengenizi alkalize etmek açısından harikadır.

İçerdiği Diğer Besleyiciler

Kuru erik ayrıca, potasyum, magnezyum, bor, bakır ve demir açısından olduğu gibi, A ve K gibi vitaminler açısından da zengindir. Konu kemik kütle kaybından kaçınmaksa, kuru erik bu konuda harikadır. Enteresandır ki, içeriğinde hiç kalsiyum bulunmamasına rağmen, birçok araştırma günlük bazda kuru erik tüketmenin kemik hastalıklarına yakalanma riskini azaltabildiğini göstermektedir.

Kuru erik (ve hatta taze erik) oldukça besleyicidir ve kabızlığı engellemede oldukça etkilidir. Bu özelliğinden faydalanmak için her sabah birkaç tane tüketmeniz gerekir.

Nasıl Tüketmelisiniz?

Kuru eriği tüketmenin en sağlıklı yolu, gece boyunca suda bekletmek ve ertesi sabah aç karnına erikleri yemek ve ayrıca suyu da içmektir.

İdeal miktar, günlük üç ile beş adet arası erik tüketmektir.

Eğer kuru erik yeme fikri size iştah açıcı bir fikir gibi görünmüyorsa, başka kuru meyve veya sebzelerle karıştırarak tüketmeyi deneyebilirsiniz. Hatta dilerseniz, pişireceğiniz ekmek veya keklere de ekleyebilirsiniz. Tatlı aroması sayesinde, tariflerinizden bir miktar şekeri de azaltabilirsiniz böylelikle.



Beslenme Diyetinizi Tamamlayın

Kemik sağlığınız açısından oldukça faydalı ve yüksek oranda vitamin ile mineral içeriğine sahip olan diğer harika yiyecekleri de günlük beslenme diyetinizde bulundurmalısınız. Üstelik bu yiyeceklerin emilimi, süt ürünleri ve bazı kalsiyum ilave edilmiş yiyeceklere nazaran çok daha kolaydır:

· Susam: Bu besinde, sütten daha fazla kalsiyum bulunmaktadır ve emilimi de daha kolaydır. Çiğ susam yemeyi deneyebilirsiniz veya dilerseniz tuz ile kavrulmuş ve öğütülmüş susam olarak da tüketebilirsiniz veya susam yağı ya da tahin tüketmeyi deneyebilirsiniz. Tahini ayrıca su, limon, tarçın ve bal ile karıştırarak, lezzetli ve susamlı bir içecek elde edebilirsiniz.

· Maca Kökü: Bu bitki, yüksek miktarda demir ve kalsiyum içermektedir ve hormonlarınızı dengelemek açısından harikadır. Kontrolsüz hipertansiyon veya hassas bağışıklık sistemi problemleri yaşayan kişiler, bu bitkiyi tüketmeden önce, hakkında yeterince bilgi edinmelidirler.

· Pişmiş Havuç: Havuç pişirildiğinde, çiğ haline nazaran daha fazla kalsiyum içermektedir.

· At Kuyruğu Otu: Selenyum açısından zengindir. Günde iki veya üç fincan tüketebilirsiniz.

· Tuzlu Su: Ek besin olarak ilgili dükkanlarda satılmaktadır ve oldukça fazla faydası mevcuttur. Her yemekten önce bir yemek kaşığı tüketmenizi tavsiye ederiz.

Kemiklerinize İyi Gelecek Bir Smoothie Tarifi

Kemiklerinizi kuvvetlendirmek için, bu tarifi bir deneyin deriz:

1. 1. Bir yemek kaşığı susam ile bir bardak suyu karıştırıcıya ekleyin ve en az bir dakika boyunca karıştırın.

2. 2. Hazırladığınız susam sütünü süzün ve liflerini bir kenara ayırın (başka bir tarif için kullanabilirsiniz).

3. 3. Sonra sütü karıştırıcıya geri ilave edin ve içerisine, daha önceden ıslatmış olduğunuz üç adet kuru eriği ilave edin.

4. 4. Az miktarda tarçın ekleyin.

Smoothie hazır bile! Kahvaltı veya atıştırma öğünleri için ideal bir içecektir. Ayrıca, sizi ve ailenizi sağlıklı tutacaktır.

ALINTI: sagligabiradim.com
 

AÇLIĞIN BEYİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


AÇLIĞIN BEYİN ÜZERİNDEKİ ETKİLER

TDDP yorumu:
Açlığın beyin üzerindeki olumlu etkileri ve ilaç sanayisinin bu olumlu etkileri niçin görmezden geldiği ile ilgili olarak Doç. Dr. Mark Mattson’un yaptığı bir TEDx konuşması üzerine collective evolution web sitesinde yayınlanan bir makalenin özet çevirisini aşağıda bulabilirsiniz: Doç. Dr. Mark Mattson, John Hopkins Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak ve Yaşlanma Ulusal Ensititüsü’nde Sinirbilim Laboratuarının şefi olarak görev yapmaktadır. Kendisi Alzheimer ve Parkinson gibi nörodejeneratif hastalıkların kaynak nedeni olan hücresel ve moleküler mekanizmalar konusunu araştıran en önde gelen araştırmacılardan birisidir.


Dr. Mark Mattson’a göre üç öğün yemek ve arada atıştırmalarla geçen “alışıla geldik beslenme şekli” hem gıda sektörünün hem de ilaç sektörünün pohpohladığı ve onların cebini dolduran bir yaklaşım. E o zaman ne yapmalı? O kadar yemeyelim de aç mı kalalım yani?

Aç kalırsak ölür müyüz?

Çevirenin Notu: Muhtemelen aç kalmak yine evrimsel olarak düşünüldüğünde su içmek ve yemek yemek kadar doğal bir süreç. Sadece 10.000 yıldır yerleşik hayatta, bir tarım toplumu olarak yaşıyoruz ve şu an dünyada halihazırda günü hiç doymadan geçiren insan sayısı birkaç “milyar”dan fazla. Yani sürekli elimizin altında bizi doyuracak yiyeceklerin olması yeni bir durum ve bazı insanlar için hala bir hayal.

Son yıllarda yapılan açlık, oruç, fasılalı orucun etkilerini inceleyen bilimadamları vücudun ve beynin aç kalma durumuna mükemmel adapte olduğunu gösteriyor.

Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan ve geçen haziran ayında yayımlanan araştırma sonuçlarına göre oruç tutmak vücudun hücrelere “yenilenme” mesajı vermesini sağlıyor. Öncelikle vücut enerji tasarrufu yapma yönünde bazı hamleler yapıyor. Vücudumuz besin çokluğunda büyüme, besin azlığında veya yokluğunda ise büyümeyi durdurarak onarım moduna geçiyor. Mesela açlıkta, vücut halihazırda bulunan zarar görmüş ve yaşlanmış bağışıklık sistemine ait hücreleri parçalıyor. Böylece buradan enerji elde ediliyor. Diğer bir yandan hücrelerimizde zarar görmüş DNA’lar onarılmaya başlıyor. Bu da dolaylı olarak DNA’sı bozuk hücrelerin kontrolsüz bölünmesi sonucu oluşan kanseri önlüyor. Beyinde ise, açlık yeni beyin hücrelerinin üremesine, protein sentezini arttırarak varolan beyin hücrelerinin büyümesine ve hücrelerin birbiri ile bağlantısının güçlenmesine sebep oluyor. Bunlar aslında hafızanın güçlenmesi ve yaşlılıkta ortaya çıkan beyin hastalıklarının ortaya çıkmasını engellemesi açısından önemli.

Peki açlık sonrası vücuda tekrar besin girince ne oluyor? Açlık ile aktifleşen kök hücrelerinden yeni bağışıklık hücreleri üretiliyor ve böylece eski ve yıpranmış hücelerin yerini yeni hücreler alıyor ve bağışıklık sistemimiz güçleniyor.

Aç kalmak kolay mı?

5:2 diyeti

Açlık için önerilen bir yöntem haftada iki günü az yemek yiyerek geçirmek. 7 günlük bir program düşünüldüğünde ilk 2 gün normal öğünlerimizi yiyoruz, sonra 3. gün sadece 500-600 kalori civarı tüketiyoruz. 4. gün normal, 5. gün yine 500-600 kalori ve 6. ve 7. günler yine normal yiyoruz. 500-600 kalori tüketilen günler yağ ve proteini yüksek (mesela yumurta), karbonhidratı az besinler yemek önemli. Daha öncede söylediğimiz gibi karbonhidratlar çabuk enerji sağlasa da çabuk tüketilir ve açlık hissiyatı hemen baş gösterir.

Fasılalı Oruç

İkinci bir yöntem ise sadece sabah 11 ile akşam 7 arası yemek yemektir. Bu yöntemin diğer bir adı da fasılalı oruçtur. Otuz yaşını geçmiş, sportif bir yaşantısı olmayan kişiler için aslında 2 öğün yeterlidir. 11’den sonra geç bir kahvaltı yada direk öğlen yemeği, ardından da erken bir akşam yemeği şeklinde 2 öğün yemek yenebilir. Akşam 7’den sabah 11’e kadar yaklaşık 16 saat vücuda besin girmemesinden dolayı oluşan açlık sayesinde vücuda “yenilenme” mesajı verilebilecektir.

Oruç tuttuk tamam, ama ne yediğim ne kadar önemli?

TDDP Yorumu: Burada İngilizce’deki ”fasting” kelimesinin karşılığı olarak kullanılan ”oruç” kelimesi dinsel anlamda değil açlık anlamında kullanılmaktadır, bu nedenle bunu ramazan ayında tutulan oruç ile karıştırmayın, ramazan orucundan farklı olarak burada vücut susuz değil sadece aç bırakılmakta ve açlık dönemini takip eden yemek yeme döneminde iftar ve sahurda yenildiği kadar çok yemek yenilmemektedir, ayrıca fasılalı açlığa ek olarak enflamasyon yaratan gıdalardan uzak durulan taş devri diyeti tarzı beslenmek elde edeceğiniz sağlık faydalarını arttıracaktır. Bu konuyu daha iyi anlamak için daha önce yayınlanmış olan aşağıdaki makalelerimize de göz atın.

Ketojenik diyet ile ilgili daha fazla bilgi edinmek için buraya tıklayınız.

Taş Devri diyetiyle ilgili daha fazla bilgi edinmek için buraya tıklayınız.



Ne yediğimizi seçer ve az yersek az tüketiriz. Hmmm bu bazıları için hiç iyi olmayabilir.

Az yiyip, yediklerimizde seçici olursak, bağışıklığımız güçlenir ve daha az hastalanırız. Hmmm… bu da bazıları için hiç iyi olmadı.

Çevirenin Notu: Orjinal yazıda aşırı, yapay ve kalitesiz karbonhidrat tüketiminin gıda ve ilaç sektörü için aynı anda nasıl bir kazanç kapısı olduğuna , yapay ve niteliksiz gıdaların sağlımızı bozarak bizi hasta etmesine ve ilaçlara bağımlı hale gelmemize yol açmasına değinilen paragraflar çevrilmemiştir.

Yaşamak için yemek yemek tabii ki şart. Kanser, Alzheimer, Parkinson, kalp rahatsızlıkları, sindirim bozuklukları, fazla kilolar gün gelip kapımızı çalmadan yemek yeme alışkanlıklarımızı en baştan tekrar sorgulamamız gerekiyor. Yemek yerken ağzımıza koyduğumuz her lokmanın bize mi yoksa başka kar odaklarına mı faydalı olduğunu düşünmek ve ona göre hareket etmek için hala vaktimiz var.

Afiyet olsun

TDDP Yorumu: TDDP facebook grubunda orijinal yazının paylaşılmasının ardından bu yazıyı kendi deneyimleriyle birleştirerek ve özetleyerek çeviren TDDP takipçisi Dinçer Özoran’a teşekkür ederiz.

Orijinal kaynak: http://www.collective-evolution.com...s-to-your-brain-why-big-pharma-wont-study-it/

Alıntı: Bu makale: http://www.tddp.org/acligin-beyin-uzerindeki-etkileri/
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…