Vahdettin kaçtı mı, kaçırıldı mı?
Deniz Baykal şimdi de 'padişahlık' tartışmasını açtı. Ve hatırlatmayı ihmal etmedi: Son padişah bir ıngiliz gemisine binerek kaçmıştı! Güya birkaç densizin 'Padişah' dediği Başbakan'a aba altından sopa gösteriyor. Sen de bir darbede soluğu ABD'de alabilirsin, demeye getiriyor.
Yanağından oltaya yakalanmış balık gibi çırpınıyor hafızamız. Çırpınarak kurtulacağını sanıyor. Bilmiyor ki, her çırpınışı, iğneyi etine biraz daha batırmaktadır.
Kendilerini Atatürk'ün yerine koyanlardan bıktık, usandık artık. Onu paravana yapanların her darbeyi nasıl bir soygun filmine dönüştürdüklerini görmekten gına geldi. 27 Mayıs'tan sonra annemin parmağındaki alyansı zorla alanların kendilerini ömür boyu dokunulmaz kılıp tabii senatör ilan ettirdiklerini unutmadık.
Atatürkçü olduğunu iddia edenlerin, 7 Mart 1924 günkü "Akşam" gazetesinde çıkan şu habere ne diyeceklerini merak ediyorum:
"Dün, Meclis'teki en mühim hadise, Gazi Paşa'nın parti grubundaki teklifiydi. ısmet Paşa Osmanlı hanedanına mensup kadınların memleketten çıkarılmamasının Meclis ve Cumhuriyet için bir şefkat eseri olacağı hakkındaki onun bu teklifini bildirdi. O anda odanın içinde kasırgalar koptu. Mebuslar masaların üzerine çıkarak:
- "Olamaz!" diye bağrışıyorlar, bu teklife isyan ediyorlardı. Mebuslara hakim olan psikoloji, merhamete ve şefkate yer bırakmıyordu. ıtirazlar gittikçe yükseliyor:
- "Yalnız sağ olanları değil, ölenlerin kemiklerini bile memleketten atmalı!" sesleri duyuluyordu. Bu durum karşısında Gazi Paşa teklifini geri almıştır."
Konumuza dönersek, şahsen Sultan Vahdettin'in yurtdışına kaçtığını değil, "kaçırıldığını" düşünüyorum. Çünkü baskılar, tehditler, sarayın çevresinde tabanca atmalar vs. ile zaten ıstanbul'da yaşaması fiilen imkânsız hale getirilmişti. Amaç, kendiliğinden kaçmasını sağlamaktı. Fakat nereye?
Nitekim 17 Kasım 1922 sabah saat 6'da HMS Malaya adlı savaş gemisiyle yola çıktıktan sonra haber alıp Yıldız Sarayı'na gelen Ankara hükümeti temsilcisi Refet (Bele) Paşa'nın, o sırada ağlamakta olan Vahdettin'in yaverlerinden Sadrazam Tevfik Paşa'nın oğlu Ali Nuri Bey'e, "Ağlama Ali Bey, kaçtığı iyi oldu, ya kalsa idi biz onu ne yapardık?"[1] sözü, gerçeği aydınlatmaya yeter. Bir başka deyişle, eğer Halife Vahdettin gitmeyip sarayda kalmış olsaydı, Ankara'nın niyeti düpedüz onu idam etmekti.
Aynı Ali Nuri Bey'in, oğlu Şefik Okday tarafından yazılan hatıratında babasının ağzından doldurulan bir bant kaydından bahsedilir.[2] Ali Nuri Bey, saraya gelen ve 30 Ağustos Zaferi'ni müjdeleyen raporu okuyunca Vahdettin'in, yaverine zafer haberini birkaç kere tekrarlatarak sevindiğini belli ettiğini anlatır. Hatta o hafta cuma selamlığının, zaferin şerefine Yıldız Camii'nde değil, yanı başında Yavuz Sultan Selim'in yattığı Sultan Selim Camii'nde yapıldığını ve Padişah'ın da halkla beraber o gün ıstiklal Savaşı şehitleri için dua ettiğini biliyoruz.
Dolayısıyla 'bu' Vahdettin'in kaçması için herhangi bir sebep yoktu. Ancak bir gerçek vardı ki, ıstanbul'da kalması, işleri daha da zorlaştıracak ve Ankara'ya her halükârda ayak bağı oluşturacaktı. Bu yüzden gitmesi istendi, hatta gitmesinin hayırlı olacağı hissettirildi. Kaçmasına mani olmak için hiçbir tedbir alınmayışı ve kaçtıktan sonra da bundan memnuniyet duyulması anlamlıdır. Zira Padişah ıstanbul'da tahtında oturuyor iken, Osmanlı'nın bedeni üzerinde gerçekleşecek "Lozan ameliyatı" kolay olamayacaktı.
Bir de "Malaya" gemisi meselesi var. Malaya, Malaylar, yani sonradan tek bir devlete dönüşen Malaya adaları birliği demektir ve bu gemi, Malezya Müslümanlarının öz parasıyla yaptırılmış ve ıngiliz Deniz Kuvvetleri'ne hediye edilmiştir (o tarihlerde "ıngiliz Malayları" denilen doğudaki beş bölge, gevşek bir yapı altında birleşmişlerdi ve ıngiltere'nin himayesinde bulunuyorlardı).
Burada şöyle bir soru akla geliyor: Acaba ışgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington ile Sultan Vahdettin arasında bir 'gemi pazarlığı' geçmiş miydi? Bunu henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o sırada Boğaz'da başka ıngiliz gemileri de demirlemiş duruyorken, içlerinden Malezya Müslümanlarının alın terleriyle yapımı finanse edilen geminin Halife hazretlerine tahsis edildiğidir. Nitekim Malaya ile kaçma teklifinde bulunan Harrington, "Durum düzelince memlekete dönerler" diyerek teselli vermiştir. Teselli mi, oyun mu?
Araştırılması gereken bir nokta bu ise bir diğeri, "ıngilizlere sığındı" denilen Sultan Vahdettin'in neden doğrudan doğruya ıngiltere'ye (mesela Londra'ya) değil de, önce onların kontrolünde bulunan Malta adasına, sonra da ıtalya'daki San Remo'ya gitmiş ve orada beş parasız ölmeyi göze almış olduğudur. Eğer Vahdettin gerçekten de söylendiği gibi ıngilizlere "sığınmış" ve hiç değilse onların cazip maddi tekliflerini değerlendirmiş ve Türkiye aleyhine çalışmayı kabul etmiş olsaydı, herhalde bir şekilde ödüllendirilmesi gerekirdi. Bu durumda ise elbette tabutu bakkalın çakalın elinde rehin kalmaz, hacizli cenazesi defnedilemediği için haftalarca ortada kalıp kokuşmazdı.
Vahdettin hain miydi?
Mütarekenin koyu karanlığında ıstanbul`dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu`ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin`in hem ıngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr`i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dide ağaçlarıyla Yıldız Parkı`nın içerisinde Malta Köşkü`nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kabus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin(doğrusu `Vahidüddin`) o gün ıngilizlerin ışgal Orduları Başkomutanı General Harrington`a bir mektup yazarak ıstanbul`da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, `Bir an evvel ıstanbul`dan mahal-i ahare` (bir başka yere) naklini istemiştir. ımza yerinde `Padişah` değil, yalnızca `Halife-i Müslimin Mehmed Vahdettin` yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM`nin meşru hakkı sayılarak `Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgahıdır` hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. ılginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dini bir vesileyle kutlanmıştır!)
623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü`nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih`i, Yavuz`u, Kanuni`yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid`in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan ıngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid`den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah ıngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü`nden Dolmabahçe Sarayı`na geçer, oradan da ıngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam`da… 1926`da San Remo`da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana`dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı`nın Şahbaba`sına göre Gazi, `ısteseydi` demiştir, `Topkapı Sarayı`nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.` Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke`deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin`in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, ıtalya`ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddi ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı`ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. ıngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için. Kaçışın siyasi zemini üstüne...
Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…
Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım`da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin`in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani `kaçarken` padişah olarak kaçmamıştır! ıkincisi, 5 Kasım akşamı ısmet Paşa ve heyeti trenle Lozan`a hareket etmiştir. Dahası, ıngiltere, Fransa ve ıtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa`ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, ıstanbul`un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM `kızgın ve asabi`dir Rauf Orbay`ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin`in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. ışte 16 Kasım`da Vahdettin`in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasi zemin budur. Vahdettin`in yurdu terk ettiği haberi Meclis`e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür. Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin `Ben bu işte yokum` diyerek çekip gitmekle Ankara`nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan`da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından `hal` (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin`in gitmesi, muhakkak ki Ankara`nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir:
`Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.` Vahdettin hain değildir; çünkü... Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım: Vahdettin, Sevr`i kesinlikle imzalamamıştır.
Bu mudur ihanet? Mütarekenin koyu karanlığında ıstanbul`dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu`ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin`in hem ıngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. ışte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor: `Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin`in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal`di.` Rauf Orbay`ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs`a kadar devam etmiş, 15 Mayıs`ta Vahdettin`le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal`i ıçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti.
Yani Mustafa Kemal Paşa`nın ıstanbul`dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz`daki ıngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı`nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin`in imzasıyla, dahası 5 Mayıs`ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmi izinler dahilinde mümkün olabilmiş, ıngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet? 1919 başlarında ıstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın ıstanbul`da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden ıstanbul`da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu`ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kazım Karabekir 19 Nisan 1919`da Trabzon`a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya`ya gitmiş ve Milli Mücadele`nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasi ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa`nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal`in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve ıngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi`nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun`a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa`nın ismi ıngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun`a ayak basanların arasında o da vardır.)
Bu mudur hainlik?
Vahdettin`in, Başkatibi Ali Fuat Türkgeldi`ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: `Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.` .
Mustafa Armağan
Zahmet edip okursa arkadaşlar neyin ne olduğunu,tarihin -şimdi bazılarının yaptığı gibi- gerçekleri örtbas edip yalanlar üstüne kitap yazıp millete nasıl empoze edildiğini anlarlar.
Yukarda da yazıldığı gibi Mustafa Kemali Vahdettin görevlendirmiştir yeni bir devlet kurması için,
Tamam Mustafa Kemal çok iyi bir komutandı,başarılıydı ama tek başına savaşmadı heralde,binlerce asker,komutan şehit olmadı mı kurtuluş savaşında?
O şehit olanlar Osmanlı tebaası değil miydi?Mustafa Kemal Osmanlı vatandaşı değilmiydi?
Ne demek ben Mustafa Kemali bilirim Osmanlıyı falan tanımam demek?
Bu nasıl bir anlayıştır,onlar hepsi bizi bu günlere taşıyan mübarek insanlar,atalarımız yani,nasıl inkar eder bi insan aslını?
Osmanlı kadını dış dünyayı bilmiyor olabilir ama haremdeki mektep olan Enderun'da sanat,tarih,coğrafya,matematik,dini dersler her ilimin eğitimin alıyorlardı,çoğu kadın musiki ile ilgilenip en az bir enstruman çalardı,
Ve ayrıca eve de hapsolmazlardı,ayda bir ya da iki piknik alanlarına ve o zamanın pazarları olan yerlere gidiyorlardı,
Bunları ben uydurmuyorum,Prof.Dr.Ahmed Akgündüz'ün Osmanlı'da Harem-ıslam Hukukunda Kölelik Müessesesi adlı kitabında yazıyor,açın okuyun,hepsi belgeleriyle yer alıyo,
Haremin içi zevk sefa diyenler,duvarlarda aşk şiirleri var diye tercüme edip turistlere anlatanlar,o duvardaki Arapça yazıların ayet,hadis ve güzel ahlakla ilgili sözler olduğunu nasıl algılayamazlar?
Trt program yapmıştı,yabancı yazarlar araştırmacılar bile bunu teyit ederken siz bir Türk olarak nasıl buna inanırsınız?
Daha yazacak çok şey var ama merak eden açar okur sağlam kaynaklardan,
Herkes kendi bildiğine inanabilir ama ahireti de var bu dünyanın...
Herkes gerçekleri o zaman görecek...