- 20 Aralık 2006
- 424
- 12
- Konu Sahibi ffcamdankalp
- #1
Dogmatizm ve kapitalizm kıskacında Kadın
Kadının kendi ekseni etrafında dönen bir kutup olmasına izin verirsek kendi ışığını yansıtırken bizi de aydınlatır
Kadın hak nurudur, sevgili değil
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.
Mevlâna
Türkiye panoramasında kadının kendi olması ve kendini bulmasının önünde iki engel vardır. Bunların her biri diğerini yadsısa ve küçümsese de, sonuçta farklı kapılardan birbirine çok yakın iki kadın zuhur etmektedir. Peki nedir bu çitler: Biri sözde-din adına ancak hiç de dini olmayan bir tavırla kadının kendini bulmasının önündeki ataerkil, geleneksel, dogmatizm engeli, diğeri ise dinden kadını özgürleştirmeyi vaat eden ancak tam da bir ablukaya mahkum eden kapitalizm pazarı.
Kadından söz etmeye başlayınca doğal olarak onun diğer kutbu zihinlerde yankılanmaya başlar. Elbette o da erkektir. Kur’an’ın ifadesiyle ‘kadın erkek için erkek de kadın için birer elbisedir’ (2/187). Şimdi bu ayet ışığında, sözde-din adına kadının ikincil bir konuma itilmesi ve onun birey olma bakımından potansiyellerinin gerçekleşmesine mâni olunması gerçeğine göz attığımızda, söz konusu ‘elbise olma’ ne kadar gerçek olacaktır? Yine elbise veya örtü metaforu aslında kadın ve erkeğin kendi sınırlarını bulması için bir imkân işlevine sahiptir. Sınırların bulunmasında tensellik kadar ruhsal örtüşmenin önemi inkâr edilemez. Aksi halde kadın sadece çocuk doğuran bir makine ve ev işlerini yapan bir robottan öteye geçmeyecektir. Öyle ya kadına sadece bunlar biçilirse, ruhsal bir sınır bulma işlevini ondan beklemek lüks olacaktır. Esasında kadının bu konuma itilmesinden sadece kadınlar değil erkekler de kayıptadır. Ruhsal ve bedensel bakımdan bize müsavi olan, bir elbise işlevi göreceğinden, köreltilen bir kadın da tam anlamıyla erkeği örtemez. Birbirlerinde kendi sınırlarını bulan kadın ve erkeğin gelişim ve huzur bulması asıl murat edilen hakikatken, çizdiğimiz panorama içinde ise birer fırsat olan bu bütünleyici kutuplar adeta sınırlarını kaybettirici birer ömür törpüsü haline gelmektedir. Kaldı ki, İslam’ın kadın ve erkeği birbirleri için huzur bulma vasıtası olarak tanımlamasında derin anlamlar vardır. Zira evlilikle bunları bir araya getiren ilahi irade bu bütünleşmenin sadece cinsellik amacıyla bir araya gelmelerine meydan okumaktadır. Bu birliktelik bütün bunları aşan ve kuşatan ve tevhide ulaştıran bir gizi kendinde barındırmaktadır. Hal böyleyken, ibrenin şaşmasında peki suç kimin? Elbette asıl mesajı güya kendi menfaatlerine göre yorumlayan özellikle eril din ve kültür adamalarınındır. Ancak ifade ettiğimiz gibi görünüşte bastırılan ve susturulan bir kadına hâkim olmak kolay gibi gözükse de, bu oyundan her ikisi de kaybederek çıkmaktadır.
Türkiye’de kadın olgusuna tam zıt bir cenahtan baktığımda tablo çok farklı gibi gözükse de, sonuçta kazanılan değil kaybedilen bir durumla karşılaşırız. Dinin kadını köleleştirdiğini ileri süren ve özgürlük adına kadını magazin kapaklarına ve konu mankenliğine davet eden zihniyet kadına daha büyük zararlar vermiştir. Dogmatik tabloda kadının anne olma hasleti bari bütün ihtişamıyla dururken, burada cinsel özgürlük vs. söylemleriyle kadın tam bir meta olmaya tutuklu bırakılmıştır. Kadın için sunuma hazır sıfır bedenli olma furyası öne geçmiştir. Özgürlük söylemleriyle kapitalizm pazarına malzeme olan kadının bundan böyle ruhunun sadece adı olacaktır. Peki kadın ve erkeğin birbirleri için kendi sınırlarını bulmada bir imkan olması burada mümkün mü? Her iki cins öyle zengin potansiyellerle donanımlı olduğu halde, kapitalizm onları sadece cinsel boyuta indirgemiştir. Adeta bütünleşmek için değil yabancılaşmak için birer pranga şekline dönüşmüştür onlar. Daha fazla çeşit peşine düşülmüştür adeta! Kadın ve erkek arzuların pençesine kul olmuştur. Sevgililer gününden tutunda kadınlar gününe kadar her şey daha fazla tüketim için kurulmuş çarktan başka bir şey değildir. Kadını her bakımdan sömüren bir pazar, ‘yarım elma gönül alma’ ilkesini de unutmamıştır.
İslam Kadını Küçük görmekte midir?
Kadına insan olma bakımından tam onurunu şüphesiz İslam iade etmiştir. Çünkü kadını erkeğin eksik yaratılmış şeklinden ya da kusurlu yaratık olmaktan çıkarıp, onu hem bireysel, hem toplumsal hem de aile içinde hak ve hukukla donatılı, Allah’ın rahmet ve cemal sıfatının tezahürü olarak nitelendirmiştir. Kadın olmanın bir utanma unsuru olduğu, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü ve ‘kadına fikir danış ancak söylediğinin tam aksini yap’ sözünün darbı mesel olduğu bir toplumda Kur’an, ‘Müslüman erkekler’ ve ‘Müslüman kadınlar’ hitabıyla erkek ve kadını emir ve yasaklarda eşit muhatap almıştır. Bu kadına tam olarak bir birey muamelesinin yapıldığı anlamına gelir. Tam bir birey olmanın şartlarından bir ahlaki bakımdan da kusurlu olmamayı gerektirir. Ahlaken eksik olan bir varlığa getirilen emir ve hükümlerin farklı olması gerekmez miydi? Âdil olan Allah’ın, ‘asıl’ olan kullukta birey olarak seslendiği kadına, kulluğun bir parçası olan diğer salih amellerde onu ikincil bir konuma koyması düşünülemez. Burada dikkat kesilmemiz gereken husus, Kur’anın hukuki bağlamda yapmış olduğu muamelatlardan (nokta uygulamalardan) ziyade perspektiftir.
Tarihsel uygulamaları dikkate almadan, şimdinin koşullarındaki bir duruşu o zamana giydirmeye çalışmak, insanın gelişim serüvenine gözü kapalı olmak anlamına gelir. Şimdiye hitap eden bir uygulama bir asır sonrası için geri olabilecektir. Şu halde verilen ufuk daha önemlidir. Perspektif ve tarihsel koşullar dengesinin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Kadın olmanın suç ve utanılacak bir olgu olduğu bir topluma, kadının da şahit olması hakkı tanınıyor. Yine ona miras hakkı veriliyor. Art niyetle bakan bir göz buradaki milat olabilecek değişikliği görmüyor ve neden iki kadın bir erkeğe denk görülüyor şeklindeki feveranı yükseltiyor. O dönemdeki her kadın Hz. Hatice gibi ticaret vs. koşullarını bilen bir birey değil ki! Hakk ve adalet ölçüsü gözetliyor. Yani kaş yapacam derken göz çıkarılmıyor. Bırakalım o zamanı, şimdinin kadını ne kadar birey ve ne kadar gelişmeleri vs. değerlendirip karar verecek durumda –elbette gördüğünü aktaracak güçte bundan şüphe edilemez! Yukarıda değindiğimiz gibi –elbette genellenemez ancak büyük çoğunluk- ya cinsel bir meta ya da erkeğin gölgesindeki bir kukla. Evet, Kur’an muazzam bir perspektif vermiştir ve onun kulpundan tutmamız gerekiyor.
Bilindiği gibi Kur’anı anlama ve yorumlamanın en önemli yollarından biri karşılıklı etkileşim yoludur. Bir başka ifadeyle okuyucuyla metin arasındaki bir diyalogdur. Martin Buber’in ifadesiyle bir ‘Ben-Sen’ diyaloguna mü’min kadın doğrudan doğruya değil de, onun yerine anlamış olan erkeklerin gözüyle kulağıyla geçmektedir. Çünkü gelenek bir gözlük verir insana. Hz. Meryem’e yapılan vurguyu ve mesajı bir kadın vecdî bir boyutta kavrarken, erkek bir müfessir de aynı etkiyi yaratamaz. Söz konusu ayetleri okuyan bir kadın herkesin içinde tabiri caizse bir İsa olduğu, zamanın bilincinde olarak onu çıkartmaya tâlip olması gerektiği mesajını alır. Öte yandan bir erkek müfessir Havva’nın ayartıcılığının altını çizerken, kadın tam bir empatiyle bilgelik ve ölümsüzlük ağacına uzanmanın bedeliyle birlikte tam olarak var olma ya da insan olma anlamına geldiğini kavramaya başlar. Tam da bu sırada bütünlüğü ve diğer yarısı erkeği, dahası sevgiyi fark eder. Erkek te dünyayı kendisiyle gördüğü kadını tanır. Esasında bu sayede o, kendisindeki eksikliği kadınla tamamlayarak kendini sevme ve fark etme fırsatını yakalar. Kısacası her ikisi de kendi sınırlarını diğeri sayesinde bulduğu gibi ötekinde doğma imkânını da yakalamış olur.
Tam da burada biraz itiraz sesi duyar gibiyim. Neden mi? Erkeğin önce yaratıldığına bir kadın olarak göz mü yumuyorum ne? “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ikisinden de birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinizden sakının” (Nisa 4/1)* ayetinde Havva’nın Âdem’den yaratıldığı! hususu çoğu feminst çevrelerce tartışma konusudur. Zira onlara göre ‘seninim demekte’ bir sakınca yokken –sahi onlar bunu kabul etmeyen erillerdi değil mi!-, Adem’in önce yaratılması kıyamet koparılacak bir konudur. Neyse...Burada gözden kaçmaması gereken nokta, tablonun kesinlikle huzur bulacağınız eşler ayetini tamamladığı gerçeğidir. Erkeğin dünyayı gördüğü göz kadınken, kadının varlığını fark ettiği (sevgiyle) mahal erkektir. Şimdi âma ve farkında olmayış bir ve aynı kapıya çıkmaz mı? Ha! körüz ha! sürüyüz ne fark eder. Göz aydınlığı ve sürüden çıkaracak ışık birbirini yadsımaz; sadece isimleri farklı olabilir. Kaldı ki bu öncelik sonralık konusu İbrahimî geleneğin seyri içinde kemale ermiştir. Havva Âdem’den yaratılmışken, -bağlam farklı olsa da murat aynı-, İsa’da Meryem’den var olmuştur. Kısacası her halükarda nasıl ifade edilirse edilsin ruhsal ve bedensel bütünlüğü dahası eş olmayı izah eden bu tablolar, toplumsal, kültürel vb. hususlarda erkeğin egemen olacağı anlamına gelemez. Eğer böyle olmasaydı Kur’an Hz. Meryem’in, Hz. Asiye’nin ve Belkıs’ın ve Âli İmran’ın büyüklük ve liderliklerini kabul etmezdi. Açıkçası bu modeller, hem erkek hem de kadınlar içindir. Yani o, iyi özelliklerle techiz edilmiş bu kadınların, diğer kadınlardan ve erkeklerden önceliğine ve üstünlüğüne işaret etmiştir. Açıkçası kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve cinsel farklılığın, toplumsal, kültürel ve siyasi bir farklılığa dönüştürülmesine ifade ettiğimiz modeller ve daha niceleri meydan okur.
Kadın söylemi gündeme gelince Kur’an’ın kadını ayartıcı bir varlık olarak konumladığına itiraz edilir. Kur’an kesinlikle böyle bir şeye pirim vermez. Ancak sözde Müslüman tacirler! Kendi menfaatleri için böyle bir yoruma gidiyorlarsa –ki bu tespit doğru- benim daha çok itirazım var. Ancak fazla gürültü çıkarmaya gerek yok. Çünkü onlar kadının gelişmesine engel olurlarken, bu ip kendi ayaklarına dolanmaktadır. Özellikle bazı! Müslüman erkekleri ve evliliklerini gözlemlemek bu tespitimizi doğrulayacaktır. Aslında Kur’an kadının ayartıcılığı konusunu düzelten nihai mesajdır. Zira Tevrat’ta yılanın Havva’yı, onun da Âdem’i kandırdığı belirtilirken (Tekvin 3), Kur’an’da şeytanın ikisinin içine de vesvese soktuğu (A’raf 7/20), ikisinin de hataya düştüğü (Bakara 2/36) söylenmektedir. Yani nefse uyma bakımından ikisi de aynı derecede sorumludur. Öte yandan Tevrat’ta Âdem eşyaya isim verirken ilk kadına da Havva adını vermiştir (Tekvîn 3/20). Allah’ın ilk insana kendi öğrettiği isimleri onun takdirine göre bütün varlıkları adlandırma imkanı vermesi, Âdem’e dünya yüzünde hükümranlık verdiği anlamına gelir. Havva’ya isim verdiği için onun üstünde de egemen demektir. Oysa Kur’an’da Âdem’in eşine isim vermesine rastlanmaz. Eğer Havva’ya isim vermiş olsaydı, geleneksel kadın anlayışı için iyi bir dayanak olabilirdi. Ancak durum böyle değildir! Kısacası erkek toprağı çatlatan bir tohumsa, kadın da bu tohuma hayat verip yeşerten topraktır. Birinin diğerinden üstün olduğu sonucuna varmak mümkün mü?
Kadının Kur’an’da isyankâr, entrikacı ve huysuz olarak tanımlanması, acaba evrensel kadın doğasına mı işaret ediyor, yoksa kadın olarak dünyaya gelmenin bir bahtsızlık olduğu bir toplumdaki kadının olumsuz özelliklerinin zuhur ettirilmesinin bir sonucunu mu tasvir ediyor? Psikolojinin diliyle konuşursak, kendini gerçekleştirme fırsatı verilmeyen kadın, elbette tanımlandığı halindeki potansiyellerini bir güç olarak kullanacaktır. Mevlânâ da bir yerde, “kadın hak nurudur, sevgili değil, sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil”, derken, Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde ise o, kadının erkeğin sabır eksersizi olduğunu söyler. İkinci ifadede o, yaşadıkları kültür ve geleneğin ürettiği kadına işaret etmektedir. Halihazırdaki dırdır hikayelerine ne kadar da benziyor! Tercih bizim. Kadının kendi ekseni etrafında dönen bir kutup olmasına izin verirsek kendi ışığını yansıtırken bizi de aydınlatır. Onu siyah perdeler arkasına gömüp, nurani ışığın süzmesine müsaade etmezsek, sadece o değil, hepimiz karanlıkta kalırız. Aydınlık yarınlar dileğiyle...
* Öyle ki, buradaki nefsin de farklı şekillerde yorumlanabileceğini söylemeliyiz. Öncelik konusu da tartışmalı bir mesele olabilir
Dr. Aliye Çınar
Son düzenleyen: Moderatör: