• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Halk İle Yakından Görüştüm, Düşüncesini ve Eğilimini Bir Daha İncelemek Önemliydi

Baylar, padişahlığın kaldırılışı, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından görüşmek, ruh durumunu ve düşünce eğilimini bir daha incelemek önemliydi.

Bundan başka, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni seçim dolayısıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'ni bir siyasal parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış sağlanacak olursa, derneğimiz örgütlerinin siyasal partiye çevrilmesini gerekli görüyordum. Bu konuda da halkla karşı karşıya gelip görüşmeyi uygun ve yararlı buluyordum. Utkudan sonra, eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu amaçlarla, Batı Anadolu'da bir gezi yapmak üzere 14 Aralık 1923 günü Ankara'dan ayrıldım.

Eskişehir'den başlayarak İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir'de halkı uygun yerlerde toplayarak uzun söyleşiler yaptım. Bana diledikleri gibi serbest sorular sormalarını halktan istedim. Sorulan sorulara, yanıt olmak üzere, altı saat, yedi saat süren konuşmalar yaptım.

Sayın baylar, hemen her yerde halkın anlamak istediği şeylerden dikkati çekenler şunlardı:

Lozan Konferansı ve sonucu, ulusal egemenlik ve halifelik katı, bunların durumları ve ilişkileri; bir de kurmak istediğimi öğrendikleri siyasal parti...

Lozan Konferansı görüşmelerini, olduğu gibi, her yerde özetliyordum. Olumlu sonuç alınacağına olan inancımı da söyleyerek ulusu kaygıdan kurtarmaya çalışıyordum.

 
ataturk-un-inanilmaz-karizmatik-fotografi_921924.jpg
 
Ulusal Egemenlik İle Halifelik Makamının Durumları ve İlişkileri

Halkın, ulusal egemenlik ile halifelik katının durumlarını ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini öğrenmek istemekte ve bunun için kaygılanmakta hakkı vardı. Çünkü, Meclis 1 Kasım 1922 günlü kararıyla, kişisel egemenliğe dayanan hükümet biçiminin 16 Mart 1920'den başlamak üzere ve sonsuz olarak, tarihe karıştığını bildirdikten sonra birtakım Şükrü Hocalar, "Müslüman kamuoyu kuşkulara ve üzüntülere düşmüştür." diyerek çalışmaya koyuldular. "Halifelik demek, hükümet demektir. Halifeliğin haklarını ve görevlerini ortadan kaldırmak hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir." savını ortaya atmışlardı. Meclisin, ulusun kaldırdığı kişisel egemenliği halifelik katında sürdürmek ve padişah yerine halifeyi koymak tutkusuna düşmüşlerdi.

Gerçekten, gerici bir grup, Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü'nün imzasıyla, İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu kitapçığın Ankara'da 15 Ocak 1923'de yayımlandığı ve bütün Meclis üyelerine dağıtıldığı bana İzmit'te bildirildi. Kitapçığın üzerinde yalnızca 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Ama kitapçığın, daha ben Ankara'da iken hazırlanıp basıldığı ve benim Ankara'dan ayrıldığım 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştır.

Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları: "Halife Meclisin, Meclis Halifenindir." gibi bir uydurma sözle Millet Meclisini, Halifenin danışma kurulu ve Halifeyi, Meclisin ve dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir.
 
Halife Olan Kişiyi Umuda Düşürecek İçten Bağlılık Gösterileri

Baylar, halife bulunan kişiyi umuda düşürecek kimi içten bağlılık gösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık gösterileri ise bizim görünüşe göre anladıklarımızdan daha çok imiş. Bu konuda bir örnek vermiş olmak için, o sıralarda İstanbul ve Trakya'da görevlimiz ve temsilcimiz olan Refet Paşa'nın yine o günlerde "Konya"adlı bir atı Halifeye sunması dolayısıyla kendi kardeşi, hem de emir subayı Rifat Bey'e yazdığı bir şifre ile, Halifenin başyaver aracılığı ile bu tele verdiği yanıtı, olduğu gibi bilginize sunacağım:

Şifre
5.1.1923


Rifat Bey'e

Konya'yı Halife Hazretlerine sunmak için getirtmiştim. Yalnız, şimdi ne durumda olduğunu görmediğim için sunmaktan çekiniyorum. İstanbul'da iyi bir hayvan bulunmayacağını anladığımdan ötürü Halife Hazretlerinin başyaverlerinden de hayvan satın almak için ivedilik göstermemelerini rica etmiştim. Hayvanın Halife Hazretlerince beğenilmesini Tanrı'nın bir iyiliği olarak kabul ediyorum. Büyük bir ataklık olacağını biliyor isem de, Kurtuluş Savaşının tarihsel bir anısı olduğu için, kendilerine bağlı bir eski askerin savaş armağanı olarak sunduğu "Konya"nın Halife Hazretlerince kabul olunarak sevindirilmemi rica ederim. En içten kulluk duygularıyla ellerini öptüğümün Hafife Hazretlerine duyurulmasında aracı olmasını Başyaver Şekip Bey'den dilerim. Konya'yı ve bu şifreyi Başyaver Şekip Bey'e hemen veriniz.

Refet
7 Ocak 1923


Trakya Olağanüstü Temsilcisi Refet Paşa Hazretlerine

Saygıyla sunulur:
Değerli kardeşiniz Rifat Bey'in verdiği yüce telinizi Halife Hazretleri Efendimize sundum ve gösterdim. Peygamber Hazretlerinin Yüce Vekili, gerek yeniden bildirilen özbağlılık duygularından gerekse sunulan "Konya" adlı hayvandan dolayı özellikle kıvanıp sevindiler. Sevgili yurdumuzun bağımsızlığını korumak gibi pek kutsal ve yüce bir amacın elde edilmesine çalışan büyükler arasında seçkinleşen yüce kişiliğinizin de yiğitlik ve özveri gösterdiği er meydanlarından birinin adıyla adlandırılan bu sevimli ve güzel atı almakla da övünç duydular. Yüce Cebrail, evrenin övüncü Peygamberimiz Efendimize (Ona selam olsun) Tanrı'nın elçisi olduğunu bildirdiği gibi, yüksek kişiliğiniz de Halife Hazretlerine (Peygamber'in) vekili olduğunu bildirdiğinden dolayı yüce varlığınız kendilerine bütün yaşadığı günlerin en mutlu ve en kutlu bir olayını her zaman için hatırlatacaklardır. Yüce kişiliğinizin bu değerli anıya karışmış olması dolayısıyla sık sık ve büyük sevgiyle anılacağınız besbelli iken, bir de her gün, alışkanlık gereği, sabah rüzgârı gibi yürüyen bu ata binildikçe yüksek ve değerli anılarınız bir daha yenilenecektir. Şu satırlar ile Halife Efendimizin değerbilir, öz ve gerçek duygularını ne ölçüde anlatabildiğimi kestiremem. Bunu başaramadıysam eksiğini, yüksek kişiliğinize kendilerinin doğrudan doğruya göstermiş oldukları babaca sevgi ve gönül almalar, daha önce gidermiş ve ödemiştir diye avunmaktayım. Bundan yararlanarak ve sonuç olarak, size Tanrı Gölgesinin (Zıllûllâh) özel selamlarını ve Peygamber Vekilinin hayır dualarını bildirip muştulamakla onur kazanır; üstün saygılarımı kabul etmek iyiliğinde bulunmanızı rica ederim efendim hazretleri.

Başyaver
Şekip Hakkı


(Bu yazışmaları ve karşılıklı sevgi gösterilerini biz,ancak halifeliğin kaldırılmasından ve padişah soyundan olan kişilerin ülkeden çıkarılmasından sonra bir rastlantıyla öğrenebildik.)
 
Din Oyuncuları Halifeyi Bütün Müslümanlara Egemen Bir Devlet Başkanı Yapmak İstiyorlardı

Şunu bilginize sunmalıyım ki, hem Şükrü Efendi Hoca, hem de onu ve imzasını ileri süren siyasacılar, sultan, ya da padişah sanını taşıyan bir hükümdar yerine, sanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar ve savlarda bulunmuşlardı. Şu ayrımla ki, herhangi bir ülkenin ve ulusun devlet başkanı yerine dünyanın dört bucağında düzensiz yığınlar olarak yaşayan, çeşitli soydan üç yüz milyonluk bir topluluğa sözü geçecek bir devlet başkanından ve onun görevlerinden, yetkilerinden söz etmişlerdi. Bütün Müslümanlara egemen olacak bu ulu devlet başkanının eline kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammet ümmetinden yalnız on, on beş milyon Türk halkını vermişlerdi. Halife adındaki devlet başkanı, "bütün Müslümanların (ümmetlerin) işlerini yönetecek ve dünya işleri ile ilgili kurallardan, çıkarlarına en elverişli olanlarını uygulayacak" idi. Bütün Müslümanların, "haklarını savunacak, onların bütün işlerine etkin bir dayanç ve istemle" el atacaktı.

Halife adını taşıyan hükümet başkanı, dünya yüzündeki üç yüz milyon Müslüman arasında adaleti sürdürecek, kamu haklarını gözetecek, dirlik düzenliği ve güveni bozacak olayları önleyecek, Müslümanlara başka dinden olanların yapabilecekleri saldırılara engel olacaktı. Müslüman topluluğunun esenliğini sağlamaya yarayacak uygarlık ve bayındırlık koşullarını hazırlamakla yükümlü bulunacaktı.

Saygıdeğer baylar, bu denli bilgisiz, dünya durumu ve dünya gerçekleriyle bu denli ilgisiz olan Şükrü Hoca ve benzerlerinin ulusumuzu aldatmak için "Müslümanlık Kuralları" diye yayımladıkları uydurmaların, gerçekte yeniden anlatılacak bir değeri yoktur. Ama, bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasal ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için dini, araç olarak kullanmaya kalkışanların içeride ve dışarıda bulunuşu bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, şimdilik alıkoyamıyor. İnsanlıkta din duygu ve bilgisi, her türlü boş inanlardan sıyrılarak gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.

Şükrü Hoca'ların ne denli anlamsız, mantıksız ve uygulanma niteliğinden yoksun düşünce ve kuramlar savurduklarını anlamamak için gerçekten Hoca Efendi gibi "Allahlık" denilen yaratıklardan olmak gerekir.

Onların dediği gibi halife ve halifelik yetkisinin bütün dünya Müslümanları üzerinde geçerli olması gerekince, bütün varlığını ve güç kaynaklarını halifenin buyruklarına bırakmakla Türkiye halkının omuzlarına yüklenecek yükün ne kertede ağır olacağını biraz olsun acıyarak düşünmek gerekmez miydi?

Onların ileri sürdükleri gerekçelere ve kuramlara göre halife denilen hükümdar Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Tunus,Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın her yerindeki Müslümanların ve Müslüman memleketlerinin işlerini elinde tutacaktı.

Bu kuruntunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğunu bilirsiniz. Müslüman topluluklarının birbirinden büsbütün başka amaçlarla ayrıldıkları, Emevilerin Endülüs'te (İspanya'da), Alevilerin Mağrip'te (Kuzeybatı Afrika'da), Fâtimilerin Mısır'da, Abbasilerin Bağdat'ta birer halifelik yani saltanat kurdukları; dahası, Endülüs'te her bin kişilik bir topluluğun "bir halifesi (Emirülmüminin) ile bir minberi" bulunduğu Hoca Şükrü imzasını taşıyan kitapçıkta da yazılıdır.

Bu tarihsel gerçeği bilmezlikten gelerek, hemen hepsi yabancı devletlerin uyruğu olan, ya da bağımsız olan Müslüman uluslara ve devletlere halife adıyla bir devlet başkanı atamak akıl ve gerçekle bağdaşabilir miydi? Özellikle, böyle bir hükümdar makamını korumak için bir avuç Türkiye halkını bu işe bağlamak, onu yok etme yolunda uygulanagelen önlemlerin en etkilisi olmaz mıydı? "Halifenin görevi dinsel değildir. Halifeliğin temeli maddi güç ve egemenlik erkidir." diyenlerin, halifeliğin devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu söyleyip tanıtladıkları; amaçlarının da halife sanını taşıyan bir kişiyi Türkiye Devletinin başına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi.

Saygıdeğer baylar, Şükrü Hoca Efendi'nin ve siyasacı arkadaşlarının, kendi siyasal amaçlarını açıktan açığa söylemeyip bunu, bütün Müslümanlık dünyasına yaygınlaştırmak istemeleri, dinsel bir sorunmuş gibi söz konusu etmeleri, halifelik oyuncağının ortadan kaldırılmasını çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.
 
Halifelik Konusunda Halkın Kuşku ve Kaygılarını Gidermek İçin Yaptığım Açıklama

Halifelik konusunda halkın kuşku ve kaygısını gidermek için her yerde gereği kadar konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak dedim ki: "Ulusumuzun kurduğu yeni devletin alınyazısına, işlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza dek koruyacaktır!"

Ulusa anlattım ki, bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü imiş gibi düşlenen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Ulus, bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli akıl almaz bir görevi üstüne alamaz.

Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşlere dayanılarak, koşturuldu. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye'yi, Irak'ı korumak için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için kaç insan şehit oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?! dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerine etkili kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı insandan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidirler! Yeni Türkiye'nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! dedim.

Başka bir noktayı da halkın gözünde iyice canlandırmak için şunları söyledim: Tutalım ki, Türkiye bir zaman için söz konusu görevi kabul etsin. Bütün Müslümanları bir noktada birleştirerek yönetmek ülküsüne yürüsün, başarı da sağlasın! Pek güzel ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar: "Bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, sağ olunuz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz, biz kendi kendimizi yönetebiliriz." derlerse ne olacak? Öyleyse, Türkiye halkının bütün çalışmaları ve özverileri yalnız "sağ olunuz!" denilmesi ve dua almak için mi göze alınacaktır?

Görülüyordu ki, boş bir istek için, bir kuruntu ve bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Halifeliğe ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan başka bir şey değildi.

Baylar, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran, ya da Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz, çünkü (böyle bir şey) devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan kaldırır.

Ulusa şunu da öğütledim ki: kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sürüp gitmemelidir. Dünyadaki gerçek yerimizi dünyanın durumunu tanımamak aymazlığı ile ve aymazlara uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir! Bile bile bu acıklı durumu sürdüremeyiz!

Baylar, İngiliz tarihçilerinden Vels (Wells) iki yıl önce bir tarih kitabı yayımladı. Bu kitabın son sayfalarında, "Dünya Tarihinin Gelecek Evresi" başlığı altında birtakım düşünceler vardır. Bu görüşlerin ereği "birleşik bir dünya devleti" (Un gouvernement fédéral mondial) kurmak sorunudur.

Vels, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor; adaletin ve tek bir yasanın buyruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor.

Vels: "Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse, ulusların (milliyetlerin) üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır." diyor ve şu düşünceleri ileri sürüyor; "Gerçek devlet, çağımız ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka bir şey olamaz. Kuşku yoktur ki, insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır." diyor. Ayrıca: "İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük düşün sonunda gerçekleşebilmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediğini; saldırgan bir dış siyasa geleneği olan devletleri, bir dünya birleşik devletinin güçlüklerle temsil edilebileceğini" ileri sürüyor. Vels'in şu düşüncelerini de burada anmak isterim:"Avrupa ve Asya'nın uğradıkları yıkımlar ve ortak gereksemeleri belki dünyanın bu iki parçasındaki ulusların bir ölçüde birleşmesine yarayacaktır. Olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılır."

Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve iştahalar arasında bir aşağılık yerde yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve usları ağılayan yangı tohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren "Birleşik Dünya Devleti" kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz.

Bu betimlemeye ve düşlemeye bir bakıma benzer bir düş hilafetçileri ve islam birliği yandaşlarını -Türkiye'ye musallat olmamak koşulu ile- sevindirmek için bizde de betimlenmişti.

Betimleme şu idi: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi irade ve isteklerini kullanıp uygulayacak güç ve özgürlük kazanılırsa ve o zaman gerekli ve yararlı görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri bulabilirler. Elbette her devletin, her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan, falan Müslüman devletler arasında şu, ya da bu ilişkiler kurulacaktır. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, bütün Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır. "Bu Meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir." derlerse, işte o zaman isterlerse, o Birleşik Müslüman Devletine "Halifelik", ortak Meclisin başkanlık makamına seçilecek kişiye de "Halife" sanı verilir. Yoksa, herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi, us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.
 
Anayasada Düğümlü Kalan Noktalar

Baylar, halifelik ve din sorunlarıyla uğraşıldığı sıralarda Anayasadaki bir noktanın, kamuoyunda ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan sonra da, Anayasada, bu düğüm kaldıktan başka, düğüm olacak ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi, bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım: 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın yedinci maddesiyle 21 Nisan 1924 günlü Anayasanın yirmi altıncı maddesi Büyük Millet Meclisinin görevlerini saptar.

Maddenin başında, Meclisin ilk görevi olarak, "din buyruklarının yürütülmesi (Ahkâm-ı şer'iyenin tenfizi)" vardır. İşte, bunun nasıl bir görev olduğunu ve "din buyrukları" teriminden amacın ne olduğunu anlamakta duraksayanlar vardır. Çünkü sözü geçen maddede Büyük Millet Meclisinin: "Yasaları yapmak, değiştirmek, yorumlamak, kaldırmak vb. gibi" sayılan görevleri o denli geniş ve açıktır ki, ayrıca ve bağımsızca "din buyruklarının yürütülmesi" diye bir kalıbın bulunması gereksiz görülmektedir. Çünkü "şer'i" demek, yasal demektir; "din buyrukları" demek de, yasa buyrukları demektir; başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk anlayışıyla bağdaşamaz. Bu böyle olunca "din buyrukları (Ahkâm-ı şer'iye)" terimiyle anlatılmak istenen kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

Baylar, ilk Anayasayı hazırlayanlara kendim başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz yasa ile "din buyrukları" teriminin bir ilişkisi olmadığını anlatmaya çok çalıştık; ama bu terimden, kendi sanılarınca bambaşka bir anlam çıkaranları kandıramadık.

İkinci nokta baylar, yeni Anayasanın ikinci maddesinin başındaki: "Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir." tümcesidir.

Bu tümce daha Anayasaya geçmeden çok önce, İzmit'te, İstanbul ve İzmit gazetecileriyle yaptığımız uzun bir görüşme ve konuşma sırasında bir gazetecinin şu sorusu ile karşılaştım: "Yeni hükümetin dini olacak mı?"

Açıkça söyleyeyim ki, bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Çünkü, pek kısa olması gereken karşılığın o günkü koşullara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, uyrukları arasında çeşitli dinlerden topluluklar bulunan ve her dinden olanlar için adaletli ve eşit işlemler yapmak ve mahkemelerinde adaleti, kendi uyruğuna ve yabancılara eşit olarak uygulamakla yükümlü olan bir hükümet, din ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Hükümetin bu doğal niteliğini, kuşkulu anlam çıkmasına yol açacak niteliklerle sınırlamak elbette doğru değildir.

"Türkiye devletinin resmi dili Türkçedir." dediğimiz zaman bunu herkes anlar. Hükümetle yapılacak resmi işlerde, Türk dilinin kullanılması gereğini herkes doğal sayar. Ama, "Türkiye devletinin dini, İslam dinidir." cümlesi, böyle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bunun, elbette açıklanması ve yorumlanması gerekir.

Baylar, gazetecinin sorusuna karşı: "Hükümetin dini olamaz!" diyemedim; tersini söyledim: "Vardır efendim İslam dinidir." dedim. Ama hemen; "İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır." diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.

Demek istedim ki hükümet, düşünce ve inançlara saygı göstermekle bağımlı ve yükümlüdür.

Gazeteci, verdiğim yanıtı elbette akla yatkın bulmadı ki yeniden şöyle bir soru sordu: "Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?"

"Olacak mı, olmayacak mı bilmem!" dedim. İşi kapatmak istedim; ama kapatamadım. "Öyleyse, dediler, herhangi bir sorun üzerinde inançlarıma ve düşüncelerime uygun bir görüş ortaya atmaktan hükümet beni yasaklayacak, ya da bunun için beni cezalandıracaktır. Oysa, herkes kendi içinden gelen sesi susturabilecek midir?" O zaman iki şey düşündüm. Biri: "Yeni Türkiye Devleti'nde her ergin kişi dinini seçmekte özgür olmayacak mıdır?"sorusu. Öbürü, Hoca Şükrü Efendi'nin: "Kimi yüksek din bilgini arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi, din kitaplarında yer alan belirli ve değişmez Müslümanlık buyruklarını yayarak... ne yazık ki yanılgıya sürüklendiği görülen Müslüman kamuoyunu aydınlatmayı kaçınılmaz bir ödev saydık." diye başlayan "İslam Halifeliğinin görevi, şeriat buyruğunu savunup korumakta Peygamberin yerini tutmaktır; dinsel hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır." sözleri.

Oysa, Hoca'nın dediklerini uygulamaya kalkışmak, ulusal egemenliği ve vicdan özgürlüğünü kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka, Hoca'nın bilgi dağarcığı "yezitler" zamanında yazdırılmış baskı yönetimiyle ilgili kuralları kapsamıyor mu idi?

Öyleyse, anlamı ve kavramı artık herkesçe iyiden iyiye anlaşılmış olan devlet ve hükümet terimlerini ve millet meclislerinin görevlerini din ve din kuralları kılığına sokarak, kimler ve niçin aldatılacaktır?

Gerçek bu olmakla birlikte, o gün İzmit'te, bu konuda gazetecilerle daha çok konuşmayı uygun bulmadım.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, yeni Anayasa yapılırken, "laik hükümet" teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan bir terimin konulmasına göz yumulmuştur.

Anayasanın ikinci ve yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti ile cumhuriyet yönetiminin ilerici niteliği ile bağdaşmayan terimler, devrim ve cumhuriyetçe o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir.

Ulus, Anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır!
 
Halk Partisini Kurma Girişimi

Saygıdeğer baylar, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla uzun uzun söyleşiler yaptım.

7 Aralık 1922'de, Ankara basını aracılığı ile, "Halk Partisi" adında halkçılık ilkesine dayanan bir siyasal parti kurmak isteğinde olduğumu bildirerek bu partinin nasıl bir program izlemesi gerektiği üzerinde bütün yurtseverlerle bilim adamlarının yardım etmelerini ve katılmalarını dilemiştim.
 
Dokuz İlke, Partimizin İlk Programı

Kimi kişilerin yazılı olarak bildirdikleri düşüncelerden ve halkla yaptığım konuşmalardan çok yararlandım. En sonu 8 Nisan 1923'de, görüşlerimi dokuz ilkede saptadım. İkinci Büyük Millet Meclisi'nin seçimi sırasında bastırıp yayımladığım bu program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur.

Bu program bugüne değin yaptığımız ve sonuçlandırdığımız bütün sorunları içine alıyordu. Bununla birlikte, programa yazılmamış kimi önemli sorunlar da vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, Dinişleri Bakanlığının kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi... gibi.

Bu sorunları programa alarak, önceden, bilgisiz ve gericilerin bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu sorunların zamanı gelince çözümlenebileceğine ve sonunda ulusun kıvanç duyacağına kesin olarak inanıyordum.

Yayımladığım programı bir siyasal parti için yetersiz ve kısa bulanlar oldu. "Halk Partisinin programı yoktur." dediler. Gerçekten, ilkeler adı ile anılan programımız, karşı çıkanların gördüklerine ve bildiklerine benzer bir kitap değildi; ama temel ilkeleri kapsıyordu ve uygulanabilir nitelikte idi. Biz de, uygulanamayacak düşünceleri kuramsal birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddi ve manevi yönlerden yenilenip gelişmesi için çalışırken, iş yapmayı söze ve kurama yeğ tuttuk. Bununla birlikte; "egemenlik ulusundur", "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden başka hiçbir makam ulusun alın yazısında etkin olamaz", "Bütün yasaların düzenlenmesinde, her türlü örgütlenmede, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, iktisat işlerinde ulusal egemenlik ilkelerine uyulacaktır", "Padişahlığın kaldırılması ile ilgili karar değişmez bir ilkedir." gibi bilinmesi gereken önemli noktalar ile, mahkemelerin yenileştirileceği, bütün yasalarımızın hukuk bilimi verilerine göre yeni baştan düzeltilip tamamlanacağı, toprak ürünleri vergisinin (âşarın) değiştirileceği, ulusal bankalar anaparalarının artırılacağı, gereksindiğimiz demiryollarının yaptırılacağı, öğretimi birleştirmeye hemen girişileceği, askerlik görevi süresinin kısaltılacağı, ülkenin bayındırlaştırılmasına çalışılacağı ve benzeri gibi ivedi ve önemli gereksemeler ilkeler dışında bırakılmamıştır. Barışla ilgili görüşümüzün de: "Maliyede, tutumsal işlerde ve yönetimde bağımsızlığımızı kesinlikle sağlamak koşuluyla barışın yeniden kurulmasına çalışmak" olduğunu bildirdik. Halifelik makamının, bütün Müslümanlara özgü bir makam olabileceğini de belirttik.

İlkeler, "Halk Partisi"nin kuruluşuna ve çalışmasına yetti. Partinin adına daha sonra "Cumhuriyet" sözcüğü de eklenerek bilindiği üzere"Cumhuriyet Halk Partisi" denildi.

 
Lozan Konferansı Görüşmeleri Kesildi

Baylar, gene Lozan Konferansı'na değineceğim.

Konferansta görüşmeler, 4 Şubat 1923 günü kesildi. İki aya yakın süren görüşmelerin özeti olarak: İtilâf Devletlerinin delege kurulları, Delegeler Kurulumuza bir barış tasarısı verdiler. Bu tasarı, anlam ve öz bakımından bağımsızlığımızı zedeleyen koşulları içeriyordu. Özellikle adalet, maliye ve iktisat işleriyle ilgili maddeler çok ağırdı. Bunun için, kesin olarak bu tasarıyı kabul etmemek zorundaydık. Delegeler Kurulumuz, bu tasarıya, bir mektupla yanıt verdi. Bu mektup şu anlamda idi: "Anlaştığımız noktaları imza ederek barış yapalım." Gerçekten, Konferansta görüşülen birçok sorunlarda bizce kabul edilebilecek olanları vardı. Mektupta "İkinci, üçüncü nitelikte olan sorunları ayrıca inceleriz. İtilâf Devletleri bu önerimizi kabul etmeyecek olurlarsa, önerilerimiz hiç yapılmamış sayılacaktır." da denilmişti. Delegeler Kurulumuzun önerisi dikkate alınmadı. Yalnız, görüşmelerin kesilmesine "erteleme" biçimi verildi. Her devletin delegeler kurulu, kendi ülkesine gittiği gibi, bizim Delegeler Kurulumuz da geldi. Ben de, Batı Anadolu'da yapmakta olduğum geziden dönüyordum.
 
Lozan Konferansı Görüşmeleri Üzerine Mecliste Ateşli Tartışmalar

18 Şubat 1923 günü, İsmet Paşa ile Eskişehir'de birleşerek Ankara'ya birlikte geldik.

Baylar, İsmet Paşa Ankara'ya dönerken benim de geziden dönmekte olduğum anlaşılınca Ankara'da, tuhaf ve anlaşılmaz bir düşünce uyanmış. İsmet Paşa'nın Ankara'ya gelip hükümete ve Meclise değinmeden önce benimle buluşup görüşmesi sakıncalı görülmüş... Böyle bir görüşmeyi kötüye yoranlar olmuş. Bunu bana yazan Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'di. Elbette bu habere önem vermedim. Tersine, bir an önce İsmet Paşa ile görüşebilmek için, yolculuğumuzu Eskişehir'de buluşabilecek biçimde düzenlettirdim. Ankara'ya gelişimizden sonra, İsmet Paşa Bakanlar Kurulunda durumu anlattı ve yeni yönerge istedi.

Meclisin görüşünü öğrenmek gerekli görüldü. Sorun Meclise getirildi. Bu konuda Mecliste günlerce ve günlerce görüşmeler ve tartışmalar yapıldı.

Anlaşıldığına göre, karşıcıllar, Delegeler Kurulumuza ve İsmet Paşa'ya amansız düşman kesilmişlerdi. Sözde barış olmuşken, İsmet Paşa yapmamış, geri dönmüş. Delegeler Kurulu, Bakanlar Kurulunun yönergesine aykırı iş görmüş...

27 Şubat 1923 günlü gizli oturumda başlayan saldırılar, 6 Mart 1923 gününe değin ateşli, coşkulu bir biçimde sürdü. Ben de başından sonuna değin tartışmalara katılmak zorunda kaldım. Karşıcıllar, sanki ne istediklerini bilmez bir durumdaydılar. Meclis, olumlu, ya da olumsuz bir karar veremeyecek duruma geldi. Bizim açıkça anladığımız şu idi ki; karşıcıllar, barış konusunu Mecliste kendi tutkularının gerçekleşmesinde kullanmak istiyorlardı. Baylar, kimi basında da bu tutkular şaşılacak bir biçimde ateşli olarak candan körükleniyordu. Bu ruh durumu içinde bulunan Meclis ile barış sorununu sonuçlandırmanın güç olacağını görmek doğal, ama üzüntü vericiydi.

Mecliste yaptığım genel açıklama ile durumun her yönünü açıkladım. Akla gelen her şeyi söyledim. İtilâf Devletleri delege kurullarından kimisinin kendi ülkelerine dönüşlerinde verdikleri demeçleri gerçek ve temel sayarak Delegeler Kurulumuza saldırmanın beğenilecek yanı olmadığını söyledim. Delegeler Kurulumuzu dinlemek, bu kurulun yapacağı açıklamalara inanmak ve ona göre durumu değerlendirmek gerektiğini bildirdim.

Delegeler Kurulumuzun, Bakanlar Kurulunca verilmiş yönergeye aykırı iş görüp görmediğini söylemeye, Mecliste bulunan Bakanlar Kurulunun yetkili olduğunu söyledim.

En sonu dedim ki: "Delegeler Kurulu, Bakanlar Kuruluna karşı sorumludur. Meclise karşı sorumlu olan Bakanlar Kuruludur. Meclis, Bakanlar Kuruluna yeni bir yön vermek zorundadır. Bakanlar Kurulu da bu yöne uygun olarak Delegeler Kuruluna özel yönerge verir. Meclisin ayrıntılarla uğraşmasına yer ve olanak yoktur."

Yön üzerindeki görüşümü de şöyle belirttim: "Musul sorununun geçici ertelenmesinden söz etmemek üzere, yönetim, siyasa, iktisat işleriyle ilgili konularda ve öbür sorunlarda ulusun ve ülkenin haklarını, bağımsızlığını tam ve sağlam olarak elde etmek ve kurtardığımız yerlerin kesin olarak boşaltılmasını istemek temel koşuldur."

Sözlerime şunları da ekledim: "Delegeler Kurulumuz, kendine verilen görevi tam yetkin olarak yapmıştır. Ulusumuzun ve Meclisimizin onurunu korumuştur. Eğer Barış sorununu iyi bir sonuca bağlamak istiyorsak Meclisçe de Delegeler Kuruluna içgücü verilmeli ve çalışmaların sürdürülmesi sağlanmalıdır. Böyle davranırsanız, bir barış evresine gireceğimizi umabiliriz."

Meclisin, söz konusu sorun üzerindeki tartışmaları durdu. Ama, karşıcıllar saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü alıkoyamıyorlardı.
 
Meclisteki Karşıcılların Çeşitli Saldırıları

Meclisteki karşıcılların, türlü biçimlerde ve başka başka konular üzerinde saldırı hazırlamaları yeni bir şey değildi. Geziye çıkışımın ertesi günü, İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi adlı kitapçığın ortaya atıldığını; bütün Meclisin ve ulusun bize karşı kışkırtılmak istenildiğini söylemiştim. Bundan daha önce bir manevra vardı ki, daha ondan söz açmadım. Çünkü 1922 yılının Aralık ayı başlangıcında oynanmak istenen oyun, bütün sonuçlarıyla gezim boyunca sürüp gitmişti. İzin verirseniz, şimdi bu işle ilgili anılarımızı canlandırmaya yarayacak birkaç söz söyleyeyim:

Saygıdeğer baylar, üç milletvekili, milletvekili seçimi yasasında değişiklik yapılması ile ilgili bir önerge hazırlamışlar. (Bu önergede) yazılı olanları öğrenmiştim.

2 Aralık 1922 günü, İkinci Başkan Doktor Adnan Bey'in başkanlık ettiği oturumda, Başkanlık katından şunlar işitildi: "Efendim, Milletvekili Seçimi Yasasının değiştirilmesi ile ilgili önergenin görüşülebileceği yolunda Tasarı Komisyonunun bir yazısı var." Bu sözler, "Okunsun!" sesleriyle karşılandı. İki milletvekili: "Önemlidir, okunmasını öneriyoruz," diyerek, gürültülerin anlamını açığa vurdular.

Başkan: "Efendim, bu yasa tasarısının okunmadan komisyona gönderilmesi, geleneğimiz gereğidir." dedi.
 
"Beni Yurttaşlık Haklarından Yoksun Etmek" İsteyen Önerge Üzerine Yaptığım Konuşma

Baylar, işin içyüzü ve bu konuda yapılan Meclis görüşmeleri o günkü tutanaklardan okunabilir. Ama, yüce kurulunuzu bu yorgunluktan kurtarmak için, izin verirseniz, benim o oturumda yaptığım konuşmanın bir parçasını, olduğu gibi bilginize sunayım:

Yasa tasarısını okutmadan komisyona göndermek isteyen başkandan söz alarak şunları söyledim: "Efendim, bu yasa tasarısı özel bir amaç güdülerek hazırlanmış. Bu özel amaç, doğrudan doğruya beni ilgilendirdiğinden, izin verirseniz kısaca düşüncemi bildirmek istiyorum. Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salâhattin ve Samsun Milletvekili Emin beyefendilerin önerdikleri yasa tasarısı doğrudan doğruya beni yurttaşlık haklarından yoksun etmek amacını güdüyor. On dördüncü maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada şöyle denildiğini görürsünüz: 'Büyük Millet Meclisine üye seçilebilmek için, Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ya da kendi seçim bölgesinde yerleşmiş olmak gerekir. Ondan sonra göçmen olarak gelenlerden Türk ve Kürtler, bir yere yerleştirildikleri günden bu yana beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.'

Ne yazık ki, benim doğum yerim, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırımızın dışında kalmıştır. Ama, bu böyle ise, bunu ben istemiş değilim ve bunda hiçbir suçum yoktur. Bu, bütün ülkemizi, ulusumuzu dağıtıp yok etmek isteyen düşmanların bu işteki başarılarının biraz olsun önlenemeyişinden ileri gelmiştir. Eğer düşmanlar amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan bayların doğum yerleri de sınır dışında kalabilirdi.
 
Önerge Koşullarının Bende Bulunmayışının Nedenleri

Bundan başka, bu maddenin istediği koşul bende yoksa, yani beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da, bu yurt uğrunda yaptığım ödevler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği niteliği kazanmaya çalışsaydım, İstanbul'u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafartalar 'daki savunmalarımı yapmamaklığım gerekirdi. Eğer bir yerde beş yıl oturmak zorunda bulunsaydım, benim Bitlis'i ve Muş'u aldıktan sonra Diyarbakır'a doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis'i ve Muş'u kurtarmak gibi bir önemli yurt ödevimi yapmamaklığım gerekirdi. Bu bayların istediği nitelikleri kazanmak isteseydim, Suriye'yi boşaltan orduların artıklarından Halep'te bir ordu kurarak düşmana karşı savunmaya girişmemekliğim ve bugün 'ulusal sınır' dediğimiz sınırı eylemli olarak çizmemekliğim gerekirdi.

Sanırım, ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilir. Hiçbir yerde, beş yıl oturamayacak ölçüde çalışmış bulunuyorum. Ben sanıyordum ki, bu çalışmalarımdan dolayı ulusumun sevgisini ve yakınlığını kazandım. Belki bütün Müslümanlık dünyasının sevgisini ve yakınlığını da kazandım. Bunun için bu sevgi ve yakınlıklara karşılık, yurttaşlık haklarından da yoksun bırakılacağımı hiç aklıma getirmezdim. Sanıyorum ve sanıyordum ki dış düşmanlar canıma kıyarak da beni yurdumdaki işimden ayırmaya çalışacaklardır. Ama hiçbir zaman düşünüp düşleyemezdim ki, yüce Mecliste, iki üç kişi bile olsa, özdeş anlayışta bulunabilsin. Bunun içindir ki, ben anlamak istiyorum; bu baylar gerçekten seçim bölgeleri halkının düşünce ve duygularını mı yansıtıyorlar?

Yine bu baylara soruyorum: Milletvekili olmaları bakımından, (bütün ulusun vekili olmak gibi) bir nitelik taşıdıklarına göre, ulusu da kendileri gibi mi düşünüyor?

Baylar, beni yurttaşlık haklarından yoksun etmek yetkisi bu baylara nereden verilmiştir? Bu kürsüden açıkça yüce kurulunuza ve bu bayların seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve karşılık istiyorum!"
 
Ulusun Benim İçin Beslediği İçten Sevgi ve Güveni Göstermesi

Bu sözlerim ajansta ve basında yer aldı. Ulus, konuşmamı ve (karşılığını istediğim) soruyu öğrendi. Yurdun bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçmenler ve halk, hemen, Meclis Başkanlığına protesto yazıları yağdırdılar. Yasa tasarısına imza atan milletvekili bayların seçim bölgeleri halkı da, onları ve onlarla görüş birliğinde olanları kınamakta gecikmediler.Ulusun, benim için gösterdiği sevgi ve güveni içtenlikle belirtmesi bakımından değerli birer anı olarak saklamakta olduğum bu telyazıları büyük bir dosya tutmaktadır. Bu dosyadaki telyazıları, zamanında gazetelerde de yayımlanmıştı. Ben, burada yalnız bir seçim bölgesinin, Rize'nin, bana çektiği bir telyazısını,olduğu gibi sunmakla yetineceğim:

Üç milletvekili bayın, Seçim Yasası ile ilgili, bilinen önergesine sancağımız milletvekillerinin katılmayacağı kanısıyla bir şey yazmayı gerekli görmemiştik. Şimdi Milletvekili Osman Efendi'den aldığımız mektupta, kendisinin o önerge ile ilgili bulunduğunu ve karşıcıl gruptan olduğunu övünürcesine bildirmesi üzerine, şunları bilgilerinize sunmak zorunda kaldık:
1. 1-(İçten gelen övücü sözlerden sonra) Size ve sayın değerli çalışma arkadaşlarınıza karşı sancağımız adına söz söyleyen ve aykırı görüş besleyen ve bizce hiçbir değeri ve önemi olmayan milletvekilini lanetleriz. Onun sancağımızı temsil etmek hakkı da olamaz.
2. 2-Şu zamanda, vatansızların bile katılmayacağı karşıcıllığı ve karıştırıcılığı bize öğütleyen milletvekili bayın, görüşüne katılacak bir tek kişinin bile sancağımızda bulunmadığını kıvanarak ve üstün saygılarımızla bilgilerinize sunarız efendim.
İ
 
Yeniden Seçim Yapılması Kararı

Saygıdeğer baylar, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, olaylarını anlattığımız günlerdeki, karışık ruh durumu, gerçekten düşünülmeye değer bir nitelik aldı. Bütün ulusta, Meclisin görev yapamayacak bir duruma geldiği kaygısı sezilmeye başladı. Mecliste, durumu soğukkanlılık ve sağgörü ile usa vurup inceleyenler bile üzüntülerini açığa vurmaktan kendilerini alamıyorlardı. Artık Meclis yenilenmedikçe, ulusun ve ülkenin ağır ve sorumluluğu gerektiren işlerinin yürütülemeyeceğine kuşku kalmamıştı. Bunun zorunlu olduğuna ben de inandım. Bir gece Başbakan Rauf Bey'e, istasyondaki konutunda, Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırmasını, benim de geleceğimi telefonla bildirdim.

Rauf Bey'in konutunda toplanan Bakanlar Kuruluna, Meclisin yenilenmesini, Meclise önermek gerektiğini söyledim. Kısa bir tartışmadan sonra, Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık. Gene o gece, Meclisteki Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu Yönetim Kurulunu da Bakanlar Kurulu toplantısına çağırdım. Bu yönetim kurulu içinde, önerimi yersiz bulup şaşanlar oldu. Görüşmeler ve tartışmalar ertesi güne değin sürdü. Böyle olmakla birlikte bu kurulla da anlaştık. Ondan sonra hemen Grup Genel Kurulunu topladım. Bu toplantıda yurdun genel durumunu, ivedilikle görülmesi gereken ulus işlerini anlattım; Meclisin artık bu görevleri yapmaya yeteneği kalmadığını söyleyip tanıtlayarak, Meclisten, seçimlerin yenilenmesine karar vermesini istemek gerektiğini bildirdim. Grup Genel Kurulu, sözlerimi ve açıklamalarımı iyi karşıladı. Bunun üzerine konu gene o gün 1 Nisan 1923'te Meclise götürüldü, Yüz yirmiye yakın üye, bir önerge ile, Meclise, seçimlerin yenilenmesi için bir yasa tasarısı sundu. Meclis, yeniden seçim yapılması ile ilgili yasayı oybirliği ile kabul etti.

Meclisin bu kararı vermesi devrim tarihimizde önemli bir noktadır. Çünkü bu yasayı çıkarmakla Meclis, kendinde beliren hastalığı kabul ettiğini ve bundan dolayı ulusun duyduğu üzüntüyü anlamış olduğunu gösterdi
.
 
Lozan Konferansının İkinci Evresi ve Yeni Seçimlerde Ulusun Gösterdiği Uyanıklık

Baylar Lozan Konferansı 23 Nisan 1923'te yeniden toplandı. Delegeler Kurulumuz, Lozan'da barışı sağlamaya çalışırken, ben de yeni seçimlerle uğraşıyordum.

Yeni seçimlere, bildiğiniz ilkelerimizi ilan ederek girdik. Görüşlerimizi benimseyip milletvekili olmak isteyen kişiler, önce ilkeleri benimsediğini ve görüşlerimize katıldığını bana bildiriyorlardı. Adayları ben saptayacaktım ve zamanında partimiz adına ben ilan edecektim.

Böyle bir yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm; çünkü, yapılacak seçimlerde ulusu aldatarak çeşitli ereklerle milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum. Yurdun her yerinde, konuşmalarım ve uyarmalarım büyük bir içtenlikle ve güvenle karşılandı.

Bütün ulus, ortaya attığım ilkeleri bütünüyle benimsedi. İlkelere ve dahası, bana bile karşıcıl durum alacakların ulusça milletvekilliğine seçilemeyecekleri anlaşıldı.
 
Nurettin Paşa'nın Bağımsız Olarak Milletvekili Seçilmeye Girişmesi ve Yayımladığı Yaşamöyküsü Kitapçığı

Gerçekten, kimi seçim bölgelerinde kendi başlarına (seçilmek) isteyenler başarı sağlayamadılar. Bu arada, o zaman daha Birinci Ordumuzun Komutanı bulunan Nurettin Paşa da milletvekili olmaya girişmişti, seçilemedi. Nurettin Paşa, bu isteğini daha sonra, bir ara seçiminde, Bursa'da gerçekleştirdi.

Paşa'nın, kendi başına ve bağımsız olarak milletvekili seçilmek için, her zaman olduğu gibi kendi yöntemine göre, gerekli propagandayı yaptırmaktan da geri kalmadığı anlaşılmıştı. Bu yoldaki girişim ve yayınlardan herkesin dikkatini çeken, özellikle Nurettin Paşa'nın yaşamöyküsü kitapçığıdır.

Nurettin Paşa, yeni seçim yılı olan 1923'te Âbit Süreyya Bey adında bir kişiye A. S. simgesiyle, bir yaşamöyküsü yayımlattı.

Âbit Süreyya Bey, Abdülhamit'in başyazmanlarından rahmetli Süreyya Paşa'nın oğludur. Meşrutiyetten önce Nurettin Paşa gibi ve onunla birlikte padişahın onursal yaveri idi. Birinci Dünya Savaşında İzmir'de, Kurtuluş Savaşının sonunda da Nurettin Paşa karargâhının bulunduğu İzmit'te ordu üstenciliği (mütahhitliği) yaptı. Nurettin Paşa'nın yaşamöyküsü kitapçığını yazan, Âbit Süreyya Bey değildir. Kitapçık, yazılı olarak kendisine verilmiş ve Nurettin Paşa ondan adının ilk harflerini kitapçığa koyarak ortağı bulunduğu "Osmanlı Basımevi (Matbaa-i Osmaniye)"nde bastırmasını rica etmiştir.

Bu kitapçığın kabında şu yazılar okunur:

"İzmir Fatihi, Karahisar ve Dumlupınar Savaşlarında Düşmanı Yenen Gazi Nurettin Paşa Hazretlerinin Yaşamöyküsü".

Baylar, on dokuz sayfa tutan bu yaşamöyküsü kitapçığını kaç kişinin okuduğunu bilmiyorum. Ben bu kitapçığı ülkedeki bütün aydınların okumasını çok yararlı ve eğitici buluyorum. Yalnız bu kitapçığı okuyanların, ya da okuyacak olanların kitapçıkta değinilen olaylar ve işler üzerinde, başka ve güvenilir kaynaklardan da bilgi edinerek, yazılanlarla gerçekleri karşılaştırmaları ve böylece yargıya varmaları gereklidir.

Bu kitapçığın niteliği ve ortaya koyduğu anlayış üzerinde bir yargıya varmak için, kimi noktalarını birlikte inceleyelim:

Kitapçığın kabındaki yazılardan sonra, yazının başlığında şu sözler vardır:

"Kûtülamare'yi Kuşatan, Bağdat'ı Savunan; Yemen, Selmanpâk, Batı Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar, İzmir Savaşlarında Düşmanı Yenen ve İzmir Fatihi."

Nurettin Paşa'nın kendi kendine takındığı "kuşatan","yenen", "kurtaran" sanları üzerinde düşünceleri sonraya bırakarak, kitapçığın içindekilere geçelim:

Paşa, "Konyar" adındaki Türk boyundan olan rahmetli Mareşal İbrahim Paşa'nın oğlu, Peygamber Hazretlerinin soyundan Ayan üyesi ve eski nazırlardan en yaşlısı (Şeyhülvükelâ) Bursalı rahmetli Rıza Efendi'nin torunlarından imiş... Bu bilgiye ve anlatış biçimine göre, Mehmet Nurettin Paşa hem Türk, hem de Arap'tır. Babasıyla ve büyükbabalarıyla da övünmektedir. Burada babasının büyük adam olmasıyla övünen Bizans İmparatoru Theodosius'a, babası ve anası Türk olan Attila'nın; "Ben de, büyük ve soylu bir ulusun çocuğuyum." dediğini anımsatmadan geçemeyeceğim.

"Okul öğreniminden başka, özel öğrenimler de görmüş olan Nurettin Paşa 1893'de Harp Okulunu bitirerek Birinci Ordu (Hassa Ordusu) Karargâhına kurmay görevlisi olarak atan"mış...

Nurettin Paşa kurmaylık öğrenimi görmemiş ve o sınıfa girmemiştir. Bundan dolayı, ordu karargâhında kurmaylık görevine atanamaz. Olsa olsa, bir birliğe gönderilmeyip ordu karargahında yardımcılık görevi ile, ya da buna benzer bir görevle alıkonulmuş olabilir. Elbette genç bir teğmen için, askerlik görevine buradan başlamak övünülecek bir başlangıç sayılmaz. Birliklerden birine atanmak, orada askerliğin sıkı düzenine ve güçlüklerine alışmak gerektir.

Nurettin Paşa: "1897'de Yunan savaşına gönüllü olarak katılmış ve Başkomutanlığa atanan Gazi Osman Paşa'nın emir subaylığına, İstanbul'a dönüşünde de padişahın yaverliğine ve konukçuluk görevlerine..." atanmış. Bilindiği üzere Gazi Osman Paşa, İstanbul'dan Selanik'e dek gitmiş ve savaş alanına gitmeden Selanik'ten geri dönmüştür. Savaşa girmemiş bir komutanın emir subaylığına, ondan sonra da Sultan Hamit'in yaverliğine ve birtakım konukçuluk görevlerine atanmış olmak, bilmem ki ne denli anılmaya ve övünmeye değer görülebilir?

Nurettin Paşa: "Sırasıyla yarbaylığa ve albaylığa yükseltilmiş ve 1908 yılı başlarında Selanik'te Üçüncü Ordu Karargâhı Özel Şube Müdürlüğüne atan"mış... Nurettin Paşa'nın hangi sıra ile albaylığa dek yükselmiş olduğu, Meşrutiyet kurulduktan sonra yeniden binbaşılığa indirilmiş olmasıyla anlaşılıyorsa da, Selanik'te Üçüncü Ordu Karargâhı Özel Şube Müdürlüğüne atanmasını anlamak güçtür. Çünkü, karargahında benim de görevli bulunduğum o orduda, denildiği gibi özel bir şube yoktu. Anlaşılan, ordu komutanı olan babası, oğlu için, özel ve gizli işlerle ilgili bir şube kurmuş olacak...

Nurettin Paşa, Üçüncü Ordu Komutanı bulunan: "Babası Mareşal İbrahim Paşa ile Meşrutiyet devriminin yapılmasına ve ayaklanmanın ılımlı ve esenli olarak yürütülmesine çalışmışlar ve önderlik etmişler..."

Yaşamöyküsü kitapçığında, Nurettin Paşa'yı Sultan Hamit'in iki kez tutuklatıp sorguya çektirdiği; birincisinde sürgüne gönderilmesine, ikincisinde askerlikten kovularak altı yıl hapsine karar verildiği; ama babasının araya girip yalvarması üzerine kurtulduğu öyküsünden sonra: "İstanbul'dan bir yolunu bulup yine Rumeli'ye geçerek, 1908 Meşrutiyet devriminin hazırlanması ve yapılması için başka arkadaşlarıyla birlikte çalışmıştır." sözleri yazılı bulunmaktadır.

Nurettin Paşa'nın uğradığı kıyımı kısaca anlatmak gerekirse, diyebiliriz ki, Sultan Hamit, özgür düşüncelerinden ötürü Nurettin Bey'e kızdıkça, onu yarbaylığa, albaylığa yükselterek sırmasını artırır ve onu, babasının sevecenlik ve okşamasına bırakırmış...
 
Back