Muhteşem Yüzyıl Star Tv

Eski Hürrem Sultan Meryem Uzerli diziden ayrılması sizi nasıl etkiledi ?

  • Bir daha bu diziyi izlemem

    OY: 54 23,3%
  • Gelen gideni aratacak gibi ama izlerim

    OY: 45 19,4%
  • Kimse vazgeçilmez değildir. Emeğe, ekibe saygı aynı keyifle izlemeye devam

    OY: 65 28,0%
  • Kararsızım ama eski tadı kalmadı. İzlesem de olur izlemesem de.

    OY: 84 36,2%

  • Ankete Katılan
    232
sok oldum.
 



Hahahaaha yurdum insanı
Kurtlar vadisinde Çakırın ölümünden sonra da mevlüt okutturup, helva dağıtmışlardı ya
 



Fragman çok acı ..
Cihangirin haykırışları da tuz biber olmuş..

Ben ne olursa olsun ama ne olursa olsun insanların birbirlerini ''katletmelerinin '' haklı sebebleri olduğuna inanmıyorum. hele ki babanın evladını,kardeşin kardeşi öldürmesi büyük zalimlik ve tarihi bir gerçektir ki osmanlı'nın içinde de bu zalimlerden çokca vardı .

Yılmaz Özdil'in bir yazısı var bu konuyla alakalı diyor ki ; 461 sene sonra Türk halkında jeton düştü..
 
Fragman içimi acıttı... Bir babanın evladına böyle yapması içler acısı gerçekten. Devamında Mustafının çocuklarıda aynı kadere ortak gitmişler. Sırada Beyazıt var..
O dönemde yazılmış mersiyeleri okudum, halk çok üzülmüş Mustafanın ölümüne, şiirler, ağıtlar yazılmış ardından..
Bu arada tarih sevenler bu gece Tarihin Arka Odasında şehzade katli konu ele alınacak, Prof İlber Ortaylı anlatacak. Kaçırmamanızı öneririm..
 
bunlrı nette buldum

Kanuni Sultan Süleyman’ın sefere gittiği zamanlarda Hürrem Sultan (Roksalan ya da Roza) Osmanlıcayı çok iyi bilen birisini karşısına alarak padişaha etkileyici mektuplar yazdırıyordu.
Bu mektuplardan bazı örnekleri aşağıda yazıyorum..
“ Canımın ta kendisi Sultanım:
“ Yüce Tanrı’ya yalvarıyorum ki, artık sizi benden ayırmasın. Mübarek yüzünüzü çok geçmeden göreyim. Bizi ayrı kalmaktan kurtarsın ulu Allah’ım.
“ Bütün denizler mürekkep ve bütün ağaçlar kalem olsa, bu ayrılık hasretinin acısını yine de anlatamazlar. Sultanım, melek yüzlüm; gece yoktur ki hasret ahımın ateşinden ve yüreğimden kupan kıvılcımlardan Dünya tutuşmasın. Ağaran gün yoktur ki güneş yüzünün hasretiyle ben feryat ettikçe felekler parçalanmasın..
“ Sultanım, beni yakan ayrılık ateşinin sınırı yoktur. Siz de bu dertliyi düşünerek mektup göndermekte gecikmeyiniz. Yüzünüzü görmekten uzağım bari mektubunuzla içime ferahlık gelsin.
“ Benim Sultanım, buyurmuşsunuz ki: ( eğer yazdıklarımı okuya bilse, o’na olan hasretimden daha çok bahsederdim.) Bana bu kadarı da yeter, canıma değdi. Mektubunuzu okurken oğlu Mehmet ve kızım Mihrimâh da ayrılık acısıyla ağlaştılar. Onların ağlayışları beni deli ediyor. Hep birlikte yas tutar gibiyiz.
“ Her iki cihanda mesut olunuz, Sultanım.”
Hürrem’in, Kanuni seferdeyken yazdırdığı bir başka mektubu:
“ Ayağınızın bastığı toprağı yüzlerce öptükten sonra, benim güneşim ve saadetimin sermayesi Sultanım:
“ Eğer siz bu ayrılık ateşi ile yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap olmuş, gözleri yaşla dolmuş, gecesini gündüzünden ayıramayacak kadar hasret denizinde boğulmuş biçareyi; aşkınızla, Ferhat ve Mecnundan beter olmuş aşk kölenizi sorarsanız, Sultanımdan ayrı olduğumdan beri bülbül misâli âhım ve feryatlarım dinmemiştir. Öyle bir hale düştüm ki, bu hasretin verdiği kahrı ve acıyı, Tanrı düşmanlarıma bile vermesin.
“ Benim devletli Sultanım, düşününüz ki bir buçuk aydır sizden bir haber alamamıştım. Allah bilir ki gündüzden geceye ve geceden gündüze kadar ağlıyordum. Yaşamak haram oldu, Dünya daraldı. Gözlerim kapılarda, sizden gelecek bir haberi beklerken çok şükür, zafer haberi yetişti.
“ Tanrı sizi inandırsın; benim Padişahım, Sultanım. Sanki ölmüştüm de, taze can gelip dirildim. Tanrıya şükür olsun gözümün nuru Şâhım, Sultanım.”
 
Hürrem Sultan bu mektubunun sonuna dört satırlık bir beyit eklemeyi de unutmamış:
“ Sultanım hazretleri,
“ Eğer benim nasıl olduğumu soruyorsanız, vallahi benim canım, ne gecem gece, ne gündüzüm gündüz. Padişahımın sohbetlerinden ayrı kalınca benim halim nice olabilir? Vallahi ve tallahi ayrılık ateşinde gece gündüz yanıyorum. Benim derdimi Tanrıdan başkası bilmez.
“ Benim canımın parçası, gözümün nuru ve iki cihanda tek sahibim. Vallahi bütün dileğim yalnız sizsiniz. Benim halim ne dil ile anlatılır ne kalemle. Yazılır.”
“ Vay ne müşkül dert olmuş Padişahın firkati,
“ yaktı yandırdı beni nâr-ı hicrin mihneti,
“ Kimseyi kılmaz nazar devleti Sultanım benim,
“ Bir dahi görmek nasip ola mı Âlem de seni?”
Hürrem Sultan, aşağıda yazdığım bu son örnekte, Mekke’den dönen hacılarla gönderdiği mektuptan bahsediyor..
“ Hazreti Sultanım,
“ Yüzünüzden ayrı kalmanın hasretiyle selamlar, dualar ederek ellerinizi öptükten sonra, benim devletli Sultanım; eğer hasretiniz ateşi ile yanan bu cariyenizin ne halde olduğunu öğrenmek isterseniz, söyleyeyim,
“ İznik’te dikili taş yanına gelip, Mekke’den dönen hacılarla size mektup gönderdim. Bütün dileğim sağlığınızın haberini alıp sevinmektir.
“ Şimdi benim canım, devletlim, saadetim, bildiresiniz: Sıhhatiniz nicedir? Zira yüreğim hasretten kanla dolup taşmıştır. Gece gündüz Tanrıdan dileğim, güzel yüzünüzü görmek ve ayağınızın toprağına yüzümü sürmeği nasip etmesidir.”
( Çağatay Uluçay: Harem'den Mektuplar, İstanbul 1959.)
Görülüyor ki Hürrem Sultan, Kanuni’yi sefere çıktığında da boş bırakmıyor ve yazdırdığı mektuplarla etkisi altında tutmaya çalışıyordu. Tabii ki bunda da başarılı olduğu kesin. Öyle ki Kanuni’nin çocukluk arkadaşı ve can dostu Pargalı İbrahim Paşa’yı, hatta öz oğlu Şehzade Mustafa’yı ve ondan doğan torununu, Kanuni’ye öldürtecek kadar.
Demek ki Kanuni etki altında kalabilen zayıf karakterli kişilik yapısına sahip bir insandı diye biliriz. Çünkü Tarihçiler koca imparatorluğu Pargalı İbrahim Paşa’nın idamından sonra perde arkasından Hürrem’in yönettiğini hatta krallara Padişahın ağzından mektuplar yazdığını, Padişah adına ihsanlar ve hediyeler dağıttığını yazarlar.
Hürrem’in zamansız ölümünden sonra da Kanuni, kızı Mihrimah Sultan ve onun kocası Veziri-azam yaptığı, Damat Rüstem Paşa’nın etkisine girmiş ve devleti perde gerisinden karı koca birlikte yönetmişlerdir.
Demek ki Kanuni Sultan Süleyman, oldukça zayıf karakterli bir kişilik yapısına sahipti. Hatta öz evladını ve torununu etki altında kalarak öldürecek kadar.
İşte bu insana bir de Muhteşem derler.
AHMET ELDEN
 
Hürrem Sultan'ın Kanuni'ye Mektupları.
Büyük bir aşk ve edebiyat şahaseri. Paylaşmak istedim.
MEKTUP 1 :
OĞULLARIM SELİM VE ABDULLAH'LA AĞLIYORUZ
Hürrem Sultan?dan Kanuni Sultan Süleyman?a mektup (1540?lar),
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No. E.5662
Canımın Parçası Sultanım,
Sana kavuşabilmek için sabahlara kadar dua etmekteyim. İçimi yakan dudaklarına bir daha dokunabilir miyim diye avazım çıktığı kadar Allah?a yalvarmaktayım.
Biliyorum, şu an Allah adına seferdesin. Zafer kazanmak ve cihadı yüceltmek için yollardasın. Muvaffak olmanı dilerim. Fakat sana kavuşmak en büyük dileğimdir. Sen, gamlı, kederli yüreğimin tek ilacısın.
Gönlüm, ancak senin yanında huzur bulabilir. Bu kölen, sinesinden fışkıran özlem dolu yüz binlerce yanık yakarışı sana arz eder. Bu çaresiz kulun, sana karşı en ufak bir kusur işlemişse, kıyamet günü Allah bunun hesabını sorsun.
Benim yüzümden en ufak bir üzüntüye düştüyseniz, rahatım zahmete, varlığım yokluğa ve sağlığım hastalığa çevirilsin. Eğer böyle bir şey yapmışsam, kahrımdan perişan olup inim inim inlemek bana revadır.
Tek dileğim size tekrar kavuşmaktır. Size kavuşmuş olmaya, ömrüm, canım, her şeyim feda olsun. Yeter ki sizi yeniden görmek müyesser ola. Allah?tan dileğim sizi benden hiç ayırmamasıdır.
Sizin ömrünüze benim ömrümü de katsın ki Hak emrinin bizi ayırdığına şahit olmayayım. Yusuf yüzlü sultanım, benim yüzümden asla keder çekmesin.
Çektiğim ayrılık acısını anlamak isteyen varsa, Yusuf Peygamber kıssasını okusun. O zaman bana hak verirler. Mübarek yüzünüzü tekrar görmek arzusuyla çektiğim ıztırabı bu kalemler ifade etmeye kafi gelmiyor. Şu an derdimi tam olarak anlatmaya hiçbir şey muktedir değil.
Çektiğim acıları ancak sizden gelecek bir haber, ağzınızdan çıkacak bir küçük söz dindirebilir. İşte ancak o zaman Allah?a sonsuz şükürler sunarım. Sizden gelen mektuplar, sevinçten beni ağlatıyor. Çünkü o mektuplarda gönlümü alan sözleriniz var. O sözlerle içimi süslüyor ve gönlümü, arzuladığım her şeyi bulacağım bir hazineye çeviriyorsunuz.
Benim gözümün nuru sultanım, hiçbir gecem yoktur ki ayrılık acısıyla çıkardığım ahlardan dünya yanmasın, hiçbir günüm yoktur ki yüzünüzü hatırladıkça attığım feryatlardan yıldızlar parçalanmasın. Gündüzümü geceye çevirdin ey ay yüzlüm, senden ayrı kalmak çok zor, ah bu ayrılık, vah bu ayrılık.
Biliyorsunuz, ben ancak dolunay gibi aydınlık saçan ışığınızla saadet bulabilirim. Ben, güneşinden uzak düşmüş bir yıldız gibiyim sizden uzaktayken. Sizden ayrı kaldığımda hiç ışığım kalmıyor. Biliniz ki, sizden uzakta çok müşkil durumdayım sultanım. Yüreğime düşen dert, çok ağır sultanım.
Benim sultanım, ayrılık acısını ne kadar anlatsam bitmez. Siz de bu kulunuzu mektupsuz bırakmayınız. Hiç olmazsa birkaç satır kelmanızla avunurum. Elbette size daha çok şey yazmak muradındayım. Fakat bu kadarına gücüm ancak yeter. Sizden gelen mektubunuz okunduğunda ben dahi gözyaşları içinde kalıyorum. Oğulların Selim ve Abdullah da bu halime kendi gözyaşlarıyla eşlik ederler.
Saray halkının ve oğullarının sana çok selamları vardır. Mektubunuzda vezirlerinizden birine küskünlüğüm olup olmadığını sorarsınız. Bu konuda bir kerecik beni dinlerseniz gerçeği anlarsınız. Paşa kullarınıza da selamlar ederim. Ayrıca size eşlik eden oğlunuz Mustafa?ya da selamımı iletiniz. İki dünyada da huzur bulmanız dileğiyle.
Fakir ve hakir cariyeniz Hürrem
 
Cellât Arapçada, kamçı ile vuran-eziyet eden anlamındadır. Eski Türklerde kırbaçla dayak cezâlarını uygulayan, Osmanlıda her türlü ölüm cezâsını îfâ eden şahıslar.

Umûmiyetle Hırvat dönmeleri veya çingenelerden seçilen cellâtlar, 15. yy dan itibâren kullanılmaya başlanmıştı. 16. yy da padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât vazîfesini de îfâ ederlerdi. Dilsizler, pâdişâhın en küçük bir işâretinin dahi ne anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazîfenin tevdî edilmesi, mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemesi ya da kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmemesi içindi.

BALIKHÂNE KASRI


16. yy da bostancı ocağına bağlı bir de cellât ocağı kuruldu. İlk kurulduğu zamanlar cellât ocağında 5 cellât mevcut iken, zamanla cellâtların sayısı artarak 70 e ulaştı. Cellâtların lideri olan cellâtbaşı, bostancıların lideri bostancıbaşına bağlıydı. Sıradan mahkûmların cezâlarını diğer cellâtlar îfâ ederken, devlet adamlarının ve mühim şahsiyetlerin infâzını cellâtbaşı gerçekleştirirdi. Vezirlerin, kazaskerlerin, beylerbeyilerin vs. üst düzey devlet adamlarının îdamlarında bostancıbaşı da bulunur, îdam fermânını okuyarak, mahkûmu tesellî eden sözler söylerdi. Sonra da cellâtbaşı infâzı îfâ ederdi. Saraydan çıkan infaz emri; eğer îdam sarayda olacaksa bostancıbaşıya, saray veya İstanbul dışında olacaksa kapıcıbaşına verilirdi.

?Bostancıbaşı! Götürün şu mendeburu Balıkhâne Kasrı?na.

Pâdişâhın gür sesiyle söylediği bu cümle, Arz Odası?nın çinili duvarlarında yankılanınca, karşısındaki şahıs buz kesilir, yağmurda kalmış ıslak it gibi titremeye başlardı.

ECEL ŞERBETİ

Bostancıbaşı, cellâtların başıydı. Balıkhâne Kasrı ise, îdamlık siyâsî mahkûmların îdam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindan. Bu mekân, Gülhâne Parkı?nın sâhile yakın kısmında bulunan aşı ( kızıl ) renkli, büyükçe bir kasırdı. Îdamlık mahkûmlar, evvelâ bostancıların kollarında bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Dîvân-ı Hümâyun?da tekrar görüşülüp suçu sâbit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün îdam edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir mâsumun kanına girmemiş oluyorlardı.

Üç gün boyunca bu zindanın soğuk odalarında âkıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Seçimsiz ve çâresiz beklerdi âkıbetini. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi. Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zâten. Zîrâ mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden âkıbetini anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse îdam edileceğine işâretti. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezâretinde kendisi için sâhilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhânesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırdı. Zîrâ îdamdan affedilmenin karşılığı sürgündü. Ve beyaz kadehin mânâsı da bu idi. Kızıl kadehe gelince? Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan. Zîrâ az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel ( şehâdet ) şerbeti olacaktı.

CELLÂT ÇEŞMESİ

Dünyadan son nasîbi olan buz gibi şerbeti içen mahkûm, ölümün bütün soğukluğunun duvarlarına sindiği bu korkunç zindandan çıkarılır, Topkapı Sarayı?nın 1. kapısı Bâb-ı Hümâyunla 2. kapısı Bâbusselâm arasında bulunan Cellât Çeşmesi?nin önüne getirilir ve çeşmenin önündeki taşın üzerine başı konularak bostancıbaşının da nezâretinde, cellâtbaşının güçlü bir kılıç darbesiyle îdâm edilirdi. İnfaz gerçekleştikten sonra cellâtlar, kanlı palalarını, satırlarını, bu çeşmede yıkadıkları için çeşmeye Cellât Çeşmesi denmişti. Bir diğer adı da siyâsî mahkûmların infâzı burada vâkî olduğundan Siyâset Çeşmesi. Cellâtlara ise ?Meydân-ı Siyâset Ustası? denirdi bir dönem. Bâzen de mahkûm, Balıkhâne Kasrı?nda şerbetini içer içmez kementle boğularak öldürülür, cesedi de ayağına taş bağlanılarak denize atılırdı. Başı kesilerek öldürülenlerin kesik başı, çeşmenin önünde ve karşısında bulunan Seng-i İbret ( İbret Taşı ) ismindeki sütunların üzerine ya da Bâb-ı Hümâyûn?un ( Saray?ın en dış kapısı ) nişlerine konulur, üç gün bekletildikten sonra, başsız cesedi gibi kellesi de denize atılırdı. Yabancı seyyahlar, Sarayburnu açıklarından gemiyle geçerlerken, denizin yüzünde böyle nice başsız cesetlere rastladıklarını yazmışlardı.

KERÂMET KAVUKTA

Sultan 2. Mahmut?un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa da Balıkhâne Kasrı?na kapatılanlardan. Hâlet Efendi?nin hışmına uğrayıp 1818 de 3 gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle âkıbetini beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa?nın, karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu daha sonra:

?Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?

Rauf Paşa zâten affedilecekti. Lâkin padişah bunu lâtif bir sebebe bağlayarak iltifatta bulunmuştu. Böylece Rauf Paşa, başına kallâvî kavuk ( sadrazam kavuğu ) çok yakıştığı için îdamdan kurtulan sadrazam olarak târihe geçti.

BOSTANCI FIRINI

Balıkhâne Kasrı?na kapatılan son devlet adamı ise 1822 de azledilen Sadrazam Hacı Salih Paşa idi. Îdamdan güç belâ kurtulmuştu.

Sarayda böyle kötü bir şöhrete sahip Balıkhâne Kasrı, padişahın gazâbına uğrayanların, ?Kapı arası?nda tutuklanarak, cezâlarının infâz edilmek üzere hapsedildikleri ve haklarındaki ferman gelene kadar, ölümle yaşam arasında gidip geldikleri, ecel terleri döktükleri yerdi.

Mahkûmlar için ?Balıkhâne? korkunç bir kelime idi. ?Götürün Balıkhâneye? sözü, ölüm demekti. Bir diğer korkunç kelime ise ?Bostancı Fırını?. Topkapı Sarayı 1. avlunun ziyârete kapalı kısımlarında bulunan fırının yanındaki küçük bir hapishâneydi burası. Burada infaz öncesi konuşturulmak istenen mahkûmlara işkence de yapılır ve bu işkencehâne fırının hemen arkasında olduğu için buraya da fırın denirdi. ?Fırına götürün? demek işkence veya îdam emri demekti. Îdam edilecek kişiler, haklarındaki ferman çıkana kadar Bostancıbaşı tarafından tutuklanmış olarak fırında beklerlerdi. Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulan da pek olmazdı.

Balıkhâne Kasrı ve Bostancı Fırınından başka, borçlular Baba Cafer Zindanına, siyasî suçlular, tutuklanan yabancı sefîrler Yedikule Zindanlarına atılırdı.

Fatih?ten beri birçok mahkûmun son nefeslerini verdiği bir diğer mekân da Yedikule Zindanları. Ve îdamların infâz edildiği Zindan Kulesi. Bizanslı mahkûmlardan Osmanlılara kadar birçok zavallının ölüm çığlıklarının duvarlarına sindiği bu korkunç kule, kapısından içeri adım atanın, bir daha çıkamayacağını bildiği, uğursuz ve korkunç bir zindan idi. Sıradan bir Osmanlı vatandaşından, Padişah Genç Osman?a kadar nice zavallının kanını içen bu zindan, ilk îdam edilen Osmanlı sadrazamı Çandarlı Halil Paşa?dan, son idam edilen sadrazam Benderli Ali Paşa?ya kadar birçok önemli zevâtın da ölümle buluşma noktası olmuştu.

Siyâsî suçluların kellesi, sarayda cellât çeşmesi önünde kesilir ve seng-i ibrette sergilenirdi. Halktan ve sıradan şahıslar, umûmiyetle suçu işledikleri ya da yakalandıkları yerde veyâhut Yavuz Selim Camii?nin Haliç?e inen kısmı Parmakkapı?da asılarak îdâm edilirlerdi. Yeniçerilerin îdâmı ise, ocak içinden yetişen cellâtlar tarafından, Rumeli Hisârı?ndaki zindanda yapılırdı. Ve idâm, hisarın burçlarından atılan tek pârelik bir top sesiyle duyurulurdu. Top sesi, bir yeniçerinin daha ölümünün sesiydi.

ÎDÂM ŞEKİLLERİ

Yeniçerilerin kellesi, cellât satırıyla vurulurdu. Bu satır hâlen Topkapı Sarayı silah hazînesinde sergilenmekte. Vezirler, sadrazamlar, devlet adamları umûmiyetle boğdurulur, sıradan şahısların kılıçla başları vurulurdu. Kementle boğularak îdam edilenlerin, ibret ve inandırıcılık için ölümünden sonra ?şifre? denilen gâyet keskin ve özel bir usturayla kafaları kesilirdi.

Hânedân mensuplarının ise aslâ kanı akıtılmaz, onlar mutlaka boğularak îdam edilirdi. Osmanlı şehzâdeleri genelde yay kirişi ile boğulmuştur. Zîrâ Osmanlı Hânedânı mukaddes sayıldığından kanı akıtılamazdı. Boğularak kansız bir ölüm, hânedânın ölümüydü.

Cellâtlar, Müslümanların kesik başlarını infazdan sonra, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, ?kelle koltukta geziyoruz? ifâdesini çok terennüm ederlerdi. Müslüman olmayanlar ise yüzükoyun yatırılarak, kesilen başları kıçlarının üzerine konulurdu.

Îdâm edilecek şahıs, İstanbul dışında uzak bir yerdeyse, kesilen başı bozulmaması için bal dolu bir torbaya konulur, sultanın huzûruna öyle getirilir, bir tepsi içinde padişaha gösterilip, ?Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım? sözünden sonra ibret taşına konulur, üç gün teşhîr edilirdi. Beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu sebeple, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle başı kesilen ve bir bal torbası içinde pâyitahta gönderilen, sonra da denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa?dır.

KAPI ARASI

Devlet adamlarının, hiç ummadığı bir anda ölümle burun buruna geldiği, karşısında cellâtı görüverdiği yerdi Bâbusselâm?ın kulelerinin arasındaki Kapuarası. Birinci ve ikinci avluya bakan karşılıklı 2 kapı kapatıldığında, aralarında bir insanın gizlice yok edilebileceği karanlık bir kapı arası kalırdı. Nicelerinin ansızın kaybolduğu bu karanlık aralık, Divânhâneye gizli bir geçitle bağlanan cellât hücrelerine açılırdı.

Sarayın en mühim kapısı Bâbusselâm, hepsinden daha korkunç hâtırâları saklıyordu ortaçağ usûlü kulelerinin altında. Habersiz gelen ölüm emri, bu karanlık dehlizde merhametsiz bir cellâdın yağlı kemendiyle yakalayıverirdi koskoca vezîriâzâmı. Kapuarasından geçmek ölüm koridorundan geçmek demekti birçokları için. İki kapı arasındaki karanlık dehlizden geçerken, diğer kapıdan Divanhâneye çıkamadan can verme ihtimâli bulunduğundan, buradan geçen vezirler ecel terleri dökerler, Ortakapı?dan çıktıklarında şükür sadakası dağıtırlardı zaman zaman. Belki de bu yüzden her an ölüme hazır bekleyen ve kaftanının altında vasiyetini saklayan vezirlerin haddi hesâbı yoktu. Patrona Halil isyânında saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da kapuarasında boğulanlardan biri ve en meşhuruydu.

Kapının adı Bâbusselâmdı. Ve ancak bu kapıdan geçtikten sonra selâmete eriyorlardı devlet adamları. Padişah selâmlanarak girildiği için Bâbusselâm ismini alan ve Orta kapı olarak da bilinen bu kapının sağlı sollu dehlizleri, cellât hücreleriyle doluydu.

Bâbusselâm?ın sağ tarafında kulenin altında, cezâları tecil edildiği ya da sürgün edilmek istendikleri zaman kurbanların atıldığı zindanın küçük demir kapısı, sol taraftaki kulenin altında ise bazılarının ölmeden önce son defa abdest aldıkları küçük çeşme hâlâ duruyor yerinde. Boğulmaları gerekenlerin infazları umûmiyetle kapuarası denen hücrelerde gerçekleştirilirdi. Bu kapının önündeki Seng-i İbret denilen ve idam edilenlerin kesik başlarının teşhir edildiği sütunlar da Tanzîmâtın îlânından sonra, Sultan Abdülmecid?in siyâsî îdamları yasaklamasıyla, yerlerinden sökülüp toprağa gömülmüştü. Nice kesilmiş başlar gören bu kuleli kapı, hâlâ ortaçağın o karanlık ve korkunç mîmârî üslûbunu andıran yapısıyla sarayın en meşhur kapısı olarak o kanlı günleri hatırlatmaya devâm ediyor ziyâretçilere.

BOSTANCIBAŞI

Saray bahçelerinin, köşklerinin ve surlarının muhâfazasından sorumlu olan Bostancıbaşı Ağa, Pâyitaht İstanbul?un âsâyişinden de sorumluydu ve Yalı Köşkü?nde otururdu. Cellâtların âmiriydi bostancıbaşılar. Kocaman kırmızı baratalarıyla, iri yapılarıyla ve acımasız tavırlarıyla insana ürperti veren bu şahıslar, padişahın yanından ayrılmaz, aynı zamanda onun özel muhâfızlığını da yaparlardı. Sadece padişah tarafından atanan ve yine onun tarafından azledilen bu şahıslar, padişahtan başka hiç kimseden de emir almazlardı. Sadrazam dahi bostancıbaşına emir veremezdi.

CELLÂTLAR

Îdâmına hükmedilecek şahıs, saraya bir vesîleyle dâvet edilirdi. Arz Odası?nda huzûra çıkınca, iki elini şaklatan padişah ? Bostancıbaşı ? diye gürlediğinde, dâvetli şahıs, bunun son dâveti olduğunu anlardı. Zaman olur, saraya dâvet, ölüme dâvet olurdu. Zaman olur, pâdişâhın hediyesi olan, içine kendi ölüm fermânı gizlenmiş kıymetli bir hediyeyi, uzak bir eyâletin vâlisine götürmekle vazîfelendirilmiş, ne götürdüğünü bilmeden yola çıkan zâbitlerin son gördükleri şahıs olurdu cellâtlar. Zaman olur, Dîvân-ı Hümâyun?da, Kubbealtı vezirlerinin karşısında, yakında kafasının kesileceği merhametsizce îmâ edildiği için beti benzi solmuş olanların yanlarında beliriveren kara bir gölge olurdu cellâtlar. Yedikule zindanlarının karanlık dehlizlerinde günlerce ölümünü bekleyen meşhur mahpusları boğmaları için gönderilen, sarayın korkunç yüzlü dilsizleriydi cellâtlar.

CELLÂT KARA ALİ

Osmanlı târihindeki en meşhur ve en korkunç cellâtlardan biri Kara Ali?dir. Sultan İbrahim?in de cellâdı olan Kara Ali, pâdişah cellâdı olarak târihe geçmişti. Evliyâ Çelebi?nin ifâdelerinde bile ne derece tahkîr edilerek anlatıldığını görün:

"Eyyüp Basrî, katl edileceklere guslettirip siyaset meydanına çıkartır; türlü tesellilerle imanı yeniletip kelime-i şahadet getirtir; boynunu kıbleye çevirip sağ eliyle başını sığadığında adamcağız donakalınca, iki eliyle tuttuğu kılıcı besmeleyle indirip kellesini teninden ayırır; ruhuna fatiha okurmuş. Sonra uzaktan bakanları çağırıp ibret alın diye nasihat edermiş. Bu kavmin üstad-ı kâmili Murad Han'ın cellâdı Kara Ali'dir ki, pazularını sığayıp ateş saçan kılıcını kemerine bağlayıp sair işkence ve karabend ve nakışbend ve kemendbend ve zünnarbend edeceği ucu aşık yağlı kemendleri kemerine asıp vesair işkence âletlerinden kelpedan ve burgu ve mismar ve buhur-ı fitil ve deri yüzecek tentraş ve polat tas ve türlü türlü zehirli göz milleri ve el ayak kırmağa mahsus baltaları iki yanına takıştırır. Omuzlarında servi ağacından altın bezekli kazıklar bulunan kalfaları da yedişer pare âlet ile kemerlerine ziynet verip yalın kılıç merdane cünbüş ederler. Amma ne'uzü-billah hiç birinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi âdemlerdir."

Evliyâ Çelebi, cellâtların pîri Eyyüp Basri'den bahsettikten sonra, üzerinde cellâtların kullandığı îdam ve işkence âletleri olduğu hâlde Kara Ali'nin, yamakları ile beraber, esnaf alayı geçişi esnâsında, halkın ürperişini anlatır burada.

Cellât Kara Ali, Sultan İbrahim?den önce sadrazamı Hezarpâre Ahmet Paşa?yı boğmuştu. Koskoca sadrazamın cansız bedenini sürükleyerek Atmeydanı?na ( Sultanahmet Meydanı?na ) götüren âsî yeniçeriler, kudurmuş köpek gibi saldırdılar. Ahmet Paşa?nın bedenini parça parça ettiler ve annesine sattılar. Bu hâdiseden sonra Ahmet Paşa, Hezarpâre ( Bin parça ) Ahmet Paşa ismiyle yâd edilir oldu. Paşabahçe semti Hezarpâre Ahmet Paşa?nın köşkünün bir zamanlar burada olmasından bu ismi alır.

Sadrazam Sofu Mehmet Paşa?nın emriyle Sultan İbrahim?i boğmak üzere, hapsedildiği küçücük mezar gibi hücresine gitmek zorunda kalan Cellât Kara Ali, pâdişâhın haykırışlarına dayanamayarak kaçmıştı. Cellât Kara Ali?den daha gaddar olan Sadrazam Sofu Mehmet Paşa, cellât ve yamaklarını, yaptığı baskıyla zorla Sultan İbrahim?in hücresine sokmuştu. Kara Ali, yamaklarının da yardımıyla gözyaşları içinde infâzı gerçekleştirmiş, Sultan İbrahim?i boğarak şehîd etmişti. Belki de cellât Kara Ali?nin gözyaşlarına ilk defa şâhid oluyordu O?nu tanıyanlar. 1664 te ölen fakat ölüm sebebi bilinmeyen Kara Ali?nin yattığı yer, Karyağdı bayırındaki cellât kabristanıdır. Belki de oradaki 4 mezar taşından biri Kara Ali?ye âit.

CELLÂTLARDAN GERİYE KALAN


Pâyitaht dışında îdam edilen isyancıların kesik başlarının İstanbul'a getirilip saray kapısı önünde yere atılması, ibret taşlarına dizilmesi, mızraklara geçirilmesi; yakalanan eşkıya reislerinin çengele vurulması veya kazığa geçirilmesi, çarmıha gerilip at sırtında gezdirilerek teşhîr edilmesi, cellâtların, bir elde kanlı pala, ötekinde perçeminden tutulmuş esnaftan haraç toplayan zorbanın kesik başı, çarşı esnafından ?hammâliye? adıyla bahşiş toplamaları Sultan Abdülmecid?e kadar sürüp gitmişti.

Abdülmecid Hân?ın sarayda cellât bulundurulması geleneğine son vermesiyle, cellâtlar ocağı da ortadan kalkmış, târihe mâl olmuştu. Onlardan bize kalan, Topkapı Sarayı?nın 2. kapısının ( Bâbusselâm?ın ) yanında bulunan cellât odaları, silah hazînesinde bulunan cellât satırı ve Eyüp?te birkaç yerde bulunan isimsiz, şekilsiz mezar taşları. Cellât çeşmesi dahi, Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından Alman İmparatoru Kayzer 2. Wilhelm?in İstanbul?u ziyâreti esnâsında görmemesi için kaldırılmış, yerine Hamidiye Çeşmesi dikilmişti. Şu an cellât çeşmesinin yerinde bulunan Hamidiye Çeşmesi?nde, Padişah 2. Abdülhamid?in tuğrâsının altında ? el-Gâzî Sultan 2. Abdülhamid Han hazretlerinin müceddeden ibnâ ve inşâ buyurdukları Hamîdiye Çeşmesidir ? kitâbesi yazılı.


İSİMSİZ MEZARLAR

Hayatta iken bile çok meşhur bir-ikisi hâriç, isimleri dahi bilinmeyen cellâtlar, ölümlerinden sonra da mezar taşlarına dahi ismi yazılmayan isimsiz kahramanlardır. Evlenemedikleri ve insanlar tarafından istenmedikleri için, hayatta iken yapayalnız, öldüklerinde ise âdetâ aşağılanarak isimsiz mezarlara gömülürler. Belki de mezarlarına bir kötülük yapılmaması için. Beddua dışında bir dua da alamazlar. Halk onları ne kadar sevmezse sevmesin, onların da kendilerini haklı çıkaracak, mesleklerini ifâde eden sözleri vardır elbet. Derler ki:

?Hükmü sultân olmazsa, hatâ gelmez cellâttan?

Cellâtlar birer saray görevlisi, emir kulu olsalar da halk tarafından sevilmezlerdi. Kimse mezarının onlarla birlikte olmasını istemez, bu yüzden de mezarları, halkın mezarlarından ayrı olurdu. İstanbul?a ilk karın yağdığı yer olduğuna, son karın da yine oradan kalktığına inanılan ve eski İstanbul?un en uç noktalarından biri kabul edilen Karyağdı Tekkesi?nin 100 m. ilerisindeki Cellât Mezarlığı?na defnedilirlerdi. O zamanlar burası, İstanbul?un uç noktalarından biriydi. Kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin uğramadığı, doğru dürüst yolu bile olmayan, yabânî ağaçlar içinde ürkütücü bir yerdi. Ömürleri boyunca sarayda görev yapan cellâtlar, ölümlerinden sonra buraya gömülmekle sürgüne gönderilirlerdi sanki. Hayatta iken de öldükten sonra da yapayalnızdı onlar. Issız yerlerde sessizce yatıyorlardı. Mezar taşları da yazısız ve şekilsizdi. Hâlbuki Osmanlı mezar taşlarına baktığımızda, baş kısımlarından, işâretlerden, sembollerden hangi dönemde yaşamış olduğunu ve hangi mesleğe sâhip olduğunu, kadın mı erkek mi olduğunu, hattâ ölüm sebebini anlayabilirdiniz. Cellât mezar taşlarında ise ne mesleklerine ne hayatlarına dâir bir işâret olmadığı gibi, isimleri dahi yazılı değildir. Hattâ mezar taşı olduğu bile belli değildir. 1.5 metre boyunda bir küfeki taştan ibârettir sâdece. Sessiz, sedâsız, isimsiz ve duâsız mezar taşlarıdır cellât mezar taşları. ?Ruhuna bir fatiha? ricâsından dahi mahrum edilmiştir onlar. Yok sayılıyorlardı âdetâ.

Mezarlarının da şu an yok olmaya mahkûm edildiği gibi. Dünyada bir örneği daha bulunmayan Eyüp?teki Cellât Mezarlığı, bir açık hava müzesi gibi korunması gerekirken ıssız ve sessiz ecelini bekliyor orada.

Alelâde bir taş zannedilen, mezar taşı olduğu dahi anlaşılmadığından, niceleri sökülüp atılmış, nicelerinin yanına yeni mezarlar açılmış. Bir devrin korkulan ve mezarlarına dahi yaklaşılmayan bu meslek erbabının yanında şimdi minicik çocuklar dahi defnedilmekte. Bilseler bu biçimsiz taşlar altında yatan ne isimsiz cellâtlar olduğunu?

CELLÂT HİKÂYELERİ

Osmanlı târihinde cellâtlarla ilgili trajikomik hâdiseler de vardır. İşte bunlardan ikisi:

İPŞİR PAŞA

Sultan 4. Mehmet dönemi. 1655 yılında Kara Murat Paşa, yeniçeriyi tahrîk ederek, hanımının güzelliğiyle meşhur sadrazam İpşir Mustafa Paşa ile şeyhülislâm Esat Efendizâde Ebu Sait Mehmet Efendi?nin îdâmını hazırlamıştı. Araya giren devlet adamları, şeyhülislâmın affedilmesine muvaffak oldularsa da İpşir Paşa?nın îdâmına mânî olamadılar. Sadrazam ve şeyhülislâm zindanda îdamlarını beklerken bostancıbaşı geldi ve şeyhülislâm, affedildiği müjdesiyle zindandan çıkarıldı. Bu arada sadrazamın îdâmından önce, Mahmut Efendi isminde bir molla, dînî telkin için zindana, sadrazamın yanına gönderildi. Lâkin cellâtlara, şeyhülislâmın affedildiği bildirilmediği için zindana gelen cellâtlar, karşılarında iki kişi görünce birini şeyhülislâm, diğerini sadrazam zannederek, kızılcık şerbetlerini ikrâm edip boğmak üzere üzerlerine atıldılar.

Evvelâ cellâtların kemendine teslîm olan İpşir Paşa boğulduktan sonra sıra şeyhülislâma gelmişti. Lâkin Molla Mahmut Efendi bir türlü teslîm olmuyor, bağırıp çağırıyordu. Bostancıbaşı bu duruma şaşırdı:

?Sen bir din adamısın Efendi! Kadere rıza göster, metîn ol ki ölümün âsân ola.

Mahmut Efendi de:

?Ben telkîne geldiydim. Îdâmıma mucip ne?

Dediyse de cellâtları inandıramadı. ?Pâdişah fermânıdır? deyip kemendi boynuna geçirdiler. Nihâyet seslere koşan muhâfızlar, hakîkatı cellâtlara anlatınca Mahmut Efendi son anda boğulmaktan kurtuldu.

Kan-ter içinde mücâdele eden ve ölümlerden dönen Mahmut Efendi, İpşir Paşa için söylene söylene gitti:

?Fesuphânâllâh! Ne muzır adammış bu İpşir Paşa. Böyle heriflerin dirisinden de ölüsünden de uzak durmalı ki muzırrâtı dokunmaya.

NEF?Î

İkinci hikâyemiz de Nef?î ile alâkalı. Mâlum; Sadrazam Bayram Paşa aleyhinde yazdığı şiirlerle îdâmına hükmedilir. Öncesinde yazdığı hiciv kitabı ?Sihâm-ı Kazâ?yı? Sultan 4. Murat?a takdîm etmek için saraya gittiğinde, Sultân?ın huzurundayken sarayın çatısına yıldırım düşmüştü. Sultan Murat gürledi:

?Be uğursuz adam! Al kitabını uzaklaş buradan. Ki kazâ oklarından ( Sihâm-ı Kazâ?dan ) emîn olalım.

Hüküm verilmiş, mühür basılmıştı. Nef?î îdâm edilecek. Dârüssaâde Ağası, affı için aracılık yapıp sadrazama mektup yazıyor. Nef?î başında durmuş, zenci ağayı seyrediyor. Az sonra bembeyaz kâğıda simsiyah mürekkep damlayınca, Nef?î kendini tutamıyor ve zenci ağaya dönerek ölümüne sebep olan latîfesini yapıyor:

?Efendim, teriniz damladı.

Ağa, öfkelenip mektubu yırtarken, Nef?î cellâdın yağlı kemendine teslîm edilir. Îdâm edilirken bile cellâdına:

?Yürü bre nâbekâr! Diyecek kadar cesurdur Nef?î.

Sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen şâirin cesedi denize atılır.

Ölümünden sonra kendisi için söylenen beyit meşhurdur:

?Gökten nazîre indi Sihâm-ı Kazâ?sına
Nef'i diliyle uğradı Hakk?ın belâsına?

Eser, bir mecliste okunurken toplantının yapıldığı yere yıldırım düştüğünden, o sırada meclisteki şâirlerden biri söylemişti bu beyti.

CELLÂT MEZADI

Son hikâyemiz de Târihçi Peçevî İbrâhim Efendi?den:

Îdam edilen şahsın cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellâdın malı sayılırdı. Cellât, cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine rütbe ve mevkîine göre satardı. Îdam edilenlerin üzerinden çıkan şeyler de toplanır, senede bir veya iki defa mezat ile satılır, geliri cellâtlar arasında taksîm edilirdi. Buna ?Cellât Mezadı? denilirdi. Bu eşyaların uğursuzluğuna inanıldığından umûmiyetle hakiki değerinden ucuza satılırdı. Bazı îdam mahkûmları, cellât yakalarına yapışmadan evvel, üzerlerinde bulunan kıymetli eşyaları çıkarıp yanındakilere ?Beni anar, bir Fatiha okursunuz!? diye hediye ederlerdi.

Sultan Üçüncü Murat?ın Kapı ağası Gazanfer Ağa, Rüstem Ağa isminde bir sanatkâra elmaslarla süslü bir saat yaptırmıştı. Gazanfer Ağa îdam edildiğinde, kıymetli saati koynundan çıktı. Cellâtlar, bir servet olan ve cep saatinden daha büyük olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati Tırnakçı Hasan Paşa satın aldı. Az bir zaman sonra Tırnakçı Hasan Paşa da îdam edilince, saat yine cellât mezadına düştü. Bu defa oldukça ucuz bir fiyata Kasım Paşa satın aldı. Bir iki ay geçmeden Kasım Paşa da cellâtın elinde rûhunu teslîm etti. Üçüncü defa cellât mezadına düşen saati Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve Eğriboz sancak beyliğine tâyin edilen kardeşi Civan Bey?e hediye etti.

Peçevî İbrâhim Efendi, bir ara Civan Bey?e misâfir oldu. Eğriboz?da sâhildeki evinde sohbet ederken, söz saatten açıldı. Civan bey koynundan saati çıkararak müverrihe gösterdi. İbrahim Efendi ? Ömrümde böyle güzel bir saat görmedim? deyince Civan Bey de saatin hikâyesini anlattı. Peçevî elindeki saati hemen bırakarak: Subhânâllâh! Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez? Paşa nasıl olmuşta size hediye etmiş! İbrâhim Efendi?nin bu infiali karşısında Civan Bey?in korkudan yüzü sarardı. Ve hançeriyle saatin elmaslarını çıkarıp çarklarını da çekiçle kırarak denize attı.

Civan Bey le İbrahim Efendi denize nâzır otururken, bir atlı çıkageldi. Ve Civan Bey?e görevinden azledildiğini tebliğ etti. ?Hayrola! Azlimi mucip ne ola? Diyen Civan Bey?e, habercinin cevâbı şöyle oldu: Beyim! Birâderiniz Derviş Paşa îdam olundu. Sizin dahi îdamınız için ferman çıkıp Bostancıbaşılarla gönderildiydi. Lâkin araya şefaatçiler girip himmet eylediler. İkinci bir ferman ile kulunuz gönderildim ve îdamınıza memur olanlara yarım saat önce yetişebildim!

Belki de Civan Bey saatin elmaslarını almadan atsaydı, vazîfesinden de olmayacaktı. Kim bilir?
 
tüm fikrimle katılıyorum...

kesinlikle..bence sızlamıştır hatta mihrimahın hürremin rüstemin..
kösem sultanı muhteşem yüzyıldan önce okumuştum..o daha acı bir dönem...

 
HTML:
https://www.youtube.com/watch?v=4uw0lGNKi2o
https://www.youtube.com/watch?v=4uw0lGNKi2o


ben dokunduğum her şeyi lanetlerim,
kimse içtiğim tastan su içmez.
acımdan ölsem yediği lokmayı paylaşmaz.
çarşıya çıktığım vakit ,kabadayılar yere tükürür
çocuklar kaçışır ,anneler korkar.
ben diğer kullarla aynı toprağa bile gömülmem
mezarlarımız ayrıdır.
isimlerimiz bile yazmaz kara mezar taşlarımız da
lanetlenmesin o isimler diye,
nalbur nasıl nal çakıyor, gürgen nasıl çekiç sallıyorsa
bende öyle can alırım bir kere bile teklemem!
kimsenin göz yaşına bakmam!
bilirim ki hayatta herkesin bir vazifesi vardır
benimki de budur !
ben CELLAT !!!
hünkarımız Allah'ın yer yüzünde ki gölgesi
o hükmünü verir bende Azrail olur can alırım
bu güne dek yüzlerce kelle aldım
nicesinin boynuna kement doladım
ağlayan ,yalvaran gözler gördüm
kimdir? ne suç işlemiştir?
masum mudur ?yoksa günahkar mı ?bilemem...
lakin emir geldiğin de ,can almaya yollandığım da
tek bir şey için dua ederim Allahım nolur masum olmasın....

 
Son düzenleme:
OSMANLI TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK VE FECİ ŞEHZADE KATLİAMI

27 ve 28 Ocak 1595 tarihleri, 622 yıllık Osmanlı İmparatorluğu tarihinde çok önemli günlerden biridir.

27 Ocak 1595“'te önemli bir zafer kazanılmamıştır. ..

Bir büyük askerî yenilgiyle uğranılmamıştır.

Sosyal ya da ekonomik ya da bilimsel ya da doğal büyük, unutulmaz, tarihî herhangi bir olay da meydana gelmemiştir.

27 Ocak 1595 tarihinde 13. Osmanlı padişahı III. Mehmed, ölen 12. padişah. III. Murad“ın yerine tahta çıktı...



27 Ocak 1595“'te III. Murad“ın cenaze töreni yapıldı.

Ve 28 Ocak 1595'“te ise Osmanlı tarihindeki en büyük ve feci şehzade katliamı sonunda bir gece önce öldürülen tam 19 şehzadenin de cenaze törenleri düzenlendi...

Bu katliam, o döneme kadar Osmanlı tarihinde olduğu kadar belki de dünya tarihinde de görülmemiş bir acımasızlıktı...

Taht için, 19 “kardeş“ bir gün içinde katlediliyor ye on üçüncü Osmanlı padişahı IV.Mehmed“in böylelikle “önü tamamen açılmış oluyor“du...

Boğdurulanlar arasında yaşlan adamakıllı kemale ermiş olanların yanı sıra, oyun çocukları hatta kundak çocukları bile vardı.

Tarihe “kara bir kayıt“ olarak tek tek düşen o on dokuz zavallı şehzadenin adları, şöyleydi:

1. Selim Bayezid 2. Mustafa 3. Osman 4. Cihangir 5. Abdullah 6. Abdurrahman

7. Hasan 8. Ahmed 10. Yakub 11. Âlemşah 12. Yusuf 13. Hüseyin 14. Korkud

15. Ali 16. İshak 17. Ömer 18. Alaeddin 19. Davud

ON ÜÇÜNCÜ PADİŞAH III. MEHMED

Babası öldüğünde III. Mehmed Manisa Valisi idi.

26 Mayıs 1566“'da Safiye Sultan“'tan dünyaya geldiğine göre, tahta çıktığında 28 yaşının içindeydi...

Şehzadeliği sırasında valilik yapan son Osmanlı padişahıdır.

Annesi, Venedikli Safiye Sultan, kocası Sultan III. Murad'ın ölümünü, büyük bir dikkat ve ustalıkla gizlemeyi başardı... Tabii, tüm amacı, Manisa“daki oğlu şehzade Mehmed'“i kazasız belasız tahta çıkartmaktı.

Safiye Sultan eşinin ölümünü saraydaki güçlü mevkii ile ünlü Harem Kethüdası Canfedâ Hâtûn ile ve Bâb-üs Saâde Ağası Macar Gazanfer Ağa“dan başka hiç kimseye, hatta Sadâret Kaymakamı Ferhad Paşa ile öteki vezirlere bile duyurmadı.

Safiye Sultan bu konuda sadece Bostancıbaşı Ferhad Ağa“ya güveniyordu. Onu çağırtıp, kocasının öldüğünü Ferhad Ağa“ya söyledi. Oğluna, saltanatı müjdeleyen bir de mektup yazdı ve derhal Manisa“ya gönderdi.

Ferhat Ağa, beraberindeki birkaç bostancı olduğu halde Manisa“ya hareket etti. At değiştire değiştire ve yollarda çok az dinlenerek dört gün içerisinde Manisa“ya, şehzade Mehmed“e ulaştılar.



Ferhat Ağa şehzadeye hemen saltanatı müjdeledi:

Her işi garantiye almayı kendisine şiar edinen şehzade Mehmed, yine de Ferhat Ağa“ya sordu:

* Bre Ağa! İyi dersin de, sadâret-i uzmadan (sadrazamlıktan) bana niçin “âriza“

gelmedi (Saltanata resmî çağrı)? Ferhat Ağa, hiçbir şey söylemedi, sadece kuşağından beyaz bir tülbente itina ile sarılmış küçük bir gümüş tas uzatarak“

* Devletlü efendimiz, dedi, bunu Valide Sultan Hanımefendi hazretleri size göndermiştir.

İşte o zaman şehzade Mehmed babası Murad“ın öldüğünü ve taht yolunun kendisine gerçekten açıldığını anladı. Zira, kendisine Ferhat Ağanın verdiği “gümüş küçük tas“ın bir hikâyesi vardı. Annesi ile çok önceden anlaşmışlardı, “küçük gümüş tas“ın kendisine gönderilmesinin gerçek anlamı “Baban öldü, hemen İstanbul“a gelip tahta çık“ demekti.

Hemen İstanbul“a hareket için hazırlıklara başlandı.

Bununla beraber ertesi gün daha yola çıkılmadan önce, vezirlerden İbrahim Paşa, Sultan III. Murad“ın öldüğünü duymuş, Sofu Osman Ağa adındaki sâdık adamı ile hemen Manisa“ya bir “âriza“ göndermişti.

Bu tarihten hemen hemen yirmi yıl önce tıpkı babası III. Murad gibi III. Mehmed sanıyla tahta çıkacak elan şehzade, Manisa“dan beraberindekiler ile birlikte Bursa“'nın Mudanya limanına geldi... O tarihlerde İstanbul“a en kısa yol Mudanya-İstanbul arasındaki deniz yoluydu.

Şehzade Mehmed ve maiyeti erkânı ile tüm muhafızlar Kırkık Ali Reis adındaki bir kaptanın iki kadırgasına binip, kıştır, kıyamettir, deniz dalgalıdır diye aldırmadan İstanbul“a doğru yelken açtılar.

Müstakbel Osmanlı padişahı şehzade Mehmed“in maiyetinde lalası Mehmed Bey,Emirahûru Ahmed Ağa gibi önemli isimler de yer alıyordu. Şehzadeye saltanat müjdesini götüren Ferhat Ağa“ya ise 20 bin altın bahşiş verildi ve Mısır Eyaleti“ne atandı. Ama, o “hayat boyu“ eski görevi Bostancıbaşılıkta kalmayı tercih etti.

MATEM GİYSİLERİYLE KUTLAMA!..

Müstakbel padişah, o dönemin tabiriyle “beyn-es salâteyn“ yani kuşluk vakti İstanbul“a ulaşıp, Sarayburnu“ndaki iskelede karaya çıktı.

Saray ahalisi, zaten gözleri yolda onu bekliyordu. Mehmed, karaya adımını atar atmaz Topkapı Sarayı“ndan kurusıkı yüz bir pare top atışları yapılmaya başlandı.

Böylelikle saltanat değişikliği resmen ilan edilmiş oluyordu. Günlerden “Cuma“ idi...

Şehzade, saray iskelesinde devlet önde gelenlerince istikbâl edildikten sonra topluca Topkapı Sarayı“na hareket edildi.

Cuma namazında, artık tüm camilerde hutbe on üçüncü Osmanlı padişahı “Mehmed-i Sâlis“, yani III. Mehmed adına okundu.

Tüm vezirler, Yeniçeri Ocağı ağalan ve devlet önde gelenlerindim, ulemâ Cuma namazını edâ eyledikten sonra matem elbiseleri ile saraya geldiler ve “Meydan Divânı“nda Osmanlı tahtına cülus etmiş bulunan yeni Osmanlı padişahına biat ettiler. IH. Mehmed“e ilk biat eden, müteveffa padişah III. Murad“m hocası olduğundan Hoca-i Sultanî (Sultanın Hocası) diye ün salmış, Yavuz Sultan Selim“in ünlü nedimi Hasan Can“ın oğlu, “Tâc üt-Tevârih“ adlı ünlü tarih yapıtının yazarı Hoca Saadeddin Efendi oldu.

Yakın tanıyanların belirttiklerine göre, yeni padişah III. Mehmed zayıf iradeli, safdil, etki altında kalan ama yine de halim-selim, kerim, edebiyatsever, gururlu biriydi. Annesi Valide Safiye Sultan“ın inanılmaz derecede etkisi altındaydı. Öyle ki, eğer Safiye Sultan arzu ederse verdiği iradeyi derhal geri aldırtmakta bir an bile tereddüt etmezdi. Ayrıca, son derece dindardı. Hazret-i Peygamber“in her adının anılışında mutlaka ayağa kalkardı. Bütün eski Osmanlı şehzadeleri gibi çocukluk ve gençlik yıllarında en yetkili hocalardan köklü bir eğitim görerek yetişti. Edebiyat konusunda geniş bir kültüre sahipti. Şiirler de yazdı ve “Adlî“ mahlasını kullandı.

Aşağıdaki şiirinden de kolaylıkla anlaşılacağı gibi III. Mehmed içten ve pürüzsüz bir şiir diline sahipti:

“Yokdurur zulme rızâmız adle biz maileniz

Gözlerüz Hakkım rızâsun emrine kaaillerüz

Ârifüz âyine-i âlem-nümâdur gönlümüz

Rüzgârım cünbüşünden sanmayım gaafilleriyüz

Pûte-i aşk içre “

Adlî“ kal idelden kalbimiz

Gıll-u-gışdan hâliyüz âlemde sâfi-dillerüz“

Ancak, III. Mehmed yönetim ve askerlik konularında Kanunî Sultan Süleyman“a kadar sürüp giden ilk büyük Osmanlı padişahlanyla mukayese edilebilecek bir kişilikte değildi. Buna rağmen, babası III. Murad ve dedesi II. Selim gibi İstanbul“un içinden saraya kapanıp hiç ayrılmamış da değildir. Kanunî“ye kadar süren, sefere padişahların bizzat katılmaları geleneğini canlandırmış, ordusunun başına geçerek önemli bir kaleyi fethettiği gibi bir de meydan savaşı kazanmıştır.

HAZİN CENAZE TÖRENLERİ

III. Murad“ın tabutu, ikindi namazından sonra Harem“den çıkartılıp vezirler ve din bilginlerince karşılandı, sarayda Helvahane önünde hazırlanan bir tahtabent üzerine yerleştirildi.

III. Mehmed in de en önde saf durduğu cenaze namazını, Sultan III. Murad“ın vasiyeti uyarınca Hoca Saadeddin Efendi kıldıracak iken, ondan önce cenaze törenine gelmiş bulunan Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi“nin kıldırması, bu iki önemli din bilgini arasında neredeyse çok önemli bir dargınlığa sebep oldu...

Namazdan sonra cenaze Ayasofya“daki II. Selim türbesinin yanında hazırlanan kabre defnedilip, sonradan kabrin üzerine bir de türbe yapıldı.

III. Mehmed“in 19 erkek kardeşinin öldürülmeleri ise, Topkapı Sarayı“nda yaşanan büyük bir faciadan başka bir şey olmadı. “Nizâm-ı âlem“ kuralı yine işledi... Bu kuralın işlemesinde, oğlu III. Mehmed“in tek başına, rakipsiz kalmasını, dolayısıyla kendisinin de Harem“de olsun, sarayda olsun egemenliğinin pekişmesi için yanıp tutuşan, yeni padişahın annesi, Valide Safiye Sultan baş rolü oynadı...

19 şehzadenin ancak dördü yetişkin, öteki on beşinin büyük çoğunluğu daha ana kucağında olan zavallı kardeşler, odalarından tek tek ve zorla alınarak saray dilsizleri tarafından yay kirişleriyle hunharca boğuldular...

Her şey en ince ayrıntılarına göre daha önceden planlanmış şehzadelerin boğularak idamlarından önce, saray marangozhanesinde servi ağacından 19 tabut ve gerekli tüm öteki “cenaze levâzımatı“ hazırlanmıştı.



Boğulan şehzadelerin cansız vücutları Hırka-i Saadet dâiresinin önüne tek tek sıralanırken, şehzadelerin annelerinin canhıraş, iç parçalayıcı feryatları, Topkapı Sarayı“nın duvarları arasında çın çın çınlıyordu. Bu arada, yetişkin şehzadelerden dördü de boğulmadan önce cellatlarına karşı ellerinden geldiğince direnmiş, ama normal insanlardan çok daha güçlü kuvvetli olan dilsizlere karşı fazla bir şey yapmayı başaramamış, üç beş dakika içerisinde son nefeslerini vermekten kurtulamamışlardı.

Gelenek uyarınca, irili ufaklı bu 19 şehzade tabutu şal kumaşlar, kavuklar ve murassa sorguçlarla adamakıllı süslendi! Ardından Helvahane kapısına kadar düzgün bir biçimde yan yana konularak sıralandı ve Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi, gene sırayla her birinin cenaze namazlarını kıldırdı. Sonra saraydan çıkarılan bu “Nizâm-ı âlem kurbanı 19 şehzade“ cenaze alayına katılanların hemen tümünün hıçkırıkları arasında ağır ağır Ayasofya avlusuna taşınarak babaları III. Murad“ın ayak ucunda hazırlanan irili ufaklı 19 mezara defnedildi!

19 şehzadeden en büyüklerinin adı Mustafa idi... Şehzade, babasının öldüğünü öğrenir öğrenmez, kaçınılmaz sonunu da anlamış, duygularını şu beyit ile dilegetirmişti:

“Nisiyem de kâtib-i kudret ne yazdı bilmedüm.

Ag kim, bu gülşeri-i âlemde herkiz gülmedim“

III. Murad“ın kızları da çok geçmeden Topkapı sarayından uzaklaştırılarak, Yeni Saray“a nakledildiler.

19 şehzadenin birer birer boğdurulup ortadan kaldırılmaları, yeni padişah III. Mehmed“in haris annesi Valide Safiye Sultan“a yetmemişti... Zira, geriye karınlarında eski padişahın çocuklarının çocuklarını taşıyan 10 kadar câriye daha vardı. Safiye Sultan“a göre, ileride bir aksiliğin, yeni bir şehzadenin ortaya çıkması ihtimalini önlemek için, bu cariyelerin de yok edilmeleri gerekti...

Safiye Sultan, isteğini bir iki gün sonra gerçekleştirdi...

Ve ayaklarına ağırlıklar bağlanan, 10“'u da hâmile 10 câriye, bir gece Topkapı Sarayından alınarak sandala bindirildi ve Kızkulesi açıklarında Boğaz“ın güçlü akıntılarına bırakıldı!

Artık ortada III. Mehmed“i rahatsız edebilecek hiçbir “şehzade ihtimali“ kalmamış, Safiye Sultan“ın gücü de adamakıllı artmıştı...

DİLSİZ CELLATLARIN SONU

III. Mehmed“in, saltanata adımını atar atmaz yaşanan bu facialar içinde olumlu bir de uygulaması oldu... Sarayı artık doldurmuş bulunan ve devlet işlerine bile karışan dilsizler, cüceler, maskaralar tamamen Topkapı Sarayı“ndan çıkartılarak çoğu Mısır“a gönderildi...

SIRA KARDEŞLERDEN SONRA EVLATTA!

III. Mehmed“in altı oğlu dünyaya gelmişti: Mahmud, Ahmed, Selim, Mustafa, Süleyman, Cihangir... Bunların arasında en büyük şehzade Mahmud, çalışkanlığı, dürüstlüğü, bilgisi, enerjikliği ile çevresi tarafından çok sevilen ve tahtın tek vârisi olarak görülen biriydi. Ancak, Anadolu“da ikide bir ayaklanma çıkartanlara karşı Osmanlı ordularının üst üste yenilgiler aldığı haberleri İstanbul“a gelmeye başladığında, babası III. Mehmed“in önlem almada yetersiz kaldığını gören bu zeki ve cesur şehzadenin bir Anadolu serdarlığını istediği babasının kulağına kadar gitti. Oysa, kendisinden sonra gelen yaşça küçük kardeşi şehzade Ahmed (sonradan padişah olan I. Ahmed) onu, konuşma ve davranışlarından dolayı uyarmış, bu durumdan padişahın huzursuz olabileceğini uygun bir dille Mahmud“a iletmişti.

En sonunda şehzade Mahmud“un bir şeyhin telkini ile saltanata geçmesi konusunda bazı yazışmalarda bulunması, bu yazışmaların Kızlarağası“nın eline geçmesi üzerine, III. Mehmed, oğlunun derhal idam edilmesi için gerekli buyruğu, belki de istemeyerek vermek durumunda kaldı...

Kader, on üçüncü Osmanlı padişahını 19 kardeşinden başka oğlunun katili durumuna da getirmişti.

Şehzade Mahmud hemen hapsedildi...

Ve 7 Haziran 1603 Cumartesi günü cellatlara teslim edilen 21 yaşındaki şehzade boğularak idam edildi!



KAYNAK:ERDOĞAN TOKMAKÇIOĞLU/OSMANLI TARİHİNDE KATLEDİLEN ŞEHZADELER KİTABINDAN.
 
Hürrem mi daha kötüydü Mahidevran Sultan mı?

Muhteşem Yüzyıl dizisinde Şehzade Mustafa'nın boğulmasıyla birlikte tarihin tozlu sayfaları yeniden açılmaya başladı.

Tarihçiler Şehzade Mustafa'nın boğulması olayını farklı yorumlarken bambaşka bir yorum da Zaman yazarı Mustafa Armağan'dan geldi. Armağan, bugün köşesinde Mahvidevran Sultan'ın hayat öyküsüne yer verdi.

İşte o yazı:
Tam tersi de olabilirdi ve Şehzade Mustafa Türbesi’nin önüne şiş gözlerle gelenler Mahıdevran yerine Hürrem’e, Mustafa yerine Bayezid ve erkek kardeşlerine ağlıyor olabilirlerdi. Bu bir iktidar mücadelesiydi ve bir cihan devletinde yaşanıyordu. Geçtiğimiz perşembe günü Bursa’daydım. Muradiye’de gencinden yaşlısına Şehzade Mustafa’nın türbesine tuhaf bir akın vardı. Akşam seyrettikleri idam sahnesinden gözleri şişmiş hanımlar ve kızlar, asırlar sonra olsun bu bahtsız şehzadeye bir Fatiha okumaya koşuyorlardı. Türbe restorasyona alınmıştı. Kapısı kontrplakla kapalıydı. Lakin kimin umurunda? Önünde cep telefonuyla bir hatıra resmi çektirmek yetiyor da artıyordu bile insanımıza. Tabii şişirile pişirile çekilmiş bol hırıltılı idam sahnesinin etkisi gözleriyle türbe arasında asılı kalıyordu. Türbeye bakarken onu görüyorlardı.

Batılı kaynaklar ile tarihçi Müneccimbaşı, Kanuni’yi o çadırda gösterseler de, güvenlik bakımından ve faciaya şahit olmamak için Kanuni’nin diğer oğullarıyla birlikte uzaktaki bir çadıra geçtiğini düşünmek daha doğru olur. Belki Mustafa’nın babasının otağın 4. bölümünde olduğunu düşünüp oraya iltica etmeye kalkmasından kaynaklanmış olabilir bu algı. Fakat içeriye girebilseydi de babasını orada bulamayacaktı. (bkz. Danişmend, II, 284.)

1) Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Şehzade Mustafa içeriye girdiğinde çadır boştu ve bu yüzden telaşlanmış ve tuzağa düşürüldüğünü anlamıştı. Babasıyla da asla bir görüşmesi olmamıştı. Fakat dizide babası “tefhim”de bile bulunuyor, yani kararı yüzüne okuyor.

2) Malum dizide Kanuni, oğlu Mustafa’nın işini göremeyen cellatları güya içerideki çadırından dışarıya çıkarak uyarıyor, onlara bağırarak emir veriyor! İyi de bu cellatlar sağır ve dilsiz değiller miydi? Onu nasıl duyacaklardı? Dahası Kanuni de bunu bilmeyecek kadar saf mıydı?

Temel hata
Dizinin en başından beri işlenen –ama bu diziye mahsus olmayan- hata, senaryonun Hürrem-Rüstem-Mihrimah üçlüsünün bütün bu melanetleri işlediği kabulüne dayanmasıdır. Bu, olayın bir yorumudur ve kesinlikle tek yorumu değildir. Gelibolulu Mustafa Âli’den kaynaklanan bu hikâye, Batılı kaynaklar ve Topkapı Sarayı’ndaki bazı belgelerle desteklenerek modern zamanlara ulaştı ve 1916’da basılan Ahmed Refik’in “Kadınlar Saltanatı” gibi popüler tarih kitaplarıyla bildiğimiz kıvamına erişmiş oldu. Böylece bir tarafta ‘masum’ ve ‘bahtsız’ Şehzade Mustafa (iyi adam) ile onun baş düşmanları Hürrem-Rüstem-Mihrimah troikası (kötü adamlar) “cast”ı kurulmuş oluyordu. Bundan sonra gelsin senaryolar…

Milliyet

 
bebeğini yanlız bırakıp tatile giden, bebeğini ormana terk eden anna babalara bu kadar büyük tepkiler yağmadı, yağması için dizi çekilmesi gerek sanırım.

asırlar önce de varmış evlat katilleri bugün de var ne acı bir tablo..

 
Ne alakaya böyle gereksiz muhalefetlere de deli oluorum.yok süleyman dilsiLerin sağır olduğunu bilmiyor mu bağiriyo.yok çocuğunu öldüren var onlara üzülmüyorsunuz dizi olsun.laf olsun torba dolsun işte.....
 
Ne alakaya böyle gereksiz muhalefetlere de deli oluorum.yok süleyman dilsiLerin sağır olduğunu bilmiyor mu bağiriyo.yok çocuğunu öldüren var onlara üzülmüyorsunuz dizi olsun.laf olsun torba dolsun işte.....


bende zaten diziden bu kadar etkilenmesine eleştiri babında söylemiştim.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…