98 Edebiyat Nobeli’nin sahibi Portekizli romancı Jose Saramago’nun Türkçeye de çevrilen “Bütün İsimler” romanı bir nüfus memurunun şaşkınlığı ekseninde gelişir.
Bir gün kütüklerde çoktan ölmüş bir kadının kaydına rastlar memur. Çok sayıda ölen vardır elbet; kadınların ölmesi de pek normaldir. Bu da kayıtlardan bir kayıttır. Ancak, memur bu kadının kim olduğunu merak eder, araştırmaya başlar. Çok geçmez ki beklemediği şeylerle karşılaşır. Kahramanın öldüğünü bildiği bir kadın etrafında bir aşk kitabının sıcacık satırları kıpırdamaya başlar. Roman aşka doğru şaha kalkar. Ölüm, aşkın vuruşu ile hayata katılır. Aşkın var olduğu yerde susku konuşmaya başlar. Aşkın elinde hüznün kelebekleri yeniden uçar. Bir “otopsi”dir roman.. “Psikolojik bir otopsi”.. Öyle diyor Saramago.
Otopsiye malzeme olmak için ölmüş olmak gerekir. Psikoloğun yaptığı otopsiye konu olan ölü ne olabilir ki? Bir ceset değil elbet. Et ve kemik değil otopsi masasında parçalara ayrılan. Anlaşılan o ki, ölen, ölmesine alışık olduğumuz ve beklediğimiz şey değil. Peki ya ne?
Gel şimdi küçük bir deney yapalım. O nüfus memuru gibi, tozlu nüfus kayıtlarında bir kadın ya da adam fotoğrafı bulalım. Alalım iptal edilmiş nüfus cüzdanını; orada öylece duran o fotoğrafın gözlerinin içine bakalım. Ömründe hiç görmediğin, hiç göz göze gelmediğin, hiç dokunmadığın, varlığını fark etmediğin, eksikliğini de ancak şimdi zorla fark ettiğin adamın/kadının gitmişliği dokunuyor mu sana? O fotoğrafın bir zamanlar sevilesi yüzü, bir zamanlar bakılası gözleri, bir zamanlar güzel sözlere değen dudakları kalbinde ne kadarcık yer tutuyor? Gelmişliği ne kadar sevindiriyor seni? Gitmişliği ne kadar acı veriyor?
Şimdi bir daha hesaplayalım, o keskin ve inkâr edilmez insan varlığının sana değmeden uçuveren kırılgan gölgesini... Ölmüş gitmiş birinin sana hiç dokunmayan silikliği, seni hiç incitmeyen solukluğu, sende vicdan azabı uyandırıyor değil mi? Ani bir ölüm haberi almış gibi sarsmasını istemez miydin seni? Hiç beklenmedik bir ayrılığın ortasında kıvrandırır gibi, seni yakmasını dilemez miydin o nazlı bakışın eksikliğinin? Böylesi, hiç kuşkusuz daha bir “insan” eylerdi seni. Böylesi, vaktin vadisinden daha koyu akıtırdı kalbini. Böylece, daha ağır basardın varlığın kefesine.
Ne kadar önemsiz geliyorsa sana o eksiklik, sen de o kadar eksik durduğunu fark ediyorsun bedeninin içinde. Gerçek şu ki; elinde tuttuğun fotoğraf seni tartıyor artık. Seni ölçüyor, seni cetvele vuruyor. Senin yokluğunu resmediyor. Ezikliğini seyrediyor.
Kim ölmüş acep? Elde tutulan fotoğrafın aslı mı? Elinde fotoğraf tutanın haz ve hız ortasında epriyen, telaş ve koşturmalarda silinen, saat kadranlarında lime lime eksilen aslı mı?
Otopsi? Kime? Niye?
Saramago’nun tasvir ettiği otopsi masasında değil etin ve kemiğin. Tenine bıçak sürten yok; kafatası boşluğunu açıp dağıtan yok, göğsünde pıhtı arayan yok.
Şimdi o deneyi bir daha yapalım. Senin değil, bir başka adamın/kadının elinde bir fotoğraf... Gözlerinin içine içine bakıyor o süzgün gözlerin. Ne özlüyor o gözlerden taşan bakışları, ne de o dudaklardan bir sıcak söz bekliyor. “Olsa da bir, olmasa da bir” fotoğrafa öylesine bakıyor. Hiç sevinmeden ve üzülmeden, hiç canı yanmadan ve hiç beklemeden yüz dönüyor fotoğraftan. Bir şey kaybetmiyor; kıl kadar etkilenmiyor. Yaşadığını ya da öldüğünü dert edinmiyor.
O adamın/kadının elindeki fotoğraf senin fotoğrafındır işte. O fotoğraf; senin ruhuna otopsiler sunuyor. Parçalanmaya hazır duygular sunuyor herkese. İçinde kara pıhtılar barındıran yaşanmışlıkları sergiliyor. Öylece uzanmış yatıyor kalbin fotoğraf kâğıdında. Suskun; bir şey söylemiyor. Küskün; yaşadığından bile haber vermiyor.
Başka fotoğraflar karşısında eksilenler, kendi fotoğraflarına doğru eriyerek, büzüşerek eksiliyorlar. Aşksız gelip geçiyorlar hayatın içinden. Amaçsız dokunuyorlar sevdalı tenlere. Bedenlerinden öte geçmeyen, kalplerinin içine sızmayan, gözlerinin karasından geri dönen ışıkların ucunda var biliyorlar kendilerini. Sadece fotoğraflarını bırakıyorlar geriye.
Ve fotoğraflar, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanların hiç yaşamamış gibi öl[üyor ol]duklarını fısıldıyor.
Ve otopsi raporu tamam oluyor.
Senai Demirci
Bir gün kütüklerde çoktan ölmüş bir kadının kaydına rastlar memur. Çok sayıda ölen vardır elbet; kadınların ölmesi de pek normaldir. Bu da kayıtlardan bir kayıttır. Ancak, memur bu kadının kim olduğunu merak eder, araştırmaya başlar. Çok geçmez ki beklemediği şeylerle karşılaşır. Kahramanın öldüğünü bildiği bir kadın etrafında bir aşk kitabının sıcacık satırları kıpırdamaya başlar. Roman aşka doğru şaha kalkar. Ölüm, aşkın vuruşu ile hayata katılır. Aşkın var olduğu yerde susku konuşmaya başlar. Aşkın elinde hüznün kelebekleri yeniden uçar. Bir “otopsi”dir roman.. “Psikolojik bir otopsi”.. Öyle diyor Saramago.
Otopsiye malzeme olmak için ölmüş olmak gerekir. Psikoloğun yaptığı otopsiye konu olan ölü ne olabilir ki? Bir ceset değil elbet. Et ve kemik değil otopsi masasında parçalara ayrılan. Anlaşılan o ki, ölen, ölmesine alışık olduğumuz ve beklediğimiz şey değil. Peki ya ne?
Gel şimdi küçük bir deney yapalım. O nüfus memuru gibi, tozlu nüfus kayıtlarında bir kadın ya da adam fotoğrafı bulalım. Alalım iptal edilmiş nüfus cüzdanını; orada öylece duran o fotoğrafın gözlerinin içine bakalım. Ömründe hiç görmediğin, hiç göz göze gelmediğin, hiç dokunmadığın, varlığını fark etmediğin, eksikliğini de ancak şimdi zorla fark ettiğin adamın/kadının gitmişliği dokunuyor mu sana? O fotoğrafın bir zamanlar sevilesi yüzü, bir zamanlar bakılası gözleri, bir zamanlar güzel sözlere değen dudakları kalbinde ne kadarcık yer tutuyor? Gelmişliği ne kadar sevindiriyor seni? Gitmişliği ne kadar acı veriyor?
Şimdi bir daha hesaplayalım, o keskin ve inkâr edilmez insan varlığının sana değmeden uçuveren kırılgan gölgesini... Ölmüş gitmiş birinin sana hiç dokunmayan silikliği, seni hiç incitmeyen solukluğu, sende vicdan azabı uyandırıyor değil mi? Ani bir ölüm haberi almış gibi sarsmasını istemez miydin seni? Hiç beklenmedik bir ayrılığın ortasında kıvrandırır gibi, seni yakmasını dilemez miydin o nazlı bakışın eksikliğinin? Böylesi, hiç kuşkusuz daha bir “insan” eylerdi seni. Böylesi, vaktin vadisinden daha koyu akıtırdı kalbini. Böylece, daha ağır basardın varlığın kefesine.
Ne kadar önemsiz geliyorsa sana o eksiklik, sen de o kadar eksik durduğunu fark ediyorsun bedeninin içinde. Gerçek şu ki; elinde tuttuğun fotoğraf seni tartıyor artık. Seni ölçüyor, seni cetvele vuruyor. Senin yokluğunu resmediyor. Ezikliğini seyrediyor.
Kim ölmüş acep? Elde tutulan fotoğrafın aslı mı? Elinde fotoğraf tutanın haz ve hız ortasında epriyen, telaş ve koşturmalarda silinen, saat kadranlarında lime lime eksilen aslı mı?
Otopsi? Kime? Niye?
Saramago’nun tasvir ettiği otopsi masasında değil etin ve kemiğin. Tenine bıçak sürten yok; kafatası boşluğunu açıp dağıtan yok, göğsünde pıhtı arayan yok.
Şimdi o deneyi bir daha yapalım. Senin değil, bir başka adamın/kadının elinde bir fotoğraf... Gözlerinin içine içine bakıyor o süzgün gözlerin. Ne özlüyor o gözlerden taşan bakışları, ne de o dudaklardan bir sıcak söz bekliyor. “Olsa da bir, olmasa da bir” fotoğrafa öylesine bakıyor. Hiç sevinmeden ve üzülmeden, hiç canı yanmadan ve hiç beklemeden yüz dönüyor fotoğraftan. Bir şey kaybetmiyor; kıl kadar etkilenmiyor. Yaşadığını ya da öldüğünü dert edinmiyor.
O adamın/kadının elindeki fotoğraf senin fotoğrafındır işte. O fotoğraf; senin ruhuna otopsiler sunuyor. Parçalanmaya hazır duygular sunuyor herkese. İçinde kara pıhtılar barındıran yaşanmışlıkları sergiliyor. Öylece uzanmış yatıyor kalbin fotoğraf kâğıdında. Suskun; bir şey söylemiyor. Küskün; yaşadığından bile haber vermiyor.
Başka fotoğraflar karşısında eksilenler, kendi fotoğraflarına doğru eriyerek, büzüşerek eksiliyorlar. Aşksız gelip geçiyorlar hayatın içinden. Amaçsız dokunuyorlar sevdalı tenlere. Bedenlerinden öte geçmeyen, kalplerinin içine sızmayan, gözlerinin karasından geri dönen ışıkların ucunda var biliyorlar kendilerini. Sadece fotoğraflarını bırakıyorlar geriye.
Ve fotoğraflar, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanların hiç yaşamamış gibi öl[üyor ol]duklarını fısıldıyor.
Ve otopsi raporu tamam oluyor.
Senai Demirci