• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Lozan Barış Konferansına Çağırılmamız

İşte, ondan sonra idi ki İsmet Paşa'ya, bir olupbitti biçiminde, Dışişleri Bakanı olacağını, ondan sonra da barış konferansına Delegeler Kurulu Başkanı olarak gideceğini söyledim. Paşa, birdenbire şaşırdı. Asker olduğunu ileri sürerek özür diledi. En sonunda, önerimi bir buyruk sayarak kabul etti. Yine Ankara'ya döndüm. Bu sırada 28 Ekim 1922'de, İtilâf Devletleri bizi Lozan'da toplanacak barış konferansına çağırdı. İtilâf Devletleri, hâlâ İstanbul'da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa çağırıyordu.
 
Padişahlığın Kaldırılması

Bu ortaklaşa çağrılma olayı padişahlığın kaldırılması işini kesin olarak sonuçlandırdı. Gerçekten, 1 Kasım 1922 günlü yasa gereğince, halifelik ile padişahlık birbirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri eylemli olarak erkini yürüten ulusal egemenlik berkitildi. Halifelik açık hakları olmaksızın bir süre daha bırakıldı.

Baylar, bu konuda gereği kadar sağlam bilgiler vardır. Konunun özelliklerine ilişkin yönler belki yüce kurulunuzu ilgilendirir düşüncesiyle, kimi bilgiler sunacağım:

Bilindiği üzere, padişahlık ve halifelik makamları ayrı ayrı ve birleşik olarak önemli sorunlardan sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir anımı bilginize sunayım: 1 Kasım 1922 gününden önce, Meclis çevrelerinde karşıcıllar, benim padişahlığı kaldıracağım yolunda telaşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.

Rauf Bey, bir gün Meclisteki odama gelerek benimle önemli birtakım işleri görüşmek istediğini; akşamleyin Refet Paşa'nın Keçiören'deki evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey'in önerisini kabul ettim. Fuat Paşa'nın orada bulunmasına izin vermemi istedi; onu da uygun gördüm. Refet Paşa'nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey'den dinlediklerimin özeti şu idi: Meclis, padişahlığın, belki de halifeliğin ortadan kaldırılması düşüncesinde bulunulduğu kaygısıyla üzgündür. Sizden ve sizin gelecekte alacağınız durumdan kuşkulanmaktadır. Bunun için, Meclise ve dolayısıyla ulus kamuoyuna güvence vermeniz gereğine inanıyorum.
 
Rauf Bey'in Padişahlık ve Halifelik Konusundaki Düşünceleri

Rauf Bey'den, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncesinin ve kanısının ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu açıklamalarda bulundu: "Ben, dedi, padişahlık ve halifelik katına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise görgümün gereğidir. Bunlardan başka, genel görüşlerim de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun bir iş olamaz."

Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'dan düşüncesini sordum. Refet Paşa'nın yanıtı şu idi: "Rauf Bey'in bütün düşünce ve görüşlerine katılırım. Gerçekten bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz...."

Ondan sonra Fuat Paşa'nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa, Moskova'dan yeni geldiğinden durumu, kamunun düşünce ve duygularını gereğince incelemeye daha zaman bulamadığından söz ederek görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi.

Ben kendilerine, kısaca şu yanıtı verdim: "Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Mecliste kimilerinin korkup ivediliğe ve heyecana kapılmasına da yer yoktur."

Rauf Bey bu yanıtımdan kıvanmış göründü. Ama, şu ya da bu biçimde, söz konusu sorun üzerinde konuşmalar sürdürüldü. Akşam üzeri başlayan konuşmamız, bütün gece, sabaha değin uzadı. Rauf Bey'in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim. Benim halifelik, padişahlık ve ilerde alabileceğim durum üzerinde kendilerine söylediğim ve kendilerinin de inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımla Meclise söyletmek...

Kendilerine söylediğim sözleri, olduğu gibi Meclise de söylemekte sakınca görmediğimi bildirdim. Dahası, bu sözleri kurşunkalemiyle bir kâğıt parçasına yazdım ve ertesi gün bir sırasına getirip, bunları Mecliste söyleyeceğime söz verdim; bu sözümü de yerine getirdim. Benim bunları Mecliste söylememi karşıcıllar Rauf Bey'in bir başarısı saymışlar ve kendisini kutlamışlar.
 
ataturk-sergisi.jpg
 
Padişahlığın Kaldırılması Mecliste Görüşülürken Rauf Bey'e Verdiğim Ödev

Baylar, belki birtakım kişilere göre Rauf Bey üzerine aldığı görevi yapmıştı. Ben de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini, açıkladığım gibi yapmıştım. Ama genel görevimin gerektirdiği temel işi yapma ve uygulama zamanı gelince de hiç duraksamadım. Tevfik Paşa'nın telyazıları dolayısıyla padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, hemen Rauf Bey'i Meclisteki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta, kendisinden şunu istedim: "Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!" Rauf Bey'le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da, bu yolda konuşmasını rica ettim.

Baylar, (Meclisin) o günlerle ilgili tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey kürsüden bir iki kez konuştu ve dahası, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.

Burada bir nokta, kafalarda düğümlenip kalabilir. Bana, Padişaha bağlı kalmayı borç bildiğini, padişahlık katının yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmanın yıkıma yol açacağını ve büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten (sonra); özellikle kararımı desteklemesi ve padişahlığın kaldırılması için Mecliste bir konuşma yapması yolundaki isteğim karşısında hiçbir şey söylemeksizin uysallık göstermiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey, eski inançlarını değiştirmiş miydi? Yoksa bu inançlarında aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde tam bir kanı ile yargıda bulunmak güçtür.

Baylar, böyle kuşkulu bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun incelenmesini kolaylaştırmaya yarayacak kimi evreleri, işlemleri ve tartışmaları yüce kurulunuza anımsatmayı yeğlerim.
 
Lozan Barış Konferansına Tevfik Paşa ve Arkadaşları da Delege Göndermek İstiyorlardı

Bilginize sunmuştum ki, Padişahlığın kaldırılması; Lozan Konferansına İstanbul'dan da bir delegeler kurulu çağrılması ve İstanbul'u yani Vahdettin ile Tevfik Paşa ve arkadaşlarının da böyle bir çağrıyı, Türk ulusunun büyük emekler ve özverilerle elde ettiği yararları küçültmek, belki de anlamsız bir niteliğe düşürmek pahasına da olsa, kabul eylemesi yüzündendi.

Tevfik Paşa, ilkin doğrudan doğruya bana bir tel çekti. 17 Ekim 1922 günlü olan bu telde Tevfik Paşa, kazanılan utkunun, bundan böyle, İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ve ikiliği kaldırmış ve ulusal birliğimizi sağlamış olduğunu yazıyordu. Yani Tevfik Paşa demek istiyordu ki: "Yurtta düşman kalmadı. Padişah yerindedir. Hükümet onun yanındadır. Ulusa düşen, bu makamın vereceği buyruklara uymaktır. Böyle olunca elbette birliğe engel bir şey kalmamış olur." Ancak, Ankara'dan biraz daha yardım istemek akıllılığını gösteriyordu. O da, Barış Konferansına İstanbul ile Ankara'nın birlikte çağrılması dolayısıyla, daha önce, benden çok gizli yönerge almış bir kişinin elden gelen çabuklukla İstanbul'a gönderilmesini sağlamaktı. (belge: 260)

Tevfik Paşa'ya bildirilmek üzere İstanbul'da Hâmit Bey'e çektiğim telde: "Tevfik Paşa ile arkadaşlarının devlet siyasasını bulandırmaktan vazgeçmemelerinin ne denli büyük sorumluluk doğuracağının apaçık belli olduğunu" bildirdim. (belge: 261)

Ne yazık ki Hâmit Bey, bu telyazısının, olduğu gibi, Tevfik Paşa'ya bildirilmesi gerektiğini anlayamamış; bunu kendisine verilmiş bir yönerge sanmış. Bununla birlikte, bu telyazımda bildirdiklerime uygun olarak, Tevfik Paşa'ya üç günde beş kez bildirim yapmış. Dahası, Tevfik Paşa ile arkadaşlarının konferansa delege göndermeyeceklerini bildiren bir demeç taslağı hazırlayıp, gazetelere ve ajanslara verilmek üzere kendilerine göndermiş.(belge: 262)
 
Çıkarlarını Kirli Bir Tahtın Çürümüş, Çökmüş Ayaklarına Sarılmakta Bulanlar

Bütün çıkarlarını kirli bir tahtın çürümüş, çökmüş, ayaklarına sarılmakta, yalnız bunda gören ve Tevfik Paşa ile benzeri paşalardan kurulmuş bulunan Vahdettin hükümetinin, gizli amaçlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa'nın bana çektiği tele (yanıt vermiştim); bunu almadığını bildirdikten sonra, 29 Ekim 1922 günlü teliyle ve sadrazam sanını kullanarak doğrudan doğruya Meclis Başkanlığına başvurdu. (belge: 263)

Bu telyazısının kapsamı Osmanlı çağının Tevfik paşalarına yaraşır bir biçimde idi.

Tevfik Paşa ve arkadaşları bu telyazılarında, kazanılan başarının elde edilmesine yardım ettiklerinden söz edecek kertede ileri gidebilmişlerdir.

Baylar, Osmanlı Devletinin yasal olmayan hükümeti adını taşımak aymazlığında bulunan ve Tevfik Paşa ile Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulan son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha çok durmak yararsızdır. Sözümü Meclis görüşmelerine getireceğim.

Söz konusu iş dolayısıyla 30 Ekim 1922 günü Mecliste görüşmeler başladı. Çok milletvekilleri çok sözler söylediler. İstanbul'daki Osmanlı hükümetleri (üzerinde durdular); Ferit Paşa evresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi açanların anlayıştan ve vicdandan yoksun birtakım kişiler olduğunu belirterek bu adamların yasalar gereğince cezalandırılmalarını istediler.

"Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu denli akılsızca önerilerde bulunan kişiler... gerçekten İstanbul Hükümetinin tarihsel kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir..." dediler.

İstanbul'da, hükümet adını ve kimliğini takınan adamların, Yurt Hainliği Yasasına göre cezalandırılmaları ile ilgili önergeler okundu.

Baylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devletinin doğduğunu, Anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta olduğunu belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır.

Bu önerge okunduktan sonra, sert bir biçimde karşıcıl durum alanların başında iki kişi göründü. Bunlardan biri Mersin Milletvekili Albay Salâhattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir. Bunlar, padişahlığın kaldırılmaması kanısında bulunduklarını açıkça belirttiler.
 
Osmanlı Padişahlığının Kaldırılması Kararı Verildiği Gün, Anayasa, Dinişleri ve Adalet Komisyonlarının Ortak Toplantısı

Baylar, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaai Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerine konuştum. 1 Kasım 1922 günü, Meclis toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışmalar yapıldı. Mecliste de ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. (belge 264) İslam ve Türk tarihinden söz açarak halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik katının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattım. Hulâgû'nun, Halife Mutasım'ı asıp dünya yüzünde halifeliğe eylemli olarak son verdiğini, eğer 1517'de Mısır'ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek kalıt olarak gelemeyeceğini anlattım.

Bundan sonra, bu sorun ile ilgili önergeler üç komisyona Anayasa, Dinişleri, Adalet komisyonlarına verildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözüp sonuçlandırmaları elbette güçtü. Durumu yakından ve kendim izlemem gerekti.
 
Karma Komisyona Anlattığım Gerçek

Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Dinişleri Komisyon üyesi olan hoca efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak halifeliğin padişahlıktan ayrılamayacağını savladılar. Bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimseler de ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonu, Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim : "Efendiler, dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla veremez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, kesinlikle yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur: Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunayım." dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi : "Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık." dedi. Sorun, Karma Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı.
 
Osmanlı Padişahlığının Çökme ve Dağılma Töreninin Son Evresi

Yasa tasarısı ivedilikle saptandı. O gün, Meclisin ikinci oturumunda okundu. Açık oya konulması önerisine karşı kürsüye çıktım. Dedim ki: "Buna gerek yoktur. Ülkenin ve ulusun bağımsızlığını sonsuza değin koruyacak ilkeleri yüce Meclisin oybirliği ile kabul edeceğini sanırım." "Oylansın!" sesleri yükseldi. En sonu, başkan oya koydu ve: "Oybirliği ile kabul edilmiştir." dedi. Yalnız aykırı bir ses işitildi: "Ben karşıyım!" Bu ses: "Söz yok!" sesleri ile boğuldu. İşte baylar, Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi böyle geçmiştir.
 
Hain Vahdettin Bir İngiliz Gemisiyle İstanbul'dan Kaçıyor

17 Kasım 1922 günlü resmi bir telyazısının ilk tümcesi şu idi: "Vahdettin Efendi, bu gece saraydan kaçmıştır." Bu telyazısının daha bir iki tümcesini, 18 Kasım 1922 günlü Meclis tutanak dergisinde okumuşsunuzdur. Ama telyazısında, bu kaçışa kimlerin aracılık etmiş olabileceğinden söz edildiği gibi Peygamberden kalan kutsal eşyaların nasıl korunduğunu bildiren cümleler de vardı.

Yine o gün, Mecliste okunmuş bir mektubun örneği ile, ona ilişik bulunan ve ajanslarla yayımlanmış olan bir bildiri örneğini de tutanaktan okuyalım:


Mektup Örneği
17 Kasım 1922
Bir sayısını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride yazıldığı gibi, Padişah Hazretleri İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır....
İmza
Harington


Mektuba Ekli Bildirinin Örneği

Resmi olarak bildirilir ki, Padişah Hazretleri bugünkü durum karşısında özgürlüğünü ve canını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi kimliği ile hem İngiliz koruyuculuğunu, hem de İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişah Hazretlerinin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetlerinin Başkomutanı General Sör Çarls Harington, (Sir Charles Harington) Padişah Hazretlerini almaya giderek, bir İngiliz savaş gemisine dek kendisine eşlik etmiştir. Padişah Hazretlerini gemide Akdeniz Filosu Genel Komutanı Amiral Sör Dö Bruk (Sir De Brock) karşılamıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sör Nevil Henderson, (Sir Nevile Henderson) Padişah Hazretlerini gemide görmeye gitmiş ve Kral Beşinci Corc'a bildirilmek üzere isteklerini sormuştur.


General Harington'un Ulviye Sultan adında bir kadına gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, "hiçbir yanıt verilmemiş olduğu" çıkmasıyla Refet Paşa'ya gönderilmiş. O da bize, 25 Kasım 1922'de bir örneğini göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe örneği şudur:


Sultan Hanımefendi Hazretleri

Şimdi Malta'ya yaklaşmakta bulunan Padişah Hazretlerinden, ailesinin durumu üzerine bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen cumartesi, Yıldız'dan (Yıldız Sarayından) bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağ, esen ve keyfi yerinde olduklarını öğrenerek hemen Padişah Hazretlerine duyurmuştum. Eğer Padişah Hazretlerinin aileleriyle ilgili yeni bilgiler vermek iyiliğinde bulunabilirseniz, onu da hemen Padişah Hazretlerine ulaştırmakla mutlu olurum. Padişah Hazretlerinin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla en içten dileklerimi yüce kişiliğinize ve Padişah ailesine sunmama izin vermenizi ve en derin saygılarımla yücelik dileklerimin kabulünü rica ederim.

İmza
Harington



Baylar, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir.

Bundan başka, General Harington'un, İstanbul'daki askeri görevlimize yazdığı mektup ile ekini de irdelemeği gereksiz bulurum.
 
Soylu Bir Ulusu Utançlı Bir Duruma Düşüren Alçak

Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim.

Egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yõntem sonucu olarak büyük bir makam, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile olsa, bir ulusun başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki bu alçak, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu davranış önceliği elbette övülmeye değer.

Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette doğru değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir ulusuz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da ortadan kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, ulusların, birbirleriyle olan ilişkilerinde, kişilerin, özellikle kendi devletinin ve ulusunun dokuncasına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki herkesçe bilinen gerçeği doğruladık.

Uluslararası ilişkilerde korkuluklardan (mankenlerden) yararlanmak yöntemine, düşkünlük çağına son vermek, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır!
 
Abdülmecit Efendi'nin Büyük Millet Meclisince Halife Seçilmesi

Saygıdeğer baylar, kaçan halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce halifelikten çıkarıldı; yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi.

Meclisçe yeni halife seçilmeden önce, seçilecek kişinin de padişahlık tutku ve savına kapılarak herhangi bir yabancı devlete sığınmasını önlemek gerekiyordu. Bunun için İstanbul'daki görevlimiz Refet Paşa'ya, Abdülmecit Efendi ile görüşmesini; dahası, elinden, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin halifelik ve padişahlık üzerine aldığı kararı tümüyle kabul ettiğini bildirir bir de belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

18 Kasım 1922 günü İstanbul'da Refet Paşa'ya bir kapalı tel ile verdiğim yönergede de, başlıca şu noktaları yazmıştım: "Abdülmecit Efendi, Müslümanların Halifesi sanını kullanacaktır. Bu sana, başka san ve söz eklenmeyecektir. Müslümanlık dünyasına duyurulmak üzere düzenleyeceği bir bildiriyi sizin aracılığınızla önce bize, şifre ile bildirecektir. Onaylandıktan sonra yine şifre ile ve sizin aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayımlanacaktır. Bu bildiri başlıca şunları kapsayacaktır:

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kendisini halifeliğe seçmesinden ötürü sevindiği açıkça belirtilecektir.

b) Vahdettin Efendi'nin yaptıkları bir bir sayılarak kınanacaktır.

c) Anayasanın ilk on maddesinin kapsamı uygun bir yolla açıklanarak ve önemli yerleri olduğu gibi alınarak, Türkiye Devleti'nin, Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümetinin kendine özgü nitelikleri ile yönetim biçiminin Türkiye halkı ve bütün Müslümanlık dünyası için en yararlı ve en uygun olduğu belirtilip saptanacaktır.

d) Türkiye ulusal halk hükümetinin geçmişte gördüğü işler ve değerli çalışmaları övücü bir dille anılacaktır.

e) İşbu bildiride, yukarıda sözü edilenlerden başka, siyasa sayılabilecek bir görüş ve düşünceye yer verilmeyecektir.

19 Kasım 1922 günlü açık bir telyazısı ile de Abdülmecit Efendi'ye:

"Türkiye Devleti egemenliğinin sınırsız ve koşulsuz olarak ulusta bulunduğunu saptayan Anayasa gereğince yürütme erki ve yasama yetkisi kendisinde belirmiş ve toplanmış bulunan, ulusun biricik ve gerçek temsilcilerinden kurulmuş Türkiye Büyük Meclisinin 1 Kasım 1922'de oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkelere göre, yüce Meclisçe 18 Kasım 1922 günü yapılan oturumunda halifeliğe seçilmiş olduğunu" bildirdim. (belge: 265)

19 Kasım 1922 günlü bir şifre telle Refet Paşa, çektiğimiz tellere yanıt veriyordu. Abdülmecit Efendi:"İmzasının üstünde, Müslümanların Halifesi ve Mekke ile Medine'nin Kulu (Hadimülharemeyn) sanını koyabileceği; cuma selamlığında halifelere özgü kaftan giyebileceği ve Fatih'inkine benzer bir sarık takınabileceği ve bunun uygun olacağı" düşüncesini ileri sürmüş. Müslümanlık dünyasına yayımlayacağı bildiride ise, Vahdettin Efendi için bir şey söylemek konusunda özür dilemiş; ayrıca bildiri İstanbul gazetelerinde yayımlanırken Türkçesi ile birlikte Arapça çevirisinin de yayımlatılması görüşünü ileri sürmüş. (belge: 266)

Refet Paşa'ya makine başında 20 Kasım 1922 günü verdiğim yanıtta, "Müslümanların Halifesi" sanı ile birlikte "Kutsal Mekke ile Medine'nin Kulu" (Hadimülharemeynişşerifeyn) deyiminin de kullanılmasını onayladım; ama cuma töreninde Fatih'in kılığına girmesini uygun bulmadım. Redingot ya da İstanbulin giyebileceğini, askeri elbise giymesinin elbette söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayımlanacak bildiride Vahdettin'in adı anılmaksızın eski halifenin kişiliğinin ve zamanında düşülen kötü durumun söz konusu edilmesi gerektiğini bildirdim.
 
Abdülmecit Efendi Babasının Adı Dolayısıyla da Olsa "Han" Sanından Vazgeçemiyor

Refet Paşa'dan 20 Kasım 1922'de aldığım şifre bir telin birinci maddesinde şöyle deniliyordu: "Abdülmecit Efendi'nin 20 Kasım 1922 günlü yazısının altında Peygamberin Halifesi ve Kutsal Mekke ile Medine'nin Kulu sanının altında Abdülaziz Han Oğlu Abdülmecit imzası kullanılmıştır."

Baylar, yaptığımız uyarmayı iyi karşıladığını söylemiş olan Abdülmecit Efendi, "Müslümanların Halifesi" yerine "Peygamber Halifesi" ve babasının adı dolayısıyla da "Han" sanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşünceler ileri sürdükten sonra da, bildirisinde Vahdettin'e değinmekten vazgeçtiğini; çünkü, "başkasının kötü işlerini anmak biçiminde bile olsa, böyle bir bildirinin kendi tutumuna ve yaradılışına ağır geleceğinin bilindiğini" bildirmiş. Bu, telin ikinci maddesinde yazılı idi. Telin üçüncü maddesi,benim Meclis Başkanı olarak kendisine halifeliğe seçildiğini bildirmek üzere yazdığım tele yanıt idi. Bu yanıtta: "Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine" diye doğrudan doğruya beni ilgilendiren özel bir başlık kullanılmıştı. Dördüncü maddede, Müslümanlık dünyasına yayımlayacağı bildirinin örneği vardı. Bu bildiriye İstanbul'un "Yüce Halifelik Merkezi" (Dârülhilâfetülâliye) olduğu da özenle yazılmış bulunuyordu.

21 Kasım 1922 günlü bir telde: "Peygamberin Halifesi yerine, daha önce bildirdiğimiz gibi, Müslümanların Halifesi denilecektir." dedik. Halifeliğe seçildiğini bildirmek üzere yazdığımız tele vereceği yanıtın bana değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına gönderilmesi konusunda kendisini uyardık. Yazılarında siyasal ve genel konuları kapsayan kelimeler bulunduğunu, bunlardan çekinmesi gerektiğini bildirdik.

Baylar, önemsiz ayrıntılar gibi görülebilecek olan bu açıklamalarımla belirtmek istediğim temel nokta şudur: Ben, kişisel egemenliğin kaldırılmasından sonra, başka sanla yine bu nitelikte bir makam sayılması gereken halifeliğin de kaldırılmış bulunduğunu kabul ediyordum. Bunun uygun zaman ve fırsatta söylenmesini doğal buluyordum. Halifeliğe seçilen Abdülmecit Efendi'nin, bu gerçeği hiç anlamadığı düşünülemez. Özellikle, onun, halife sanı ile padişahlık yapması için gerekli nedenleri ve koşulları hazırlayıp sağlayabileceklerini tasarlayan kimseler bulunduğu düşünülürse, kendisinin ve doğal yardımcılarının bön ve aymaz kişiler olduklarını sanmak hiç de doğr
u olamazdı.
 
Halife Olacak Kişinin Niteliği ve Yetkisi Ne Olacaktı

Şimdi isterseniz halife seçimi dolayısıyla Meclisin 18 Kasım 1922 günü yaptığı gizli oturumlardaki görüşmeler üzerine kısaca bilgi vereyim.

Mecliste sorunu çok ağır ve önemli sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler, kendi uzmanlıkları ile ilgili bir konu bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış... Onu halifelikten çıkarmak, yenisini seçmek... Sonra yenisini İstanbul'da bırakmayıp Ankara'ya getirmek... Ulusun ve devletin yakından başına geçirmek... Kısacası, halifenin kaçması yüzünden Türkiye'de, bütün Müslümanlık dünyasında kargaşa çıkmış, ya da çıkacakmış... Onun için önlemler alınmalı imiş... yollu düşünceler, kaygılar ileri sürülüyordu.

Konuşmacıların kimisi de, halife olacak kişinin niteliğinin ve yetkisinin ne olacağını saptamak gereğinden söz ediyordu. Ben de görüşmelere ve tartışmalara katıldım. Söylediklerimin çoğu, ileri sürülen düşüncelere yanıt niteliğinde idi. Söylediklerimin ana çizgileri şu cümlelerde idi.

"Söz konusu sorun çok tartışılıp irdelenebilir. Ama tartışma ve irdelemelerde ne denli ileri gidersek, sorunu çözümlemekte o denli güçlüğe uğrar ve gecikiriz. Yalnız şu noktaya dikkati çekerim: Bu Meclis Türkiye halkının Meclisidir. Bu Meclisin niteliği ve yetkisi yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk yurdunun varlığı ve alın yazısı ile ilgilidir ve ancak ona etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün Müslümanlık dünyasına etkin bir güç edinemez baylar! Türk ulusu ve onun temsilcilerinden kurulmuş olan Meclisimiz kendi varlığını, halife sanını taşıyan, ya da taşıyacak olan bir kişinin eline veremez ve vermeyecektir baylar! Bundan dolayı Müslümanlık dünyasında kargaşa varmış, ya da olacakmış; bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor."

Bu sözümü kabul etmeyen bir kişiye yanıt verdim, açıktan açığa dedim ki:

-Sen yalan söyleyebilirsin, bu yaratılıştasın!

Baylar, gürültüye yer olmadığını açıkladıktan sonra dedim ki: "Bizim, dünya gözündeki en büyük gücümüz ve erkimiz, yeni durumumuz ve niteliğimizdir. Halife tutsak olabilir. Halife adını taşıyanlar yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler el ele verip her şeyi yapmaya girişebilirler. Ama, yeni Türkiye'nin yönetim biçimini, siyasasını, gücünü, kesinlikle sarsamazlar.

 
Türkiye Halkı Sınırsız ve Koşulsuz Olarak Egemenliğini Elinde Tutar

Türk halkının sınırsız ve koşulsuz olarak egemenliğini elinde tuttuğunu bir kez daha ve kesinlikle söylüyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı ister halife olsun, ister ne olursa olsun, hiç kimse bu ulusun alın yazısında ona ortak çıkamaz. Ulus, buna, kesinlikle göz yumamaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun için, kaçak halifeyi halifelikten çıkarmakta, yenisini seçmekte ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde, söylediğim görüşlere uymak zorunludur. Başka türlü hiçbir şey yapılamaz."

Saygıdeğer baylar, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, Meclisin çoğunluğu, yapılacak işlem üzerinde görüş birliğine vardı. Alınacak sonucun ne olduğunu biliyorsunuz.

Padişahlığın kaldırılması üzerine İstanbul'da hükümet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşalarla arkadaşlarının çekilme yazılarını Saray'a nasıl verdiklerinden, İstanbul'un yönetimini düzenlemek için verdiğimiz buyruklardan ve yönergelerden de söz ederek yüksek kurulunuzu yormayı yararlı bulmuyorum.
 
Lozan Barışı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Meydana Gelen Gelişmeler

Lozan Barış Konferansı

Lozan Konferansı genel toplantısı, 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ile Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa'nın başkanlığındaki Delegeler Kurulunu oluşturuyordu.

Delegeler Kurulumuz, Kasım 1922 başlarında, Lozan'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı.

Baylar, iki dönemli olup, sekiz ay süren Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinmektedir.

Bir süre, Ankara'da, Lozan Konferansı görüşmelerini izledim. Görüşmeler ateşli, tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını tanıyan olumlu sonuç görülmüyordu. Ben, bunu pek olağan buluyordum. Çünkü, Lozan Barış masasında söz konusu edilen sorunlar, yalnız üç dört yıllık yeni evreye bağlı kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görülüyordu. Bu denli eski, bu denli karışık, bu denli bulaşık hesapların içinden çıkmak elbette pek yalın ve kolay olmayacaktı.

Baylar, bilirsiniz ki yeni Türk Devletinden önceki Osmanlı Devleti "Eski Antlaşmalar" (Uhudu Atika.) adı altında birtakım kapitülasyonların tutsağı idi. Hıristiyan halkın birçok ayrıcalıkları ve yeğlenme hakları vardı. Osmanlı Devletinin, Osmanlı ülkesinde bulunan yabancıları yargılama hakkı yoktu; kendi uyruklarından aldığı vergiyi yabancılardan alması yasaktı; devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde bulunan topluluklara karşı önlemler alması yasak edilirdi.

Osmanlı Devletinin, kendisini kuran temel öğenin, Türk ulusunun insanca yaşamasını sağlayacak yollara başvurması da yasak edilmişti. Ülkeyi bayındırlaştıramaz, demiryolu yaptıramaz; dahası, okul bile yaptırmakta özgür değildi. Bu gibi durumlarda yabancılar engel olurdu.

Osmanlı hükümdarları ve yakınları parıltılı büyük gösterişler içinde yaşayabilmek için ülkenin ve ulusun bütün kaynaklarını kuruttuktan başka, ulusun her türlü gelirini karşılık göstererek ve devletin onurunu, şerefini ayaklar altına alarak birçok borçlara girmişlerdi. O denli ki, devlet bu borçların üremlerini (faiz) bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde batmış sayılmıştı.
 
Osmanlı Devleti'nin Dünya Gözünde Hiçbir Değeri Kalmamıştı

Baylar, kalıtçısı (varisi) olduğumuz Osmanlı Devletinin dünya gözünde hiçbir değeri, erdemi ve onuru kalmamıştı. Uluslararası hakların dışında bırakılmış, sanki koruyuculuk ve güdüm altına alınmış gibi görülüyordu.

Geçmişteki savsaklamalarla, yanlışlıklarla hiçbir ilgimiz yokken, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Ulusu ve ülkeyi gerçek bağımsızlığına ve egemenliğine kavuşturmak için bu güçlüklere katlanmak ve özveride bulunmak da bizim üzerimize yükletilmişti. Ben, ne olursa olsun olumlu sonuç alınacağına güveniyordum. Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği ne olursa olsun elde etmek ve sağlamak zorunda olduğu temel (hakların) dünyaca tanınacağına hiç kuşkum yoktu. Çünkü, gerçekte bu temel (haklar) güçle, hak ederek ve eylemli olarak elle tutulurcasına alınmıştı. Konferans masasında istediğimiz, gerçekte elde edilmiş olan hakların yöntem gereği yazılıp onanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz açık ve doğal haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı korumak ve sağlamak için gücümüz de vardı; gücümüz de yeterdi. En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız ulusal egemenliğimizi elde etmiş, onu eylemli olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi yine eylemli olarak tanıtlamış olmamız idi.

İşte bu düşüncelerle, Konferansın gidişini soğukkanlılıkla izliyor ve gösterdiği ters durumlara gereğinden çok önem vermiyordum.
 
Back