• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

basbugataturk027.jpg
 
Nurettin Paşa İle Babasının Meşrutiyet Devrimine Katılışları İle İlgili Anılarım

Mareşal İbrahim Paşa'nın Üçüncü Ordu Komutanlığı, oğlu Nurettin Bey'in de babasının emir subaylığı ve bunların Meşrutiyet devrimine ne denli ve ne ölçüde katıldıkları üzerinde birazcık bilgi vermek isterim. Bunun için, geçmiş günlerle ilgili kısa bir anımı anlatmama izninizi rica edeceğim.

Baylar, çeşitli nedenlerle elbette şunları duymuşsunuzdur: Ben kurmay yüzbaşı olur olmaz, Sultan Hamit'in (buyruğu) ile Suriye'ye sürüldüm. Orada üç yıl kaldıktan sonra, o zaman Üçüncü Ordu bölgesi olan Makedonya'ya gönderildim. Ordu merkezi Manastır idi. Ordu karargâhı orada bulunuyordu. Selanik'te başkaca "Üçüncü Ordu Mareşallığı" adında bir komuta makamı vardı. Üçüncü Ordu Komutanı Selanik'te otururdu.

Orada "Mareşal Kurmaylığı (Maiyeti Müşiri Erkânıharbiyesi)" diye bir kurmaylık da vardı. Ben 1908 yılında, kolağası olarak bu karargahta görevli idim. Ulusu özgürlüğe kavuşturmak için çalışan gizli dernekle pek yakından ilişkim vardı. Yanyalı Esat Paşa, Üçüncü Ordu Komutanı idi.

Süleyman Paşa oğlu Ali Rıza Paşa, kurmay başkanımızdı. O zaman binbaşı olan rahmetli Cemal Paşa ve Binbaşı Fethi Bey (şimdi Paris Elçisi) ve ben Mareşal kurmaylığının kurmayları idik.

Her üçümüz, derneğin üyesi bulunuyorduk. Derneğin başarıya ulaşması için çalışıyorduk.

O günlerde, Üçüncü Ordu bölgesinde bulunan Serez'deki tümenin ve Serez Bölgesinin komutanı, mareşal aşamasında bir kişi idi. Bu kişiye, Sultan Hamit pek çok güveniyor ve inanıyordu. Bu kişi, mareşal olmasına ve Esat Paşa'dan daha üstün bir aşamada bulunmasına karşın, İstanbul ile Makedonya arasında bir güvenlik bölgesi kurmak amacıyla, Serez'den uzaklaştırılmazdı. İşte bu önemli komutan, Mareşal İbrahim Paşa idi. Oğlu Nurettin Bey (Nurettin Paşa) da, babasının yanında bulunurdu. Meşrutiyetin kuruluşundan önceki günlerde, Mareşal İbrahim Paşa'nın bölgesinde bir binbaşı, zorbalık yönetimini (istibdat idaresini) yerici bir konuşma yapmış. Bir çaşıt bunu jurnal etmiş. Yerinde soruşturma yapmak için, o zaman Selanik'te Merkez Komutanı bulunan Yarbay Nâzım Bey İstanbul'ca görevlendirildi.

Dernek, Nâzım Bey'in bu görevi yapmasını önlemek için, onu vurdurdu. Yaralanan Nâzım Bey İstanbul'a götürüldü. Olayı soruşturmaya, İstanbul'dan değil, ancak orduca görevlendirilecek bir kişinin gidebileceği, ilgililere anlatıldı. Ben görevlendirildim. Elbette görevim zorbalık yönetimini yermiş olan binbaşıyı kurtarmaktı.

Önce Serez'e gittim. Mareşal İbrahim Paşa'yı ziyaret ettim. Paşayla görüşürken anladım ki, kendisinin büyük bir kaygısı vardır. İbrahim Paşa, kendi bölgesi içinde Sultan Hamit'e ve zorbalık yönetimine karşıcıl hiçbir kişi bulunmadığı ve bulunamayacağı yolunda, Padişaha güvence vermişti. Buna karşın, söz konusu binbaşı için verilen jurnal, Sultan Hamit'in Mareşal İbrahim Paşa'ya olan güvenini sarsacak nitelikteydi. Bu jurnalda yazılanların doğru çıkması, İbrahim Paşa'nın durumunu kötüleştirecekti. Bunu istemiyordu. Ben hemen, Paşa'nın kaygısını anladım ve dedim ki: "Paşa Hazretleri, sizin bölgenizde Padişah Hazretleri için kötü duygu besleyen bir kişinin bulunabileceği umulmaz. Verilmiş olan jurnalda yazılanların, yerinde soruşturulması, yüksek kişiliğinizce kurulmuş olan düzenbağını ve aşılanmış olan bağlılık duygularını kolaylıkla ortaya çıkaracaktır. İsterseniz, yapacağım soruşturma raporunun bir örneğini yüksek kişiliğinize de göndereyim."

Bu sözlerim İbrahim Paşa'nın sıkıntısını dağıttı. Beni beğendi. Oğlu Nurettin Bey'i çağırtıp beni ağırlamalarını ve olayın geçtiği yere gidebilmem için kolaylık gösterilmesini buyurdu.

Soruşturmamın sonucu, binbaşıyı kurtardı; jurnal vereni, "karaçalıcılık" cezasına çarptırdı. Mareşal İbrahim Paşa da, bölgesinde karşıcıl bir kişinin bulunamayacağını tanıtlayarak, padişahın kendisine olan inan ve güvenini pekiştirdi.

Mareşal İbrahim Paşa'nın böylece kendisine karşı beslenen güveni pekiştirmesi, çok geçmeden, bütün Makedonya'yı zorbalık yönetimine karşıcıl olanlardan temizlemekle görevlendirilmesine yol açtı. Bu noktayı biraz açıklayayım. Dernek, bütün Makedonya'da örgütünü genişletti ve çalışmalarını artırdı. Artık hemen açıktan açığa ve korkusuzca çalışmalara başlandı.

Selanik'te, Ordu Mareşalliğinde bulunan Esat Paşa'ya güven kalmadı. Kurmay Başkanımız olan Ali Rıza Paşa'ya karşı kuşkuya düşüldü. Sultan Hamit bunları sorguya çekmek üzere birer birer İstanbul'a çağırttı. Ordu Mareşalliğine, her bakımdan inanılan ve güvenilen Mareşal İbrahim Paşa atandı ve gönderildi.

İbrahim Paşa'nın Selanik'e gelmekte olduğu duyulunca, Cemal Bey (rahmetli Cemal Paşa), ne olur ne olmaz diye sudan bir nedenle merkezden uzaklaştı. Arkadaşım Fethi Bey de daha önce Jandarma Okulu Komutanlığına geçmişti. Selanik'te Ordu Komutanı ve Kurmay Başkanı yerine yalnız ben bulunuyordum. Yeni gelen komutana, Üçüncü Ordu Komutanlığını ben teslim edecektim. Gerçekten de öyle oldu.

İbrahim Paşa, oğlu Nurettin Bey ile birlikte trenle geç vakit Selanik'e geldi. Doğru Komutanlık katına geldi. Orada kendisine durum üzerine bilgi verdim. Gece olmasına karşın, Ordu Karargâhında görevli bütün başkanları birer birer görmek istedi. Herkes gelip kendini tanıtıyordu. Mareşal Paşa, her yeni tanıdığı kişiye, kendisinin ne denli sert olduğunu, insanı yok edebilecek güçte bulunduğunu anlatmaya çalışır birtakım davranışlarda bulunarak; hiç de yeri olmayan sözler söyleyerek; ara sıra çizmeli ayaklarını yere vurarak, daha başlangıçta korkutma siyasası uygulamaya başladı.

Gece evime gittim. Ertesi gün erkenden, bir süvari,bir binek atı getirdi ve Mareşal Paşa'nın beni istediğini söyledi. Komutanlığa geldiğim zaman anladım ki, yeni komutan benim görevimde kalabileceğimi buyurmuş...

Şimdi baylar, gelelim ayaklanma ve devrim evresine...

İbrahim Paşa'nın korkutma siyasası, gizli derneğin gözdağı verici tepkisiyle karşılandı. Paşa öfke ve sertlikten vazgeçmek zorunluğunu duydu. Kimi arkadaşlar ve bu arada en çok Cemal Bey (Cemal Paşa) aracılığıyla gizli derneğin gücü ve girişimindeki sıkı tutum İbrahim Paşa'nın oğluna anlatıldı. Babasının derneğe karşı aykırı bir davranışta bulunmaması söylendi ve Paşa'dan güvence istendi. Örneğin; "Komutan Paşa, gizli derneğe karşı aykırı bir davranışta bulunmayacağını anlatmak üzere, cuma namazını filan camide kılacak ve ikinci sırada namaza duracaktır..." gibi birtakım isteklerde bulunuldu. İşte Nurettin Bey, bu gibi bildirimleri babasına duyurmak için aracı olarak kullanılıyordu. Ama önemli işlerde görevlendirilen ve çalıştırılan, babasının emir subayı Nurettin Bey değil, daha çok, derneğin üyesi ve güvenilir adamı, Komutanlık Makamı Emir Subayı Yüzbaşı Kâzım Nami Bey (şimdi yazar ve öğretmen) idi.

İbrahim Paşa, derneğin isteklerine uymak zorunda bırakıldı. Ama derneğin örgütlerinden, girişimlerinden, kararlarından ve yaptığı işlerden kendisine hiçbir zaman bilgi verilmemiştir.

Özgürlük ve Meşrutiyet devriminin ne zaman yapılacağını da, ne İbrahim Paşa ne de oğlu Nurettin Bey, daha önceden hiç duymamışlardır bile. Meşrutiyetin kuruluşu ile ilgili sorunun tümüyle içinde bulunduğum, bütün ayrıntıları ve evreleriyle yakından ilişkili olduğum için, bu konudaki anılarım, olduğu gibi aklımdadır.

Özgürlük ve Meşrutiyet devrimi ile ilgili gösterilerinde ivedi davrandığı sanılan Üsküp'teki düzenlemeleri Selanik'te ve başka yerlerde yapılacak düzenlemelerle ayarlamak üzere Üsküp'e gitmiştim. Oradan dönüşümde ve artık her yerde eylemli gösteriler başladıktan sonra Mareşal İbrahim Paşa beni çağırdı ve şunları söyledi: "Beni ordu komutanlığında bırakacak mısınız, bırakmayacak mısınız? Bırakılmayacaksam, bir saldırıya uğramadan ve onurum kırılmadan hemen İstanbul'a gideyim." Üstelik Paşa, masası üstünde duran yazı hokkasını eline alarak, olduğu gibi aklımda kalan şu sözü de ekledi: "Burada benim, yalnız bir hokkam var; onu alır, giderim."

Gerekenlerle görüştükten sonra, istediği bilgiyi verebileceğimi, söyledim. Dernek adına yetkili olan öteki arkadaşlarla, İbrahim Paşa'nın komutanlığı işini görüştük. Bir zaman için kalmasında sakınca görmedik. Komutanlıkta kalması ile ilgili dernek kararını ben kendisine bildirdim.

Ama bir iki gün sonra, dağa çıkmış olan subaylardan bir teğmen, bulunduğu yerden, İbrahim Paşa'ya çok onur kırıcı bir tel çekmiş. İbrahim Paşa hemen beni çağırttı ve teli uzatarak dedi ki: "Beni komutan olarak burada bırakacağınızı bildirmiştiniz. Bu onur kırıcı iş nedir?"

Komutan Paşa'ya, dernekçe kendisi için aldığımız kararı bütün örgütümüze duyuracak kadar zaman geçmediğini, özellikle dağ başında bulunan subaylarımızın herhangi bir telgraf merkezinden bu gibi teller çektirmelerini önlemenin bugünlerde güç olacağını kabul etmesi gerektiğini söyleyerek, kendisini yatıştırmaya çalıştım.

Ama, aradan çok geçmeden, o zaman Yunan Sınırı Komutanı bulunan Muhlis Paşa, derneğin Manastır'daki Merkez Kurulunca Manastır'a çağrılmış. Muhlis Paşa, Ordu Komutanı İbrahim Paşa'dan izin almaksızın Manastır'a gitmiş. Bundan üzüntü duyan İbrahim Paşa, Muhlis Paşa'ya paylarcasına bir yazı yazmış.

Bunun üzerine, Muhlis Paşa'yı çağıran Merkez Kurulu,İbrahim Paşa'ya uzun bir tel çekmiş. Bu kez de, Mareşal Paşa beni çağırarak teli gösterdi ve: "Ya bu ne?" dedi.

Teli, başından sonuna dek okudum. Bu telde Konyar boyundan gelen Mareşal İbrahim Paşa'nın bütün yaşayışı, geçmişi, niteliği anlatıldıktan sonra, ağır ve çok onur kırıcı sözlerle zorbalık çağının, Sultan Hamit kulluğunun pek az rastlanılır bir örneği olan İbrahim Paşa'nın özgürlük için çalışan bir çevrede, özgürlük için çalışanlara komutanlık etmeye yeltenmesine şaşıldığı belirtilerek, hemen komutanlıktan çekilmesi bildiriliyor ve isteniyordu.

Baylar, bundan sonra gerçekten İbrahim Paşa Selanik'te duramadı. Dediği gibi, hokkasını alıp gitti.

Bunları öğrendikten sonra, Nurettin Paşa'nın Üçüncü Ordu Komutanı bulunan babası Mareşal İbrahim Paşa ile Meşrutiyet devriminin yapılmasına ve ayaklanmanın ılımlı ve engelsiz olarak yürütülmesine ne yolda çalışıp önderlik eylemiş olduklarını anlamak kolaylaşmıştır, sanırım. Denildiği gibi, "ayaklanmanın ılımlı olarak yürütülmesinde" bile etkin olamamışlardır. En büyük ılımsızlık onların kendilerine karşı yapılmış olan davranışlarda görülmüştür.
 
Yaşamöyküsü Kitapçığına Göre, Nurettin Paşa'nın Meşrutiyet Kuruluşundan Sonra Yaptığı İşler

Yaşam öyküsü kitapçığının dördüncü sayfasında Nurettin Paşa'nın, Rumeli'den İstanbul'a yürüyen Hareket Ordusuna katılarak yurt görevini yaptığından söz edilmektedir. 31 Mart olayı üzerine Rumeli'den İstanbul'a gönderilen kuvvetlerin komutanı rahmetli Hüsnü Paşa idi. Ben, bu kuvvetlerin kurmay başkanı idim. Bu kuvvetlere Hareket Ordusu adını veren, Hareket Ordusunun İstanbul'a dek gidişini düzenleyen ve yöneten ben idim. Nurettin Bey'in bu kuvvetlere katılarak görev aldığını bilmiyorum. Nurettin Paşa, birçokları gibi, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaştığı zaman, Yeşilköy'e ya da Bakırköy'e gelmiş olabilir.

Nurettin Paşa: "Yemen ilinin kurtarılması ve ayaklananların cezalandırılması için yapılan savaşlarda bir takım tümenlere ya da birliklere komuta etmiş..."

Her tümen komutanı, her savaşta bu durumda bulunur. Sonra: "San'a'nın kurtarılmasından sonra orada yığınak yapmış olan kuvvetlere komuta etmiş..."

Baylar, asker olanlar çok iyi bilirler ki, bir yerde çeşitli ordu birlikleri toplandığı zaman, orada bir merkez komutanlığı ya da mevki komutanlığı, bir ordugâh komutanlığı kurulur... Nurettin Paşa'nın San'a'daki komutanlığı bundan başka bir şey miydi?

Nurettin Paşa: "İmam Yahya ile uzlaşma yapılmasında Ahmet İzzet Paşa'ya yardım etmiş..."

Ahmet İzzet Paşa'ya sormadım; ama, İzzet Paşa ile birlikte bulunup çalışmalarına yakından katılan yetkili kişilerin söylediklerine göre, İmam Yahya ile uzlaşma görüşmelerinde, Nurettin Paşa hiçbir bakımdan ilgilendirilmemiştir.

Nurettin Paşa: "Balkan savaşlarına katılmak isteği ile Yemen'i kuzeyden güneye dek geçip Aden-Mısır-Suriye-Konya-İstanbul yoluyla Çatalca yakınlarında bulunan Başkomutanlık Karargâhına varmış ve açık tümen komutanlığı bulunmamasından ötürü kendi dileğiyle, gönüllü olarak Dokuzuncu Alayın Komutasını üzerine almış..."

Nurettin Paşa'nın Yemen'den İstanbul'a gelmek için geçtiği yol, Yemen'den İstanbul'a gelen bütün askerlerin ve sivillerin, kısacası herkesin geçtiği yoldu. Yol, o idi. Nitekim, o günlerde biz de Afrika'da bulunuyorduk. İstanbul'a gelmek için Afrika çöllerini batıdan doğuya, Mısır'a dek deve ile geçtikten sonra, İskenderiye ile Triyeste arasındaki bütün Akdeniz ile Adriyatik denizini güneyden kuzeye ve Triyeste'den Bükreş'e dek Avrupa'yı ve ondan sonra da Karadeniz'i geçerek aynı karargâha ulaşmıştık. Yol, bu idi.

Nurettin Paşa, bu noktada asıl söylenmesi gereken konudan söz açmıyor. Nurettin Paşa, albaylıktan binbaşılığa indirildikten sonra, Yemen birliklerinde görevlendirilmek üzere yarbaylığa yükseltilmişti. Bu yükseltilmenin gereği olarak yarbaylıkla Yemen'de iki yıl kalması zorunlu iken, zamanından önce İstanbul'a gelerek, sözü geçen görevden kurtulma yolunu bulmuştur.

Yaşamöyküsü kitapçığının altıncı ve yedinci sayfalarında Nurettin Paşa'nın Irak Komutanlığından söz ediliyor; yerli araçları kullanarak yeniden ordu kurup dost ve düşmanın umduğunun ve beklediğinin tam tersine, yenilgiden yengi çıkarmak gibi olağanüstü bir iş gösterdiği belirtiliyor.
 
Irak Savaşlarında Nurettin Paşa

Baylar, Irak savaşlarının Nurettin Paşa zamanındaki gerçek durumu şudur:

İlk Irak Komutanı olan Süleyman Askerî Bey'in yenilgiye uğramasından ve kendini öldürmesinden sonra, Kafkasya'dan yeni birlikler gelinceye dek Irak'taki savaşlar, İngilizlerin dileğine ve yürüyüş hızına bağlı kalmıştır. Nurettin Paşa, Kûtülamare'de İngilizlere yenildikten sonra, gece gündüz ve hiç direnmeksizin yürüyerek Selmanpâk'a dek dağınık olarak geri çekildi.

İngilizler, Nurettin Paşa'yı kovalayarak Selmanpâk'a dek ilerlediler. Orada Kafkasya'dan gönderilmiş olan birlikler, İngiliz birliklerini karşıladı. Üç gün savaştıktan sonra Nurettin Paşa yenilgiyi kabul ederek geri çekilme buyruğu verdi. Birlikler, Diyale ırmağına dek kuzeye çekildi. Süvari artçısı çıkarılarak İngilizlerle bağlantı kurma yolu bile aranmadı. Oysa, aynı zamanda İngilizler de geri çekilmişlerdi. Bu bilgiyi çöl Arapları verdi. Ondan sonra Nurettin Paşa, kendini toplayıp yeniden Selmanpâk-Kûtülamare doğrultusunda ilerledi.

Kûtülamare kuzeyinde İngiliz birlikleriyle geceleyin karşılaşıldı. Tedbirsizlik ve düzenlemedeki ve komutadaki yanlışlıklar yüzünden, tan yeri ağarırken birliklerimiz, düşmanın ateş baskınına uğradı. Bir çok er, subay ve komutan yitik verildi. Birlikler bozuldu, kendiliğinden geri çekilmeye başlandı. İngilizlerin de geri çekilmesi üzerine yeniden düzen sağlanabildi.

Irak'ta, yeni birlikler ve yeni araçlarla büyük ve kanlı savaşlar bundan sonra başlar ki, Nurettin Paşa'nın bunlarla ilişkisi yoktur.

Kitapçığın yine o sayfalarında: "Nurettin Paşa, İngilizlerle savaşırken ele geçirdiği uçaklarla da bir uçak filosu meydana getirmek gibi çok büyük başarılar göstermiştir." deniliyor.

Bu savın, pek bilisizce olduğunu söylemek zorundayım. Uçağın ve uçak filosunun ne olduğunu bilenler, böyle bir savın ne denli gülünç olduğunu elbette anlarlar.

 
Büyük Saldırı Sırasında Nurettin Paşa Savaş Alanına Dürbün İle Bakmayı Yeğ Tutuyordu

Kitapçığın sekizinci sayfasında, Nurettin Paşa'nın dürbünle bakarken alınmış bir resmi vardır. Bu resmin altında şunlar yazılıdır:

"26 Ağustos 1922 saldırı günü, Kocatepe gözetleme yerinde Karahisar Meydan Savaşını yönetirken alınan fotoğraflarıdır."

O gün, hep o tepede idik. Dürbünle bakanlar çoktu. Dürbünle en çok bakanlar da gözetleme görevi yapan subaylardı. Gerçekten, Nurettin Paşa'nın da savaş alanına dürbünle bakmayı yeğlediği benim de dikkatimi çekmişti.

Karahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı yapılırken,"Başkomutan Savaşı" günü, Nurettin Paşa'yı, bir aralık, Kolordu Komutanı Kemalettin Paşa'nın (şimdi Berlin Elçisi) gözetleme yerinde, savaş alanına dürbünle bakarken buldum. Birliklerimiz düşmanı yakından sıkıştırmış çok dikkat isteyen önemli bir durum meydana gelmişti. "Dürbünle bakmayı bırakınız! Savaşı yakından ve kendimiz yönetmek için ileri ateş dayangalarına gideceğiz!" dedim.

Nurettin Paşa, bu denli yaklaşmanın doğru olmadığını söyleyerek gitmek istemedi. Canım sıkıldı. "Siz burada kalabilirsiniz!" dedim. Kemalettin Sami Paşa'ya da "Siz benimle geliniz!" dedim ve otomobilime yürüdüm. "Baş üstüne!" dedi ve benimle birlikte yürüdü. Bu davranış üzerine, dürbünün başında yalnız bırakılan Nurettin Paşa'nın da arkamızdan geldiğini gördük. Dediğim yere gittik. Yunan ordusunun tutsaklığıyla sonuçlanan o savaşı en küçük ayrıntılarına dek kendim yönetiyor ve gereken buyrukları, doğrudan doğruya kolordu komutanlarına ve başka komutanlara kendim veriyordum.

Buyruklarıma göre önlemler alınıp gereği yapılırken, Ordu Komutanı Nurettin Paşa yanımda duruyor ve olup bitenlere bakıyordu. Bir aralık, Kolordu Komutanını benim yanımdan uzaklaştırarak kimi buyruklar vermeye kalkışmış. Kolordu Komutanı, bu buyrukları yerine getirilemez nitelikte görmüş; Ordu Komutanı ile Kolordu Komutanı arasında, saygı dışı çekişmelere benzer bir şeyler olmuş. Kemalettin Sami Paşa Nurettin Paşa'nın yanından biraz sert bir davranışla ayrılmış. Bu durumu anladım. Kemalettin Sami Paşa'yı yanıma çağırıp, sakin olmasını ve düzenbağını koruması gerektiğini söyledim. Sonra da, yalnız olarak Nurettin Paşa'yı çağırttım. Genel nitelikte kimi sorular sorarak, Kolordu Komutanına verdiği buyruğun gerçekten yerine getirilemeyeceğini anlatmak istedim. Komutanlar, buyruk vermiş olmak için buyruk vermezler. Gerekli ve yapılabilecek olan işleri buyururken kendini, o buyruğu yürütecek olanın yerine koymak ve buyruğun nasıl uygulanıp yürütüleceğini düşünmek ve bilmek gerektir.

Yaşamöyküsü kitapçığının dokuzuncu sayfasında, Irak'tan sonra, "Kafkas Cephesine gitmiş olan Nurettin Paşa'nın, Üçüncü Ordu Bölge Komutanlığında ve ordu komutanlığı vekilliğinde bir süre bulunduğu" yazılıdır. Bu görevlerin niteliği ve bu sürenin kaç gün olduğunu sormak gerekir.

Nurettin Paşa, Kafkas Cephesinden İstanbul'a dönüşünde "Aydın, Muğla ve Antalya Bölge Komutanı sanıyla İzmir'e gitmiş ve bulduğu dağınık birkaç müstahfaz birliğini (çoğu 40 yaşını geçmiş erlerden meydana gelen birlikler) çarçabuk düzene sokup, yeni tümenler kurarak Yirmi Birinci Kolorduyu meydana getirmiş..."

Baylar, kolordu kurmak, son zamanda, Birinci Dünya Savaşının fantazileri sırasına geçmişti. Özellikle, karşısında düşman bulunmayan bölgelerde, askerlik şubeleri ve askerlik daireleri kuruyormuşçasına kolaylıkla kolordu komutanlıkları kurulur ve gerekli yetkiler verilirdi. Gerçekten, bütün savaş cepheleri "yardım!" diye bağırırken, Yirmi Birinci Kolordu, önemsenecek bir varlık olsaydı, Aydın bölgesinde yüzüstü bırakılmazdı.
 
Yaşamöyküsü Kitapçığına Göre Nurettin Paşa'nın İstanbul'da ve Anadolu'da Gördüğü Önemli İşler

Kitapçığın on altıncı sayfasında Nurettin Paşa'nın,"Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının girişimleri ile başlayan ulusal eylemin ileri gelenleriyle de ilişki kurarak..." İstanbul'da birtakım önemli işler yaptığından ve sonunda "İngilizlerin kendisini izlemeye başladıklarından"; "Mustafa Kemal Paşa'dan aldığı çağrı yazılarında artık İstanbul'dan çok Anadolu'da görev yapabileceğinin bildirilmesi..." üzerine vb. dolayısıyla Anadolu'ya geçmiş (olduğundan söz ediliyor).

Baylar, Nurettin Paşa'nın İstanbul'da İngilizlerle ve Damat Ferit Paşa Hükümetiyle anlaştığını; Ankara'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümetini bilmiyormuş gibi davranarak bizi İstanbul'la uzlaştırmaya çalıştığını ve bununla ilgili olarak aramızda geçen tel yazışmalarını ve zorunlu olarak Ankara'ya geldikten sonra da buradaki davranışlarını daha önce, yeri geldiğinde anlatmıştım. Bunları bir daha anlatmayacağım.

On sekizinci sayfada: "Yukarıda sözü edilen yurt görevlerini başarı ile yapmış olan Nurettin Paşa ile Büyük Millet Meclisi arasında birtakım resmi işlerden dolayı, anlaşmazlık çıkması üzerine kendisi hemen Ankara'ya gelmiş ve bu anlaşmazlık iyi bir biçimde çözümlenip giderilmiştir." cümlesine rastlanmaktadır.

Nurettin Paşa'nın, hükümetçe Merkez Ordusu Komutanlığından nasıl çıkarılıp askeri mahkemeye verilmek üzere Ankara'ya getirtildiğini ve Meclisin kendisine karşı kaynaşması, asılmasını isteyecek denli ileri gitmişken, Başkomutan olarak, Meclis kürsüsünden Nurettin Paşa'yı savunarak nasıl kurtardığımı da anlatmıştım. Burada, sırası gelmişken, yalnız bir noktaya dikkati çekmek isterim. Yukarıda okuduğumuz cümleye göre, bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır, bir de Nurettin Paşa... Bunlar karşı karşıya gelmişler... Anlaşmazlık giderilmiş... Bilindiği üzere, Meclisle karşı karşıya gelebilen yalnız hükümettir. Meclis karşısına hükümeti alır. Bir ordu komutanı, bir vali, herhangi bir görevli Meclisin karşısına çıkamaz.

Kitapçığın on sekizinci sayfasının son satırları, Nurettin Paşa'nın, "Tanrı'nın yardımıyla, vatanı tehlikeden kurtaran büyük utkunun başarıcısı ve etmeni olduğu ve ulusal tarihe bu kez de pek çok önemli ve benzeri bulunmayan bir onur ve övünç sayfası eklemeyi sağladığı..."nı anlatmaya ayrılmıştır.

Baylar, bu denli atakçasına bir sava şaşmamak ve bunu yadırgamamak elden gelmez. Gerçekten, Nurettin Paşa Genel Saldırıda Birinci Ordu Komutanlığında bulundu. Bütün öteki komutanlarla birlikte kendisine buyurduğumuz görevleri yapmaya çalıştı. Bu (sav kadar), bütün Türk ordusuna, ordumuzun büyük, küçük bütün komutanlarına, subaylarına ve bütün erlerine mal edilmesi gereken başarıyı ve onuru yalnız Nurettin Paşa'ya mal etmek kadar saçma, temelsiz ve ayıp bir şey olamaz! Nurettin Paşa'yı utkunun etmeni gibi göstermek, olsa olsa, kendisiyle alay etmek amacı güdebilir. Yoksa Nurettin Paşa, Büyük Utkunun şerefine katılmaya en az hakkı olanlardan biridir.
 
Nurettin Paşa, Büyük Utkuda En Az Onur Payı Olan Kişidir

Baylar, Büyük Saldırıda Nurettin Paşa'yı ancak saldırının ikinci günü Kocatepe'de yalnız bırakmıştım. Çünkü düşmanın yenildiğini ve geri çekileceğini anlamıştık. Yenilgisini bozguna çevirmek ve geri çekilme yollarını keserek düşman ordusunu tutsak etmek için artık Kocatepe'de değil, durumu daha genel olarak gözden geçirecek ve ona göre genel nitelikte önlemler alacak yerde bulunmamız gerekli idi. O gün bile, Cephe Komutanı İsmet Paşa'nın uygun görüp benim imzamla yazdığı yüreklendirici kısa bir telefon (buyruğu) ile Nurettin Paşa'nın içgücünün sarsılmasını önlemek için önlem almak gerekli görünmüştü.
 
Nurettin Paşa'yı ve Ordusunu İzlemek ve Yönetmek Zorunda Kaldım

Ondan sonra, Nurettin Paşa'nın ordusunu kendim yönetmek ve işine karışmak zorunda kaldım. Böyle yapmasaydım, Nurettin Paşa'nın yanılgılarından doğacak dokuncaları gidermek güç olurdu. Dumlupınar'da Kurmay Başkanı Emin Paşa'nın düzenlediği ileri yürüyüş buyruğunun kapsamını anlayamayan, ama, anlamamış değil de daha iyisini düşünmek ve yapmak istiyormuş gibi davranan Nurettin Paşa'nın duraksaması üzerine, duraksamayla geçirilecek zaman olmadığını söyleyerek kendisini gerekli görüşü kabule zorladığım zaman, Nurettin Paşa bana demişti ki: "Paşam, siz bizi yalnız ve serbest bırakmıyorsunuz!" Buna, orada bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri, şu yolda ve sert bir dille yanıt verdi:"Paşa, Paşa! dedi. Bu ordu bizim, bütün ülkenin gözbebeğidir, Onun yönetimini rastlantılara bırakamayız!"

Dumlupınar'dan Uşak'a giderken yolda, Nurettin Paşa'nın önlemlerindeki eksikliği anlayıp tümenlerine kendim buyruk vererek önlem aldırmasaydım Trikupis tutsak edilmeyebilirdi. Uşak'ta kötü bir durumla karşılaşabilirdik. İzmir'e vardıktan ve hükümet konağına girdikten sonra, güneyden gelen top ve tüfek seslerini kendi kulağımla işitip ve Nurettin Paşa'nın tedbirsizliğini ve aymazlığını anlayıp hemen buyruk vererek önlem aldırmasaydım, İzmir'e girmiş ve İzmir sokaklarında halkın içine karışmış olan birliklerimizin, biz de içinde olmak üzere korkuya düşüp darmadağın olması işten bile değildi.

İşbilirlik ve akıllılık taslayan Nurettin Paşa'nın, İzmir'de yabancı resmi görevlilerle yaptığı, tutanağa geçmiş konuşmasını kendim düzeltmeseydim, İzmir'e girmekten doğan yaygın sevinci yarıda bıraktıracak durumlardan belki de kaçınılamayacaktı.

Baylar, bu söylediklerim, bütün ordu ileri gelenlerinin bildiği gerçeklerdir. Bu gerçekleri yalnız bir kişinin bilmediği anlaşılıyor; o da Nurettin Paşa'dır. "Kuşatan, yenen, fatih, gazi" sanlarıyla kendini andırmak gibi çocukça bir tutkuya kapılan Nurettin Paşa'nın, "Kûtülamare Kuşatıcısı Nurettin Paşa" diye bir kartını görmüştüm. Nurettin Paşa bu kartı, Taşköprü'de otururken, Kastamonu Bölgesi Vali ve Komutanı bulunan Muhittin Paşa'ya (şimdi Kahire Elçisi) göndermiş; Kartın boş yerlerine yazdığı yazılar arasında, karttaki sanla ilgili olarak: "Bunu da benden kimse alamaz ya!" diye bir cümle de vardı. Muhittin Paşa bu kartı ve karttaki yazıyı usla, anlayışla bağdaşır göremediği ve dikkate değer bulduğu için, olduğu gibi bana iletmişti. Evet, onu ondan kimse alamaz; ama onu ona veren de yoktur. Her başarılı savaşa katılan kişinin, hakkı yokken, kendisini, savaşı kazanan ve bu işte tek etmen olan kişi diye göstermesi, örnek tutulacak bir aktöre ilkesi sayılmaz. Ülkemizin çocuklarına, böyle gerçeğe uymayan yol tutmak ve davranışlarda bulunmak alışkanlığını veremeyiz. Gelecek kuşaklara, böyle havadan, "yenen, fatih" olunabileceği gibi yanlış bir düşünceyi kalıt olarak bırakamayız.
 
Ulus ve Tarih San Vermekte O Kadar Eli Açık Değildir

Yaşamöyküsü kitapçığının kabındaki "Gazi" sanının kullanılmasına gelince, bu sanı Nurettin Paşa'ya "A. S." harfleri verebilir. Ama gerçek ve yasa bununla yalnız ve ancak alay eder. Gerçi, savaşa "ya şehit, ya da gazi olmak için" gidilir. Genel olarak, savaş alanında ölenlerin hepsine "şehit" derlerse de, sağ kalanların hepsine "gazi" sanı verilmez. Bu sanı, ancak yasa verir. Uygar bir ulusun, yüksek çıkarları gereği, yapmak zorunda kaldığı savaşlar, Arap boylarının birbirleriyle savaşı (gavze) değildir. Öyle de olsa, bu savaşlardan sağ ve esen çıkanları övmek (takdir etmek) için belki, yalnız anaları babaları: "Benim gazi oğlum!" der ve övünür. Ama ulus ve tarih, san vermekte o denli açık elli değildir.

Yaşamöyküsü kitapçığının son sayfasından da bir cümle alarak bu öyküyü bitirelim:

Nurettin Paşa, "Irak cephesinde iken yerli halkın kendisine vermiş olduğu, Peygamber Hazretlerinin Kerbelâ'da yatan torunu İmam Hüseyin Hazretlerinin kutlu kılıcını taşımakla onur duyar."

Baylar, bu nasıl sözdür?

Kerbelâ, Peygamber'in torunu, imam, kutlu kılıç, onur duymak... Bilgisizlerin hoşuna gidecek bu gibi sözlerle ulusu aldatmak yolunu tutanlar, artık biraz insaf etsinler!..Ulus da, uyanıklığını ve sağgörüsünü artırsın!
 
Lozan Barış Antlaşması

Baylar, kendi başlarına başarı sağlayamayacağını anlayan birtakım kişiler de, iki yüzlü davranışlarla içimize girmek yolunu bulabilmişlerdi. Bunların içyüzleri İkinci Meclis toplanıp da göreve başladıktan sonra anlaşılacaktır.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin ikinci seçim dönemi, yeni Türkiye Devletinin tarihinde mutlu bir geçiş evresine rastladı. Gerçekten, dört yıllık Kurtuluş Savaşımız, ulusumuzun ününe, sanına yaraşır bir barışla sonuçlanmış bulunuyordu.

24 Temmuz 1923'te Lozan'da imza edilen antlaşma , 24 Ağustos 1923'te Mecliste onaylandı.
 
Mondros Ateşkes Anlaşmasından Sonra Türkiye'ye Yapılan Dört Barış Önerisinin Karşılaştırılması

Baylar, Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra, düşman devletler Türkiye'ye dört kez barış koşulları önermişlerdir. Bunların birincisi, Sevr tasarısıdır. Bu tasarı İtilâf Devletlerince, Yunan Başbakanı Bay Venizelos'un da katılmasıyla düzenlenmiş ve üzerinde bir görüşme yapılmaksızın Vahdettin Hükümetince 10 Ağustos 1920'de imza edilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisince bu tasarı tartışılmaya değer bile görülmemiştir.

İkinci barış önerisi, Birinci İnönü Savaşından sonra toplanan Londra Konferansının bitiminde, 12 Mart 1921'de yapılmıştır. Bu öneri, Sevr Antlaşmasında kimi değişiklikler yapılmasını kapsıyor idiyse de, değinilmemiş olan sorunlarda Sevr tasarısındaki maddelerin tümünün, olduğu gibi bırakıldığını kabul etmek gerekir.

Bu öneri bizce tartışma konusu olmadan, İkinci İnönü Savaşının başlamasıyla sonuçsuz kalmıştır.

Üçüncü barış önerisi 22 Mart 1922'de, yani Sakarya Utkusundan ve Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşmasından sonra, yakın bir saldırımızın beklendiği sıralarda, Paris'te toplanan İtilâf Devletleri dışişleri bakanlarınca yapılmıştır. Bu öneride, Sevr tasarısını temel edinerek işe başlama ilkesinden vazgeçilmişti; ama bu da ana çizgileriyle ulusal amacımızı gerçekleştirecek nitelikten uzaktı.

Dördüncü öneri, Lozan Antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanan görüşmelere (konu olmuştur.)

İtilaf Devletlerinin Türkiye'ye uygulamayı düşündükleri esaslarla, ulusal eylem sonunda elde ettiğimiz sonucu açıkça gözden geçirmek için, bu dört türlü öneri arasında, yalnız en önemli konuları ele alarak kısa bir karşılaştırma yapmayı yararlı sayarım.

I. Sınırlar

a) Trakya sınırı :
Sevr'de:
Çatalca hattından biraz ilerde bulunan Podima-Kalikratya hattı.

Mart 1921 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Mart 1922 önerisinde: Tekirdağ bizde; Babaeski, Kırklareli ve Edirne Yunanlılarda kalmak üzere bir hat.

Lozan'da: Karaağaç da bizde olmak üzere Meriç hattı.

b) b-İzmir bölgesi.
Sevr tasarısında: Bu bölgenin sınırları Kuşadası, Ödemiş, Salihli, Akhisar ve Kemer iskelesine az çok yakın yerlerden geçmektedir.

Bu bölge Türk egemenliğinde kalacak; ama Türkiye bu egemenliği kullanma hakkını Yunanistan'a verecek; Türk egemenliğinin belirtisi olarak İzmir şehrinin dış istihkâmlarından birinde Türk bayrağı bulunacaktı. Bir bölge meclisi toplanacak ve beş yıl sonra bu meclis, bölgeyi temelli Yunanistan'a katmaya karar verebilecekti.

Mart 1921 önerisinde: İzmir bölgesi Türk egemenliğinde kalacak, İzmir şehrinde bir Yunan kuvveti bulunacak ve İzmir bölgesinin geri kalan yerlerinde, çeşitli soydan halkın sayısı oranına göre kurulan bir jandarma birliği bulunacak, bu birliğe İtilâf Devletleri subayları komuta edecek.

Yönetim işlerinde de yine (çeşitli soydan halkın) sayısı oranı göz önünde tutulacak ve bölgenin Milletler Cemiyetince atanacak Hıristiyan bir valisi olacak, bu valinin yanında, seçim yoluyla kurulmuş bir meclisle bir danışma kurulu bulunacak. Valilikçe, Türkiye'ye, gelire göre artan bir vergi verilecek; bu anlaşma beş yıl sürecek ve iki yandan birinin isteği üzerine Milletler Cemiyetince değiştirilebilecek.

Mart 1922 önerisinde: Bütün Anadolu ve dolayısıyla İzmir de bize geri verilecek yollu aldatıcı bir söz verme var. İzmir Rumlarının yönetime adaletli olarak katılması için, benzeri bir hak, Yunanistan'da kalacak Edirne Türklerine de tanınmak koşuluyla, bir yöntem saptanması konusunda İtilâf Devletleri, Türkiye ve Yunanistan'la anlaşacaklardır.

Lozan'da: Elbette bu gibi sorunlar söz konusu bile olmamıştır.

c) c-Suriye sınırı:
Sevr'de: Akdeniz kıyısında, aşağı yukarı, Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Bahçe, Gaziantep, Birecik, Urfa, Mardin ve Nusaybin'i epey güneyde ve Suriye topraklarında bırakan bir sınır.

Mart 1921'de; Aşağı yukarı şimdiki sınır olmak üzere Fransızlarla ayrıca bir anlaşma imzalanmıştır.

Lozan'da: 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması sınırları olduğu gibi bırakılmıştır.

d) d-Irak sınırı:
Sevr'de:
İmadiye bizde kalmak koşuluyla, Musul ilinin kuzey sınırı.

Mart 1921 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Mart 1922 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Lozan'da: Sınırın saptanması sonraya bırakılmıştır.

e) e-Kafkas sınırı:
Sevr'de:
Türk-Ermeni sınırının saptanması Amerika Cumhurbaşkanı Vilson'a bırakılmıştır. O da, sınır olarak, Karadeniz kıyısında Giresun'un doğusundan başlayıp Erzincan'ın batı ve güneyinden, Elmalı, Bitlis ve Van gölü güneyinden geçen ve birçok yerlerde Birinci Dünya Savaşındaki Türk-Rus cephesini izleyen bir hattı göstermiştir.

Mart 1921 önerisinde: Milletler Cemiyeti, bir Ermeni yurdu kurulması için doğu illerinden Ermenistan'a bırakılacak toprakları saptamak üzere bir komisyon görevlendirecek ve Türkiye bu komisyonun kararını kabul edecek.

Mart 1922 önerisinde: Bir Ermeni yurdu kurulması için Milletler Cemiyetinin yardımı isteneceğinden söz edilmektedir.

Lozan'da: Bu sorun ortadan kaldırılmıştır.

f) f-Boğazlar bölgesi:
Sevr'de:
Rumeli'nin Türkiye'de kalan parçasının tümü.

Anadolu'da Ege Denizi kıyısında, aşağı yukarı İzmir bölgesi sınırından başlayarak Manyas gölünün güneyine, Bursa ile İznik'in biraz kuzeyinden ve Sapanca gölünün batı ucundan Ahabadr deresinin (Haritada böyle bir dere bulunamamıştır. "Ağva" deresi olabilir. Söylev'in ilk baskısına ekli haritadaki sınır bu kanıyı pekiştirmektedir.) kavşağına değin uzanan bir çizgi ile sınırlandırılmış bir bölge. Bu bölgede asker bulundurma ve askerlikle ilgili eylemler yapma hakkı yalnız İtilâf Devletlerinin olacaktır. Adı geçen bölgedeki Türk jandarması da İtilâf Devletleri komutanlığına bağlanacaktır.

İtilâf Devletleri, bu bölgedeki askerlikle ilgili işlerde kullanılabilecek tren ve karayolları yapımını yasaklayabileceği gibi, yapılmış olan yollardan bu işlerde kullanılabilecek olanları da bozdurtabilecektir.

Mart 1921 önerisinde: Çanakkale güneyinde Bozcaada karşısından Karabiga'ya çekilen çizginin kuzeyi ile Boğaziçi'nin iki yakasında 20-25 kilometrelik bir bölge.

Çanakkale Boğazı'na egemen olan her iki yanındaki adalar.

İtilâf devletleri yalnız, Yunanistan'a kalacak olan Gelibolu ile bize kalacak olan Çanakkale'de asker bulunduracak; bu koşulla İstanbul'u ve İzmit yarımadasını boşaltacak ve Türkiye'nin İstanbul'da asker bulundurmasına ve Anadolu'dan Rumeli'ye ya da Rumeli'den Anadolu'ya asker geçirmesine izin verecektir.

Mart 1922 önerisinde: Çanakkale'nin güneyinde Erdek yarımadası dışta kalmak üzere Çanakkale sancağı, Boğaziçi'nin güneyinde o zaman yansız sayılan bölge, yani aşağı yukarı İzmit yarımadası askersiz bölge olacaktır.
Bizde, İtilâf Devletlerinin işgal kuvvetleri kalmayacaktır.

Lozan'da: Gelibolu yarımadasıyla Kumbağı, Bakla Burnu hattının güneydoğusu; Çanakkale bölgesinde kıyıdan yirmi kilometrelik bir bölge ve Boğaziçi'nin iki yakasında kıyıdan on beş kilometrelik birer bölge ve Marmara'da da İmralı adasından başka adalar ile Bozcaada ve İmroz askersiz duruma getirilecektir.
Hiçbir yerde İtilâf Devletlerinin işgal kuvvetleri kalmayacaktır.

II. Kürdistan

Sevr'de: Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge İtilaf Devletleri delegelerinden kurulacak bir komisyon, yönetim biçimi hazırlayacaktır.

Antlaşmanın imzasından bir yıl sonra, bu bölgenin Kürt halkı, Milletler Cemiyetine baş vurarak, Kürtlerin çoğunluğunun Türkiye'den ayrı, bağımsız bir devlet kurmak istediğini tanıtlarsa ve Milletler Cemiyeti bunu kabul ederse, Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir.

Mart 1921 önerisinde: İtilaf Devletleri yeni durumu göz önünde tutarak bu konuda Sevr tasarısında değişiklik yapmayı dikkate almak eğilimindedirler. Özerk bölgeler ile Kürt ve Asurlu-Geldanlı çıkarlarının yeterince korunması için bizce kolaylık gösterilmesi koşuluna bağlanmıştır.

Mart 1922 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Lozan'da: Elbette söz konusu ettirilmemiştir.

III. Sömürü Bölgeleri (İktisadi Menatık-ı Nüfuz)

Sevr Antlaşmasından sonra İtilâf Devletlerinin aralarında imzaladıkları üçlü anlaşmaya göre:

a. Fransız sömürü bölgesi:
Suriye sınırıyla aşağı yukarı Adana ilinin batı ve kuzey sınırı ve Kayseri ile Sivas'ın kuzeyinden geçen ve Muş'a yaklaştıktan sonra bu kenti dışarda bırakarak Cizre'ye (Nutuk 1934 basımındaki "Cezire-i ibn-i Ömer", Cizre'nin eski adıdır.) uzanan bir hattın içinde kalan bölge.

b. İtalyan sömürü bölgesi:
İzmir yarımadasından çıktıktan sonra Afyonkarahisar'a dek Anadolu tren yolu ve oradan Kayseri yakınında Erciyes dağı yöresine dek uzanan hatla İzmir bölgesi, Ege Denizi, Akdeniz ve Fransız bölgesi arasında kalan bölge.

Mart 1921'de: Bekir Sami Bey'le Fransız ve İtalyan dışişleri bakanları arasında imzalanıp hükümetçe kabul edilmeyen anlaşmalara göre:

a) Fransız sõmürü bölgesi:
O sırada Fransızların işgali altında bulunan yerlerle Sivas, Elazığ ve Diyarbakır illeri.

b) İtalyan sömürü bölgesi:
Antalya, Burdur, Muğla, Isparta sancakları ile, Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya sancaklarının sonradan saptanacak yerleri.

Mart 1922 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Lozan'da: Söz konusu edilmemiştir.

IV. İstanbul

Sevr'de: Antlaşma doğru uygulanmazsa, İstanbul da bizden alınacaktır.

Mart 1921 önerisinde: Bu gözdağının kalkacağı, Türkiye'nin İstanbul'da asker bulundurabileceği ve Boğaziçi'nin çevresindeki askersiz bölgeden asker geçirmemize izin verilebileceği yazılıdır.

Mart 1922 önerisinde: İstanbul'dan çıkarılacağımız yolundaki gözdağının kaldırılacağına ve İstanbul'da bulundurulabilecek Türk kuvvetinin de artırılacağına söz verilmektedir.

Lozan'da: Söz konusu olmamıştır.

V. Uyrukluk

Sevr'de:
Gerek İtilâf Devletlerinden (Yunanistan da içinde olmak üzere), gerek yeni kurulan devletlerden (Ermenistan vb.) birinin uyrukluğuna girmek isteyen Türk uyruklarından hiç kimseye, Türk Hükümetince engel olunmayacak ve bunların yeni uyrukluğu kabul edilecektir.

Mart 1921 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Mart 1922 önerisinde: Söz konusu edilmemiştir.

Lozan Antlaşmasında: Söz konusu edilmemiştir.

Ancak, görüşmeler sırasında İtilaf Devletleri bir adamın uyrukluğunu saptamak işinde Türkiye'deki yabancı elçiliklerle konsoloslukların verecekleri belgelerin yeter sayılmasını istemişlerdi. Bu öneri, Sevr tasarısının yukarda söz konusu edilen 128'inci maddesinin yeni bir biçimiydi. Elbette bunu kabul etmedik.

VI. Adli Kapitülasyonlar


Sevr'de: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya temsilcilerinden kurulan dört üyeli bir komisyon, kapitülasyonlardan yararlanan öteki devletlerin uzmanlarıyla birlikte yeni bir yöntem düzenleyecek ve Osmanlı Hükümetiyle görüştükten sonra bu yöntemi öğütleyebilecek.

Osmanlı Hükümeti bu yöntemi kabul edeceğine şimdiden kesin söz verecek.

Mart 1921 önerisinde; Sözü geçen komisyonda, Türkiye'nin de temsilci bulundurmasını İtilaf Devletleri kabul etmektedir.

Mart 1922 önerisinde:1921 önerisi gibi.

Lozan'da: Ayrıcalık haklarıyla (kapitüler haklarla) ilgili hiçbir şey yoktur. Danışma niteliğinde olmak üzere, birkaç yabancı uzmanı, beş yıl için, çalıştırmayı kabul ettik.

VII. Azınlıkların Korunması

Sevr'de: l9l8 Ateşkes Anlaşmalarından sonra yapılan bütün antlaşmalarda bulunan hükümlerden başka, Türkiye'ye, özellikle şunlar da kabul ettirilmek istenilmiştir:

a) Yerlerinden ayrılmış olan ve Türk olmayan bütün halkın eski yerlerine gönderilmesi.

Başkanları Milletler Cemiyetince atanacak olan yargıcı kurullar aracılığıyla bunların haklarının geri verilmesi; bu komisyonlar isterlerse, Türk olmayan halkın yıkılmış olan mallarının onarılması için de, paraları hükümetçe ödenmek üzere işçiler sağlanması, göç ettirme ve buna benzer işlerde parmağı bulunduğu, adı geçen kurullarca savlanan herkesin sürgün edilmesi vb.

b) Türk Hükümeti, azınlıkların, Millet Meclisinde kendi sayıları oranında temsilci bulundurmalarını sağlayan bir seçim yasası tasarısını iki yıl içinde İtilaf Devletlerine sunacaktır.

c) Patrikhanelerle bunlara benzer kurumlara tanınmış olan bütün ayrıcalıklar pekiştirilmekte ve artırılmakta, bunların yönettikleri okul, öksüzler yurdu ve benzerleri üzerinde o güne değin hükümetin kullanmış olduğu az etkili bir denetleme hakkı da kaldırılmaktadır.

d) İtilâf Devletleri, Milletler Cemiyeti Meclisine danışarak bu kararların yürütülmesini sağlamak için alınması gereken önlemleri saptayacaklardır. Türkiye bu konuda, sonradan alınacak her önlemi kabul edeceğine şimdiden kesin söz verecektir.

Mart 1921 önerisinde: Azınlıklardan söz edilmemiştir. Bu öneri Sevr'de yapılacak değişikliklerden söz ettiği için, bundan, adı geçen antlaşmanın azınlıklarla ilgili bölümünün değiştirilmeyeceği anlamı çıkarılabilir.

Mart 1922 önerisinde: Türkiye ve Yunanistan'daki azınlıklarla ilgili bir sıra önlem önerileceği ve bunların iyi uygulanmasını denetlemek için Milletler Cemiyetince komiserler atanacağı yazılıdır.

Önlemlerin ne olacağı belirtilmemiştir.

Lozan'da: Misakı Millimizde kabul etmiş olduğumuz üzere ve yalnız Müslüman olmayanlara uygulanmak için, Birinci Dünya Savaşından sonra yapılan bütün uluslararası anlaşmalarda bulunan hükümler.

VIII. Askerlikle İlgili Hükümler

Sevr'de:
Türkiye'nin silahlı kuvvetleri şu sayıları aşmayacaktır:

Padişahı Koruma Birliği 700 kişi
Jandarma 35.000 kişi
Jandarmayı desteklemek için özel birlikler 15.000 kişi
Toplam 50.700 kişi

Harp Akademisi ve askeri okullar öğrencileri, depo birliklerinde ve çeşitli işlerde görevli erlerle subaylar da bu sayının içindedir.

Özel birliklerin, 15 batarya dağ topu bulunabilecek; sahra topu, ya da ağır topu olmayacaktır.

Ülke, çeşitli bölgelere ayrılacak ve her bölgede bir jandarma birliği (légion) bulunacaktır.

Jandarmanın topu ve teknik araçları bulunmayacaktır.

Özel birlikler kendi bölgelerinin dışında kullanılamayacaklardır.

Jandarma subayları arasında, bin beş yüzü geçmemek üzere, yabancı subay bulunacaktır. Her bölgedeki yabancı subaylar bir tek ulustan olacaktır.

Sonradan saptanacak olan bu bölgelerin sayısı belirtilmemekle birlikte; sayının, İtilâf Devletlerinin düşüncesine göre, en az dört olacağı, Antlaşmanın kimi hükümlerinden, özellikle bir birliğin kuvvetinin bütün birlikler (légion) kuvvetinin dörtte birini aşmayacağı yolundaki hükümden çıkarılabilir. Böylelikle İngiltere, Fransa ve İtalya subaylarının birer bölgesi bulunacağı gibi, belki Yunanistan'a ve belki de ilerde Ermenistan'a birer bölge verilmesi düşünülmüştür.

Özel birliklerin erleriyle jandarmaların hepsi aylıklı olup bunlar, en az on iki yıl askerlik edecek ve zorunlu askerlik ödevi kalkacaktır.

Her bölgedeki birliğe (légion) alınacak erler ve subaylar o bölge halkından olacak ve askerler arasında her soydan adam bulundurulmasına elden geldiğince dikkat edilecektir.

Deniz kuvvetlerimiz yedi gambot (sloop) ile altı torpidoyu geçmeyecek; hiçbir uçağımız ve güdümlü balonumuz olmayacaktır.

İtilâf Devletlerinin kara, deniz ve hava denetleme komisyonlarının, ülkemiz içinde her türlü denetlemeye hakları olacaktır. Özellikle Kara Denetleme Komisyonu:

Türkiye'nin kullanabileceği polis, gümrükçü, orman koruyucusu vb. gibi görevlilerin sayısını saptamak; artacak silah ve cephanelerimizi almak; ülkemizi bölgelere ayırmak, her bölgede bulunacak jandarma ve özel birlik sayısını saptamak, bunların hangi işlerde, nasıl çalıştırıldıklarını denetlemek, yabancı subayların sayısını ve oranını saptamak ve hükümetle işbirliği yaparak yeni silahlı kuvvetlerimizi düzenlemekle vb. görevli, olacaktır.

Mart 1921 önerisinde: Jandarma sayısı: 45.000'e, özel birliklerin asker sayısı 30.000'e çıkarılmıştır.

Hükümet, Jandarmanın dağıtımını, İtilâf Devletlerinin yukarda sözü geçen Kara Denetleme Komisyonu ile anlaşarak yapacaktır.

Jandarma subay ve astsubay oranı yükseltilecektir. Yabancı subay sayısı azaltılacak ve bunların birliklere dağıtımı, Kara Denetleme Komisyonu ile hükümet arasında uzlaşılarak kararlaştırılacaktır. (Bununla belki de her bölgede bulunacak yabancı subayların tek bir ulustan olmayacağı anlatılmak istenmiştir.)

Mart 1922 önerisinde: Aylıklı er kullanılması ile ilgili yöntem, olduğu gibi bırakılmış; jandarma 45.000'e, özel birliklerdeki asker sayısı 40.000'e çıkarılmıştır.

Jandarmada yabancı subayların kullanılması Türkiye'ye öğütlenmekle birlikte bu, koşul olarak ileri sürülmemektedir.

Lozan'da: Trakya ve Boğazlarda askersiz duruma getirilen bölgelerle ilgili sınırlamalardan başka hiçbir şey yoktur. Dahası, Boğaziçi'nin iki yakasındaki askersiz bölgede 12 .000 asker bulundurabilmek hakkını kazanmışızdır. Bu bölgeler için bile hiçbir denetleme kabul edilmemiştir.

IX. Ceza

Sevr tasarısında:
Türkiye, savaş sırasında savaş kurallarına aykırı davranışlarda bulunmuş, ya da Türkiye içinde kıyımlar yapmış ve zorla göç ettirme gibi işlere karışmış olan kimseleri, isterlerse, İtilâf Devletleri (bu arada Yunanistan) ve Türkiye'den toprak almış olan devletler (Ermenistan ve başkaları) teslim edecektir. Bu kimseler, kendilerini isteyen devletin askeri mahkemesince yargılanacak ve cezalandırılacaklardır.

Mart 1921 önerisinde: İtilâf Devletlerinin önerilerinde bundan söz edilmemiştir. Ancak Bekir Sami Bey'in, İngilizlerle imza etmiş olduğu değiştirim (mübadele) sözleşmesinde, elimizdeki bütün İngilizlerin verilmesine karşın bir kısım Türkleri suçlu sayarak İngilizler elinde bırakmayı kabul etmiş olması, Sevr tasarısında bulunan eski hükümlerin daha yumuşatılmışından başka bir şey değildir.

Mart 1922'de: Bundan söz edilmemiştir.

Lozan'da: Söz edilmemiştir.

X. Akçalı İşler


Sevr'de : İtilâf Devletleri, Türkiye'ye yardım olsun diye, İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerinden bir maliye komisyonu kuracaklar ve bu komisyonda danışman niteliğinde bir Türk komiseri bulunacaktır.

İşbu komisyonun görevleri ve yetkisi aşağıdaki gibi olacaktır:

a) Türkiye'nin gelirlerini korumak ve artırmak için her türlü önlemleri alabilecektir.

b) Türk Meclisi Mebusanına sunulacak olan bütçe, önce Maliye Komisyonuna sunulacak ve onun kabul ettiği biçimde, Meclise gönderilecektir. Meclisin yapacağı değişiklikler, ancak Komisyonca uygun görülürse yürürlüğe konulabilecektir.

c) Komisyon, doğrudan doğruya kendisine bağlı olacak ve üyeleri kendisinin uygun bulacağı kişilerden seçilip atanacak Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile, bütçenin ve akçalı yasa ve tüzüklerin uygulanmasını denetleyecektir.

d) Genel Borçlar (Düyun-ı Umumiye) Kurulu ve Osmanlı Bankasıyla anlaşarak Türkiye'nin para (Meskükât) işlerini düzenleyecek ve düzeltecektir.

e) Türkiye'nin, Genel Borçlara karşılık tutulan gelirler dışında kalan bütün gelirleri işbu Maliye Komisyonunun buyruğuna verilecektir. Komisyon bunlarla:

İlkin, kendisinin ve Türkiye'de kalacak olan İtilâf Devletleri kuvvetlerinin giderlerini karşıladıktan sonra, 30 Ekim 1918'den beri İtilâf Devletleri ordularının gerek bugünkü Türkiye'de, gerek Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli kesimlerindeki giderlerini ödeyecektir.

İkinci olarak, Türkiye yüzünden dokuncaya uğrayan bütün İtilâf Devletleri uyruklarının dokuncalarını ödeyecektir.

Türkiye'nin gereksemeleri bundan sonra düşünülecektir.

f) Hükümetçe verilecek her bir ayrıcalık, Maliye Komisyonunun onamasına bağlıdır.

g) Şimdi yürürlükte olan kimi vergilerin Genel Borçlar Kurulunca doğrudan doğruya toplanması yöntemi, Komisyonun onayıyla, elden geldiği kadar genelleştirilecek ve bütün Türkiye'de uygulanacaktır. Gümrükleri, Maliye Komisyonunca atanıp işten çıkarılabilecek ve bu komisyona karşı sorumlu olacak bir genel müdür yönetecektir vb.

Mart 1921 önerisinde: Yukarıda adı geçen Maliye Komisyonu, Türk maliye nazırının onursal başkanlığı altında bulunacaktır. Komisyonda bir Türk delege bulunacak ve Türk maliyesi ile ilgili işlerde oy kullanacaktır. İtilâf Devletlerinin akçalı çıkarları ile ilgili işlerde ise, Türk delegesinin yetkisi, ancak danışma niteliğinde olacaktır.

Türk Millet Meclisinin, Türk maliye nazırı ile Maliye Komisyonunca birlikte hazırlanacak bütçede değişiklik yapma yetkisi bulunacaktır. Ama, yapılacak değişiklikler, bütçenin denkliğini bozacak nitelikte ise, bütçe onanmak üzere yeniden Maliye Komisyonuna gönderilecektir.

Türk Hükümeti, ayrıcalıklar verme hakkını yine elde edecektir. Ancak, Türk maliye nazırı bu konudaki sözleşmelerin Türk hazinesi çıkarına uygun olup olmadığını Maliye Komisyonu ile birlikte inceleyecek ve bu konuda birlikte karar alınacaktır.

Mart 1922 önerisinde: Maliye Komisyonu kurulmasından vazgeçilecektir. Ama, İtilâf Devletlerine olan savaştan önceki borçların ödenmesi ve pek aşırı olmayan bir dokunca ödentisinin verilmesi için gereken denetlemenin Türk egemenliği ilkesiyle bağdaştırılmasına çalışılacaktır.

Savaştan önceki Genel Borçlar Kurulu, olduğu gibi bırakılacak ve yukarıda sözü edilen iş için İtilâf Devletlerince bir Arıtma Komisyonu kurulacaktır.

Lozan'da: Bu gibi bağlayıcı hükümlerin hepsi kaldırılmıştır.

XI. İktisat İşleri

Sevr'de: Kapitülasyonlar, savaştan önce bunlardan yararlanan İtilâf Devletleri uyruklarına yine verileceği gibi, bu haklardan daha önce yararlanmamış olan devletler (Yunanistan, Ermenistan vb.) uyruklarına da yeniden verilecektir.

(Bu haklar arasında birçok vergi bağışıklıkları bulunduğu; ayrıca, uyrukluk bölümünde görüldüğü üzere, her Türk uyruğunun İtilâf Devletlerinden birinin uyrukluğuna girmesine engel olma hakkının bizden alındığı düşünülürse, bu hükmün kapsamı daha iyi belirir.)

Gümrük vergisi bildirgeleri (Gümrük tarifeleri) için 1907 bildirgesi (%8) yeniden yürürlüğe konulmaktadır.

Türkiye, İtilâf Devletlerinin gemilerine en azından Türk gemilerine verdiği hakları tanıyacaktır.

Yabancı postalar yeniden kurulacaktır.

Mart 1921 önerisinde: Yalnız yabancı postaların birtakım koşullar altında kaldırılmasının düşünüleceği söylenilmekte olduğuna göre, öbür hükümler olduğu gibi bırakılmaktadır.

Mart 1922 önerisinde: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye delegelerinden ve kapitülasyonlardan yararlanan öteki devletlerin uzmanlarından kurulacak bir kurul, barışın yürürlüğe girişinden sonraki üç ay içinde, İstanbul'da toplanıp ayrıcalık haklarıyla ilgili yöntemin (kapitüler usulün) değiştirilmesi için öneriler hazırlayacaktır. Akçalı işlerde bu öneriler, yabancı uyrukluların Türklerle eşit vergi vermesini sağlayacaktır. Bu öneriler hazırlanırken gümrük vergisinde gerekli görülecek değişikliklerin yapılması da düşünülecektir.

Lozan'da: kapitülasyonların her türlüsü tümden ve süresiz olarak kaldırılmıştır.

XII. Boğazlar Komisyonu

Sevr'de: Kendine özgü bayrağı, bütçesi ve kolluğu bulunacak olan bu komisyon, gemilerin Boğazlardan geçmesi, fenerler, kılavuzluk... vb. gibi işlerle uğraşacak ve daha önce Yüksek Sağlık Kurulunun yaptığı görevlerle kurtarma işleri artık bu Komisyonun gözetimi altında ve onun yönergesine göre yürütülecek; Komisyon, boğazların özgürlüğünü tehlikede görürse, İtilâf Devletlerine başvurabilecektir.

Komisyonda Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Rusya delegelerinin ikişer oyu olacaktır.

Amerika istediği zaman, Rusya da Milletler Cemiyetine girerse, ancak o zaman, Komisyona katılabileceklerdir.

Komisyon üyeleri, diplomatik bağışıklıklardan yararlanacaklardır. Komisyona, sıra ile ve ikişer yıl süre ile, iki oyu olan devletlerin delegeleri başkanlık edeceklerdir.

Mart 1921 önerisinde: Türk delegesinin de iki oyu olacak ve Boğazlar Komisyonuna başkanlık edecektir.

Mart 1922 önerisinde: Yine Türk delegesi Komisyona başkanlık edecektir. Boğazlarla ilgili bütün devletlerin Komisyonda delegeleri bulunacaktır.

Lozan'da: Komisyonun başkanlığı bize verilmiştir.

Komisyonun görevi, gemilerin boğazlardan geçişinin Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine uygunluğunu sağlamaktır. Komisyon her yıl Milletler Cemiyetine rapor verecektir.

Lozan Antlaşması ile İstanbul'daki Uluslararası Sağlık Kurulu da kaldırılarak sağlık işleri Türkiye hükümetine bırakılmıştır.

Saygıdeğer baylar, Lozan Barış Antlaşmasındaki hükümleri, öbür barış önerileriyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır.
 
Delegeler Kurulu Başkanı İsmet Paşa İle Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey Arasında Çıkan Anlaşmazlık

Baylar, Lozan Barış görüşmeleri sırasında oluşan ve barış yapıldıktan sonra söylenen ve yayılan bir sorunu burada söz konusu ederek, kamuoyunu aydınlatmak isterim. Söylenen ve yayılan sorun, Delegeler Kurulu Başkanı İsmet Paşa ile Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey

Bu anlaşmazlığı, ilgili belgeleri inceleyerek köklü ve sağlam nedenlere bağlamak güçtür. Bu bakımdan, anlaşmazlığı daha çok ruhsal ve duygusal nedenleriyle incelemek gerektiği düşüncesindeyim.

Çeşitli nedenlerle bildirmiştim ki, Lozan Konferansı söz konusu olduğu zaman, Delegeler Kurulu Başkanlığını Rauf Bey'in yapmasını isteyenler vardı. Gerçekte, Rauf Bey Delegeler Kurulu Başkanı olmak istiyordu. İsmet Paşa'nın, askeri danışman olarak kendisiyle birlikte gönderilmesini de benden dilemişti. Ben Rauf Bey'e, İsmet Paşa'dan, ancak onun başkan olarak gönderilmesiyle yararlanılabileceği yanıtını verdim. Sonra, bilindiği üzere, Rauf Bey'i göndermedik. İsmet Paşa ordunun başından alındı. Dışişleri Bakanlığına seçildi ve Delegeler Kurulu Başkanlığına atandı.

Lozan Konferansının birinci döneminden sonra, İsmet Paşa'nın uğradığı yergileri, eleştirileri anlatmıştım. Böyle olmakla birlikte ikinci kez Lozan'a gönderilen yine İsmet Paşa oldu. İsmet Paşa, Lozan görüşmelerini büyük bir uyanıklıkla yürütüyordu. Görüşme evrelerini düzenli olarak Bakanlar Kuruluna bildiriyordu. Kimi önemli sorunlarda Bakanlar Kurulunun görüşünü, düşüncesini soruyor, ya da yönerge istiyordu. Çözülmesi gerekli sorunlar önemli; savaşım da ağır ve üzücü idi. Rauf Bey'de İsmet Paşa'nın görüşmeleri yürütüş biçimini beğenmezlik duygusu uyanmıştı. Bu duygusunu Bakanlar Kurulundaki arkadaşlarına da aşılamak isteğine kapılmıştı. Bakanlar Kurulunda, İsmet Paşa'nın raporları okundukça, zaman zaman: "İsmet Paşa bu işi başaramayacak." denmeye başlanmış. Dahası, bir aralık, İsmet Paşa'yı geri çağırmak önerisi ortaya atılmış. Rauf Bey, hemen bu öneriyi oylamaya kalkışmış. Milli Savunma Bakanı olarak Bakanlar Kurulunda bulunan Kâzım Paşa'nın karşı gelmesi üzerine vazgeçilmiş.
 
İsmet Paşa'da Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'e Karşı Güvensizlik Duygusu Uyanmıştı

Öte yandan, İsmet Paşa'da da Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'e karşı güvensizlik duygusu başlamış. Rauf Bey'in imzasıyla bildirilen görüşlerden, bana duyurmaksızın kendisine yönerge verilmekte olduğu kaygısına düşmüş.

En sonu, İsmet Paşa, görüşmelerin ağır ve önemli evrelere girdiğinden söz ederek, durumu benim izlememi yazdı.

Gerçi, İsmet Paşa'nın raporlarından ve Bakanlar Kurulu kararlarından bana bilgi veriliyordu; ama, Rauf Bey'in kararları nasıl yazıp bildirdiğini denetlemiyordum. İsmet Paşa'nın dikkatimi çekmesi üzerine, Lozan görüşmelerini Bakanlar Kurulunda kendim izlemeyi ve kimi zaman Bakanlar Kurulu kararlarını kendim yazmayı gerekli gördüm.

Söz konusu ettiğimiz sorun üzerine açık ve kesin bir bilgi verebilmek için, İsmet Paşa ile Rauf Bey arasında türlü konularda yapılan yazışmalardan yalnız bir iki konu ile ilgili olanlarını önünüzde inceleyeceğim.
 
Yunan Onarımları İşinden Dolayı İsmet Paşa İle Bakanlar Kurulu Arasında Doğan Görüş Ayrılığı ve Gerginlik


Savaş onarımları sorunundan dolayı, Yunanistan gergin bir durum aldı. İsmet Paşa ile Venizelos arasında bu konu ile ilgili görüşme ve tartışma kesildi. İtilâf Devletleri delegeleri, Karaağaç'ın bize bırakılmasını, buna karşılık, bizim de onarım isteğinden vazgeçmemizi; böylece Yunan onarımı sorununun çözülmesini İsmet Paşa'ya önerirler. İsmet Paşa, Karaağaç'ın, istediğimiz haklı onarımlara bir karşılık olamayacağını; bir yandan da İtilâf Devletleriyle aramızda bulunan ve daha önce çözümlenmiş olan onarım sorununun bu konferansta yeniden görüşülüp saptanmadığını; her iki sorunu hükümete bildirmek zorunda olduğunu ileri sürer. İsmet Paşa, bu durumu, 19 Mayıs 1923 günlü şifresiyle Bakanlar Kurulu Başkanlığına bildiriyor ve: "Hükümetin kararının tez elden bildirilmesini saygı ile dilerim." diyor.

İsmet Paşa, bu bildirimine, üç gün geçtiği halde yanıt alamaz. 22 Mayıs 1923'te, Bakanlar Kurulu Başkanlığına, ivedi olarak şu şifreyi de çeker:

"Yunan onarımına karşılık, Türkiye'ye Karaağaç ve yöresinin bırakılması ile ilgili olarak İtilâf Devletlerince yapılan öneri üzerine hükümet görüşünün bildirilmesini 19 Mayıs 1923 gün ve 117 sayılı telyazısı ile dilemiştim. Yüksek buyruklarınızın çabuklaştırılmasını saygı ile dilerim."

Rauf Bey, İsmet Paşa'nın iki teline, 23 Mayıs 1923 günü yanıt veriyor. Yanıtın birinci maddesi şudur: "Karaağaç'a karşılık, onarım parasından vazgeçemeyiz."

Yanıtın üçüncü maddesinde, birtakım düşünceler (ileri sürüldükten) sonra: "Yunanlıların bunu veremeyeceklerini İtilâf Devletlerinin söylemesi, şaşılacak şeydir ve kabul edilemez." deniliyor.

Yanıtın beşinci maddesinde, yine birtakım düşüncelerden sonra şu görüş ileri sürülüyor: "Bu işin, İtilâf Devletleriyle barış yapmamıza engel olmaması için, Yunanlılarla serbest bırakılmamız ve İtilâf Devletleriyle barışın yapılması yeğ görülmüştür."

İsmet Paşa, 24 Mayıs 1923'te Rauf Bey'e yazdığı sonraki dört raporunda, şu bilgi ve düşünceleri bildiriyor:

"Madde 1- Bugün General Pele geldi. Yunan Delegeler Kurulunun iki gün sonra, yani cumartesi günü onarım işinin resmen görüşülmesini önerdiklerini; öneriye o zamana dek karşılık vermezsek, Cumartesi günü konferanstan çekileceklerini bildirdiklerini söyledi. Ben, onarımla ilgili yönergenizi daha almamış idim. Hükümetimden yanıt gelmedikçe yapılacak bir şey olmadığını ve bu bildirimlerden etkilenmediğimi söylemekle yetindim.

Durumun son evreye geldiği kanısındayım. Sızan genel söylentiler ve gazete haberleri genel olarak kötümserdir.

Madde 2- Çeşitli sorunlar üzerine Yüce Başkanlığınızın yanıtını aldım. Dikkate değer ki, onarımla ilgili öneriyi Ankara'nın kabul etmediği, daha önce burada duyulmuştur. Bizim çevrelerden sızma olamaz. Çünkü, öneriyi ve yanıtı daha kimse bilmiyor..."

İsmet Paşa, Yunan onarım sorunu ile ilgili görüşünü şöyle bildiriyor: "Karaağaç ve yöresi ile ilgili öneriyi kabul ederek Yunan onarım işini aradan çıkarmak zorunluğu vardır. Yunanlılara para ödettirilemeyeceğini İtilâf Devletleri söylemektedirler. Bu devletler aradan çekilse bile, çıkabilecek savaşı kazandıktan sonra da, para almak için, başkaca zorlama aracı olmadığından, ödetme ilkesinde direnmek çıkmaz bir yoldur. Bu, her ülkede saptanmış ve denenmiştir... vb."

İsmet Paşa, bu görüşünü pek akla yatkın olarak ve uzgörüyle (durbinane) açıkladıktan sonra: "Konferansın şimdiki durumuna göre, iktisat işleri, ticaret işleri, oturma (ikamet) ile ilgili işler ve bütün öteki maddeler büyük çoğunluğuyla iyi bir biçimde çözülmüştür ve çözülmektedir...

Boşaltma işi daha saptanmadı. Ama isteğimiz üzere saptanması umulur ve öyle olması da gerekir." diyor. Ve başka sorunların ulaştığı ve ulaşabileceği sonuçları da bildiriyor. Ondan sonra şunları yazıyor: "Düşüncelerimin özeti şudur ki, hükümet, bize verilen yönergedeki temel maddelerin içinde kalır ve Yunan onarımı, önerdiğim gibi sonuçlandırılırsa barış yapmak umudu çok kuvvetlenir. Eğer hükümet, Yunan onarımı yüzünden görüşmelerin kesilmesini göze alırsa ve eğer bize verilen yönergede bulunmayan maddelerin, beklenmedik biçimlerine göre, değişmez görüşler ileri sürmekte direnirse, barışın yapılması kuşkuludur.

Kabotajın sınırsız ve koşulsuz olarak kaldırılmasını, ya da sorunun barıştan sonraya bırakılmasını uygun görüp istedik; ama, belirli koşullar içinde iki yıllık özel bir sözleşme ile bu sorunu ancak çözebildik. Oysa, bu sorun üzerinde bile yeniden değişmez yönergeler veriyorsunuz."

Bundan sonra İsmet Paşa şunu yazıyor:

"Kararımın özeti şudur: Çıkarlarımıza uygun ve elde edebileceğimiz en iyi koşulları kapsayan bir barış antlaşması hazırlanmaktadır. Hükümet, gerek Yunan onarımı işinde; gerekse başka konularda daha çok çıkar elde edilebileceğine inanmakta ve görüşmelerin kesilmesini göze almakta direniyorsa, ben bu görüşe katılmıyorum. Bu noktayı açıkça ve hemen bana bildirmesini Hükümet Başkanından istiyorum. Bu konuda görüş birliğine varamazsak görevim, Delegeler Kurulunu burada bırakarak yurduma dönmek ve Bakanlar Kuruluna sözlü olarak da durumu bir kez daha açıkladıktan sonra, savaş ve barış yolundaki sorumluluğumu sona erdirmektir."

İsmet Paşa'nın telyazısının son maddesi şudur: "Görüşlerimin, olduğu gibi, Büyük Millet Meclisi Başkanına (yani bana) ulaştırılmasını dilerim."

Baylar, bu verdiğim bilgilerden sonra beliren nokta şudur: İsmet Paşa, Karaağaç'a karşılık Yunan onarım işini sonuçlandırmayı uygun görüyor ve hazırlanmakta olan antlaşmanın elde edebileceğimiz en iyi koşulları kapsadığı kanısında bulunuyor. Rauf Bey de: "Karaağaç'a karşılık, onarım parasından vazgeçemeyiz." diyor.
 
Ben İsmet Paşa'nın Görüşünü Uygun Buldum

Ben, Rauf Bey'le İsmet Paşa arasında yapılmış olan bütün yazışmaları inceledikten sonra, genel olarak, İsmet Paşa'nın görüşünü uygun buldum; ama, gerek Rauf Bey gerekse İsmet Paşa, görüşlerinde çok direnir görünüyorlar ve görüşlerini belirtirken her ikisi de pek keskin sözcükler kullanmış bulunuyorlardı. Rauf Bey, Mecliste ve kamuoyunda iyi karşılanabilecek parlak bir propaganda yolunda idi. "Ülkemizi yakıp yıkmış olan Yunanlılardan büyük utkumuza karşın, onarım parası istemekten vazgeçemeyiz! İtilâf Devletleri, Yunanlıları bizimle karşı karşıya serbest bıraksınlar! Biz onlarla hesabımızı görürüz!" görüşünün savunucusu oluyor.

Bütün barış sorununu ve büyük bir barış ilkelerini göz önünde tutan İsmet Paşa ise, Bakanlar Kurulu Başkanı ile bu anlaşmazlığı sırasında, Yunanlılara karşı özveri önermek durumunda bulunuyordu. Bu görüşün yerinde ve kabulünün zorunlu olduğunu kamuoyuna açıklamak elbette o denli kolay değildi.

Sorunu o yolda çözmek gerekti ki, hem İsmet Paşa'nın önerisi kabul edilerek barış yapılsın, hem de Rauf Bey ve başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu yerinde kalıp barış yapılıncaya dek çalışsın.
 
Sorunu Çözmek İçin Bir Yana Hak Vererek Öbür Yanı Susturmak Yoluna Gitmedim

Genel olarak iki yana karşı aldığım durum yumuşak olmadı. Bir yana hak vererek öbür yanı susturmak yoluna gitmedim. Durumu nasıl incelediğimi ve görüşümü nasıl ortaya koyduğumu açıklamak için, Bakanlar Kurulunun 25 Mayıs 1923 günündeki toplantısından sonra, İsmet Paşa ile yapılmış olan yazışmaları olduğu gibi bilginize sunacağım.

İsmet Paşa'ya iki şifre tel yazıldı. Biri, Bakanlar Kurulu kararı olarak, Rauf Bey'in imzası ile çekildi. Bu teli ben, Kâzım Paşa'ya söyleyip yazdırdım. Öbürünü ben yazdım ve kendi imzamla gönderdim. Rauf Bey'in imzasıyla çekilen tel şudur:


25.5.1923

İsmet Paşa Hazretlerine

24 Mayıs, 141-144 sayılı telyazılarınız üzerine Gazi Paşa Hazretleri başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun kararı aşağıda sunulur:

Barışa engel olan önemli ve askıda kalmış sorunlar bizce bir bütün sayılmaktadır. Bu sorunlardan herhangi biri gergin bir biçim aldığı zaman, ödünde bulunmamız önerilir; ödünde bulunmayı zorunlu görecek olursak, geri kalan sorunların da gene böylece bize dokuncalı olarak çözümlenmesi olasılığını çok güçlendiririz.

Yunan onarımı konusunda ödün verilecek olursa, bu ödün, hiç olmazsa daha askıda bulunan ve bizce çözümlenmesi çok gerekli olan sorunların yararımıza sonuçlandırılmasıyla barışa yardımcı olmalıdır.

Bundan dolayı, genel borçların üremleri, düşman elindeki yerlerimizin kısa zamanda boşaltılması, adalet işlerinin çözüm yöntemi ve ortaklıklar dokunca ödentisi sorunlarının, Yunan onarım sorunu ile birlikte ele alınmasına ve yararımıza çözümlenmesine söz ve güvence verilirse, ancak bunların karşılığında ödün verme yoluna gidilmesi uygun olabilir.

Böylece, en çok çıkar sağlayacak olan bir barış elde edilebileceği, bunun dışında uzun görüşmelerin iyi bir barış getirmeyeceği kanısında olan Bakanlar Kurulu, Konferansa son ve kesin öneride bulunarak karşılığını beklemenizi rica etmektedir.
Hüseyin Rauf


Benim yazdığım tel de şudur:

İsmet Paşa Hazretlerine

24 Mayıs ve 141-144 sayılı telyazılarınız Bakanlar Kurulunda birlikte incelendi ve üzerinde görüşüldü. Bakanlar Kurulunca alınan karar, size, Bakanlar Kurulu Başkanlığından bildirildi. Benim düşündüklerim:
1- Üzerinde durup direnmeyi gerektiren sorun, Yunan onarımı işinde, Türkiye'nin vereceği ödün konusu değildir. Belki, ödünde bulunmaya yanaşmak (istenilmemesi), barışın yapılmasına engel olan köklü ve önemli sorunların daha çözümlenmemiş ve umulduğu gibi çözümlenebileceği inancını verecek kanıtların bulunmamış olmasındandır.

Gerçekte çözümlendiği ya da çözümlenebileceği sanılan iktisat işleriyle ilgili sorunlar, Ankara'da toplanmakta olan ortaklıklarla yapacağımız görüşmelerin sonucuna bağlıdır. Bu ortaklıkların ise, aşırı isteklerde bulundukları şimdiden anlaşılmıştır.

2- İktisadi ve akçalı sorunlar, İtilâf Devletlerinin isteklerine uygun olarak, yani bizim dokuncamıza, çözümleninceye dek İstanbul'un boşaltılmasını geciktirmede direnmelerinden kaygımız büyüktür ve önemlidir. Dahası, bu gecikmenin Musul sorununun İngiltere yararına çözümlenmesine değin sürüp gitmesi de kuvvetle umulur.

3- Borçlarımızın hangi çeşit para ile ödeneceği sorununun da, Muharrem Kararnamesinin yürürlükte olduğunu belirten bir bildiri yayımlanması isteğinde direnildikçe, bizim yararımıza çözümlenemeyeceği görülüyor.

4- Adalet işlerinin çözüm yöntemi, İtilâf Devletinin önerisi üzerine kabul edilmiş olmasına karşın, sonradan vazgeçmeleri ve bunda direnmeleri dikkate değer.

5- Bundan dolayı, Yunan onarımı konusunda, bizi ödüne zorlamaya kalkışmalarının nedenini şöyle düşünüyorum:


Yunanlılar, uzun süre ordularını silah altında tutmak ve yıpratmak istemiyorlar. Türkiye ile aralarında çözümlenmesi gereken onarım sorununu, kendi istedikleri gibi çözümleterek güvenli ve sakin bir duruma geçmek zorundadırlar. İtilâf Devletleri ise, bizim ölüm-dirim işi saydığımız sorunları bize yararlı olarak çözümlemek istemiyorlar; elden geldiğince görüşmeleri uzatarak ve her sorun üzerinde bizi yıpratarak en sonunda, kendi yararlarına ödünde bulunmaya zorlamak kararındadırlar. Yunanlıların askeri eylemle ereğe ulaşmalarını da istemediklerinden, sorunu bize baskı yaparak çözümlemek ve Yunanlıları kıvandırmak ve sessiz bir duruma koymak istiyorlar. Bu üsteleme karşısında ödünde bulunmakla, barışı sağlamaya yardım etmiş olacağımızı sanmıyorum. Tersine, yine zaman geçecek ve barışın sağlanması için sonuna dek ödünde bulunmak zorunda bırakılacağız. İzmir'in kurtuluşundan bugüne değin dokuz ay geçti. Böylelikle dokuz ay daha geçebilir.

Önemle göz önünde tutmak gerektir ki, belirsiz bir süre beklemeyi kabul edemeyiz.

6- Dokuncamıza olan sorunlarda ödün vermek ve yararımıza çözümlenmesi zorunlu olan sorunları öbürleriyle birlikte çözümlememek, bizi dayanaksız bırakır ve güç duruma sokar. Bunun için, barışla ilgili ana sorunların hepsini bir bütün olarak dikkate almak ve bunu açık ve kesin olarak Konferansın gözü önüne serip kabulünü üsteleyerek istemek; bu konuda inanca almadıkça ödünde bulunmayı gerektiren sorunların kesin çözümünü kabul etmekten büsbütün kaçınmak zamanı gelmiştir.

7- 24 Mayıs, 144 sayılı telyazınızla bildirilen kararınızı uygulamakta ivedi göstermemenizi rica ederim. Meclisin görüşüne dayanılarak verilen yönergedeki önemli noktalar; yani akçalı, iktisadi, adaletle ilgili ve yönetimsel alanlarda yaşama hakkımız ve bağımsızlığımız tam ve güvenli olarak daha elde edilemediğine göre ödünde bulunmak işi üzerinde çok durmayınız.

8- İtilâf Devletleri, yaşama ve bağımsızlığımızla ilgili sorunlarda, ne yapıp yapıp, bize dokuncalı ağır koşullar kabul ettirmeye karar vermedikçe, onarım konusunda takınacağımız sıkı durum üzerine Yunan ordusunun hareketine izin veremezler; dolayısıyla, tümüyle kendilerinin de eylemli olarak savaşa katılmalarını uygun göremezler. Eğer olumsuz görüşü tutmaktaki kararları kesin ise, Yunan onarımı sorununda olmasa bile, İstanbul'un boşaltılması, borçları ödemede kullanılacak para çeşidi, ya da adalet işlerinin çözüm yöntemi gibi bütün dünyayı ilgilendiren sorunlarda daha elverişli bir ortam içinde, bize karşı harekete geçebilirler. Ama böyle olursa, biz daha güçsüz bir duruma düşeriz.


9- Yunanlıların, Cumartesi günü Konferanstan çekilmelerini önleyebilmek için, isteklerini kabul etmek yararımıza değildir. Böyle bir çekilişin, İtilâf Devletleri de çekilmedikçe hiçbir anlamı ve etkisi olamaz. Eğer Konferanstan çekileceklerini bildirmenin anlamı, eylemli olarak askeri hareketlere geçeceklerini duyurmak ise, bu konuda İtilâf Devletlerinden haklı olarak sorulacak noktalar vardır.

10- Kısacası, böyle çabuk ve ansızdan verilen gözdağı karşısında başlı başına bir konuda ödünde bulunacağımızı söylemek, barışı uzaklaştırmak niteliğinde sayılabilir. Bir kez daha bildiriyorum:


Ana sorunları çözümlemeye İtilâf Devletlerini çağırınız efendim.
Mustafa Kemal


Bunlardan başka, İsmet Paşa'ya, kişiye özel olarak ayrıca şu kısa şifre teli de çektim:

Şifre: kişiye özeldir.
25 Mayıs 1923


İsmet Paşa Hazretlerine

Bakanlar Kurulu Başkanlığı ile Delegeler Kurulunun bütün yazışmalarını bir kez daha karşılaştırarak incelemeyi gerekli gördüm. Kimi telyazılarında kullanılan sözlerden, arada yanlış anlaşılma var gibi bir anlam çıkardım. Onarımı kabul etmek ya da etmemekte direnme yoktur. Bunu açıklamak için durumla ilgili düşüncelerimi ve görüşlerimi ayrıca bildirdim. Özlemle gözlerinden öperim kardeşim.
Mustafa Kemal

Bu telyazılarından, Karaağaç'a karşılık Yunan onarımından vazgeçmeyi temel olarak kabul ettiğimiz açıkça anlaşılır. Ancak, ana sorunlarda çok gerekli ve ölüm-dirim işi saydığımız koşulların sağlanmasına da İsmet Paşa'nın dikkati çekilmiştir.

İsmet Paşa'nın da, bu bildirdiklerimizden çıkardığı anlam ve güttüğü amaç böyle olmuştur.

İsmet Paşa, görüşlerinin, olduğu gibi bana bildirilmesi isteğiyle Rauf Bey'e tel çektiği 24 Mayıs 1923 günü, doğrudan doğruya bana da bir tel çekmiş. 24 Mayısta çekilmiş olan bu teli ben, 26 Mayısta aldım. Tel Dışişleri Bakanlığı şifresiyle gelmiş ve Rauf Bey gördükten sonra bana gönderilmişti. Oysa, bu telyazısında, bir bakıma Rauf Bey'den yakınılıyordu. İsmet Paşa'nın telyazısı şudur:


Sayı: 145
Lozan
Çekiliş: 24 Mayıs 1923
Gelişi: 26 Mayıs 1923


Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Bakanlar Kurulu Başkanlığına durumla ilgili ayrıntılı rapor sundum. Hükümetle aramızda köklü anlaşmazlık vardır. Uzlaşma olmazsa geri dönmek zorunda ve kararındayım. Raporumun yüce Başkanlığınıza ulaştırılmasını açık olarak istedim. Konferans, son günlerindedir ve durum, gecikmemize hiç elverişli değildir. Barışın, ileri sürdüğüm görüşler çerçevesi içinde sağlanabileceği kanısındayım. Yüce Başkanlığınızın bu olağanüstü zamanda genel durumu yakından izlemesini saygı ile dilerim.
İsmet

Öbürlerinden bir gün gecikme ile gelen bu tel, Olduğu gibi Gazi Paşa Hazretlerine sunulacaktır. 26.5.1923
Hüseyin Rauf

Telin geldiği gün İsmet Paşa'ya şu yanıtı verdim:

Şifre: Makine başında
Ankara, 26.5.1923


İsmet Paşa Hazretlerine

24 Mayıs, 145 sayılı şifreyi 26'da aldım. Bundan önce kısa ve uzun iki şifre yazdım. Durumu izliyorum. Geri dönme kararınızın nedeni onarım konusunda ödünde bulunmak olduğuna göre, doğru değildir. Bildirdiklerime göre girişimleri sürdürürseniz, daha uygun evreye geçeceğinizi umarım. Bakanlar Kurulu ile aranızda sezilen görüş ayrılığı ortadan kaldırılır. Gözlerinizden öperim efendim.
Gazi Mustafa Kemal

İsmet Paşa, 26 Mayıs 1923 günü Bakanlar Kurulu Başkanlığına yazdığı raporlarda, Bakanlar Kurulu Başkanlığının bildirimleri ile benim telyazılarım kapsamını ve Delegeler Kuruluna verilmiş olan ana yönergeyi göz önünde tutarak iş gördüğünü açıkladıktan sonra 26 Mayıs günü öğleden sonra İtilâf Devletleri delegelerinin Yunan onarımına karşılık Karaağaç'ın kabul edilmesi yolundaki önerilerini kabul ettiğini; öbür sorunları da birkaç gün içinde sonuçlandırabileceğini bildirmiş.

Rauf Bey bu raporları bana 27 Mayıs 1923'te, şu yazısına ilişik olarak gönderdi:

154/155
27 Mayıs 1923


Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığına

İsmet Paşa Hazretlerinden gelen 26 Mayıs 1923 günlü telyazısı örneği ilişik olarak yüce katınıza saygı i1e sunuldu efendim.
Dışişleri Bakanı Vekili
Hüseyin Rauf

Rauf Bey o gün İsmet Paşa'ya da şu bildirimi yapmış:

27. 5.1923

İsmet Paşa Hazretlerine

26 Mayıs, 151 sayıya:
Delegeler Kurulunun Yunan onarımı ile ilgili tutumu Bakanlar Kurulunun yönergesine açıkça aykırı görülmüştür. Güç durumda kalan Bakanlar Kurulu, ulusun çıkarlarını göz önünde tutarak, bildirdiğimiz üzere, önemli sorunların üç dört gün içinde sonuçlandırılacağı yolundaki görüşün gerçekleşmesine değin, görüşünü ve düşüncesini değiştirmeyecektir. Önceki telde sözü edilen öbür ana sorunlarda ödün vermenin kesinlikle söz konusu olamayacağı bilinmelidir efendim.
Hüseyin Rauf



İsmet Paşa'nın, Karaağaç'a karşılık, onarımdan vazgeçtiğini bildiren raporlarını gördükten sonra, 25 Mayıs 1923 günlü ve Rauf Bey imzalı telyazısını açıklamak üzere kendisine şu teli yazdım:


27.5.1923

İsmet Paşa Hazretlerine

Bakanlar Kurulu kararında üç ana nokta vardı. Birincisi, onarım konusunda ödün verilmesi, askıda bulunan önemli sorunların bize yararlı bir biçimde sonuçlandırılmasına karşılık olmalıdır. İkincisi, Genel Borçların üremleri, düşman elindeki yerlerimizin kısa zamanda boşaltılması, adalet işlerinin çözüm yöntemi ve ortaklıkların zarar ödentisi (yani on iki milyon liranın, kişileri ve uyrukları ne olursa olsun, bütün ortaklıkların olduğu kabul edilerek başkaca zarar ödentisinin söz konusu edilmemesi) sorunlarının onarım işi ile birlikte ele alınması ve bu dört sorunun bizim yararımıza çözümlenmesi sağlanırsa, ancak o zaman onarım işinde ödün verilmesi uygun olabilir. Üçüncüsü, konferansa son ve kesin olarak öneride bulunup karşılığını beklemek.

Delegeler Kurulunun anlayış ve tutumunda Bakanlar Kurulunun düşünce ve bildirimlerine uygun olmayan noktalar şunlardır:

1- Delegeler Kurulu, yalnız askıda bulunan ana sorunları bir bütün saymış ve onarımı bunların dışında tutmuştur.

2- Görüşmelerin Yunanlıların Konferanstan çekilişi üzerine kesilmesi, Mudanya sözleşmesinin de Yunan ordusunun saldırısıyla bozulması sakıncalı görülerek, öbür sorunlarda anlaşmaya varılamazsa görüşmelerin kesilmesine bizim yol açmamız yeğlenmiştir. Bu nokta düşünülmeye değer.

3- Yunan Onarımı sorununda ödünde bulunmayı kabul ettikten sonra, öbür sorunları birkaç gün içinde sonuçlandırma yolunun tutulması da önemlidir. Bakanlar Kurulu daha böyle bir kanıya varmış değildir. Gerçekten, önemli sorunlar yararımıza olarak üç dört gün içinde sonuçlandırılabilirse, onarım sorununun öne alınmasında düşünülen sakıncalar giderilmiş olur. Ancak, çözümleneceğini umduğumuz sorunlardan sonra Muharrem Kararnamesinin yürürlükte olduğunun belirtilmesi işinin büyük bir önem taşıdığı bildirilmektedir.

4- Kuponların ödenmesi işi yüzünden Konferansın kesilmesinin bizi içeriye ve dışarıya karşı daha güçlü bulunduracağı düşüncesi de irdelenmeğe değer.


Bu konuda bütün yabancılar bize karşıdır. İçerde işin içyüzünü anlatmak, onarım konusu kadar kolay değildir. Onarım konusunda yabancıların da bizi haklı görmesi için nedenler vardır.

5- Önemli sorunlarda Konferansın kesilmesine bizim yol açmamız, karşı eylemlerle koşut olmadıkça, İtilâf Devletlerinin isteğine uygun düşer. Bundan ötürü, kesilme olacaksa, bunun Yunan saldırısı ile olması bizi haklı durumda gösterir idi, görüşü vardır.

6- Kısacası, Bakanlar Kurulu ile Delegeler Kurulu arasındaki anlaşmazlık noktaları önemlidir. Bakanlar Kurulunda, olupbittiler karşısında bırakılmak kaygısı doğmuştur. Bunun için, bildirdiğiniz üzere, önemli sorunları birkaç gün içinde ne yapıp yapıp sonuçlandırmaya önem vererek, onarım sorununu öne almaktan doğabileceği sanılan sakıncaların ortadan kaldırıldığını göstermek gereklidir. Daha şimdiden ödünde bulunmanın, öbür sorunların ivedilikle ve yararımıza çözümleneceği üzerine verilen sözlere karşılık olduğunu, kesin olarak gerekenlere söylemek ve en sonu, görüşmeler kesilecekse, onların etmen ve saldırgan görünecekleri bir yolda kesilmesini sağlamak da gerekir.

7- Bugünlerde en ince değişiklikleri ve özellikle ödünde bulunduktan sonra İtilâf Devletleri delegelerinde beliren düşünceyi bildiriniz. Çünkü, bize gözdağı vererek başarı sağlamaktan doğacak yeni umutlarından haklı olarak kaygı duyuluyor efendim.
Gazi Mustafa Kemal

İsmet Paşa, 28 Mayıs 1923'te Rauf Bey'e yazdığı telde diyor ki: "Yöntemde, yani bir sorunu önce ya da sonra söz konusu etmek gibi ana yönerge üzerinde değil de uygulama biçimi üzerinde, aramızda ayrılık belirmiştir. Yunan onarımı sorunu daha kesin olarak onaylanmadığı gibi öbür ana sorunlar da bundan sonra görüşüleceğinden, cuma ve cumartesiye değin bütün sorunlarda konferansın kesin tutumunun anlaşılacağı sanılmaktadır. Yunan onarımı konusundaki ödünü bizi ilgilendiren akçalı ve iktisat işleriyle ilgili sorunlarda özdeş düşüncelerin dikkate alınması koşuluyla verdiğimizi bildirmiştim. Bu duruma göre, eğer (öbür) sorunlarda anlaşamazsak Yunan onarımı da alacağımız genel karara bağlı olur."

"Eğer ana yönergelere uymaktan başka; beklenmedik yönergelere, çeşitli sorunların yönetim ve uygulamasında verilecek kesin buyruklara, önemli yönergelere bütünüyle ve tam olarak uyamadığımız kabul buyuruluyorsa, bu, istemediğimizden değil, ama gerçekten uyma olanağını bulamadığımızdandır.

Ben, aramızdaki bu görüş ayrılığını daha zamanında görmüş ve açıkça ortaya konulmasını rica etmiştim. Daha hiçbir şey imza edilmemiş; hiçbir yüklenmeye girişilmemiştir. Eğer bu tutumumuz yanlış görülüyorsa bu, görüşünüze göre düzeltilebilir.

Kısacası, barış sorununun yüzde doksan beşi çözülmüştür. Benden sonra görevi üzerine alacak kişi için iş kolaylaşmış ve güçlükler azalmıştır. Öte yandan,eğer barış yapılamaz da görüşmeler kesilirse, bizim tutumumuz bu kesilmeyi daha elverişsiz bir duruma sokmayacaktır. Her durumda, buyruk ve karar Bakanlar Kurulunun ve Yüce Başkanlığınızındır."

İsmet Paşa, o gün bana da yanıt verdi. Olduğu gibi bilginize sunayım:

1 Lozan
1016
Çekilişi: 28.5.1923
Gelişi: 29. 5.1923


Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Durum, Bakanlar Kuruluna gönderdiğim raporumda bildirilmektedir. Her gün birer sorun olmak üzere, ana sorunları önümüzdeki günlerde görüşeceğiz. Elbette Yunan onarımını, askıdaki bütün sorunların çözümünde sürekli bir silah olarak kullanacağız. Bu olanağı elde tuttuk. Yunan onarımı sorununu çözümledikten sonra, öbürlerinde bize gözdağı vererek bir sonuç elde etme umudu çıkmadı. Tersine, bir gözdağı verme nedeni ortadan kalktı. Durumda yatışma oldu. Eğer önünde sonunda görüşmeler kesilirse, ya Yunan ordusu kendisi için özel bir neden bulunmadığı için eyleme geçmeyecek, ya da öbürleriyle birlikte ve onların davası uğruna saldırıya geçtiğini belirtip tanıtlayacağız. Her iki durum da, maddi ve manevi bakımlardan, Yunan ordusu ile onarım işi yüzünden çarpışmaya başlamaktan üstün ve yeğ görülmüştür. Bakanlar Kurulunu olupbittiler karşısında bırakmak gibi bir kaygıya yer yoktur, çünkü tutumumuz genel duruma göre (incelenirse) anlaşmazlığın uygulama yönteminde olduğu kanısına varılabilir. Bu anlaşmazlığı da daha önce bilginize sunmuştum. Ama sorunların hepsinin birkaç güne dek görüşülebileceğini saygı ile bildiririm.
İsmet

İsmet Paşa'ya şu yanıtı verdim:

Şifre, ivedidir.
29.5.1923


İsmet Paşa Hazretlerine

Barış sorunlarının büyük ölçüde çözümlenmiş olduğu yolundaki yüce bildiriminiz kıvanılmaya değer. Tasarladığınız gibi, birkaç gün içinde durumu belirli düzeye çıkarmayı başarırsanız içimiz çok rahatlayacak. Başarı kazanmanızı dilerim. Fevzi Paşa Hazretleri de Ankara'dadır. Durumun belirmesine değin burada bulunacaktır. Gözlerinizden öperim.
Mustafa Kemal

İsmet Paşa, bu telyazımdan sonra görevini sürdürdü. Rauf Bey'in ve Bakanlar Kurulunun da bu işte daha çok üstelemesini önledim.

Bir aya yakın bir süre, her iki yan yatışmış gibi göründü. Bu süre içinde İsmet Paşa türlü sorunlar üzerine Bakanlar Kurulu Başkanlığının görüşlerini soruyordu.
 
Back