Kalpleri olur mu hiç şehirlerin? Duyguları olur mu hiç? Bağlanırlar mı onlar da bizim onlara bağlandığımız gibi, özlem duyarlar mı gidenlerin ardından? Şehirler, aşık olurlar mı hiç?
Küçük bir şehrimiz vardı bizim, biz şanslı çiftlerdendik! Geceleri uzayıp duran karanlığın kuyruğuna takılır savururduk kendimizi. Kimi zaman beton binaların arasındaki sevimli sokaklardan birinde bulurduk öpüşlerimizi, kimi zaman bir bacanın üzerinden izlerdik kenti ve birbirimizi. Sonra şiirler okurdum ben ve mevsimi yaratırdık seninle, dilediğimizce! Şehrimiz izin verirdi işine karışmamıza, bazen güneş açtırırdın sen yağmurların yerine, bazen güneşi gizlerdim ben, çocuklar yıkansın diye.
Günler, geceler, evler ve kediler... Bir şehirde olması gereken ne varsa aşka dair, ve ne varsa bir köşesinde türkülerin izi kalmış... Ve umutların ve şiirlerin barınağı isli bacalar... Ve banklar ve ağaçlar ve pencereler... Ve öpüşmeyi öğreten ıssız kafeler... Bir gün aniden susuverdiler... Bir gün seninle yollarımız, üzerinde dengede durmayı dahi el ele öğrendiğimiz ve hep yan yana gidecek sandığımız yollarımız, ayrılıverdiler! Biz hiçbir şey anlamamıştık olan bitenden, ve ağlamayı dahi becerememiştik dostumuz sandığımız aşk, ayrılık türküsünü bizim ağzımızdan söylerken!
Sustu şehir.. Başka hiçbir tepki vermedi, sustu ölüm gibi. Anıların yüzlercesini, binlercesini içine tıkıp, onu adice terkettik çünkü. Güçlü olmak adına, geri dönmemek, hayata meydan okumak adına suratına tükürdük, ve terkettik onu başka kentlerin yabancılığında!
Çocuktuk... Yalnızca birer çocuktuk... Bu yüzdendi böylesine incinmişliğimiz... Suçlu değildik, okyanusun ortasında daha önce hiç batmamıştı ki teknemiz! Yüreklerinde yumruk gibi birer sancıyla ortalıkta gezinip duran çocuklardık... Gitmeseydik, kalsaydık... Olmazdı... Bir gece duman çıkıverirdi şehrin bacalarından ve sen düşerdin aklıma; bir gün bir kedi çıkardı kucağına, mısraları anımsatırdı gözleri, ben düşerdim aklına! Sokaklar saçların olurdu sonra, tüm gündoğuşları gözlerin olurdu! Ve tüm parklar yokluğunla dolardı. Sonunda bir gün yağmur yağardı, kaçamazdım...
Aslında ölmek üzere olan birer savaşçıydık seninle, her yanımızda yaralar açılımıştı. Attığımız her adım sanki son adımımızdı. Oysa en güçlü savaşçılardan bile daha güçlü adımlarla terketmiştik şehrimizi, en kararlı kahramanlardan daha kararlıydık görünürde! O bunu haketmemişti.. Çocuktuk...
Sırt sırta verip, güneyin güneşine ve kuzeyin grisine gidişimizin ardından tam beş mevsim geçmiş! Tam beş mevsim sonra, işte tam bugün, ilk defa ağladı şehrimiz! O tozlu iş hanında karşılaştık seninle! Ve tıpkı evlerin çatılarından karanlığa saldığımız kabuslarımızdaki gibi oldu herşey, kahretsin! Sokaktaki herkesten daha yabancıydık birbirimize, içimizdeki bizi öldürmüştük demek! Demek artık katildik ikimiz de! Çok iyi bildiğimiz bu gerçek ilk kez böylesine çıplaktı karşımızda, sözcüklerimizin titrekliği bu yüzdendi. Nicedir küskün bir sessizliğe gömülmüş şehrimizin mevsimlerce içine attığı gözyaşlarını dökmesi bu yüzdendi.
Tüm gerçeklerini silip ağladı önümüzde, acısı tüm kurallarını yok etmişti. Tüm sokakları, tüm bacaları, tüm ağaçlarıyla bize doğru uzandı ve ağladı. Gözlerinde ıslanmış ve masum çocuk bakışları vardı. Kahraman savaşçılardık seninle hala, oysa içimizde utancından ölmeyen bir tek hücre kalmamıştı. Sonra yapmacık birer gülümseme taktık dudaklarımıza:
- Oldu, tamam, görüşürüz o zaman.
- Görüşürüz, iyi bak kendine
- Sen de..
Ve yürüdük... İçimizde çığlıklar atan çocukları hiç duymadan yürüdük... Ve bir kez olsun ardımıza bakmadık, ayrıldığımız yerde kapaklanmış ağlayan bizim şehrimizi bile bile görmedik!
O hala bizim şehrimizdi de, biz artık düşlerimizi yitirmiştik...
Küçük bir şehrimiz vardı bizim, biz şanslı çiftlerdendik! Geceleri uzayıp duran karanlığın kuyruğuna takılır savururduk kendimizi. Kimi zaman beton binaların arasındaki sevimli sokaklardan birinde bulurduk öpüşlerimizi, kimi zaman bir bacanın üzerinden izlerdik kenti ve birbirimizi. Sonra şiirler okurdum ben ve mevsimi yaratırdık seninle, dilediğimizce! Şehrimiz izin verirdi işine karışmamıza, bazen güneş açtırırdın sen yağmurların yerine, bazen güneşi gizlerdim ben, çocuklar yıkansın diye.
Günler, geceler, evler ve kediler... Bir şehirde olması gereken ne varsa aşka dair, ve ne varsa bir köşesinde türkülerin izi kalmış... Ve umutların ve şiirlerin barınağı isli bacalar... Ve banklar ve ağaçlar ve pencereler... Ve öpüşmeyi öğreten ıssız kafeler... Bir gün aniden susuverdiler... Bir gün seninle yollarımız, üzerinde dengede durmayı dahi el ele öğrendiğimiz ve hep yan yana gidecek sandığımız yollarımız, ayrılıverdiler! Biz hiçbir şey anlamamıştık olan bitenden, ve ağlamayı dahi becerememiştik dostumuz sandığımız aşk, ayrılık türküsünü bizim ağzımızdan söylerken!
Sustu şehir.. Başka hiçbir tepki vermedi, sustu ölüm gibi. Anıların yüzlercesini, binlercesini içine tıkıp, onu adice terkettik çünkü. Güçlü olmak adına, geri dönmemek, hayata meydan okumak adına suratına tükürdük, ve terkettik onu başka kentlerin yabancılığında!
Çocuktuk... Yalnızca birer çocuktuk... Bu yüzdendi böylesine incinmişliğimiz... Suçlu değildik, okyanusun ortasında daha önce hiç batmamıştı ki teknemiz! Yüreklerinde yumruk gibi birer sancıyla ortalıkta gezinip duran çocuklardık... Gitmeseydik, kalsaydık... Olmazdı... Bir gece duman çıkıverirdi şehrin bacalarından ve sen düşerdin aklıma; bir gün bir kedi çıkardı kucağına, mısraları anımsatırdı gözleri, ben düşerdim aklına! Sokaklar saçların olurdu sonra, tüm gündoğuşları gözlerin olurdu! Ve tüm parklar yokluğunla dolardı. Sonunda bir gün yağmur yağardı, kaçamazdım...
Aslında ölmek üzere olan birer savaşçıydık seninle, her yanımızda yaralar açılımıştı. Attığımız her adım sanki son adımımızdı. Oysa en güçlü savaşçılardan bile daha güçlü adımlarla terketmiştik şehrimizi, en kararlı kahramanlardan daha kararlıydık görünürde! O bunu haketmemişti.. Çocuktuk...
Sırt sırta verip, güneyin güneşine ve kuzeyin grisine gidişimizin ardından tam beş mevsim geçmiş! Tam beş mevsim sonra, işte tam bugün, ilk defa ağladı şehrimiz! O tozlu iş hanında karşılaştık seninle! Ve tıpkı evlerin çatılarından karanlığa saldığımız kabuslarımızdaki gibi oldu herşey, kahretsin! Sokaktaki herkesten daha yabancıydık birbirimize, içimizdeki bizi öldürmüştük demek! Demek artık katildik ikimiz de! Çok iyi bildiğimiz bu gerçek ilk kez böylesine çıplaktı karşımızda, sözcüklerimizin titrekliği bu yüzdendi. Nicedir küskün bir sessizliğe gömülmüş şehrimizin mevsimlerce içine attığı gözyaşlarını dökmesi bu yüzdendi.
Tüm gerçeklerini silip ağladı önümüzde, acısı tüm kurallarını yok etmişti. Tüm sokakları, tüm bacaları, tüm ağaçlarıyla bize doğru uzandı ve ağladı. Gözlerinde ıslanmış ve masum çocuk bakışları vardı. Kahraman savaşçılardık seninle hala, oysa içimizde utancından ölmeyen bir tek hücre kalmamıştı. Sonra yapmacık birer gülümseme taktık dudaklarımıza:
- Oldu, tamam, görüşürüz o zaman.
- Görüşürüz, iyi bak kendine
- Sen de..
Ve yürüdük... İçimizde çığlıklar atan çocukları hiç duymadan yürüdük... Ve bir kez olsun ardımıza bakmadık, ayrıldığımız yerde kapaklanmış ağlayan bizim şehrimizi bile bile görmedik!
O hala bizim şehrimizdi de, biz artık düşlerimizi yitirmiştik...