• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Sağlıklı beslenme için tüm gıda, meyve ve sebzeler.

Kaya tuzu; tuzun işlenmemiş ham halidir. Mineral bakımından daha zengin, kimyasallardan tamamen arınmış hallerinden dolayı sofra tuzuna göre çok daha sağlıklı bir gıdadır.


Oksijen akışı tuz lambası veya mumlarda yakarak arttırılabilir. Çankırı Kaya tuzu lambaları negatif serbest iyonları salarak oksijen akışını arttırır.

FAYDALARI

• Bağışıklık sistemini güçlendirecek olan 84 farklı minerali barındırmaktadır.
• Demir, kalsiyum, magnezyum ve bakır organlarımız için faydalıdır ve gereklidir.
• Bağırsakların işlevini geliştirir ve asit oranını düşürür.
• Birçok solunum rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılmaktadır
• Alerji, astım ve soğuk algınlığı tedavisinde de kaya tuzu faydalıdır.
Çankırı dan getirttim onlardan, kullanıyorum.
 
Son düzenleyen: Moderatör:
Böbrek Taşı Neden Olur?

Böbrek taşı sorunu olmayanlar bile bu durumun ne kadar sancılı olabileceğini ve taş düşürenlerin pek çok sıkıntı çektiğini duymuştur. Konuya yabancı olanlar için ‘taş’ deyince kulağa sanki vücutta yabancı bir cisim oluşuyormuş gibi gelebilir. Oysa bu taşlar aslında vücutta normal olarak bulunan kimi kimyasal maddelerin katılaşmasıyla oluşur. Böbrekler vücutta filtre görevi görür ve idrar yoluyla çeşitli atıkların dışarı gönderilmesini sağlar. Kimi zaman bu atıkların böbrekte birikmesi söz konusu olur. Böbrek taşları, idrarda bulunan kalsiyum, fosfat gibi bazı minerallerin kristalleşmesiyle oluşan, katı parçalardır.

Az su içmek, obezite, çok tuzlu ya da şekerli yemek gibi başlıca nedenlerin yanı sıra bu taşların oluşumu genetik de olabilir. Böbrek taşı (veya taşları), böbrekte kalabileceği gibi, idrar yolundan aşağı doğru da gidebilir. Bu taşların büyüklükleri değişiklik gösterir.

Böbrek taşları durdukları yerde ağrıya yol açmaz ancak idrar yolunda hareket etmeye başladıklarında zor bir süreç başlar. Küçük bir taşın idrar yolunda ilerlemesi sorun yaratmaz ancak daha büyük taşlar idrar yolunda sıkışır. Bu oldukça acı veren, kanamaya yol açabilecek ve tehlikeli olabilecek bir durumdur. Böbrek taşı oluşumunun tek bir nedeni olmadığı gibi kesin bir nedeni de yoktur ama çeşitli risk faktörleri sıralanabilir. Farklı türde böbrek taşları vardır ve taşın türüne göre, oluşum nedeni de değişebilir.

Kalsiyum Alımı
Böbrek taşlarının büyük bir bölümü, böbreklerde kalsiyum kümelenmesinden dolayı meydana gelen, kalsiyum taşlarıdır. Bu kümeler parçalara ayrılarak böbrek taşları halini alırlar ve idrar yolunda ilerlerler. İdrar yollarında ve böbreklerde biriken kalsiyum, böbrek taşlarının en büyük nedenlerinden biri olarak bilinir.

Ancak kalsiyum bakımından zengin bir beslenme nedeniyle mutlaka böbrek taşı oluşacağı söylenemez. Kalsiyum taşlarında daha çok genetik faktörlerin rol aldığı düşünülmektedir. Yine de ailesinde böbrek taşı şikayeti olan kişiler, doktora danışarak kalsiyum ve D vitamini takviyelerini sınırlayabilirler. D vitaminin sınırlanmasının nedeni ise bu vitaminin vücudun kalsiyumu emmesine yardımcı olmasıdır. Vücut daha çok kalsiyum emdikçe, bu mineralin birikme oranı da artar.

Öte yandan kalsiyumun kemikler, kalp ve sinir sistemi üzerinde önemli etkisi vardır. Bu nedenle kendi kendinizi kalsiyumdan mahrum etmemeli ve mutlaka bir uzmana danışmalısınız.

Oksalat Bakımından Zengin Besinler
Böbreklerdeki ve idrar yolundaki kalsiyum böbrek taşlarını oluştururken oksalat bileşeniyle işbirliği yapar. Çikolata, çeşitli çaylar, ıspanak, pazı ve pancar, oksalat bakımından zengin yiyeceklerdir. Böbrek taşı riski taşıyanlar bu yiyeceklerden uzak durmayı düşünebilir. Böbrek taşı şikayetiyle doktora başvurduğunuzda, taşın neden kaynaklandığını öğrendiğinizde, zaten doktorunuz da tükettiğiniz yiyeceklerle ilgili bir değişikliğe ihtiyaç olup olmadığını size belirtecektir.

Asidik İdrar
Bir kişinin idrarı asidik olduğunda, kalsiyumun idrar yolunda taş oluşturmasını hızlandırabilir. Diyabet hastaları ve obez kişiler, insülin direncinin bir sonucu olarak asidik idrara sahiptirler ve bu kişilerde böbrek taşları daha çok görülür. Fazla et ve protein tüketimi de idrardaki asit oranını ve dolayısıyla böbrek taşı oluşması riskini arttırır. Görüldüğü gibi dengeli beslenmek sadece kilo sorunu olanlar için değil, sağlıklı olmak isteyen herkes için dikkat edilmesi gereken bir husustur. Herhangi bir besin kaynağında aşırıya kaçmak, sebze ve meyveleri unutmak, pek çok sağlık sorununda önemli bir faktördür.

Genetik Faktörler
Böbrek taşı oluşumunda birkaç çevresel faktörün rolü olmasına karşın birçok böbrek taşı vak’asında altta yatan genetik bir nedenin de olduğu düşünülmektedir. Ailesinde böbrek taşı şikayeti olan kişilerde de böbrek taşı görülmesi olağan dışı değildir. Özellikle bazı tür böbrek taşlarında bu olasılık daha da artış gösterir. Bol su içip dengeli beslenerek böbrek taşı riskinizi azaltabilirsiniz.

Enfeksiyon ve Hastalıklar
Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları böbrek taşları açısından risk doğurur. Bu enfeksiyonlara yol açan bakteriler idrardaki amonyak oranının artmasına yol açar. Yüksek amonyak seviyeleri ise özel bir tür böbrek taşına yol açabilir.

Bunun dışında sistinüri gibi böbrek hastalıkları, tiroid hastalıkları benzeri metabolizma hastalıkları veya kronik pankreas hastalığı böbrek taşı oluşumuna zemin hazırlayabilir.

Bir tür romatizmal hastalık olan gut, vücutta ürik asit oranını arttırır ve ürik asit taşlarının sıklıkla oluşmasına neden olur. Ürik asit taşları, kadınlara oranla erkeklerde daha çok görülür.

Kronik bağırsak iltihabı da, sık sık böbrek taşı oluşmasına neden olan hastalıklardan biridir.

Beslenme ve Sıvı Tüketimi
Gün içerisinde yeterince sıvı almamak, böbrek taşı oluşumunda en büyük risk faktörlerinden biridir. Az sıvı almak az idrara çıkmak anlamına gelir. Günde bir litrenin altında idrar atılması, böbrek taşlarının oluşumuna zemin hazırlar. Sıvı almak deyince, gün içinde bol çay ve kahve içmekle böbrek taşından korunduğunuzu düşünmeyin. Hem böbrekler açısından hem de genel vücut sağlığı açısından ‘su’ içmeniz önemlidir. Genel olarak günde 2 litre su içilmesi tavsiye edilir.

Beslenme konusunda ise böbrek taşı riski veya türüne göre, doktorunuz beslenmenizden kalsiyumu, proteini ya da oksalatı azaltmanızı isteyebilir. Bu tip düzenlemeleri kendi kendinize yapmamanız ve doktor tavsiyesi doğrultusunda beslenmenizi düzenlemeniz önemlidir. Böbrek taşından korunayım derken sağlığınızı başka şekillerde riske atmak istemezsiniz.

Bunların dışında aşırı şeker ve tuz tüketmemek, dengeli beslenmek, hazır gıdalardan uzak durmak, aşırı kilo almamak böbrekler de dahil genel olarak sağlınız açısından yararlıdır.

Yaş ve Cinsiyet
Yaş, cinsiyet ya da ırk böbrek taşının ilk nedenleri arasında değildir ancak 50 yaş üstündeki erkeklerde böbrek taşına daha çok rastlandığı kabul edilir.

Böbrek enfeksiyonundan kaynaklanan bazı böbrek taşı türlerine ise kadınlarda daha çok rastlanır çünkü idrar yolu enfeksiyonu kadınlarda daha çok görülür.

Böbrek Taşları Nasıl Önlenir?
Böbrek taşlarını önlemek demek böbrek taşlarının oluşumuna yol açan şartları önlemek demektir. Çeşitli önlemler arasında en başlıca olanları burada sıralayalım:

Bol bol su için: Bol su içmek idrarda taş oluşumuna neden olan maddelerin seyrelmesini sağlar. Günde en az 2 litre idrar atacak kadar su içilmelidir. Suyun yanı sıra limonata, portakal suyu ya da greyfurt suyu gibi sitrat bakımından zengin içecekler de taş oluşumunu önlemeye yardımcıdır.

İhtiyacınız olan kalsiyumu alın: Beslenmenizde kalsiyuma yeterince yer vermemek oksalat seviyesinin yükselmesine ve böbreklerde taş oluşumuna neden olabilir. Ancak kalsiyumu gıda yoluyla almaya özen gösterin zira kalsiyum destek ürünlerinin de böbrek taşlarına yol açabileceği düşünülmektedir.

Sodyumu azaltın: İdrardaki kalsiyum miktarını arttıracağından sodyum bakımından zengin bir beslenme böbrek taşlarına neden olabilir. Tuz, deniz ürünleri, ceviz benzeri gıdalarda sodyum bulunur. Günlük alınması gereken sodyum miktarı 2300 miligram olarak tavsiye edilir. Bu da bir çay kaşığı tuz demektir.

Hayvansal protein alımını sınırlayın: Kırmızı et, yumurta, deniz ürünü gibi hayvansal protein içeren gıdaları çok fazla tüketmek idrardaki ürik asit miktarını arttırıp sitrat seviyesini düşürerek, böbrek taşlarına zemin hazırlayabilir.

Taş yapan yiyeceklerden uzak durun: Pancar, çikolata, ıspanak ve pek çok kuru yemiş oksalat bakımından zengindir. Kolalı içeceklerse fosfat içerir ki her iki madde de böbrek taşı oluşumunda etkilidir.

Kaynaklar
Alıntı: nedenolur.net/bobrek-tasi-neden-olur

*Sitrat maddesi: vücut üretir, taş oluşumunu engeller böbreklerde(KRİSTALLERİ AYRIŞTIRIP BİRLEŞMELERİNİ ENGELLEYEREK TAŞ OLUŞUMUNU ÖNLER). Sidrat; LİMON da var. (Fazla c vitamini kalsiyumoksalata dönüşür karaciğerde, böbreklerde taş yapar. Portakal ve greyfurt suyunu fazla içmeyin bu sebeple). Günde 2,5 Lt su içilmeli. Taş varsa oluşum nedeni bulunmalı ona göre tedavi yapılmalı ve koruyucu tedbirler alınmalıdır. Maden suyu böbrek taşına sebep olmaz! Limonla için. Diğer gazlı içecekler taşa sebep olur. Oksalat kaynaklı böbrek taşınız varsa fındık,fıstık, badem gibi kuru yemişleri tüketmeyin.

DOÇ. DR. FARUK YENCİLEK

*Kalsiyum böbrek taşına sebep olur ama yoğurt limon iyi gelir hem de zayıflatır.
DR. HALİT YEREBAKAN
 
Son düzenleme:
Sitrat içeren Besinler - Limon

Limon suyu ve limonata böbrek taşı oluşumunu önlüyor.Böbrek taşı oluşumunu kolaylaştıran besinlerin yanı sıra limon suyu gibi koruyucu olanlar da var. Limon her zaman yardımınıza koşmaya hazır vaziyette.Beslenme ve genetik iki önemli faktör.Türkiye’de bir kişinin böbrek taşı sorunuyla karşılaşma ihtimali yüzde 5 – 10 arasında değişiyor. Beslenme, genetik gibi faktörler böbrek taşı oluşumunda rol oynuyor. Böbrek taşının oluşmasını kolaylaştıran besinler olduğu gibi koruyucu besinlerin de bulunduğunu söyleyen İstanbul Cerrahi Hastanesi üroloji uzmanı Prof. Dr. Sinan Zeren, limon suyu ve limonatanın bunlardan biri olduğunu belirtiyor. Prof. Dr. Sinan Zeren, sorularımızı yanıtladı.

Böbrek taşları kimlerde daha sık görülür?

Az su içen kişilerde taş oluşumu çok kolaylaşır. Çünkü idrar çok yoğun konsantre haline gelir. En büyük risklerden biri budur. Bu nedenle biz hastalara hep bol su içmeleri gerektiğini söyleriz. Çünkü bol içimi, idrar kristal halindeyken o kristallerin yıkanıp atılmasını sağlar.

Böbrek sağlığı için günde ne kadar su içilmeli?

Böbrek taşına karşı koruyucu olması için günde ortalama iki litre idrar çıkarmak gerekir. 12 dolu bardak su içmek gerekir denir. Ama bu miktarın yaz ve kış arasındaki etkisi aynı olmaz.
Tabii hareketli olmak da çok önemli. Ayrıca tuzlu yememek lazım. Tuzlu yemek idrarda kalsiyum atılımını çok artıran birşey. Eskiden süt, peynir, yoğurt hastalara çok verilmezdi, hastalara ”süt taş yapıyor uzak dur” denirdi. Ama bunun da bir anlamı yok. Aksine kalsiyum içeren yiyecekler taş için kısmen koruyucu olarak kabul ediliyor.

Hastalar diyetlerinde nelere dikkat etmeli?

Hayvansal proteinlerden mümkün olduğunca kaçınmalılar. Et, tavuk ve balık idrarı daha asit hale getirdiklerinden taş oluşumu için risklidir. Bol bol limon suyu ve limonata içmelerinde fayda var. İdrarın içindeki bazı maddeler taş oluşumu için koruyucudur. Bunlardan en önemlisi ”sitrat”tır. İdrardaki sitrat düzeyi düşük olanlarda taş oluşumu daha kolay oluyor.

Limon suyunun içinde sitrik asit yani bol miktarda sitrat olduğundan limon suyu içmenin böyle bir koruyucu etkisi var. Ancak greyfurt suyu sabıkalıdır ve limon suyunun aksine taş yapıcı etkisi olduğu söylenir. Yine gazlı içecekleri önermiyoruz.

Taş oluşumunu kolaylaştıran oksalattan zengin besinler nelerdir?
Koyu yeşil yapraklı sebzeler (ıspanak vs), bamya, çilek, domates, çikolata, kuruyemişler ve çay oksalattan çok zengindir.

Böbrek taşı ameliyatlarında neler değişti?

Günümüzde idrar yolunun her noktasındaki taşı tespit etmek ve onu çok modern yöntemlerle vücuttan uzaklaştırmak mümkün. Işıklı optik cihazlarla kamera yardımıyla böbreğin her yerinde dolaşabiliyorsunuz, mesaneye girebiliyorsunuz. Örneğin mesanede taş varsa bu en kolay taş ameliyatlarından biridir. İdrar yollarından girip endoskopik olarak taşı mesanede görüp, parçalara ayırıp çıkarabiliyoruz. Hatta hastayı aynı gün taburcu edebiliyoruz.

Bir başka yöntem de karından 1,5 santimetre bir kesi yapıp oradan böbreğin içine 1 santimetre çapında bir boru kullanıyoruz. Karından girip böbreğin içine yerleştirerek bu borunun içinden optik aletlerle içerdeki taşı parça parça kırarak çıkarıyoruz.

Diğer bir yöntem de vücut dışından ”şok dalga” yöntemiyle yani ses dalgarıyla taş kırmadır. Vücut dışından ses dalgası hastanın vücut içindeki taşın üzerine odaklanarak gönderilir. Hastanın vücudunun içinde taşlar kırılır. Hasta bol su içip, gezip dolaşıp o taşları kendisi dökmeye çalışır.

Prof. Dr. Sinan Zeren ile röportaj
 
D VİTAMİNİ GRİBE KARŞI AŞI VE İLAÇLARDAN DAHA ETKİLİ

3 aylık D vitamini desteğinin gribe karşı aşı ve ilaçlardan daha etkili olduğu belirlendi.

Randomize, çift kör, plasebo kontrollü araştırma 2008 Aralık-2009 Mart tarihleri arasında Tokyo Jikei Üniversitesi uzmanları tarafından 354 ilkokul çocuğu üzerinde gerçekleştirildi.

Çocukların bir grubuna üç ay süreyle günde 1200 IU D3 vitamini bir grubuna ise plasebo verildi.

3 ay içinde D vitamini verilen 167 çocuğun 18’ inde (yüzde 10.8) buna karşılık plasebo verilen 167 çocuğun 31’ inde (yüzde 18.6) grip teşhis edildi.

Bu sonuç, D vitaminin A tipi grip riskini yüzde 58 azalttığı anlamına geliyor; araştırmaya göre D vitaminin B tipi grip virüslerine karşı koruyucu etkisi yok.

Araştırmanın bir önemli sonucu da gribin D vitamini seviyelerinin henüz yeteri kadar artmadığı ilk ay içinde her iki grupta eşit oranda görülmesiydi.

İkinci aydan itibaren D vitamini seviyelerinin aşikâr olarak yükselmesiyle gribe yakalanan çocukların sayısı da azalmaya başladı.

D vitamini alan grupta daha önce astımı olduğu bilinen 2 çocukta astım atağı tespit edilirken plasebo grubunda 12 çocukta astım atağı geliştiği görüldü.

Bu sonuç da D vitamini desteğinin astımlı çocuklarda kışın astım ataklarını önlemede faydalı olabileceğini düşündürüyor.

D vitamini nasıl etki ediyor?

D vitamini, A tipi gribi monosit ve epitel hücrelerinde “defensin” ve “katelisidin” gibi anti-mikrobiyal peptit üretimini artırarak önleyebilir.

Defensin, virüs hemaglütininin aracılık ettiği membran füzyonunu bloke ederek grip enfeksiyonunu inhibe eder.

D vitamini sitokin salgılarını düzenleyerek de enflmasyonu baskılayabilir.

D vitamininin B tipi virüslere bağlı gribi önleyememesi her iki grip türünde farklı sitokin türlerinin etkili olmasıyla açıklanabilir.

D vitamininin makrofaj adı verilen bağışıklık sistemi hücrelerini aktive ettiği e biliniyor.

D vitamini nasıl alınır?

Başta yumurta, süt, peynir, yoğurt, balık, mantar olmak üzere birçok gıdada D vitamini bulunuyor.

D vitaminin aktif hale geçebilmesi için deriye güneş ışınlarının teması gerekiyor.

Grip nasıl önlenir?

Gribin önlenmesinde aşıların etkisi son derecede sınırlıdır hatta bazı dönmelerde tam aksine grip riskini artırması bile mümkündür.

Grip olduktan sonra alınan nöraminidaz inhibitörü ilaçların ise hem ciddi yan etkileri vardır hem etkinlikleri çok düşüktür ve hem de oldukça maliyetlidir.

Gelelim neticeye

Bu araştırmadan D vitaminin mucizeler yarattığı şeklinde bir mana çıkarmayı hiç de doğru bulmam.

Grip veya diğer enfeksiyonlardan korunmak veya genel olarak sağlıklı yaşamak tek bir faktöre bağlanamaz, bu bir bütündür ve yeteri kadar D vitamini almak da bunun unsurlarından sadece biridir.

Bunun için mutlaka D vitamini desteğine gerek yoktur.

Sağlıklı beslenen ve güneşlenen insanlar yeteri kadar D vitamini alabilirler ama çeşitli sebeplerle iyi beslenemeyenlere ve güneş ışınlarından yeteri kadar istifade edemeyenlere D vitamini desteği tavsiye edilebilir.

D vitamininin ucuz olması yanında toksisitesinin düşük olması da önemlidir.

Kaynak:

1. http://ajcn.nutrition.org/content/91/5/1255.full

2. http://ahmetrasimkucukusta.com/2015...asilarinin-koruyuculugu-sifirin-altina-dustu/

3. http://ahmetrasimkucukusta.com/2014...ilari-yazilar/gribin-de-ilaci-yok-garibin-de/

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
 

İYİ BAKTERİLER ASTIMI ÖNLÜYOR

Alzheimer, kalp krizi, obezite, diyabet, osteoporoz, kanser, astım, egzama, depresyon… yüzlerce hastalık var.

Evet, doğru bunlar birbirinden farklı ayrı ayrı hastalıklar ama tümünün ortak “tek bir sebebi” var.

Bence son senelerde modern tıbbın en büyük “keşiflerinin” başında hemen her hastalığın altında “bağırsak bakterilerinin” yattığının anlaşılmış olması geliyor.

Dünyaya gelirken annemizin doğum kanalından alınan bakterilerle şekillenmeye başlayan bağırsak bakterilerimizin cins ve miktarı bizim sağlıklı olmamızda, hastalıklardan uzak kalmamızda büyük rol oynuyor.

Son senelerde gelişmiş memleketlerde neredeyse her 8-10 çocuğun birinde görülen astımın oluşumda da bağırsak bakterilerinin büyük önemi var.

Sezaryen doğum, anne sütü emmeme, onlarca çocukluk çağı aşısı, sık kullanılan antibiyotikler, un-şeker-trans yağ deposu hazır yiyecekler bağırsaklarda yerleşecek olan bakterilerin tür ve miktarlarını etkileyerek astıma zemin hazırlıyor.

Normal yolla doğan, bir seneye yakın anne sütü emen, az antibiyotik verilen, az aşı yapılan, hayvanlarla iç içe büyüyen, birçok kardeşi olan, un-şeker-trans yağsız lifli-fermente-tabii yiyecek ve içeceklerle beslenen çocuklarda ise astıma çok az rastlanıyor veya hiç görülmüyor.

Birçok hastalığın mikroptan değil, tam aksine “mikrop eksikliğinden” kaynaklandığı anlaşılıyor ve birçok hastalığın tedavisinde artık ilaçlardan değil mikroplardan medet umuluyor.

İnsandan insana “dışkı nakli” modern tıbbın çare bulamadığı hastalıklar için “umut” oluyor.

Hijyen delisi annelerin yeni bir araştırmanın BBC’ deki haberini dikkatle okumalarını tavsiye ediyorum.

***

Kanadalı uzmanların yaptığı araştırmaya göre bebeklikte “iyi bakterilere” maruz kalmak ileride astım hastalığı yaşanmasını önlüyor.

Dönüşümsel Tıp adlı bilim dergisinde yayımlanan araştırmada insan vücudunda yaşayabilen milyarlarca bakteri analiz edildi.

319 çocuk üzerinde yapılan inceleme sonucu, dört farklı türde bakteri bulunmayan çocukların astım riskinin daha yüksek olduğu belirlendi.

Uzmanlar “doğru zamanda alınan doğru bakterilerin” ileride gelişebilecek alerjiler ve astıma karşı en iyi koruma olduğunu söylüyor.

İnsan vücudunda hücre sayısına kıyasla 10 kat daha fazla bakteri, mantar ve virüs bulunuyor. Bu mikro dünyanın da sağlık üzerinde önemli bir etkisi olduğu düşünülüyor.

British Columbila Üniversitesi ve Vanvouver’deki Çocuk Hastanesi’nde araştırmayı yapan uzmanlar üç aylık ve bir yaşındaki astım riskini inceledi.

Üç aylık bebeklerin soluk hırıltısı ve deri alerjileri incelemeri sonucu, Faecalibacterium, Lachnospira, Veillonella ve Rothia (FVLR) bakterilerine sahip olmayan çocukların üç yaşında astım olma riskinin daha yüksek olduğu görüldü.

Daha sonra hiçbir bakteri ya da mikroba maruz kalmamış fare yavrularına verilen bakteri kokteylinin yavruların hava yolundaki iltihabı azalttığı görüldü.

Araştırma ekibinden Dr. Stuart Turvey “Uzun vadede bebeklerin ilk günlerindeki FLVR takviyesiyle astımın ortaya çıkışını önleyebilmeyi umuyoruz. Şu an buna hazır olmadığımızı vurgulamak istiyorum. Bu bakterilerle ilgili çok az şey biliyoruz ama gelecekteki vizyonumuz bu hastalığı önlemek” dedi.

Astım hava yollarının tahriş olma ve iltihaplanmaya daha duyarlı olmasından kaynaklanıyor.

İngiltere’de son dönemdeki astım vakalarında artış görüldü. Ülkedeki her 11 çocuktan biri astım hastası.

Astım ve alerji vakalarındaki artışın bir açıklaması hijyenik ortamlar teorisi. Bu teoriye göre çocuklar artık bağışıklık sisteminin gelişmesini sağlayacak derecede mikroplara maruz kalmıyor.

Sezaryenle doğum yapmak ve bebeklerin emzirilmemesi de yeni doğan bebeklere aktarılan bakterileri kısıtlıyor.

Gebelikte ya da yeni doğan bebeklerde antibiyotik kullanılması da bakteri yapısını etkiliyor.

Kaynak: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/10/151001_iyi_bakteri_astim

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
 
Burda nerde satılıyor, markası ne?
Ben, Agora alışveriş merkezinin yeni kısmında ki bir aktarda satıldığını gördüm. Bunun yanında tuz üzerine açılmış dükkanlarda da var. Bir de Kemeraltında, Kızlarağası hanı çevresinde ki doğal taş, incik-boncuk, takı satan mağazalarda gördüm. Hiç olmadı netten siparişle alabilirsin.
 
Ben, Agora alışveriş merkezinin yeni kısmında ki bir aktarda satıldığını gördüm. Bunun yanında tuz üzerine açılmış dükkanlarda da var. Bir de Kemeraltında, Kızlarağası hanı çevresinde ki doğal taş, incik-boncuk, takı satan mağazalarda gördüm. Hiç olmadı netten siparişle alabilirsin.
Teşekkürler cancanım.agoranın yeni kısmı neresi ?ek bina mı yaptılar?geçen ay gitmiştik:/
 
Rica ederim canım. Agoranın sol taraftaki kapısının olduğu bölgeye verilen ad. Birkaç yıl önce eklendi.
Haaaa:KK48: mavibahçeye gittin mi? Çok güzel.mutlaka git.gerçi müthiş bir otopark sorunu var.bugün pointer gittik.orayı da beğendim.ikisi da tam bitmeden açıldığı için çok kalabalık ve park sorunu var.pointin otoparkında acayip toz vardı.:KK51:
 
Limonlu Zencefil Çayı İçmek İçin 5 Sebep:

Bağışıklık Güçlendirici:
Ballı Limonlu Zencefil çayının faydalarının başında bağışıklığı güçlendirmesi gelir. Zencefil çok kuvvetli bir antioksidandır. Limon da yüksek miktarda C vitamini içerir. Soğuk algınlığı süresince içilen bu çay antibiyotik görevi görebilir. Limonda bulunan bioflavonoid’ler yani P vitamini kanser hücrelerinin yayılmasını engelleyebilir. Ayrıca limondaki antioksidanlar enflamasyon giderici etki edebilir. Zencefil kan akışını arttırır ki bu tam sağlık için gereklidir.

Bulantı ve Hazımsızlık Giderici:
Bedendeki bir düzensizlik sonucu bulantı ve kusma semptomları ortaya çıkabilir. Limon zencefil çayı mekanizmamız için çok iyi bir rahatlatıcıdır. Araba yolculuğu sırasında mideniz bulanan biriyseniz yolculuk öncesinde bu çayı içebilirsiniz. Ayrıca hamilelik ve kemoterapi bulantılarında da yardımcıdır. Mide yanması ve hazımsızlığa da iyi gelir. Yemeğin kolay sindirilmesini sağlar ve iştahınızı düzenler.

Diyabetin Etkilerini Azaltıcı:
Yeni araştırmalar, düzenli olarak limonlu zencefil çayı içilmesinin, diyabet sonucu oluşan karaciğer tahribatını azalttığını ortaya çıkartmıştır. Zencefilde bulunan çinko, insülin yapımında ve salgılamasında başlıca bir role sahiptir. Kan şekeri seviyesini kontrol eden ve diyabeti denetleyen insülindir.

Cilt ve Saç Bakımı:
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi zencefil limon çayının antioksidan ve vitamin yüklü olması, daha sağlıklı bir cilt ve saç için mükemmel bir zemin oluşturur. Antibakteriyel ve antiseptik özellikleri cildi enfeksiyonlardan korur. İçeriğindeki A ve C vitaminleri saçınızı güçlendirmenin ve daha çabuk uzamalarını sağlamanın doğal bir yoludur.

Kilo Vermeye Yardımcı:

Yüksek kan şekeri, karbonhidrat ve şekerli yiyecek aşermelerini tetikler. Zencefil kan şekerini normalize edebildiği için bu aşermelerin engellenmesine ve dolayısı ile kilo vermeye de yardımcıdır. Ayrıca zencefil yağ emilimini arttırır ve bedende birikimini engeller.

Limonlu Zencefil Çayı

Hindistan gezilerimizde tadına doyamadığımız bir çay ballı ve limonlu Zencefil çayı. Mutlaka denemelisiniz…

Zencefil, kadim Ayurveda tıbbında ve aynı şekilde Çin tıbbında da çok sık kullanılan medikal bir baharat olma özelliğini binlerce yıldır korumaktadır. Zencefil Yang enerjisini yani sıcak enerjiyi arttırır, ısıtıcıdır.
Eski bir Hint sözünde; “İyi olan herşey zencefilde bulunur.” denmektedir.

Ayurvedik Ballı ve Limonlu Zencefil Çayı Tarifi:

2 fincan için;
-Yarım parmak uzunluğunda taze zencefil kökünü ince ince dilimleyin.

-Yarım limon suyunu sıkın ve kabuğunu birkaç küçük parçaya bölün.

-Zencefil ve limonları bir demliğe koyup üzerine iki fincan kaynar suyu dökün ve ağzı kapalı en az 10 dk demleyin.

-Fincana koyduktan sonra fincan başına bir çay kaşığı doğal bal ile tatlandırın.

Zencefil, limon ve bal miktarını kendi damak zevkinize göre ayarlayabilirsiniz. Önemli olan zencefil ve limonun tadını, şifalı yakıcılığını hissetmenizdir. Bal bu yakıcılığı azaltabilir ama çok tatlı da olmamalıdır.

Afiyet olsun…

Mert Güler
 
AĞIR METALLER

( Doç. Dr. Ender Telli)

07a23c2c-665d-41db-b800-917bcf86d5b4


"Kadın ve erkeğin fertilitesi vücudunda bulunan ağır metallerden oldukça etkilenir. Bunlar üreme ile ilgili dokulara bağlanır ve bir takım değişikliklere yol açarak fonksiyonlarını bozarlar. Eğer çocuk sahibi olmak için çabalıyor ve açık bir sebep bulunamıyorsa ağır metaller akla gelmelidir.

GEBELİK VE AĞIR METAL İLİŞKİSİ

Son çalışmalar göstermektedir ki çevresinde ağır metallere maruz kalan çiftlerde gebelik daha zor oluşmaktadır. LIFE (Longitudinal Investigation of Fertility and the Environment) adı verilen çalışma NIH’in bir bölümü olan National Institute of Child Health and Human Development’da Germaine M. Buck Louis başkanlığında yapılmıştır.

Bir çiftin doğurganlığı hem erkek hem de kadının üreme kabiliyetine bağlıdır. LIFE çalışması verileri erkek ya da kadın kadmiyuma maruz kalırsa kadının gebe kalma şansını azalttığını göstermektedir.
Diğer metaller de etkilidir. Erkeğin kanında ne kadar çok kurşun varsa eşinin gebe kalma süresi o kadar uzayacaktır, çünkü kurşun sperm sayısını azaltmakta ve sperm hareketlerini yavaşlatmaktadır. Kurşun ve kadmiyum kadının üreme hormonlarının seviyelerini etkilemekte böylece hamile kalmasını güçleştirmektedir.

NASIL MARUZ KALIYORUZ?

Ağır metalleri genel olarak günlük yaşantımızda alırız .Yaşadığımız ortama hava, su, yiyecekler, insanlar tarafından üretilen sayısız kimyasal maddeler ve ürünler vasıtasıyla karışan ağır metaller nefes alma, yutma, ciltten emilme yollarıyla vücudumuza girerler. Eğer ağır metallerin vücudumuza giriş hızı, vücudumuzun onları dışarı atma hızından düşükse, zaman içinde vücudumuzda birikim yaparlar.

NE GİBİ SONUÇLAR DOĞURUYOR?


Bu maddeler karaciğer, beyin, kemik iliği ve böbrek gibi yaşamsal organlarımıza geri dönülmez hasarlar verebilir. Mesela kurşunun kemik iliği için toksik olduğu ve bu organın çalışmasını tümüyle durdurabileceği çok iyi biliniyor. Alüminyumun Alzheimer hastalığı ile ilişkili olduğunu gösteren bazı bulgular var. Kadmiyum böbrek kanseri ve kısırlık nedeni olabilir.

Kadınların kullandığı kozmetiklerin çoğunda bu toksik metallerden az miktarlarda bulunmaktadır, eğer bunları devamlı kullanırsak dolaşıma katılırlar ve kendilerine yerleşecek bir yer bulurlar. Eğer üreme sisteminize veya endokrin sisteminize yerleşirlerse kısırlığa yol açabilirler. Aluminyum içeren deodorantlar sinir sistemine ve bağışıklık sistemine olumsuz etki yapabilirler.

Meyve suyu ya da diğer gazlı içecekleri direkt olark teneke kutudan içtiğinizde maruziyet söz konusudur. Gebe kalmada zorluk çekenler bu alışkanlıktan vazgeçmeliler. Bu içeceklerde bulunan fosforik asit kutulardaki aluminyumu parçalar içeceğinize karışarak vücüdunuza girer.
Endüstriyel ürünlerin üretiminde ağır metallerin yoğun bir biçimde kullanılması nedeniyle, insanların ağır metallere maruz kalma oranı son 50 yılda çok ciddi bir şekilde artmıştır. Cıvalı amalgam dolgular, boyalar ve musluk suyundaki kurşun, işlenmiş gıdalar, kozmetik ürünleri,şampuan,saç ürünleri ve diş macunlarındaki kimyasal kalıntılar nedeniyle insanlar her an ağır metallerle iç içe yaşamaktadır. Günümüzün endüstriyel toplumunda bu durumdan kaçış imkanı ne yazık ki, yok gibi görünmektedir.

Günümüzde ne kadar dikkat edilirse edilsin arsenik, cıva ve kurşun gibi insan sağlığına oldukça ciddi zararlar veren metaller, ev ortamında bulunan malzemelerden vücudumuza geçebilmektedir. Evlerimizde bulunabilecek bu malzemelerin başında; sırlı çanak- çömlekler, bitkisel destekleyici ürünler, bazı gıdalar, bahçe için kullanılan böcek veya bitki öldürücü kimyasallar gelmektedir.

Evlerde bulunabilen ve kurşun içeren malzemeler antika olarak bulundurulan eskiden boyanmış mamuller (tablo veya mobilya gibi); kurşun içeren kristallerdir. Ayrıca özellikle geleneksel Çin tıbbında kullanılanlar başta olmak üzere diyetsel destekleyici ürünler de kurşun içermektedir. Ayrıca Çin’ de üretilen bazı mücevherlerde de kurşun bulunmaktadır.

Özellikle köpekbalığı, kılıçbalığı, tonbalığı, turnabalığı, tirsi, levrek ve Atlantik som balığı gibi bazı büyük balıklar da bol miktarda cıva içermektedir. Bu balıkların yoğun olarak tüketilmesi de vücutta cıva birikmesine neden olabilmektedir. Diş dolgularının bazılarında da cıva bulunmakta ve sağlıkla ilişkili endişelere neden olmaktadır; fakat diş dolgularının beyin hastalığına neden olduğuna dair bilimsel veri bulunmamaktadır.

Bazı bahçe bakımı için kullanılan böcek veya bitki öldürücüler de arsenik bulunmaktadır. Bu ürünler kullanılırken ürünün kullanma talimatının iyice okunması ve gerekli önlemlerin alınması gereklidir.
Yoğun olarak üretilen ve toplum tarafından bilinçsizce tüketilen homeopatik, bitkisel veya tamamlayıcı tedavi ürünlerinin tam olarak içeriklerinin bilinmediği ve bunların bazılarında sağlığa zararlı ağır metallerin bulunduğu bilinmektedir. Yan etkisi yok diye pazarlanan bu ürünlerin önemli sağlık sorunlarına yol açabileceği unutulmamalıdır.

Ağır metaller vücuda girdiklerinde çinko, bakır, magnezyum ve kalsiyum gibi temel minerallerle mücadele içine girer ve onların yerini alır ve organların sistem fonksiyonlarını engeller. İnsanlar endüstriyel çalışma, farmasötik imalat ve tarımda ağır metallerle temasa geçebilirler. Çocuklar ise bu metallerin bulaştığı topraklarda oynamanın bir sonucu olarak zehirlenebilir.

Ağır metallerin çok az oranlarda dahi solunması çok ciddi sağlık problemlerine neden olmaktadır.Tüm insan ve hayvanların bağışıklık sistemleri ağır metal solunması ile baskılanır. Ağır metaller ayrıca, allerjik reaksiyonlara, genlerin değişime uğramasına, zararlı bakterilerin yanı sıra faydalı bakterilerin de ölümüne ve doku hasarına neden olur.

Tüm metaller karaciğerde detoksifiye edilirler, eğer farkında olmadan çok miktarda vücudumuza girerlerse karaciğer bu büyük yükü kaldıramaz fazla metal tekrar dolaşıma katılarak diğer organların çalışmasını bozarlar.

Aşağıda vücuttaki ağır metalleri atan doğal maddeleri bulacaksınız;
Maydonoz – Maydonoz mutfağımızın vazgeçilmez bir sebzesi olup vüvudumuzdaki ağır metallere güçlü bir şekilde bağlanır ve onları dışarı atar. Etkisinden yararlanabilmek için katı meyve sıkacağından geçirilerek suyunun içilmesi önerilmektedir, böylece sindirim sisteminden emilmesi ve hücresel düzeyde etki edebilmesi daha kısa zaman alacaktır, bu şekilde tadı biraz bozulmakla birlikte geçici bir durum olduğu için katlanılabilir.
1f428914-5c1f-45ff-b3ff-844d4e4e4454


Alpha Lipoic Acid – En az C vitamini kadar antioksidan bir maddedir. Ağır metal probleminiz var ise bunu günlük dozların biraz üzerinde aldığınız zaman vücuttan ağır metallerin atılımına katkı sağlayabiilirsiniz. Brokoli, ıspanak, domates ve bezelyede bolca bulunabildiği gibi hazır preparat olarak eczanelerden de temin etmek mümkündür.

afabe664-55b5-4260-b93a-3bdee1928248
4ea594bf-1192-48e0-ac3c-4ee17df5ecc9


Glutathione – Bir amino asit olan glutathione hücrelerin içine ağır metal girmesini zorlaştırır.

Karaciğerde, glutamik asit, sistein ve glisinden meydana gelen, dokularda yaygın olarak dağılmış olan, indirgenmiş (GSH) ve oksitlenmiş (GSSG) şeklinde bulunan, epoksit, peroksit ve diğer serbest radikallerin yıkımlanması ile, zararlı bileşiklerin detoksifikasyonunda görev alan antioksidan etkili bir tripeptitdir.

b005b932-ffa9-4bff-af4f-d96b7da5a0cd


Chlorella – Bu doğal tatlı su yosunu ağır metal bağlama kapasitesine sahip bol miktarda klorofil içerir. Toz şeklinde alınıp suda eritildikten sonra içilmesi tavsiye edilir.
37b4bd3b-a8e3-45ea-8df6-dca9cab44d45
04921bfd-55ba-4bbb-a499-aa73f2ee4f58


Zeolit – Volkanik doğal bir mineraldir. Oluşumu yaklaşık 600 milyon yılda gerçekleştiği düşünülen zeolitin bilinen 106 çeşidi vardır. Klinoptilolit formu zeolit ailesi içinde en saf olanıdır ve negatif yükü nedeniyle vücuttaki ağır metalleri kafes şeklindeki yapısı içine hapsederek dışarı atar, yemeklerden önce aç karnına alınan bu %100 doğal maddenin hiçbir yan etkisi yoktur. Özellikle sigara dumanında bulunan kadmiyumun hem erkek hem de kadın üreme hücreleri üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle kısırlık yaptığı bilinmektedir, zeolit ile yapılan çalışmalarda bu ağır metalden kurtulunduğu zaman yumurta ve sperm kalitesinde artışlar tespit edilmiştir.
33314ad1-8466-4a00-920c-b4057a921ecc


Doç. Dr. Ender Telli

Kaynak: http://docdrendertelli.com/agir-metalleri-vucudunuzdan-dogal-yollarla-atin/
 
Prof. Dr. Ahmet Aydın , İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD
Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı

"AĞIR METAL KAYNAKLARI

Cıva kaynakları

• Egzoz gazları ve kirli hava

• Böcek ilaçları

• Amalgam diş dolguları

• İçme suları

• Keçe

• Kulak ve burun damlaları

• Bazı aşılar (karma aşı, hepatit B, HiB, grip)

• Kan grubu uyuşmazlığını önleyen ilaçlar

• Kontakt lens solüsyonları

• Çamaşır yumuşatıcıları

• Deniz ürünleri

• Talk pudrası

• Kozmetikler (maskara)

• Ahşap koruyucuları

• Yer cilaları ve parlatıcıları

• Piller

• Cıvalı idrar söktürücüleri

• Elektrikli aletler

• Patlayıcılar

• Fluoresan lambalar

• Boyalar

• Tarım ilaçları

• Petrol ürünleri

• Musluk suyu

Kurşun kaynakları

• Motorlu araçların yaydığı egzoz gazları

• Kurşun borularla evimize ulaştırılan sular

• Kalıcı rujlar

• Vinil okul çantaları

• Ders araçları,

• Duvar boyaları

• Tekstil boyaları

• Oyuncaklar

• İçme suları

• Dökme demir

• Kirli hava

• Porselen veya çelikten yapılmış banyo küvetleri

• Piller

• Konserve gıdalar

• Kimyasal gübreler

• Toz

• Endüstriyel bölgelerde yetişmiş gıdalar

• Saç boyaları

• Kurşunlu cam

• Böcek öldürücüler

• Sigara dumanı

Alüminyum kaynakları

• Pişirme kapları

• Folyolar

• İçme suları

• Antiasitler (mide ilaçları)

• Aşılar (Pnömokok, Hepatit A, HPV)

• Deodoranlar

• Tamponlu aspirin

• Gıda katkıları

• Rujlar

• Konserve edilmiş asidik yiyecekler

• Bazı ishal ilaçları

• Bazı hemoroit ilaçları

• İşlenmiş bazı peynirler

Arsenik kaynakları

· Kirli hava

· İçme suyu

· Balıklar

· Böcek öldürücüler

· Tarım ilaçları

· Endüstiriyel et ürünleri

· İşlenmiş bazı metaller

· Deniz ürünleri

· Özel cam ürünleri

· Tahta koruyucuları

Kadmiyum kaynakları

· Sigara dumanı

· Kirli hava

· Kadmiyumlu topraklarda yetişen bazı meyve ve sebzeler

· Böbrek, karaciğer, tavuk gibi et ürünleri

· Böcek öldürücüler

· Karayollarındaki tozlar

· Nikel-kadmiyumlu piller

· Boyalar

· Fosfatlı gübreler

Nikel kaynakları

· Elektrik düğmeleri

· Aydınlatma gereçleri

· Seramik

· Kakao

· Soğuk saç perması

· Yemek pişirme kapları

· Kozmetik ürünler

· Metal paralar

· Diş malzemeleri

· Bazı çikolatalar

· Margarinler

· Endüstriyel alanların yakınında üretilmiş gıda ürünleri

· Saç spreyleri

· Endüstriyel atıklar

· Süs eşyaları

· Metal rafinerileri

· Metal eşyalar

· Nikel-kadmiyum piller

· Ortodonti malzemeleri

· Şampuanlar

· Musluk suyu

· Fermuarlar

· Sigara dumanı



Not: Bu liste tam değildir, eksikliklerin tamamlanmasında herkese görev düşmektedir. Diğer kimyasal toksinlerin de listelerinin hazırlanması gerekir.

AĞIR METAL HANGİ YÖNTEMLE SAPTANMALI?

Ağır metallerin varlığını saptamak için, kan saç ve idrardan alınan örneklerin özel yöntemlerle incelenmesi gerekmektedir. Başlıca ağır metal testleri şunlardır;

1. Kanda ağır metal testi

2. Saçta ağır metal testi

3. İdrarda ağır metal testi

4. İdrarda ağır metal testi (DMSA ile uyarılmış)

5. Dokuda ağır metal testi (ağır metallerin porfirin ile yaptığı bileşikler)

Toksik ağır metaller özellikle beyin gibi yağdan zengin doku ve organları seçip orada otururlar. Otistik çocuklar ağır metalleri organ ve dokulardan yeteri kadar hızla atamazlar. Dolayısıyla ağır metaller kana karışmadıkları için yeteri kana, saça ve idrara yeteri kadar geçmeyebilirler.

Örneğin yapılan bir araştırmada normal çocuklardan alınan saç örneklerinde referans aralıklarda (normal düzeylerde) ağır metallere rastlanırken, otistik çocuklarda bu düzey ya çok düşük ya da sıfır olarak saptanmıştır.

Yani hastada ağır metal yükü olmasına rağmen kanda, saçta ve idrarda yapılan ağır metal testi normal çıkabilir, bu da teşhisin atlanmasına neden olabilir. Bu testler ancak son zamanlarda maruz kalınan ağır metali gösterebilirler.

Ancak DMSA gibi bir şelasyon ajanının uygun dozda verilmesini takiben en az 6 saat sonrasında alınan kan, saç ya da idrar örneklerinde toksik ağır metalleri saptamak mümkün olabilmektedir.

Bu nedenle pratikte istenilmesi gereken en doğru test DMSA ya da başka bir şelatörle ile uyarılmış ağır metal testidir.

Bazen ağır metal dokuya o kadar sıkı yapışmıştır ki DMSA ile uyarılan örneklerde bile tespiti mümkün olamamaktadır. Çok sık görülmeyen bu durumda porfirin testi yapılması uygun olacaktır. Çünkü bu test ile doku içindeki ağır metali bile saptanabilmektedir.

Normal gibi görünen kişilerde de ağır metal boşaltımı

Normal gibi görünen kişilerde de ağır metal boşaltımı fazla olabilir mi? Tabii ki olabilir ve zaten olmaktadır da. Bu durum bazı hekimlerde ve hastalarda kuşkuya yol açmaktadır. Yani ağır metal yükünün fazla olması otizmin nedeni olmayabilir mi? sorusunu akla getirmektedir.

Aslında ağır metal değerleri ile klinik belirtiler arasında doğru bir orantı yoktur. Aynı ağı metal düzeylerinde klinik belirtiler hafif (yorgunluk, halsizlik, konsantrasyon zafiyeti vb) olabileceği gibi otizm, Alzheimer hastalığı ya da şizofrenide olduğu gibi çok ağır da olabilir. Bu değişkenlik kişinin ağır metali boşaltma kapasitesi ile ilgilidir. Ayrıca kişinin beyin gelişiminin hızlı olduğu erken yaşta ağır metale maruz kalması da önemli bir etken olmaktadır. Az önce söylediğimiz gibi en ağır belirtiler DMSA ile bile ağır metal boşaltımı yapamayan kişilerde görülmektedir.

Bazen şelasyon uyguladığımız kişilerde 6 ay sonra x ağır metalinin daha da arttığı ve hatta daha önce normal sınırlarda olan bir y metalinin patolojik sınırlara geçtiğini görmekteyiz. Halbuki o sırada hasta klinik olarak daha iyiye gidebilmektedir.

Ağır metal yükü hiçbir zaman normal olarak kabul edilemez! Ağır metaller sıfır olmalıdır, yani sıfırın üzerindeki her değer patolojiktir. Bu nedenle bir X değerinin laboratuar normalleri arasında kalmasının hiçbir garantisi yoktur.

Çok yüksek ağır metal değerlerine sahip olan çocuklarda bile mutlaka, başka etiolojik faktörler de (kimyasal toksinler) araştırılmalıdır.

DMSA İLE UYARILMIŞ İDRARDA AĞIR METAL TARAMASI

Hasta gece son idrarını yapar.

Kilogram başına 30 mg miktarda DMSA'yı tek seferde ağızdan alınır. Maksimum doz 1800 miligramı geçmemelidir (1 tablet=100mg).

Hasta kapsül alamıyorsa, kapsülleri açıp içeriğini asitli olmayan herhangi bir gıdaya karıştırılarak verilir.

Sabah alınan ilk idrar temiz bir cam kaba alınır ve verilen özel örnek kabına en az yarısını dolduracak miktarda aktarılır. Eğer hasta çocuksa ve bez kullanıyorsa eczanelerde satılan idrar toplama torbalarını da kullanılabilir.

DMSA verildikten sonra idrar toplanması için gerekli süre 6 - 9 saattir. İlk 6 - 9 saat boyunca yapılan tüm idrarları bir arada toplanılır ve bu karışımdan alınanı örnek olarak götürülür.

Bu test halen Türkiye’de LS-MS aleti ile İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsünde yapılabilmektedir. Bu test zararlı bütün metalleri (cıva, kurşun, kadmiyum, alüminyum, uranyum vb) gösterirken aynı anda faydalı bütün metalleri de (selenyum, demir, lityum, çinko, magnezyum vb) aynı anda göstermektedir.AĞIR METAL VE TOKSİN TEMİZLEME TEDAVİSİ

Ağır metal ya da toksin temizliği aylar ve hatta yıllar süren bir süreçtir. Deyim yerinde ise bir maraton gibidir. Tedavi çok yönlü olup sabırlı ve bilgili olmak şarttır. Tedavinin ana unsurları şunlardır.

• Çevresel etkenlerin uzaklaştırılması

• Uygun diyet uygulanması

• Sindirim sisteminin düzeltilmesi

• Doğal gıdaların kullanılması

• Bağışıklık sisteminin desteklenmesi

• Vücudun toksinleri temizleme yollarının desteklenmesi

• Doğal veya kimyasal yollarla ağır metallerin uzaklaştırılması

• Hiperbarik oksijen tedavisi

ŞELASYON TEDAVİSİ

Şelasyon cıva, kurşun, arsenik ve benzeri toksik ağır metallerin bazı ilaçlara bağlanarak vücuttan atılmasının (temizlenmesinin) sağlanmasıdır.

Temel olarak dört ilaç kullanılmaktadır:

DMSA (Di-Mercapto-Succinic Acid) en çok tercih edilen şelasyon ajanıdır.

DMPS (Di-Mercapto-Propane-Sulfonate) sık kullanılan diğer ajandır.

DMSA’nın geniş bir yelpazedeki zehirli metalleri (kurşun, cıva, arsenik, kalay, kadmiyum, nikel, tungsten, uranyum antimon, platin vb) bağladığı ve vücuttan attığı ispat edilmiştir.

İkinci sırada tercih edilecek ajan ise DMPS olmalıdır.

Saptanan metallerin özelliğine göre EDTA ve ALA da ilk iki sıradaki ajanlarla dönüşümlü olarak kullanılabilir.

Şelasyon tedavisi hangi şartlarda yapılabilir?

Şelasyon her otistik çocuğa uygulanabilecek bir tedavi yöntemi olmadığı gibi, deneyimli ve yetkin olmayan kişilerce uygulandığında ciddi zararlar verebilir. Bu tedavi öncesinde bu tedaviye gerek olduğu mutlaka kanıtlanmalıdır.

Bu tedavi sadece ağır metallerden etkilenen ve bu tedavinin uygulanabileceği özelliklere sahip yani böbrek, karaciğer ve kemik iliği hastalığı olmayan ve tedavi öncesinde yapılacak testlerle mevcut mineral düzeyleri yeterli bulunan çocuklara önerilebilir.

Bir diğer önemli konu da şelasyon tedavisi öncesinde glutatyon seviyesini normal düzeye getirmektir.

Glutatyon’un toksik ağır metalleri bağlayarak vücuttan atılmalarını sağlamak gibi çok önemli bir role sahip olduğu unutulmamalıdır.

DMSA ile yapılan şelasyon tedavisi esnasında çinko boşaltımı hemen hemen iki kat artmaktadır.

Bu nedenle çinko seviyesi tedavi öncesi ve esnasında izlenmeli ve normal seviyeyi koruyabilmek için gerektiğinde çinko takviyesi yapılmalıdır.

DMSA demir, kalsiyum ve magnezyum boşaltımını etkilemez; bakır boşaltımını ise artırır.

Bakır, otistik çocuklarda genellikle fazladır, bu yüzden bu atılım faydalıdır ancak bakır seviyesi tedavi öncesi ve esnasında yine de takip edilmelidir. Çünkü bakır düşüklüğü de zararlı bir durumdur.

Şelasyon tedavisinde, özellikle küçük çocuklarda ve ağızdan tedaviyi reddeden olgularda tercih edilmesi gereken ilaç veriliş biçimi ciltten emilim yoluyla olmalıdır. (transdermal) Bu zaten en güvenli yoldur.

Oral (ağız yoluyla) DMSA, temini kolay ve ucuz olması nedeniyle sıklıkla ilk tercih edilen ajan olmaktadır. Karaciğer yetersizliği olan olgularda ise rektal (makat) yol diğer bir alternatiftir.

Tedavinin yavaş ve optimal dozlarda olması, ağır metallerle birlikte atılabilecek faydalı minerallerin takip edilerek zamanında yerine konulabilmesine olanak sağlayacaktır.

Hızlı yapılacak bir tedavide ise pek çok organdan ve aynı anda kana çok miktarda ağır metal karışacaktır. Bu durumda beynin attığından fazlasıyla karşılaşması söz konusu olabilecektir (reexposure). Damar yolu ile yapılan (IV) şelasyon tedavisi (EDTA, ALA) bu nedenle ön planda önerilmemektedir. Unutulmamalıdır ki şelasyon bir “maraton” dur ve bu tedavide kısa mesafe koşucusu gibi davranılmamalıdır.

Şelasyon tedavisi öncesinde vücudun çeşitli fonksiyonlar için gereksinimi olan elementlerin düzeyi araştırılmalıdır. Varsa eksikler yerine konulmalı ve tedaviye bundan sonra başlanmalıdır. Ayrıca tedavi süresince de çocuklara mineral ve vitamin desteği verilmelidir. Bağırsak sorunları olan çocuklarda DMSA kullanılmasının mantar enfeksiyonlarını azdırabilir.

Şelasyon tedavisinin olası yan etkilerinin saptanması ve alınması gereken önlemler

Nadir de olsa karaciğer, böbrek ve kemik iliği olumsuz etkilenebilmektedir. Tedavi süresince uygun aralıklarla mineral düzeylerinin yanı sıra ilgili tetkikler 2-3 ay gibi aralıklarla tekrarlanarak hastayı yakından takip etmek önemlidir.

DMSA temelde idrar yoluyla atıldığı için böbrek fonksiyonları kontrol (kan kreatini, kan üresi) edilmelidir.

Kemik iliği baskılanmasına yol açabilme olasılığına karşın kan bulgularını kontrol etmek gereklidir (tam kan sayımı).

Karaciğere zarar verebilme olasılığına karşın karaciğer fonksiyonlarını kontrol etmek (ALT, AST, GGT).

KLOROFİL İÇEREN BİTKİLERLE ŞELASYON

fe513003-adf9-44ef-bc78-6a9be704f297


Kimyasal toksin ve ağır metallerin vücuttan uzaklaştırılmasında klorofilden zengin gıdaların önemi büyüktür. Yeşil sebzelerin ortalama klorofil içeriği % 0.5’den daha azdır. Yosunlar ve çimler (klorella, spirulina, mavi-yeşil alg, deniz börülcesi, buğday çimi, arpa çimi) ise daha fazla klorofile sahiptirler. Yeşil algler içinde en yüksek (%3-5) klorofil içeren bitkiler klorella ve spirulinadır. Bu yosunların %20’sini fibröz (telsi) kabuk, %80’ini ise iç kısım oluşturur.

Toksinler ve ağır metallerin çoğu kandan bağırsağa atılır. Atılan bu zararlı maddelerin bir kısmı dışkı ile boşaltılırken geri kalan kısmı tekrar emilerek kana geçer. Klorella ve spirulinanın fibröz (telsi) kabuk kısmındaki mukopolisakkaritler ağır metalleri, böcekkıranları (pestisid), DDT, hidrokarbon ve polikarbonları tutarak vücutta birikimini önler. Burada bulunan klorofil içeriği zengin otlar ve yosunlar toksinlerin tekrar emilmesini engellerler.

Klorella veya spirulina gibi yosunlar Japonların yosun yemekleri (suşi) gibi çok sağlıklıdır. Çok miktarda vitamin, mineral, amino asit ve diğer besin maddelerini içerirler. Klorella ve spirullinada insan vücudu için gerekli nerdeyse bütün maddeler bulunur.

Klorellada bulunan maddeler

• Yüksek miktar (%58) ve kalitede protein: Bütün amino asitleri içerir.

• Bütün B kompleks vitaminleri (B12 dahil).

• C vitamini

• E vitamini

• Beta-karoten.

• Makromineraller: Kalsiyum, magnezyum, potasyum.

• Mikromineraller: Çinko, selenyum, demir

• Omega-3 yağ asitleri: GLA.

• Mukopolisakkaritler

• Nukleik asitler (RNA & DNA): %13

• Klorofil

• Klorella büyüme faktörü: %18

Klorella veya spirulinanın diğer özellikleri

• Klorella veya spirulina demir boşaltımını artırmaz. Tam tersine demir içerdikleri için kan demir düzeyini artırır.

• Klorella veya spirulina birkaç gün içinde ağız kokusunu giderir; pis dışkı kokusunu da giderir.

• Klorella veya spirulina klorofilaz ve pepsin gibi sindirim enzimlerini ihtiva eder.

• DMSA’dan farklı olarak klorella bağırsakta veya spirulina mantarların üremesini artırmaz. Tam tersine bağırsakta bulanan probiyotiklerin (laktobasiluslar) normalin 4 kat daha fazla üremesini sağlar.

• Klorella ya da spirulina alan kişilerde ilk günlerde gaz, kramp, kabızlık ve ishal gibi bağırsak hareketlerinin artış belirtileri görülebilir.

• Klorella büyüme faktörünün yaşlanmayı önleyici bir etkisi vardır.

• Klorella Büyüme Faktörü (KBF) bağışıklık sistemini güçlendirir, kansere karşı etkilidir.

• KBF ve klorellanın içerdiği yüksek miktarlardaki DNA ve RNA sinir ve diğer doku hücrelerinin tamirine yardımcı olur.

Klorella-Spirullina/Dozaj

• Erişkin bir insan günde üç gram klorella veya spirulina idame dozu olarak yeterlidir.

• 5-7 gram daha etkili olacaktır.

• Ağır metali olan erişkin kişilerde önerilen toplam doz günde en az 10 gramdır; 20 grama kadar çıkılabilir.

• 30 kg bir çocuk için 5 gram, 10 kg'lık bir çocuk için 3 gram uygun olur.

• Spirulina ve klorella benzer özelliklere sahip olsalar da farklı özellikleri nedeni ile kombine edilmeleri daha iyi olabilecektir.

• 2 kısim spirullina/ bir kisım klorella alınması önerilmektedir.

EPSOM TUZU (MAGNEZYUM SÜLFAT) BANYOSU

afb7c9bb-58bb-4230-a1e9-e30550df8600


• Sülfatlar ağır metal temizliğine yardımcı olur, bağışıklık sistemini güçlendirir.

• Otistik çocukların çoğunda hem magnezyum hem de sülfatlar düşüktür.

• Magnezyum sülfat suya koyulduğunda magnezyum ve sülfata ayrışır.

• Her iki molekülde deriden emilir. Sülfatın etkisi 7-8 saat kadar sürer.

• Magnezyum sülfat tozunu kaynar suda iyice eritin.

• Küvetin içine dayanılabilecek kadar sıcak su koyun ve içine magnezyum sülfatlı suyu ilave edin.

• Başlangıçta yarım çay bardağı magnezyum sülfat tozu kullanın ve daha sonra tolere ettikçe 1-3 çay bardağına kadar çıkın.

• Yan etkiler: Huzursuzluk ve hiperaktivite olursa dozu azaltın. Banyo suyu yutulursa ishal yapar.

• Küvet içinde en az 20 dakika kalınmalıdır.

• Banyodan sonra isterseniz durulanmaya ve kurulanmayabilirsiniz.

• Magnezyum sülfat derinizde beyaz toz şeklinde kalır ve etkisi devam eder.

• Magnezyum sülfat kimya ve ecza depolarında kilo ile satılır.

Sonuç

Belki herkes farkında, ama konunun yeterince önemsenmediği açık. Otistik çocukların hemen hepsi zehirlenmiş vaziyette ve sorunun önü alınamıyor. Artık konu akademik bir tartışma olmaktan çıkmalıdır. Bu bir halk sağlığı sorunudur ve sivil ve resmi kuruluşlar otizme ya da diğer nöropsikiatrik hastalıklara neden olan çevresel toksinlere karşı mücadeleye başlamalıdırlar. Aksi halde torunlarımızın belki de çocuklarımızın bu Dünya’da yaşama şansı kalmayacak.

Prof. Dr. Ahmet Aydın

İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD

Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı

Kaynak : https://www.facebook.com/notes/otiz...-agir-metallerin-temizlenmesi/154774114537551
 
Doğal yöntemlerle vücudu ağır metallerden arındırmanın yolları

BALIKTAKİ AĞIR METALLER

"Balık yedikten sonra üzerine helva yiyin ki, Balık öldüğünü anlasın" demiş bir Karadenizli.. :) İşin aslı astarı aslında daha farklı. Canan Karatay her ne kadar tatlı tüketimine karşı olsa da "balık yedikten sonra iki kibrit kutusu büyüklüğünde helva yiyebilirsiniz" der kitaplarında.
5114e662-1dfe-4871-b195-eaee729dc9ea
ea1f0e6b-77a6-4dfb-9ab5-b8b271084faa


(Bir akşam yemeği örneği, balık menüsü. Bilimsel gerçeklerle kilo vermenin ABC si: Karatay Diyeti kitabından Sayfa-125)

Peki neden? Helva, içerdiği tahin nedeni ile vücuda alınan ağır metaller, zehirli bileşikler, radyasyon ve bazı ilaçların yarattığı toksinlere karşı koruma sağlar. Denizlerdeki kirlilik nedeni ile balıklarda ağır metal bulunabilir. Balıktan faydalanırken zarar görmemek adına balığın yanında helva yenilebilir, doğal GDO suz susamdan üretilmiş tahin tüketilebilir. Eğer yoksa tahin yerine 3 adet gün kurusu kayısı yenilebilir.

b5db965a-e2d0-4f17-974f-67e34f3372a1
ce8611c3-a2be-4165-a1b5-58c13afa249e
c11b34c0-e32e-4ad6-a0ee-24fabecefed3



Doğal yöntemlerle vücudu ağır metallerden arındırmanın yollarından biri de "klorofil içeren bitkilerle şelasyon" dur. Konuya uygun olarak Deniz Börülcesi salatası tarifi verelim biz de.

Deniz börülcesi özellikle ülkemizde deniz bulunan yörelerde sahillere yetişmektedir. pazarlarda yazın bulabileceğiniz bir bitkidir. (şekil 1) Deniz börülcesini sirkeli suda bekletip iyice yıkadıktan sonra buhar veya az su ile10 dk haşlıyoruz. Soğuk sudan geçirip kök kısımlarından tutuyoruz ve diğer elimizle yeşil kısımları sıyırıyoruz. (şekil 2) Çalı kısımları ayıklayıp atıyoruz. Börülcemizin üzerine bol zeytinyağı limon ve sarımsak ekleyerek servis yapıyoruz.(Şekil 3) Afiyet olsun..

7b93a4ed-e02c-4015-a952-6605106b3846
db3693d3-806e-4736-b52d-a8b24effd797
4e1bb439-8401-4242-9c95-f6834afb8140


şekil 1 şekil 2 şekil 3

Alıntı: Özgen Özen - saglikliyasiyoruz

Doğal yöntemlerle vücudu ağır metallerden arındırmanın yollarından bir diğeri de "organik elma sirkeli su içmektir". Yar. Doç. Dr. A. Çoruhlu'dan öğrenmiştim.
 
Soru – Cevaplarla
Otoimmün Tiroidit (Haşimato) Hastalığı


Bu bölümü, hastalarımızdan sıkça gelen sorulara ayırdık. Soruları ile sitemizdeki eksiklikleri fark etmemizde emeği olan hastalarımıza ve yakınlarına teşekkür ederiz.


1) FT3, FT4, TSH, TPOAb, TgAb tetkiki yaptırırken nelere dikkât etmek gerekir?

Bu tetkikler aç veya tok yapılabilir. Tiroid hormonu hapı (levotiron, euthyrox, tefor,…) alan hastaların, “önce tetkik için kan verip, sonra o günkü dozu almaları” daha iyi olur. (B12 vitamini tetkiki için kanın, açken verilmesi gerekir.)


2) TPOAb (Anti-M), TgAb (Anti-T) seviyesinin tâkibi gereksiz midir?

Hastalığın teşhisi sırasında bu antikor tetkiklerinin yapılması gerekir. Yakın zamana dek, antikorların baskılanabildiği bir tedavi şekli bilinmediği için, bunların tâkibi gereksiz görülürdü. Hücreler arası savaşın şiddeti, hücre yıkımı ile, antikor yüksekliği arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu açıdan, selenyum tedavisi verilen hastaların antikor tâkibi yapılır. Bu, selenyuma cevap vermeyen hastaları tesbit etmek için de gereklidir. Altı ay boyunca TPOAb seviyelerinde ciddi düşüş olmayan hastanın, selenyum tedavisine cevap vermediği düşünülür. (Prof. Gartner, bu sürenin 12 ay olması gerektiğini beyân etmektedir. Kendisi ile yaptığımız mülâkatı bir kez daha okumanızı tavsiye ederiz.)


3) Otoimmün tiroidit hastalığının teşhisi nasıl konur?

Hastalığın teşhisi, kanda TPOAb (Anti-M) ve/veya TgAb (Anti-T) seviyesinin yüksek olması ve tipik USG bulguları ile genellikle kolayca konur. Ancak, özellikle TgAb, bazı Graves hattâ nodüler guatr hastalarında da yüksek bulunabilmektedir. Ayrıca Graves hastalığının teşhisinde kullanılan “TSH reseptör antikoru’nun (TRAb)”, Graves hastalarının % 25 kadarında yüksek bulunmaması, teşhis açısından bir güçlük olabilir. Ayrıca otoimmün tiroidit hastalarının Haşitoksikoz döneminde de, Graves’de olduğu gibi “FT3, FT4 yüksek, TSH genellikle baskılanmış”tır. Otoimmün tiroiditte buna yol açan, hormon üretiminin artması değil, harap olan hücrelerdeki hormonun kana âni boşalımıdır ve bu dönem genellikle 9 ayı geçmez. Graves hastalığında ise bu artışın sebebi, tiroid bezinin çok çalışıp, çok hormon üretmesidir. Bu yüzden, tiroid bezinin fonksiyonunu (az mı- çok mu çalıştığını) değerlendirebilmek için, “tiroid sintigrafisi ve uptake (apteyk) testi” gerekebilir. Otoimmün tiroidit teşhisinde tiroid sintigrafisi ve uptake testi, genellikle sadece böyle özel durumlarda istenir. (Düşük dozda da olsa) radyasyon verilmesini gerektirdiği için, sintigrafi ve uptake testi hamilelere yapılmaz. (Kaza ile yapılmış hastaların, “hamilelik ve tiroid” başlıklı yazımızı okumalarını tavsiye ederiz.) Otoimmün tiroidit ile Graves hastalığı arasında geçişler de bilinmektedir.


4) Otoimmün tiroidit nedir? Haşimato hastalığı nedir?

“(Japon bilim adamı Haşimato’nun tarif ettiği) Haşimato hastalığı”nın geç döneminde (hastaların % 90’ından fazlasında), tiroid bezi zamanla küçülmekte ve kalıcı tiroid hormonu yetmezliği başlamaktadır. Bu döneme, “atrofik tiroidit” denir. Hastalığın hamilelik sonrası görülen şekline ise, özel olarak, “postpartum (doğum sonrası) tiroidit” adı verilir. Otoimmün kökenli bu hastalıkların tamamına, artık, “otoimmün tiroidit” denmektedir. Hattâ bazı uzmanlar, Graves hastalığını da (otoimmün kökeni nedeni ile) bu başlık altında anma eğilimindedir. Sonuç olarak Haşimato hastalığı tâbiri aslında, otoimmün tiroidit’in erken dönemini ifâde eder. Ancak ülkemizde “Haşimato hastalığı” tâbiri hâlâ çok yaygın kullanıldığından ve pek çok hasta “otoimmün tiroidit” kelimesini duymadığından, bu iki isim sıklıkla yan yana kullanılmaktadır.


5) Otoimmün tiroidit ırsi midir?

Genetik yapıları birbirine en çok benzeyen tek yumurta ikizlerinde bile, hastalık birinde görülürken, diğerinde hiç görülmeyebilmektedir (Graves hastalığında da durum böyledir). Bu yüzden hastalığın genellikle, “genetik yatkınlığı olan kişilerde, ÇEVRESEL ETKENLERLE (sigara vs.) tetiklendiği” sanılmaktadır. Her otoimmün tiroidit hastası olan annenin çocuğunda, kardeşinde de bu hastalığın olması beklenmez, ancak akrabalarında hastalık bulunan kişilerin, daha yakından incelenmesi ve tâkip edilmesinde fayda vardır.


6) İyot, otoimmün tiroidit yapar mı?

Tiroid bezi, gıdalarla alınan iyot’u kullanarak tiroid hormonlarını (T3, T4) üretir. İyotun “yokluğu” bir yana, “eksikliği” bile, tiroid hormonu yetmezliğine yol açar. (Toprağında, dolayısıyla su ve ekinlerinde) iyot eksikliği olan bölgelerde yaşayan insanların tiroid bezi büyüme eğilimine girer. Yakın zamana kadar, Türkiye’nin çok büyük bir bölümünde iyot eksikliğine bağlı “endemik guatr” ciddi bir sağlık sorunu idi. Hamileleri, doğan bebekleri etkiliyordu. Bizim de bizzat yer aldığımız bazı çalışmalarda, (İzmir gibi şehirlerde bile) içme suyundaki iyot miktarı oldukça düşük bulundu. Sağlık Bakanlığı’nın haklı müdahalesi ile artık yemeklik tuzlar, iyot takviyeli olarak üretilmektedir. Bunun önemini anlamak için, Kütahya/Simav gibi bölgelere gidip, 5-6 yaşındaki guatr’lı çocukları görmek yeter. Halkının yaklaşık % 60’ında endemik guatr görülen bu gibi bölgeler için iyotlu tuz, son derece ucuz ve etkili bir çözüm olmuştur.

Otoimmün tiroidite yol açan, iyot’un bizzat kendi varlığı değildir. Alınan fazla iyodun, “genetik yatkınlığı olan kişilerde”, hastalığın ortaya çıkışını tetikleyebildiği söylenmektedir. Yoksa çalışması için ihtiyaç duyduğu bir madde, tiroidi nasıl hasta eder? Zaten otoimmün tiroidit, savunma hücrelerindeki genetik değişim ile ilgili bir hastalıktır. Bir ailede herkes aynı yemeği yer, benzer miktarda iyot alırken, neden hepsinde aynı hastalık görülmemektedir? İyot takviyesi yapılan ülkelerde, geçiş döneminde, otoimmün tiroidit vakalarının daha sık görüldüğü bilinmektedir. Bu açıdan iyotun “fazlasından” sakınmak gerekir. Ancak “iyot almak endişesi ise balık bile yemeyen” hastalarla tanışmak, bu konunun yeteri kadar anlatılamadığını düşündürüyor bize.


7) Otoimmün tiroidit kansere yol açar mı?

Bazı çalışmalar göstermektedir ki; otoimmün tiroidit hastalarında “lenfoma”, diğer insanlardan biraz daha sık gözükmektedir. Ancak bu, nâdir görülen bir tümördür. Üzerinize yıldırım düşme riskinin 10 kat artmış olması sizi hayat boyu “hasta” etmemeli, ancak tedbirlerin önemini hatırlatmalıdır. Otoimmün tiroidit hastalarında tiroid nodülü varsa, özellikle dikkât etmek gerekir. Ancak, (USG ile yapılan muayenelerde) yaklaşık her iki insandan birinde nodüle rastlandığını (yâni Türkiye’de muhtemelen 30 milyondan fazla insanda tiroid nodülü olduğunu) hatırlatmak isteriz. Nodülü olmayan otoimmün tiroidit hastası son derece azdır. Önemli olan, bu nodüllerin kanser riski açısından, (diğer insanlarda olduğu gibi) tâkibidir. Hastaların zannettiği gibi antikorlar, ya da tiroid hasarı değildir kansere yol açan. Kanser, genetik bir değişimdir. Yine de unutulmamalıdır ki; dünyada tiroid kanserinden ölenlerin sayısı, zatürre’den ölenlerden azdır.


8) Otoimmün tiroidit’te ameliyatın yeri var mıdır?

Otoimmün tiroidit’te hastanın tiroid bezi adım adım harap olmaktadır. Yâni hastanın tiroidinin her gramı önemlidir. (Kanser riskli nodül vs. olmadıkça) ameliyat, çok çok özel bazı hâllerde (kitaplara geçecek kadar nadir görülen bazı şartlarda) yapılmıştır. Ameliyat edilmiş hastalarda tiroid bezinden ufak bir parçanın bile kalması, (savunma sistemini kışkırtan) antijenik uyarının devamı anlamına gelir ve (daha düşük oranda olsa bile) TPOAb, TgAb artışına yol açabilir. Pek çok hasta, “tiroid bezinin tamamen alındığını” zannetse, ya da kendisine öyle söylense de, kanında (tiroid bezinde üretilen ve tiroid dokusunun varlığını gösteren) tiroglobulin (Tg) var ise, buna karşı olan antikor (TgAb) varlığının devam etmesi de çok muhtemeldir. Tiroidi büyük ölçüde alınan ve ardından radyoaktif iyot ile kalan parçaları da öldürülen, Tg değerleri sıfırı bulmuş kişilerde bile, antikor düzeyleri aylar sonra düşmektedir. Sonuç olarak ameliyatın, otoimmün tiroiditte neredeyse hiç yeri yoktur. Kanser açısından riskli nodüller varsa, o zaman ameliyat gerekir ve tercih edilen ameliyat, tiroid bezinin tamamının alınması (total tiroidektomi) şeklinde olmalıdır.


9) Tiroid hormonu (T4, T3) hapları kemik erimesine yol açar mı?

Tiroid hormonu hapları, hastaların eksik olan tiroid hormonu seviyesini, (sağlıklı insanlardaki) normâl seviyeye ulaştırmak için kullanılır. İster tiroid bezi üretmiş olsun, ister dışarıdan hap şeklinde alınmış olsun; “tiroid hormonu fazlalığı, uzun vâdede kemik erimesine yol açar.” Yâni önemli olan, hormon düzeylerinin normâlin dışına taşmamasıdır.


10) T3 hapı var mıdır? Neden çok fazla kullanılmıyor?

Tiroid bezinde hem T4, hem T3 hormonu üretilir. Ayrıca T4, dokularda, (içindeki bir iyot’u kaybederek) T3’e dönüşür. Aslında T3, T4’den daha aktiftir. Ancak ömrü T4’ten daha kısadır. T3’ün yalnız başına, ya da T4’le birlikte olduğu ilâçlar vardır. Ancak T3’ün kandaki kısa süreli ve hızlı yükseliş - düşüşleri, hem ilâcın gün içinde birkaç kez ve düzenli aralıklarla alınmasını gerektirmekte, hem de bu dalgalanmalar, çarpıntı vs. yan etkilere daha sık yol açabilmektedir. Bu yüzden hormon takviyesi amacıyla T3, nâdiren ve özel hâllerde tercih edilmektedir.


11) Hipotiroidi sarhoşluğuna karşı uyanık olun!

Uzun süre hipotiroidi yaşayan hastalar, yavaşlamış metabolizmalarına alışabilirler. Hayatı fazla düşünmeden, ağır çekimle yaşamak, çok uyumak, hastayı bir çeşit sarhoşluğun içine çekebilir.

Yapılan tedavi ile T4, T3 normâle gelip, hastanın mutlu olması beklenirken, bazı hastalar artan metabolizma ve hızlanan hayatlarına ayak uyduramayabilir, daha doğrusu ayak uydurmak istemeyebilir.

“Uykularım kaçtı, çok düşünüyorum, sebebi yokken içimden ağlamak geliyor...” Bunların hasta ve yakınları tarafından birlikte değerlendirilmesinde fayda vardır. Günlük 7-8 saat uyuyan bir hasta, daha önce 14-15 saat uyumaya alışmış ise, bunu uykusuzluk olarak algılayabilir. Çoğu uyku ile geçen ve aklın asgari ölçüde kullanıldığı hipotiroidi günlerinden sonra, hayatı gerçek hızında yaşamaya başlamak, sıkıntılarla yüzleşmek, hastaları bunaltabilir. Hipotiroidi tedavi edilirken, tiroid hormonu hapının (levotiron, tefor, euthyrox,…) dozu yavaş yavaş arttırılmalıdır. Aksi hâlde çarpıntı, sıcak basması vb. istenmeyen hâller yaşanabilir. Hasta bunları da bahane ederek (ya da ilâcın dokunduğunu iddia ederek), hapları kullanmayı reddedebilir. Artan sorumluluklar, gerçeklerle yüzleşmek yerine, hipotiroidi sarhoşluğuna kaçmak isteyebilir. TSH’ı yıllarca 10 mIU/l’lerde yaşayıp, tiroid hormonu hapı kullanmayı reddeden çok hasta bilirim. “Bu ilâç dokundu ise diğerini verelim, dozu aylar içinde arttıralım da deseniz”, o sarhoşluğu aşmanız bazen çok güç olur. Bu, bazen hasta yakınları için de bir imtihana dönüşür. Hastanın “çözümü görmek istememesi”, yakınlarını zamanla yıpratıp, huzursuzluklara zemin hazırlayabilir. Elbette hastanın FT3, FT4, TSH tetkikleri sık aralıklarla yapılmalı, hepsinin normâl seyretmekte olduğundan emin olunmalıdır. Ancak bütün bunlar diğer sağlıklı insanlarla aynı iken, “sağlıksız yaşamak” için bir bahane aranmamalıdır. Fedâkârlık karşılıklı olmalı, zor günlerde terkedilmiş sorumlulukların, bir an evvel ucundan tutmak için gayret göstermelidir. Ben, hiç “mutsuzluk antikoru” görmedim… Yeter ki inanalım…


12) Selenyum tedavisi için kandaki selenyum seviyesinin ölçülmesi gerekir mi?

Selenyum tedavisi, “sadece selenyum eksikliği olan kişilerde, eksikliği gidermek amacıyla yapılan bir tedavi” değildir.

Selenyum’un, belli bir dozun üzerinde, savunma hücrelerinin ürettiği TPOAb antikoru üzerinde baskılayıcı etkisi vardır.

Selenyumun kan seviyesi, dokulardaki seviyesini yansıtmaz (Kucharzewski, 2002, 2003). Üstelik, alınan 200 mikrogramlık tek bir selenyum dozuyla bile, (normâI insanlarda olduğu gibi, otoimmün tiroidit hastalarında da) kan selenyum seviyesi normâle gelebilmektedir (Duntas, 2003).

Bunun da ötesinde, Gartner ve Duntas’ın çalışmalarında, hastaların serum selenyum seviyeleri normâl aralıkta(70 - 125 mikrogram/l) ya da buna yakın olsa da, selenyum tedavisi ile TPOAb seviyesinde ciddi düşüş olduğu bildirilmektedir (Gartner, 2002; Duntas, 2003).

Bazı mesleki hastalıklar, klinik zehirlenme ihtimâli vs. gibi çok özel şartlarda kan selenyum seviyesi ölçümü gerekebilir. Bu ölçüm, çok az merkezde yapılabilmektedir.

Kan selenyum seviyesinin normâl aralıkta olması, selenyum tedavisinin gereksiz olduğu anlamına gelmez.

Kan selenyum seviyesi (yazıldığı gibi), birkaç tabletle bile normâle ulaşabilir, ancak kandaki selenyumun az bir kısmı (atılmadan önce) tiroid vs. dokulara geçer. Tedavinin uzun süreli olması biraz da bu yüzdendir.


13) Selenyum ilâçlarının farkı var mıdır?

Alman prof. Gartner’ın ilk çalışmalarında kullandığı selenyum, “sodium selenite” formunda idi. (Biz dahil) sonraki araştırmacıların hemen hepsi, selenyumu, “L-selenomethionine” formunda kullandı. Bu form, selenyumun, “emiliminin daha yavaş olduğu, kanda ağır ağır yükselip, dolaşımda daha uzun süre kararlı hâlde kaldığı, dolayısıyla zehirlenme riski açısından daha güvenli görülen” formudur.

Ayrıca üretim sırasında selenyuma bulaşabilen mantarlar, bazı allerjilere vs. yol açabilir. Bu açıdan mantardan âri (yeast free) ilâçlar tercih edilmelidir. İlâcın, (tiroid hormonu hapları gibi) serin ve kuru ortamda tutulması gerekir. Buzdolabında nem alma riski artar. Uzun süre beklemiş ilâçlar kullanılmamalıdır.


14) Selenyumu, ilâç şeklinde değil, gıdalarla alabilir miyiz?

Zâten her yetişkin insanın, gıdalarla, günlük 70 mikrogram kadar selenyum alması gerekir. Bu vücudumuzdaki selenoprotein denen (çalışması için selenyum gereken) maddeler için elzemdir. Ancak bu dozda selenyum alımı ile, TPOAb seviyesinde düşüş izlenmemektedir. Gıdalarla günde 200 mikrogram selenyum alabilmek ise, çok mümkün gözükmemektedir.


15) Selenyum tedavisi dışında, tiroid otoantikorlarını baskıladığı bilinen başka bir tedavi şekli var mıdır?

Bir çalışmada, kolesterol düşürücü bir ilâcın, aynı zamanda otoimmün tiroidit hastalarındaki otoantikorlar üzerinde de etkili olabildiği iddia edilmiştir. Bu ilâçların nisbeten sık ve ciddi yan etkileri göz önüne alınınca, böyle bir amaçla, uzun süre kullanılması çok cazip gözükmemektedir. Bu açıdan biz de bu iddiayı test etmeyi düşünmedik. Ancak, kolesterolü (tiroid fonksiyonları düzeldiği hâlde) çok yüksek seyreden ve bu cins bir ilâca ihtiyaç duyan otoimmün tiroidit hastalarında, belki bu ilâç tercih edilebilir.

Diğer otoimmün hastalıklarda, savunma sistemi üzerinde etkisi olduğu gösterilmiş bazı ilâç-doğal maddelerin, otoimmün tiroidit’te de etkili olması muhtemeldir ve bu yönde araştırmalar devam etmektedir.

Ancak, savunma hücreleri zâten duyarlı hâle gelmiş otoimmünite hastalarının, içeriği bilinmeyen maddelere karşı çok temkinli olması gerekir.


16) Otoimmün tiroidit hastalarının dikkât etmesi gereken başka şeyler var mıdır?

Otoimmün tiroidit hastalarının üçte birinden fazlasında, bu hastalıkla beraber, başka bazı otoimmün hastalıklar da bulunabilmektedir. B12 vitamini eksikliği, Sjogren sendromu vs. gibi. Bu hastalıkların da araştırılması, erken teşhis açısından faydalı olur.

Hipotiroidide, bazı laboratuar bulgularında, buna bağlı anormâllikler görülebilir:

* Artmış creatine phosphokinase (CPK),

* Yüksek kolesterol ve trigliserid,

* Anemi (kansızlık)… gibi.

(Demir eksikliğine bağlı kansızlık dışındaki) anormâlliklerin birçoğu, sadece tiroid hormonu takviyesi ile düzelebilmektedir.

Kolesterol yüksekliğinin bir nedeninin de “hipotiroidi” olabileceği ve başka tedaviye gerek kalmadan, tiroid hormonlarının normâl hâle gelmesi ile kolesterol seviyesinin düşebileceği akılda tutulmalıdır. Bazen hastaların hipotiroid olduğu, yüksek kolesterol araştırılırken ortaya çıkar. Böylece hastanın gereksiz yere ilâç kullanması da önlenmiş olur.

Otoimmün tiroidit hastalarının, sigara vb. yabancı maddelerden uzak kalması, katkı maddeleri içermeyen doğal gıdaları tercih etmesi önerilir.

Özellikle taze meyve ve sebzelerdeki antioksidanların, hücre direncini arttırdığı bilinmektedir.


“Mutlu insan, dertsiz olan değil, derdini bile sevmesini bilendir.”


Mutluluk ve Sağlık Dileklerimizle...

Uzman Dr. Ömer TÜRKER

www.tiroidim.com
 
Koenzim QH

Koenzim Q10 Nedir?

CoQ10 olarak da bilinen Koenzim Q10 sağlıklı bir vücut için gerekli olan yağda-çözünen bir antioksidandır. İnsan vücudundaki her hücrede bulunmakta ancak yaşla birlikte insan vücudundaki Koenzim Q10 seviyesi düşmektedir.1

CoEnz QH nedir?

Standart formdaki CoQ10'in bir diğer adı ubikinondur. Vücut gerek enerji ihtiyacını karşılamak gerekse antioksidan koruma sağlamak amacıyla standart CoQ10 ürünlerini aktif formu olan QH forma çevirmektedir. Ancak 40 yaşından sonra, çevresel toksinler, stres ve statin türevi ilaçların kullanımı bu dönüşümü engeller. Kişi gerek yiyeceklerle gerekse dışarıdan, standart formdaki (ubikinon) CoQ10 ürününü alsa bile vücut bunu aktif formu olan QH forma dönüştüremez. Dönüşüm gerçekleşmediği için vücut alınan standart formdaki (ubikinon) CoQ10 ürününü kullanamaz. CoEnz QH ise aktif formda bir CoQ10 ürünü olduğu için vücut herhangi bir dönüştürme işlemine gerek duymadan CoQ10 ihtiyacını karşılar.

Neden CoEnz QH?

Özellikle 40 yaşından itibaren vücudumuzun standart CoQ10'i QH forma dönüştürebilme yeteneği azalmaktadır. Bu nedenle standart formdaki CoQ10 alınsa bile yeterli olmaz ve bu nedenle etki net olarak görülmez. CoEnz QH ise aktif formda olduğu için vücut herhangi bir dönüştürme işlemine gerek duymadan CoQ10 ihtiyacını karşılar. Ayrıca 2009 yılında yapılan bir çalışmada CoEnzQH'in standart CoQ10''a göre 4 kat daha etkili olduğunu göstermiştir.7


Koenzim QH Görevi Nedir?

CoQH vücutta iki hayati fonksiyonu yerine getirir:

• Vücut genelinde enerji üretimi için hayati önem taşır,2

• Güçlü antioksidan koruma sağlar.3


Koenzim QH vücutta enerji yapı taşı olarak bilinen ATP (Adenozin Trifosfat) üretiminde büyük rol oynar. Koenzim QH, en fazla enerjiyi kullanan organlar olan kalp, karaciğer, böbrekler, pankreas ve beyin ile bağışıklık sisteminde yüksek miktarlarda bulunmaktadır. Vücutta Koenzim QH eksiklikleri kendini enerji düşüklükleriyle belli etmektedir. Koenzim QH miktarı fazlalaştıkça hücrenin enerji üretimi de artmaktadır bu da hücrenin daha genç kalmasına ve daha uzun yaşamasına yardımcı olmaktadır.4

Koenzim QH güçlü bir antioksidandır.5 Hücrelerin yapısını bozan ve yaşlanmaya neden olan oksitleyici serbest radikallerin zararlarına karşı vücudu korumaktadır. Antioksidan özelliği sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirerek, cildimizi serbest radikallerin neden olduğu yaşlanma etkilerine karşı korur.6

Koenzim QH'İn Kullanım Alanları Nelerdir?

1- Hücrelerimizde enerji üretimine destek olur.
Koenzim QH vücutta enerji yapı taşı olarak bilinen ATP (Adenozin Trifosfat) üretiminde büyük rol oynar2. Koenzim QH, en fazla enerjiyi kullanan organlar olan kalp, karaciğer, böbrekler, pankreas ve beyin ile bağışıklık sisteminde yüksek miktarlarda bulunmaktadır. Vücutta Koenzim QH eksiklikleri kendini enerji düşüklükleriyle belli etmektedir. Koenzim QH miktarı fazlalaştıkça hücrenin enerji üretimi de artmaktadır bu da hücrenin daha genç kalmasına ve daha uzun yaşamasına yardımcı olmaktadır.4

2- Statin türevi ilaçlarla birlikte Koenzim QH takviyesi kullanılmalıdır.
Yaşam için gerekli maddelerden biri olan kolesterolün kanda fazla miktarda bulunması kan damarlarının sertleşmesine, daralmasına ve kalp-damar rahatsızlıklarına yol açmaktadır. Bu noktada kolesterol düşürücü olarak statin türevi ilaçların kullanımı tercih edilmektedir. Ancak statinler vücutta sadece kolesterolü düşürmekle kalmayıp vücutta enerji üretiminde etkili olan ve antioksidan özelliğe sahip CoQH düzeylerini düşürmektedirler. Yapılan çalışmalar 8 hafta statin kullanımının vücutta aktif form CoQH seviyesini % 57 oranında azalttığını göstermektedir.8

3- Statin türevi ilaç kullanımına bağlı gelişen kas ağrılarının azaltılmasına yardımcı olur
Vücutta Koenzim QH seviyesinde düşme, statin kullananlarda çok sık olarak karşılaşılan kas ağrılarına, yorgunluğuna ve hassasiyetine neden olmaktadır. Amerikalı Bilim adamları tarafından yapılan çalışmada düzenli Koenzim QH kullanımının kaslarda hücresel enerji ihtiyacını karşılayarak, statin kullanımına bağlı olarak gelişen kas ağrıları şikayetini %40 oranında azalttığı tespit edilmiştir.9

4- Kan basıncının ayarlanmasına destek olur.10
Yakın bir zamanda yapılan bir çalışmada Koenzim QH'İn yüksek kan basıncında düşüşlere, düşük kan basıncında da yükselmelere yardımcı olabileceği bulunmuştur. Koenzim QH tansiyonun dengelenmesine yardımcı olur.

5- Cildi yaşlanma etkilerine karşı korumaya yardımcı olur.
Hava kirliliği, stres, sigara ve güneşin yaydığı zararlı ışınlar, serbest radikallerin oluşmasına bunlar da zamanla tüm vücut öğelerinde olduğu gibi cilt hücrelerinde de yaşlanmaya neden olur. Yaşlanmanın yavaşlatılabilmesi ve cilt hücrelerinin sağlığını koruyabilmesi için ise doğal bir antioksidan desteğine ihtiyaç vardır. CoQH serbest radikal hasarlarına karşı cildimizi koruyarak hücresel yaşlanmaya karşı etkili olmaktadır. Yapılan klinik çalışmalara göre, düzenli CoQH alımı, kırışıklık alanında %33, kırışıklık hacminde % 38'lik iyileşmeye yardımcı olduğu tespit edilmiştir.6

6- Egzersiz performansının arttırılmasına yardımcı olur.
Yoğun egzersiz sırasında oksijen üretimindeki hızlı artışın neden olduğu oksidatif stres kaslarda ağrı, kas hasarı ile kendini göstermekte bu da kişinin egzersiz performansının düşmesi ve erken yorulmasıyla sonuçlanmaktadır. Vücut hücrelerinin enerji üretim mekanizmasında kilit görev olan Koenzim QH sporcularda fiziksel performansı arttırır, antioksidan özelliği sayesinde de kaslarda oksijen alımını arttırarak kas yorgunluğunu azaltıp kasların düzenli çalışmasını destekler. Sporcular üzerinde yapılan klinik çalışmalar düzenli Koenzim QH alımının egzersiz performansını % 94 oranında arttırdığını göstermektedir.11

7- Antioksidan etki göstererek serbest radikallerin neden olduğu zararlı etkilere karşı koruyucu etki gösterir.
Koenzim QH güçlü bir antioksidandır. Hücrelerin yapısını bozan ve yaşlanmaya neden olan oksitleyici serbest radikallerin zararlarına karşı vücudu korumaktadır. Antioksidan özelliği sayesinde mitokondriyal rahatsızlıklarda,12 Alzheimer,13 Parkinson14 gibi nörolojik hastalıklarda etkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.



REFERANSLAR
1. Kalen (1989). Lipids,24,579-584
2. Ernster L, Dallner G:. Biochem Biophys Acta 1271: 195-204, 1995
3. Weber C, Jakobsen TS, Mortensen SA, et al. Int J Vitam Nutr Res 1994;64:311-5.
4. Sampath Kumar C, J., Govind S., Sharath K. Int. J. Pharm & Ind. Res. Vol 1,Issue 2, 100-104.
5. Bentinger M, Brismar K, Dallner G.Mitochondrion. 2007 Jun;7 Suppl:S41-50.
6. Y.Ashida., S. Kuwazuru, M. Nakashima , K. Watabe . Food Style 21, 2004.6(Vo8.,No.6), Page 1-4.
7. M. Evans, J.Baisley, S. Barss, N. Guthrie. Journal of Functional Foods ; Volume 1, Issue 1, January 2009, Pages 65-73.
8. Mabuchi H, Higashikata T, Kawashiri M, Katsuda S, Mizuno M, Nohara A, Inazu A, Koizumi J, Kobayashi J.J. Atheroscler Thromb. 2005;12(2):111-9.
9. Caso G, Kelly P, McNurlan MA, Lawson WE..Am J Cardiol. 2007 May 15;99(10):1409-12.
10. Rosenfeldt FL, Haas SJ, Krum H, Hadj A, Ng K, Leong JY, Watts GF. J Human Hypertension 21: 297-306, 2007
11. Ylikoski T, Piirainen J, Hanninen O, Penttinen J. Mol. Aspects Med.; 1997;18 Suppl:S283-290.
12. Spindler M, Beal MF, Henchcliffe C. Neuropsychiatr Dis Treat. 2009;5:597-610.
13. Isobe C, Abe T, Terayama Y. Dement Geriatr Cogn Disord. 2009;28(5):449-54.
14. Hargreaves IP, Lane A, Sleiman PM. Neurosci Lett. 2008 Dec 5;447(1):17-9.

Alıntı: newlife
 
Back