- 26 Ekim 2006
- 594
- 2
Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!
“Yağmurlarda sürüklenen kayıp bir çocuk gibiyim aslında biliyor musun... haftalık düşlerde şiirler yazıyorum, şarkılar yazıyorum yazın, hep gece yalnızlığındaki kabuslarında, bar köşelerinde, parklarda. Bak, bir şehir kayıp gidiyor yine ellerimden yere. Ve bir şehri terkeden herkes gibi güzel şeylerde hatırlanmak istiyorum; çünkü doğduğun gün bana hep, aynı şeyleri anımsatıyor:
- pasta mı?
- Evet.
- Çilekli?
- Evet çilekli... karışık olsa karışmış oluruz sanırım. Zaten yeterince karışığız, daha fazla kafa karıştırmayalım değil mi?
Her geçen günde yeni bir felaket gelip kavramaz ki kırmızı dudaklarını. Onları buruk bir acının koynunda görmek kalbimizi ağrıtır...senin de benim de... kalbimiz bir organ değildir çünkü; altın bir alyans mutlu edemez bizi, pırlanta bir yüzük mutlu edemez!!! Bir şiir? Evet bir şiir!!! Bir şiir mutlu edebilir ikimizi: seni ve beni.
- Tanımadıklarına da şiirler yazıyor musun Ulaş?
- Hayır!!! Yani evet!!! Sanırım tanımanın göreceli olmasına takıyorum kafamı hep. Sanırım değeri olan herkese ben birşeyler yazıyorum durmadan. Sen ya da o; çok farketmiyor!!!
Kanını donduran bir çerçeveyle çevreleyemiyorsun hiçbir zaman hayatı... her geçen saniye aleyhine mi sanıyorsun? Üzerine düşen yağmur damlalarından (adın gibidir onlar), saçını ıslatanları engelleyecek bir şemsiye biliyorum ben: YAŞAM SEVİNCİ... yaşamanın kendi içinden gelen unutulmaz limanı... öfkeye ölüm kadar uzak, gülümsemelere elin kadar yakın olmalısın! Bak, her limana demir atmış gemiler yakışıyor yakama. Daha sen beni bilmiyorsun!!! Daha sen beni tanımıyorsun!!! Tanısaydın herşey nasıl farklı olurdu acaba? Oturup anlatır mıydım sana zamanı? Belki de... Belki de “belki” benim en sevdiğim kelime. Yaşamım. Ama “o” yok mu “o”!!! Neydi adı? Hani her insanın söylemekten korkacağı... evet buldum: “Keşke”. “Keşke”yi silip atıyor musun şimdi hayatından, yoksa bozuşuyor muyuz? Biliyorum, zor! Biliyorum her insan ders almalı diyorsun yaptıklarından; belki pişman olmalı; ama “o”nu söylememeli hiçbir vakit! Çünkü “geriye dönüş” diye bir şey yok; hiçbir zaman olmayacak! Zaman dönmeyecek! Önemli olan daima bir pastanenin köşesinde pasta almaya hazır olmak:
- Sizde çilekli pasta bulunur mu?
- Mevsimi değil artık... temmuzda çilek kalmaz ki! Kivili var istiyorsanız.
- Yok, hayır; çilekli!
- Neden bu çilekli ısrarınız?
- Her yürek çilekli pasta gibidir çünkü; onun gibi kırmızıdır! Tıpkı kan gibi: o da kırmızıdır ya hani.
Yalan mı? Kırmızının tonlarında gizlidir insanın insanlığı: en insan insan, en koyusunda yatar kırmızının. Ne bileyim; mesela bordoda. Kötü insan mı? Öyle bir şey yok!!! En kaypağı en yalancısı bile kötü olamaz. Ancak açık bir kırmızı olur öylesi. Ben mi? Bilmem. En koyusu değilim tabii ki! Aslında en yalancısı, en pembeye yakını...mıydım? mıydıysam şimdi neyim? Kısır bir döngü içinde yitirilen savaşlarda mı gizliydim? Belki de... Belki de belki, benim en çok sevdiğim sözcük... kimbilir? Sen bile bilemezsin çilekli pastanın tadına varmakla meşgulken! Meşgul dedim de, telefonum çaldı, ben bunu beklemiyordum:
Alo Ulaş; yukarı çarşıda çilekli pasta buldum, bir tane kalmış. Koş gel de alalım!
- Tamam geliyorum...
Hayret! İlk defa geliyorum dedim ben. Oysa hep gidiyorum derdim. Hep bir yolun ayazındaki çıplak gözle bakılamayacak bir kadın saçında yakıyordum gözlüklerimi, hani - kardeş gibi büyüdük - dediğin. Onunla başladı “yollar” benim hayatımda... ve hiçbir durakta duraksamadan yola devam etmeye onunla karar verdim. Onunla karar verdim ben şiirlere sığınmaya; acıları ve kederleri yazılara gömmeye. Onunla kendi ismimin önüne bir set çektim şiirler kişiliğini bulana kadar. Onunla... ben, ben olana kadar beklettim zamanı. Bu da mı nereden çıktı? İşte buradan: bak, küçük bir çocukmuşsun gibi sana dersler veriyorum sen hazmetsen de hazmedemesen de! Çünkü yaş, -senin için-her başına gelende suçu zamana atmak demektir. Yaş; ama gözündeki değil... Doğduğun günden bu yana geçen zaman... Ama benim için farklı! Ben “ben” olmaktan, ben yaşta yaşamaktan öylesine mutluyum ki. Düşünüyorum da bu akşam da yaşın bir rakam atlayacak, tıpkı sayaç gibi... pastanenin önünde çilekli pasta arayan heyecanlı çocuk gibi:
Çilekli pasta bulunur mu?
- Hayır, maalesef kalmadı... Muzlu olsa?
- Temmuzun “tem” kısmını atmış gibi oluruz, yakışık almaz!!! Hem otoyol düşmanlığımız mı var bizim?
- Maalesef o zaman.
- Ama bu, bu şehirdeki son pastane... mecburen muzlu mu alacağım?... Evet! Muzu seviyordur belki de...
- Hemen hazırlatıyorum efendim.
Hazırlatıyor hazırlatmasına ama zaman da geçiyor... temize çekmek gerekiyor senin için bu yazıyı. Ama daha bitmedi ki!!! Olsun, zaman herşeyin ilacı; bitiririz. Bir aşkı bitirmek bu kadar kolay değil ama... hani o -beraber büyüdüğün- kızı bitirmek ne kadar da zordu benim için biliyor musun? Bilmiyorsun! Çünkü sen yaşamadın ki, ben yaşadım! Sen kendini yıkmadın ki yarım yıllık bir buhranın içinde, ben yıktım! O yarım yıl, sana bir ömür gibi gelmedi ki, bana öyle geldi! Günlerce hasta rolleri yaparak evden, odadan çıkmayan sen değilsin ki, benim! Duvarlarla konuşan, onları yazan, gözüne uyku girmeyen, komplekslerin ve paranoyaların içinde kendini kaybeden, üç beş dostun desteğiyle kendini ayakta tutan... sen değilsin... bilemezsin! Benim, hep bendim, onları yaşayan hep ben olacağım! Ne garip değil mi, insan bazı şeyleri anlamıyor yaşamadıktan sonra. İdrak edemiyor beyni ve o yaşadıklarını bir türlü paylaşamıyor acıyı yarıya indirecek biriyle!!! Ama sen onun gibi değilsin, bunu biliyorum, hissedebiliyorum. Sen, hiç kimseyi aşağılayacak, kıracak sözler söylemezsin! Kendime güvendiğim kadar güvenebilirim sana. Nasıl mı oluştu bu güven? Bilmem, içimden geliyor işte... Belki benim de hislerim kuvvetleniyor zamanla.Diyorum ya, zaman herşeyin merhemi, ilacı...
Offf...Akşam oluyor, yazı bitmiyor, pasta ısınıp eriyor... hava alabildiğine sıcak!!! Buzdolabına koyuyorum pastayı. Bir hayal kuruyorum kendi içimde Paylaşmadığım tüm hayallerim gibi o da... Ben hayalleri paylaşmayı sevmiyorum galiba, bencilim biraz! Ama seninle paylaşırım: ben, hep uzaklarda oluyorum bunlar olurken; çünkü “teşekkür ederim”li sahtekâr cümleleri sevmiyorum! Bu şehri, - her şehre uyguladığım muamele gibi - bir çırpıda terketmeye hazırlanıyorum uzunca bir süre. İçimden sana hep “iyi ki doğdun”lu cümleler kuruyorum; ve sana, yaşadığım her altıncı temmuz günü buna benzer cümleler kurmayı vaat ediyorum. Üzüntülerin ve kederlerin doruğa çıktığı her noktada iki yol sunuyor çünkü doğa: ya öl, ya da git. Bir üçüncü yol yok! İkisinin arasından gitmek yok! Hayatı asla bir sınav olarak göstermemeli tanrının buyrukları! Çünkü, bir sınav olmak için çok acımasız... Birkaç yanlış bir doğruyu götürür ancak sınavlarda, ama yaşarken yapılan bir yanlış tüm doğrulara mal olabilir. Önemli olan o keskin hataları yapmamak, ilk yoldan gidip hayatı sonuçlandırmamakOnu sonuçlandırmak senin elinde olmuyor bazen ama en keskin çözümler ellerinden geçiyor! Elindeki tüm enerjiyle yaşama bağlanmak gerekiyor:
ÇÜNKÜ ASLINDA HER ŞEHİR, HER HAYAT BİR ÇİLEKLİ PASTADIR GÜZELİM. AMA YEMESİNİ BİLENE...
Benim gibilere mi? Yalnızca “yol”dur; başka bir şey değil!!!”
Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı! - pasta mı?
- Evet.
- Çilekli?
- Evet çilekli... karışık olsa karışmış oluruz sanırım. Zaten yeterince karışığız, daha fazla kafa karıştırmayalım değil mi?
Her geçen günde yeni bir felaket gelip kavramaz ki kırmızı dudaklarını. Onları buruk bir acının koynunda görmek kalbimizi ağrıtır...senin de benim de... kalbimiz bir organ değildir çünkü; altın bir alyans mutlu edemez bizi, pırlanta bir yüzük mutlu edemez!!! Bir şiir? Evet bir şiir!!! Bir şiir mutlu edebilir ikimizi: seni ve beni.
- Tanımadıklarına da şiirler yazıyor musun Ulaş?
- Hayır!!! Yani evet!!! Sanırım tanımanın göreceli olmasına takıyorum kafamı hep. Sanırım değeri olan herkese ben birşeyler yazıyorum durmadan. Sen ya da o; çok farketmiyor!!!
Kanını donduran bir çerçeveyle çevreleyemiyorsun hiçbir zaman hayatı... her geçen saniye aleyhine mi sanıyorsun? Üzerine düşen yağmur damlalarından (adın gibidir onlar), saçını ıslatanları engelleyecek bir şemsiye biliyorum ben: YAŞAM SEVİNCİ... yaşamanın kendi içinden gelen unutulmaz limanı... öfkeye ölüm kadar uzak, gülümsemelere elin kadar yakın olmalısın! Bak, her limana demir atmış gemiler yakışıyor yakama. Daha sen beni bilmiyorsun!!! Daha sen beni tanımıyorsun!!! Tanısaydın herşey nasıl farklı olurdu acaba? Oturup anlatır mıydım sana zamanı? Belki de... Belki de “belki” benim en sevdiğim kelime. Yaşamım. Ama “o” yok mu “o”!!! Neydi adı? Hani her insanın söylemekten korkacağı... evet buldum: “Keşke”. “Keşke”yi silip atıyor musun şimdi hayatından, yoksa bozuşuyor muyuz? Biliyorum, zor! Biliyorum her insan ders almalı diyorsun yaptıklarından; belki pişman olmalı; ama “o”nu söylememeli hiçbir vakit! Çünkü “geriye dönüş” diye bir şey yok; hiçbir zaman olmayacak! Zaman dönmeyecek! Önemli olan daima bir pastanenin köşesinde pasta almaya hazır olmak:
- Sizde çilekli pasta bulunur mu?
- Mevsimi değil artık... temmuzda çilek kalmaz ki! Kivili var istiyorsanız.
- Yok, hayır; çilekli!
- Neden bu çilekli ısrarınız?
- Her yürek çilekli pasta gibidir çünkü; onun gibi kırmızıdır! Tıpkı kan gibi: o da kırmızıdır ya hani.
Yalan mı? Kırmızının tonlarında gizlidir insanın insanlığı: en insan insan, en koyusunda yatar kırmızının. Ne bileyim; mesela bordoda. Kötü insan mı? Öyle bir şey yok!!! En kaypağı en yalancısı bile kötü olamaz. Ancak açık bir kırmızı olur öylesi. Ben mi? Bilmem. En koyusu değilim tabii ki! Aslında en yalancısı, en pembeye yakını...mıydım? mıydıysam şimdi neyim? Kısır bir döngü içinde yitirilen savaşlarda mı gizliydim? Belki de... Belki de belki, benim en çok sevdiğim sözcük... kimbilir? Sen bile bilemezsin çilekli pastanın tadına varmakla meşgulken! Meşgul dedim de, telefonum çaldı, ben bunu beklemiyordum:
Alo Ulaş; yukarı çarşıda çilekli pasta buldum, bir tane kalmış. Koş gel de alalım!
- Tamam geliyorum...
Hayret! İlk defa geliyorum dedim ben. Oysa hep gidiyorum derdim. Hep bir yolun ayazındaki çıplak gözle bakılamayacak bir kadın saçında yakıyordum gözlüklerimi, hani - kardeş gibi büyüdük - dediğin. Onunla başladı “yollar” benim hayatımda... ve hiçbir durakta duraksamadan yola devam etmeye onunla karar verdim. Onunla karar verdim ben şiirlere sığınmaya; acıları ve kederleri yazılara gömmeye. Onunla kendi ismimin önüne bir set çektim şiirler kişiliğini bulana kadar. Onunla... ben, ben olana kadar beklettim zamanı. Bu da mı nereden çıktı? İşte buradan: bak, küçük bir çocukmuşsun gibi sana dersler veriyorum sen hazmetsen de hazmedemesen de! Çünkü yaş, -senin için-her başına gelende suçu zamana atmak demektir. Yaş; ama gözündeki değil... Doğduğun günden bu yana geçen zaman... Ama benim için farklı! Ben “ben” olmaktan, ben yaşta yaşamaktan öylesine mutluyum ki. Düşünüyorum da bu akşam da yaşın bir rakam atlayacak, tıpkı sayaç gibi... pastanenin önünde çilekli pasta arayan heyecanlı çocuk gibi:
Çilekli pasta bulunur mu?
- Hayır, maalesef kalmadı... Muzlu olsa?
- Temmuzun “tem” kısmını atmış gibi oluruz, yakışık almaz!!! Hem otoyol düşmanlığımız mı var bizim?
- Maalesef o zaman.
- Ama bu, bu şehirdeki son pastane... mecburen muzlu mu alacağım?... Evet! Muzu seviyordur belki de...
- Hemen hazırlatıyorum efendim.
Hazırlatıyor hazırlatmasına ama zaman da geçiyor... temize çekmek gerekiyor senin için bu yazıyı. Ama daha bitmedi ki!!! Olsun, zaman herşeyin ilacı; bitiririz. Bir aşkı bitirmek bu kadar kolay değil ama... hani o -beraber büyüdüğün- kızı bitirmek ne kadar da zordu benim için biliyor musun? Bilmiyorsun! Çünkü sen yaşamadın ki, ben yaşadım! Sen kendini yıkmadın ki yarım yıllık bir buhranın içinde, ben yıktım! O yarım yıl, sana bir ömür gibi gelmedi ki, bana öyle geldi! Günlerce hasta rolleri yaparak evden, odadan çıkmayan sen değilsin ki, benim! Duvarlarla konuşan, onları yazan, gözüne uyku girmeyen, komplekslerin ve paranoyaların içinde kendini kaybeden, üç beş dostun desteğiyle kendini ayakta tutan... sen değilsin... bilemezsin! Benim, hep bendim, onları yaşayan hep ben olacağım! Ne garip değil mi, insan bazı şeyleri anlamıyor yaşamadıktan sonra. İdrak edemiyor beyni ve o yaşadıklarını bir türlü paylaşamıyor acıyı yarıya indirecek biriyle!!! Ama sen onun gibi değilsin, bunu biliyorum, hissedebiliyorum. Sen, hiç kimseyi aşağılayacak, kıracak sözler söylemezsin! Kendime güvendiğim kadar güvenebilirim sana. Nasıl mı oluştu bu güven? Bilmem, içimden geliyor işte... Belki benim de hislerim kuvvetleniyor zamanla.Diyorum ya, zaman herşeyin merhemi, ilacı...
Offf...Akşam oluyor, yazı bitmiyor, pasta ısınıp eriyor... hava alabildiğine sıcak!!! Buzdolabına koyuyorum pastayı. Bir hayal kuruyorum kendi içimde Paylaşmadığım tüm hayallerim gibi o da... Ben hayalleri paylaşmayı sevmiyorum galiba, bencilim biraz! Ama seninle paylaşırım: ben, hep uzaklarda oluyorum bunlar olurken; çünkü “teşekkür ederim”li sahtekâr cümleleri sevmiyorum! Bu şehri, - her şehre uyguladığım muamele gibi - bir çırpıda terketmeye hazırlanıyorum uzunca bir süre. İçimden sana hep “iyi ki doğdun”lu cümleler kuruyorum; ve sana, yaşadığım her altıncı temmuz günü buna benzer cümleler kurmayı vaat ediyorum. Üzüntülerin ve kederlerin doruğa çıktığı her noktada iki yol sunuyor çünkü doğa: ya öl, ya da git. Bir üçüncü yol yok! İkisinin arasından gitmek yok! Hayatı asla bir sınav olarak göstermemeli tanrının buyrukları! Çünkü, bir sınav olmak için çok acımasız... Birkaç yanlış bir doğruyu götürür ancak sınavlarda, ama yaşarken yapılan bir yanlış tüm doğrulara mal olabilir. Önemli olan o keskin hataları yapmamak, ilk yoldan gidip hayatı sonuçlandırmamakOnu sonuçlandırmak senin elinde olmuyor bazen ama en keskin çözümler ellerinden geçiyor! Elindeki tüm enerjiyle yaşama bağlanmak gerekiyor:
ÇÜNKÜ ASLINDA HER ŞEHİR, HER HAYAT BİR ÇİLEKLİ PASTADIR GÜZELİM. AMA YEMESİNİ BİLENE...
Benim gibilere mi? Yalnızca “yol”dur; başka bir şey değil!!!”