DEVAMI...
Muayene odası, doktor, hemşire ablamız, sen ve ben.
Baban içerde birazdan gelecek seni görmeye.
…………………………………………
Sessizlik, karanlık, sıcak çok sıcak.
Neredesin annem?
Niye öyle miniciksin?
Niye hareket etmiyorsun?
Uyuyor musun yoksa ?
……………………….
Eşinizi çağıralım mı diye sordu doktor, yok gerek yok.
Ben hallederim.
O üzülmesin.
Anlamış halbuki kimse onu çağırmayınca.
Akşamüstü saat beş suları.
Yine bir ameliyat odası.
Yanıyorum alev alev.
Kıpkırmızıyım.
Çıtım çıkmıyor.
Doktorun eli elimde, onunki buz gibi.
Uyandım.
Ağlıyorum sessizce.
Eve geliyoruz vakitlice.
Anneannen, deden gelmiş moral vermeye. A
Anneannen sıkıntısından otuz kap yemek pişirmiş kim yiyecekse ve hangi moralle. Yetmemiş süpürgeyi açmış evi kazıyor.
Baban balkonda dedene ağlıyor.
Ertesi gün babaannen, deden ve amcan geldiler İzmir’den.
Şöyle yalnız kalıp böğüre böğüre ağlayacaktım oysa ben.
Sustum, sessizce aktı yaşlar.
Neden sonra tahriş oldu yanaklarım tuzdan.
Birileri bir yerlede birşeyler konuşup duruyor.
Durmadan telefonlar geliyor.
Ama halim yok, içim acıyor benim, ilgilenmiyorum.
Hatta babanın cep telefonunu kurcalarken doktorla mesajlaşmalarını okuyorum hiçbir anlam vermeden.
“Ya doktor bey, doğru söyleyin eşime bir şey olacak mı? Çok korkuyorum” Sormuyorum bile bu ne demek diye.
Birkaç gün sonra yine doktordayız.
Cin gibiyim.
Elimde padişah fermanı kadar bir soru listesi geleceğe dair.
Daha ağzımı açmadan bir beyaz uzatıyor doktor elime.
Çok korkuttun bizi diyor.
Ama çok şükür herşey yolunda .
Onun dediklerini anlamaya çalışırken kağıttaki “patoloji” raporudur yazısını görüyorum.
Ne alaka?
Bir anda kaset geri sarmaya başlıyor.
Bir tek seni almamışlar içimden anneciğim.
Ben seni kaybettim diye ağlarken günlerdir, diğer herkes benim için ağlıyormuş meğer.
Neyse sonuçlar temiz çıkıyor ve ben yine allak bullak, üstelik suçluymuşum gibi bir ifadeyle eve dönüyorum.
Zaman geçmiyor.
Ne yapacağım şimdi ben?
Daha deneyecek bir şey kalmadı ki.
Yoksun işte.
Kabul edemiyorum.
Yenemiyorum hırsımı, seni istiyorum ben.
Ağlıyorum durmadan ağlıyorum.
Yastığımın bir tarafı hep yaş.
Şifa olur belki diye bir bahar tatili yaratıp nisan ayında uzaklaşıyoruz bu şehirden.
Her yer yemyeşil, hava çok güzel, huzur var her yanda.
Ama ben çok kötüyüm.
Durgunum, sesim çıkmıyor.
Baban sevineyim diye pin-pon’da hep bana yeniliyor, havuzda hep geçiliyor. Ellerimiz her yanımız buruş buruş, saatlerce suda oynuyoruz.
Bir sonraki ağustos’a kadar seni rafa kaldırdık.
Ben istemedim ama öyle gerekiyormuş.
Yedekte eksi bilmem kaç derecedekiler var ya, işimiz kolay olacakmış nasıl olacaksa.
Hiçbir ilaç kullanmıyorum aylardır.
Vücudum yeniden kendi ritmini kurmaya çalışıyor.
Ama başarılı değil.
Sinirliyim.
Şiş gibiyim.
Doktor söktürücü veriyor.
İlaç bitiyor, bende tık yok.
Üç gün, dört gün, bir hafta , on gün.
Hayır, dahada kötüyüm, patlayacağım.
Kendimden, kadınlığımdan nefret etmeye başlıyorum.
Birkaç gün sonra bir cumartesi öğleden sonrası daha önceden hiç önünden bile geçmediğim bir eczaneden yine gebelik testi alıyorum.
Mümkün değil oysa, hala kendi hayal alemimde seninle beraberim ya…
Evde kimse yok, haziran 18 2005, cumartesi.
Baban şehir dışında, akşam kaçta gelecek bilmiyorum.
Testi yapıyorum.
Koyacak şanslı bir köşe arıyorum evde.
Yok ki…
Her yer daha önceden defalarca denendi.
Güneş pırıl pırıl dışarda.
Salonda pencerenin dışına en sıcak olan yere koyuyorum, sende böylr parlak, aydınlık bir gelecek olan bize diye.
Balkondayım, yerleri yıkıyorum, suları sebebsizce döküyorum.
İçerde sonuç hazır ama gidip bakamıyorum ki korkudan.
Dakikalar değil belki saat geçiyor senden uzakta.
Nefesimi tutup yaklaşıyorum sana.
Bir ikinci çizgiye hasretim duran yan yana.
Oradasın annem.
İki çizgi güneşte parlıyor bana.
Elim ayağıma dolanıyor.
Nasıl yani? diyerek binlerce kez okuduğum testing kullanım klavuzunu bir daha okuyorum.
Hamile miyim şimdi ben?
Ama tedavi?
Hani tüp bebek?
Eksi bilmem kaç derecedekiler ne oldu?
Baban nerede?
Bize en yakın hastanedeyim, koşarak gittim.
Kan veriyorum sakin.
Akşam sekiz gibi diyor hemşire.
Gelemem ki baban evde olacak, hem akşam bir yere davetliyiz.
Yarına kadar beklemeliyim.
Gece uyuyamıyorum heyecandan.
Hiç kimseye hiç bir şey söylemiyorum.
Sabah oluyor, hava kapalı.
Yağmur var dışarda.
Pazar günü, etraf sessiz.
Birşeyleri bahane edip dışarı çıkıyorum öğlene doğru.
Yine koşarak hastaneye.
Zarf elimde.
Açamıyorum.
Açamam.
Bıktım olumsuzluklardan.
Yıldım yenilgilerden.
Ama içim kıpır kıpır, öleceğim sanki.
Yağmur yağıyor.
Ağlıyorum, elimde kağıt sonuç pozitif hemde 9486 gibi çok sağlam bir B-HCG sonucu ile.
Annem sen neredeydin bunca zamandır ?
Madem kendin gelecektin niye demedin bana?
Ben bilsem seni beklerdim hiç kendimi üzmeden.
Hoş geldin anneciğim , sakın gitme uzaklara olur mu bir daha?
Bir daha bekletme bu kadar kendini.
Hem babana ne söyleyeceğiz şimdi?
Eve geliyorum.
Baban klasik pazar sabahı görüntüsünde, pijamaları üstünde TV izliyor uzanmış koltukta.
Hemen çift çubuk gebelik testini ve tahlil sonucunu paket yapıyorum kurdeleyle. Titreyerek babanın kucağına bırakıyorum, “Babalar günün kutlu olsun ! „ diyerek. Evet anneciğim o gün 19 Haziran, babalar günü.
Gelebileceğin en iyi günde geldin sen yuvamıza.
Hoş geldin !
Temmuz 10’ a kadar herkesten saklıyorum seni.
Mümkün olsa , kendim bile bilmeseydim diye de düşünmüyorum değil oysa.
Ya yine bir şey olursa, ya kalbin durursa diye aklım çıkıyor günde kaç bin defa. Her doktor randevusunda, o karanlık ekranda, sen zıp zıp zıpladığında benimde yüreğim hopluyor.
Biliyor musun , uzun zamandır ilk defa her şey olunda.
Gün be gün yaşıyorum seni.
Bekliyorum gelmeni.
Önceden geçmeyen, geçsede hiç tadı olmayan günler şimdi daha anlamlı, pırıl pırıl herşey.
Mutlu kalkıyorum sabahları.
Hem ağlamıyorum artık geceleri yatakta.
Birde kucağıma alsam seni, koklasam o sıcacık nefesini.
Şubat 2006 ayın 6’sında, hani üç sene evvel bu serüvene başlayıp ilk defa kapısını açtığımız bu hastenin bir odasında, yine karlı bir kış sabahında, sen geldin anneciğim dünyamıza.
Mutlulukların en büyüğü, huzurun ta kendisi, heyacanın hiç bitmeyeni, günün neşesi sen oldun bir anda
Muayene odası, doktor, hemşire ablamız, sen ve ben.
Baban içerde birazdan gelecek seni görmeye.
…………………………………………
Sessizlik, karanlık, sıcak çok sıcak.
Neredesin annem?
Niye öyle miniciksin?
Niye hareket etmiyorsun?
Uyuyor musun yoksa ?
……………………….
Eşinizi çağıralım mı diye sordu doktor, yok gerek yok.
Ben hallederim.
O üzülmesin.
Anlamış halbuki kimse onu çağırmayınca.
Akşamüstü saat beş suları.
Yine bir ameliyat odası.
Yanıyorum alev alev.
Kıpkırmızıyım.
Çıtım çıkmıyor.
Doktorun eli elimde, onunki buz gibi.
Uyandım.
Ağlıyorum sessizce.
Eve geliyoruz vakitlice.
Anneannen, deden gelmiş moral vermeye. A
Anneannen sıkıntısından otuz kap yemek pişirmiş kim yiyecekse ve hangi moralle. Yetmemiş süpürgeyi açmış evi kazıyor.
Baban balkonda dedene ağlıyor.
Ertesi gün babaannen, deden ve amcan geldiler İzmir’den.
Şöyle yalnız kalıp böğüre böğüre ağlayacaktım oysa ben.
Sustum, sessizce aktı yaşlar.
Neden sonra tahriş oldu yanaklarım tuzdan.
Birileri bir yerlede birşeyler konuşup duruyor.
Durmadan telefonlar geliyor.
Ama halim yok, içim acıyor benim, ilgilenmiyorum.
Hatta babanın cep telefonunu kurcalarken doktorla mesajlaşmalarını okuyorum hiçbir anlam vermeden.
“Ya doktor bey, doğru söyleyin eşime bir şey olacak mı? Çok korkuyorum” Sormuyorum bile bu ne demek diye.
Birkaç gün sonra yine doktordayız.
Cin gibiyim.
Elimde padişah fermanı kadar bir soru listesi geleceğe dair.
Daha ağzımı açmadan bir beyaz uzatıyor doktor elime.
Çok korkuttun bizi diyor.
Ama çok şükür herşey yolunda .
Onun dediklerini anlamaya çalışırken kağıttaki “patoloji” raporudur yazısını görüyorum.
Ne alaka?
Bir anda kaset geri sarmaya başlıyor.
Bir tek seni almamışlar içimden anneciğim.
Ben seni kaybettim diye ağlarken günlerdir, diğer herkes benim için ağlıyormuş meğer.
Neyse sonuçlar temiz çıkıyor ve ben yine allak bullak, üstelik suçluymuşum gibi bir ifadeyle eve dönüyorum.
Zaman geçmiyor.
Ne yapacağım şimdi ben?
Daha deneyecek bir şey kalmadı ki.
Yoksun işte.
Kabul edemiyorum.
Yenemiyorum hırsımı, seni istiyorum ben.
Ağlıyorum durmadan ağlıyorum.
Yastığımın bir tarafı hep yaş.
Şifa olur belki diye bir bahar tatili yaratıp nisan ayında uzaklaşıyoruz bu şehirden.
Her yer yemyeşil, hava çok güzel, huzur var her yanda.
Ama ben çok kötüyüm.
Durgunum, sesim çıkmıyor.
Baban sevineyim diye pin-pon’da hep bana yeniliyor, havuzda hep geçiliyor. Ellerimiz her yanımız buruş buruş, saatlerce suda oynuyoruz.
Bir sonraki ağustos’a kadar seni rafa kaldırdık.
Ben istemedim ama öyle gerekiyormuş.
Yedekte eksi bilmem kaç derecedekiler var ya, işimiz kolay olacakmış nasıl olacaksa.
Hiçbir ilaç kullanmıyorum aylardır.
Vücudum yeniden kendi ritmini kurmaya çalışıyor.
Ama başarılı değil.
Sinirliyim.
Şiş gibiyim.
Doktor söktürücü veriyor.
İlaç bitiyor, bende tık yok.
Üç gün, dört gün, bir hafta , on gün.
Hayır, dahada kötüyüm, patlayacağım.
Kendimden, kadınlığımdan nefret etmeye başlıyorum.
Birkaç gün sonra bir cumartesi öğleden sonrası daha önceden hiç önünden bile geçmediğim bir eczaneden yine gebelik testi alıyorum.
Mümkün değil oysa, hala kendi hayal alemimde seninle beraberim ya…
Evde kimse yok, haziran 18 2005, cumartesi.
Baban şehir dışında, akşam kaçta gelecek bilmiyorum.
Testi yapıyorum.
Koyacak şanslı bir köşe arıyorum evde.
Yok ki…
Her yer daha önceden defalarca denendi.
Güneş pırıl pırıl dışarda.
Salonda pencerenin dışına en sıcak olan yere koyuyorum, sende böylr parlak, aydınlık bir gelecek olan bize diye.
Balkondayım, yerleri yıkıyorum, suları sebebsizce döküyorum.
İçerde sonuç hazır ama gidip bakamıyorum ki korkudan.
Dakikalar değil belki saat geçiyor senden uzakta.
Nefesimi tutup yaklaşıyorum sana.
Bir ikinci çizgiye hasretim duran yan yana.
Oradasın annem.
İki çizgi güneşte parlıyor bana.
Elim ayağıma dolanıyor.
Nasıl yani? diyerek binlerce kez okuduğum testing kullanım klavuzunu bir daha okuyorum.
Hamile miyim şimdi ben?
Ama tedavi?
Hani tüp bebek?
Eksi bilmem kaç derecedekiler ne oldu?
Baban nerede?
Bize en yakın hastanedeyim, koşarak gittim.
Kan veriyorum sakin.
Akşam sekiz gibi diyor hemşire.
Gelemem ki baban evde olacak, hem akşam bir yere davetliyiz.
Yarına kadar beklemeliyim.
Gece uyuyamıyorum heyecandan.
Hiç kimseye hiç bir şey söylemiyorum.
Sabah oluyor, hava kapalı.
Yağmur var dışarda.
Pazar günü, etraf sessiz.
Birşeyleri bahane edip dışarı çıkıyorum öğlene doğru.
Yine koşarak hastaneye.
Zarf elimde.
Açamıyorum.
Açamam.
Bıktım olumsuzluklardan.
Yıldım yenilgilerden.
Ama içim kıpır kıpır, öleceğim sanki.
Yağmur yağıyor.
Ağlıyorum, elimde kağıt sonuç pozitif hemde 9486 gibi çok sağlam bir B-HCG sonucu ile.
Annem sen neredeydin bunca zamandır ?
Madem kendin gelecektin niye demedin bana?
Ben bilsem seni beklerdim hiç kendimi üzmeden.
Hoş geldin anneciğim , sakın gitme uzaklara olur mu bir daha?
Bir daha bekletme bu kadar kendini.
Hem babana ne söyleyeceğiz şimdi?
Eve geliyorum.
Baban klasik pazar sabahı görüntüsünde, pijamaları üstünde TV izliyor uzanmış koltukta.
Hemen çift çubuk gebelik testini ve tahlil sonucunu paket yapıyorum kurdeleyle. Titreyerek babanın kucağına bırakıyorum, “Babalar günün kutlu olsun ! „ diyerek. Evet anneciğim o gün 19 Haziran, babalar günü.
Gelebileceğin en iyi günde geldin sen yuvamıza.
Hoş geldin !
Temmuz 10’ a kadar herkesten saklıyorum seni.
Mümkün olsa , kendim bile bilmeseydim diye de düşünmüyorum değil oysa.
Ya yine bir şey olursa, ya kalbin durursa diye aklım çıkıyor günde kaç bin defa. Her doktor randevusunda, o karanlık ekranda, sen zıp zıp zıpladığında benimde yüreğim hopluyor.
Biliyor musun , uzun zamandır ilk defa her şey olunda.
Gün be gün yaşıyorum seni.
Bekliyorum gelmeni.
Önceden geçmeyen, geçsede hiç tadı olmayan günler şimdi daha anlamlı, pırıl pırıl herşey.
Mutlu kalkıyorum sabahları.
Hem ağlamıyorum artık geceleri yatakta.
Birde kucağıma alsam seni, koklasam o sıcacık nefesini.
Şubat 2006 ayın 6’sında, hani üç sene evvel bu serüvene başlayıp ilk defa kapısını açtığımız bu hastenin bir odasında, yine karlı bir kış sabahında, sen geldin anneciğim dünyamıza.
Mutlulukların en büyüğü, huzurun ta kendisi, heyacanın hiç bitmeyeni, günün neşesi sen oldun bir anda