Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un Vefatı 27 Aralık 1936

semuxsx

Güle Aşık Bülbül
Kayıtlı Üye
24 Ocak 2008
615
51
2011 Yılı Mehmet Akif Ersoy Yılı



[video=youtube;BlJhGvolaaE]http://www.youtube.com/watch?v=BlJhGvolaaE[/video]



İstiklal Marşı ve Safahat Şairi Mehmet Akif Ersoy'un ( doğum tarihi 1873 - ölüm tarihi 27 Aralık 1936 )
Büyük Milli Şairimiz Merhum Mehmet Akif Ersoy'un Ölüm Yıl Dönümü..Ruhu Şad, Mekanı Cennet Olsun..Saygıyla Anıyoruz.
 
[video=youtube;Nw12O-NJPcE]http://www.youtube.com/watch?v=Nw12O-NJPcE[/video]
Hüsran
Mehmet Akif Ersoy'un Safahat'ın Yedinci kitabı Gölgeler de yer alır.
Yazdığı Tarih: İstanbul, Teşrinievvel 1335 ( 1919 ) dur.
 


Akif'in Annesi
Akif'in annesi Emine Şerife Hanım aslen Buhara'lıdır. Bizzat Akif'in ona dair verdiği malumata göre, bundan bir buçuk asır kadar evvel Hekim Hacı Baba; Buhara'dan Anadolu ya gelerek, Boyabat'ta evlenmiş, sonra karısını alıp Tokat'a gitmiş ve orada yerleşmişti. Akif'in anneannesi, bu ana babadan Tokat'ta dünya ya gelmişti. Akif'in anneannesi, evlenme çağına gelince Buhara'dan gelen tacir Mehmet Efendi ye varmış ve annesi bu izdivacdan dünya ya gelmişti. Akif'in annesi, hem baba tarafından, hem ana tarafından Buhara'lıdır.

Fakat kendisi Anadolu da doğmuş ve büyümüştür.

Akif'in annesi, Tokat'ta yetiştikten sonra Şirvan'lılardan Derviş Efendi ile evlenmiş, sonra kocasıyla birlikte Amasya'ya, daha sonra İstanbul'a gelerek Sarıgüzel'deki evine yerleşmişti.

Şerife Hanımın Derviş Efendi den iki erkek, bir kız çocuğu doğduysa da, erkeklerin vefatından sonra babaları da hakkın rahmetine kavuşmuş ve Şerif'e Hanım genç yaşta dul kalmıştı. Akif'in babası, Mehmet Tahir Efendi, bu sıralarda ona talip olmuş ve onunla evlenmişti.

Emine Şerife Hanım, tam manasıyla islam türk kadını idi. Sağlam bünyeli, sağlam seciyeli,anlayışlı,tecrübeli ve derin görüşlü bir kadındı. İtikadı bütün bir müslümandı. Beş vakit namazını ihmal etmez, ibadetlerinden haz duyar, itikatlarını yaşar, feragat ruhunu canlandırır, iyilik etmekten, iyilik etmek için koşturmaktan bahtiyarlık duyar, ince hisli, yüksek ruhlu bir insandı.

Emine Şerife Hanım, Tahir Efendi ile evlendikten sonra, ilk kocasının son yadigarı olan kızını da kaybetmiş, fakat Şerife Hanım bu acıya da tahammül ettikten sonra, Akif'i doğurmuş, bu oğlunun doğması ona en büyük teselliyi vermiş ve geçen matemlerini unutturmuştu.

Akif'in annesi 1926 yılında Beylerbeyin de rahmeti hakka kavuşmuş ve küplüce cami civarında ki kabristana gömülmüştür.Hayatında en büyük dileği, Hacca gitmek olduğundan, merhum Akif, onun bu arzusunu yerine getirmiş, onu hacca göndermiş, o da bu dini farizenin ifasından duyulan emniyet ve itimat içinde yaşamış, bu emniyet ve itimat içinde ruhunu mevlasına teslim etmiştir.



Akif'in Babası
Akif'in babası Mehmet Tahir Efendi, İpek'in Şuşisa köyündendi ve Nureddin Ağa'nın oğlu idi. Tahir Efendi, İpek'te biraz okumuş, sonra istanbul'a gelmiş, Yozgat'lı Mahmut Efendi den ders görmüş ve icazet almıştı.

Tahir Efendi' nin arkadaşları arasında şöhreti, onun seciyesi (huy, karakter) hakkında bize mühim bir ip ucu veriyor. Çünkü aynı adı taşıyan Tahir'lerden ayırt edebilmek için Temiz Tahir Efendi diye anılıyordu.

Tahsil için medresede geçirdiği seneler sırasında temizliğiyle sivrilmişti. Medrese hayatında temizlik ile sivrilmek kolay bir iş değildir. Çünkü bu temizliği bizzat temin etmek ve onun icap ettirdiği bütün zahmetlere doğrudan doğruya katlanmak zarureti vardır. Üstünü başını yıkamak,odasını silip süpürmek,yemeğini pişirmek,bulaşığını yıkamak velhasıl temizliğin bütün zahmetlerine şahsen katlanmak lazımdır. Tahir Efendi, bunların hepsini yaptığı için arkadaşları arasında temizliğiyle sivrilmiş ve sonuna kadar Temiz Tahir Efendi diye tanınmıştır.

Onun Emine Şerife Hanım la evlenmesini kolaylaştıran en bellibaşlı amil, temizliği yüzünden kazandığı bu şöhrettir. Çünkü Emine Şerife Hanım da her manasıyla temiz bir kadındı ve karı koca her bakımdan birbirlerine denktiler.
 


Akif'in Doğumu
Tahir Efendi ile Şerife Hanımın evlenmelerinin ilk semeresi, Mehmet Akif' ti. Akif, Hicretin 1290 ( 1873 yılında, şevval ayında )
Fatih'te Sarıgüzel'e ilerleyip Sarı Nasuh sokağına vardığınızda Fatih yangınında kül olan konakta dünyaya geldi. Bugün orada yeni yeni apartmanlar yükselmiştir.
Akif, Sarı Nasuh sokağında sekiz odalı büyük bir bahçesi olan konakta dünyaya geldi. Bu konak Akif’in annesi Emine Şerife Hanıma aitti.

Babası, ebced hesabıyla tarih düştüğü için ona Ragıyf ismini vermiştir.
1290= 80 + 10 + 1000 + 200 = Ragıyf
Ev ve mahalle halkı bu ismi anlayamamış ve onu Akif'e çevirmiştir. Yanlız Akif'in babası onu Ragıyf diye çağırmaya devam etmiştir.

Kur'an da Ebced Hesabı
Arapça alfabedeki her harfin sayısal bir değeri vardır. Yani Arapça da her harf bir rakama tekabül eder. Bundan istifade edilerek çeşitli hesaplamalar yapılır. İşte yapılan bu hesaba "ebced hesabı" ya da "hisab-ı cümel" denir.

Ebced alfabe düzeninin her bir harfinin bir rakama tekabül etmesi özelliğinden faydalanan Müslümanlar, bunu çeşitli sahalarda kullanmışlardır. Akif'in babası da çocuğunun ismini bu hesapla koymuştu. Ancak kimse anlayamamıştı.

1290= 80 + 10 + 1000 + 200 = Ragıyf
 


Merhum Akif, tahsil hayatı hakkında şu malumatı veriyor:

-İlk tahsile Fatih civarında Emir Buhari mahalle mektebinde ve dört yaşında başladım. Hocamı şahsen hatırlarım, fakat ismini hatırlayamıyorum. Burada iki sene kadar bulundum. Fatihte muvakkithanenin ( osmanlı döneminde halkın namaz vakitlerini öğrenmesi için yapılmış yer) yanı başındaki iptidai mektebinde ilk tahsile devam ettim. Bu mektep, Maarif Nezaretine bağlı resmi bir mektepti. Bir çok hocaları vardı. Hem bu mektebe gidiyordum, hem de pederim bana yavaş yavaş arapça okutuyordu. Bu mektebe üç sene devam ettim.

Rüşdiye mektebim, Fatih te Otlakçı Yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüşdiyesi dir.
Rüşdiye tahsiline devam ederken babamdan yine Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim. Seviyem, mektep programından çok yüksekti. Babam o zamanın usulünü ve kitaplarını takip ediyordu. Mektep te okunan Farisi ile iktifa edemezdim. Fatih Camiinde ikindiden sonra Hafız Divanı gibi, Gülistan gibi, Mesnevi gibi muhalledatı okutan Esad Dede ye devam ederdim. Rüşdiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerine temayülüm vardı. Dört lisanda ( Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca) birinci idim. Şiiri çok severdim. İlk okuduğum şiir kitabı Fuzuli 'nin Leyla ile Mecnun' u dur.

Rüşdiye yi bitirince, pederim, meslek ve mektep tercihini bana bıraktı. Ben de o zaman parlak bir mektep olan Mülkiye'yi tercih ettim. O vakit Rüşdiye'den Mülkiye'ye talebe alınırdı, fakat benim Rüşdiye'den çıktığım sene Mülkiye teşkilatı tadil olundu. Beş senelik tahsil ikiye ayrıldı: 1) üç senelik idadi, 2) iki senelik ali kısım.

Rüşdiye'den çıkınca bu teşkilata göre Mülkiye'nin idadi kısmına girdim. Üç sene sonra şehadetname aldım. Ali kısmına geçtim. Ali kısmın birinci sınıfına devam ederken pederimin vefatı sonra evimizin yanması üzerine zaruret içinde kalmıştım. İki sene sebat edip Mülkiye'yi bitirmek kabildi. Lakin o aralık mezunlara ya hiç vazife verilmiyor, yahut onları gayet cüz'i bir maaşla istihdam ediyorlardı.

Babasının ölümü, Akif için telafi edilemez bir kayıptı. Evlerinin yanmasını, babasının talebesinden Prizren'li Hoca Mustafa Efendi, küçük bir himmetle az çok telafi edebildi. Bu sadık ve vefalı talebe, hocasının yanan evi yerine üç dört odalı bir ev yaptırarak, hocasının ailesini kirada sürünmekten kurtardı. Akif'de tahsilini ikmal ederek hayata atılabilecek seviyeye geldi.

Bu sırada, ilk defa olarak Mülkiye Baytar ( Veteriner ) Mektebi ihdas olundu. Bir kaç arkadaş '' Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verecekler '' diye Mülkiye'yi terk ettik, yeni mektebe girdik. O zaman Baytar Mektebi iki sene nehari, iki sene leyli olmak üzere dört senelikti. Biz nehari kısmını bitirince halkalı daki leyli kısmına geçtik.

İdadide, Mülkiye'de, Baytar Mektebinde yine en çok lisan derslerinde iyi idim. Şiirle iştigalim Baytar Mektebi'nin halkalı daki son iki senesinde hızlandı. Çok manzum parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini imha ettim.

Baytar Mektebinde hocalarımızın çoğu doktordu. Bunlar hem mesleklerinde yüksek, hem dini salabet (manevi kuvvet, sağlam) erbabı idiler.
Bunların telkinleri de dini terbiyem üzerinde müessir olmuştur. İçlerinde bakteriyoloji muallimi Rıfat Hüsameddin Paşa gibi kıymetli hocalarımız vardı. Baytar mektebini birincilikle bitirdim.
 


Akif,memuriyet hayatına girişini şu şekilde anlatıyor:
Mektepten çıkınca, beni ve benden sonra gelen ikinciyi ki Simon Efendi isminde bir ermeni genci idi. Ziraat Nezareti Umur-u Baytariye Şubesinde alıkoydular. 750 kuruşla bir memuriyete tayin ettiler. Vazife merkezi nezaret olmakla beraber, 3-4 sene kadar Rumeli'de, Anadolu'da, Arabistan'da, sari hayvan hastalıkları işi üzerinde hayli dolaştım. Köylü ile de bu müddet zarfında gayet sıkı temas ettim.

Akif'in memuriyet hayatı 1893 ten başlar ve 1913 tarihine kadar devam eder. 1913 te memuriyetinden istifa ettiği zaman Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfünun ( Üniversite ) de edebiyat dersleri veriyordu. Balkan harbinden sonra Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden ve Darülfünun dan istifa etmiş, yanlız halkalı daki vazifesine devam etmişti.


Mehmet Akif Ersoy ve Eşi İsmet Hanım

Akif'in Evlenmesi
Akif, 1897 senesinde İsmet Hanım la evlendi. İsmet Hanım Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey'in ve Hamdi Efendi kızı Hasibe Hanım'ın kızıdır. Mehmet Emin bey ,hali vakti yerinde, kibar ve değerli bir adamdı. Hırkaişerif'teki konağı ( Veznedar Konağı ) diye maruftu. Akif'le İsmet hanımın düğünleri bu konakta yapılmış, karı koca bu konakta bir ay kadar yaşamışlar, daha sonra kendi evlerine, yani Emine Şerife Hanım'ın, yangından sonra yeniden inşa olunan evine geçmişler ve izdivaçlarının ilk yılında birinci çocukları olan Cemile doğmuştu. İsmet Hanım, tam manasıyla kibar bir İstanbul kızıydı. Alımlı, derin duygulu, ince ruhlu, zeki ve görgülü bir kadındı.

Akif'le evlendikten ve çocukları doğduktan sonra, Şerife Hanım'ın küçük evi aileye dar geldiğinden, karı koca bu evden ayrılmak zorunda kalmışlar ve İstanbul'un muhtelif semtlerinde ikamet etmişlerdir. Merhum Akif, İstanbul da ikamet etmediğim semt kalmadı diyerek sık sık ev değiştirdiklerini anlatırdı.

İsmet Hanım, ilk çocuğu olan Cemile 'yi doğurduktan sonra, Feride 'yi, sonra Suad 'ı doğurmuş, daha sonra İbrahim Naim' 'i doğurmuşsa da bu çocuk 1,5 yaşında ölmüş daha sonra Emin ile Tahir 'i doğurmuş, Akif'in bütün hayatında ona eş ve can yoldaşı olmuş ve evlilik hayatları 40 sene kadar devam etmiştir.

İsmet Hanım, Akif'in 1936 da vefatından sonra bir kaç sene ömür sürmüş gençliğinden beri pençeleştiği nefes darlığı hastalığı yüzünden, son senelerde daha fazla hırpalanmış ve 1944 senesinin 19 nisan akşam üzeri vefat etmiştir.
 


Akif'in Karakteri:
Akif, Kanaat sahibi idi. Gelişi güzel olayların arkasından sürüklenmezdi. Akif, sadece bir köşeye çekilip düşündüklerini ve duyduklarını yazmakla kalan bir şair değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini samimi duygularına uygun düşürmeye uğraşan bir cemiyet adamı idi. Memuriyet mesleğinde, cemiyet işlerinde, vatan işlerinde kendine teveccüh (manen üzerine düşen ) eden vazifeleri yapmak için didinmiş durmuştu.

Çok azim sahibi idi. Bir kere bir şeye azmetti mi, artık onu yapmak mesele değildi.
Vefakarlığı müstesna derecede idi. Dostluğuna bihakkın ( hakkıyla ) güvenilirdi. Vefasızlık, nazarında en büyük namertlikti. Yalnız insanlara karşı değil, Allah'ına, Peygamberine, Milletine, Vatanına karşı da Vefakardı.

Çok mütevazi idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar ( ortaya koymaz, göstermezdi ) etmezdi.

Çok büyük izzet-i nefis sahibi idi. Bütün hayatında hiç bir defa, hiç bir kimseye karşı en ufak bir söze, ufak bir muameleye, hatta ufak bir bakışa bile tahammül bile edemezdi. Şeref ve haysiyetine bütün müddet-i ömründe toz kondurmamıştı.

Son derece metin bir adamdı. Yeis, korku nedir bilmezdi. Hissiyatına karşı soğukkanlılığını muhafaza ederdi. Merd bir adamdı. Çocukluğundan beri mertliğe meftun ( aşık ) du. Acze düşmüş adamdan intikam almayı mertliğe münafi ( aykırı, ters ) görürdü.
Bütün insanlara karşı hayırhahtı ( iyilik isteyen, iyilik düşünen ) Bilhassa arkadaşlarını iyi bir halde görmekten büyük zevk alırdı.

Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü mutlaka yerine getirirdi. Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiçbir kimse ömründe onun bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı.

Utangaçtı Ona faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı. Hayatın ısdıraplarını gülerek karşılardı. Ona göre hayatta tahammülü kabil olmayan en büyük yük, hamule-i minnetti. ( Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak )
Fenalığa karşı iyilikle mukabeleye çalışır ve bundan zevk alırdı.

Ömründe bir kere olsun, kuvvete boyun eğmemişti. Kaviler,nüfuzlular onu karşılarında daima haşin görmüşlerdi. Haksızlığa karşı tahammülü yoktu ve haksızlığa hemen mukabele ederdi. Kızınca yüzü korkunç bir heybet alırdı. Korkunç şiirlerindeki heybet gibi.
Halkın ıstıraplarına alaka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefahet ( eğlence ) içinde yüzenlere düşman kesilirdi.

Çetin huylu idi. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz canını da sizin için feda ederdi.
Her şeyi tamdı; alakası da, alakasızlığı da. Sevdiğini tam severdi. Ruhunun ısınmadığı adamlara da alaka göstermezdi. Fakat kin de bağlamazdı.

Sohbetine doyamazdınız. Susması bile zevkliydi. Bazen yalnız gözleri konuşurdu. Sevdiği, inandığı şeylere ağzınızı açamazdınız; buna tahammülü yoktu. Başkasının inandıklarına hürmet ederdi. Kendisinin de inandıklarına başkası hürmete mecburdu.

Kendi işlerinde lakayd dı. Fakat sevdiklerinin her işine alaka gösterirdi. Sevdikleriyle çok latife ederdi. En sevdiği şey, yalnız kalıp düşünmekti. Şehrin dağdağasından ( gürültü ) sıkılır, daima uzak ve ıssız yerlerde dergah gibi bir yeri olmasını tahayyül ( hayalinde canlandırmak ederdi. Orada insanlardan uzak, tabiatla başbaşa kalmak isterdi.

Çok hazır cevaptı. Bazen cevap makamında fıkra gelsin mi? der, hemen bir fıkra naklederdi. Hoşuna giden fıkra, şiir, her ne olursa olsun tekrarından zevk alırdı. Bir meclisten hoşlandı mı söze seve seve karışır, açılırdı. Meclise yabancı karıştığı zaman neşesi kaçardı. Fikrini bir ilamın hüküm fıkrası gibi kısa söylerdi. Kalabalıkta yok denecek kadar sessizdi.

Ne olduğu belirsiz, renksiz, meşrebsiz insanları hiç sevmezdi Okutmak ve yazmak en büyük zevki idi. Okuttuğu derse ehemmiyet verirdi. Bildiğini iyi bilirdi. Bilmediği şeye de hiç karışmazdı. Hafızası çok kuvvetliydi.

İrfan ve liyakate meftundu. Kudret ve fazilet sahiblerini candan sever, kudret ve kabiliyet gördüğü herkesi millete hizmet yolunda çalışmaya teşvik ederdi. Cahilane taassubun müthiş düşmanıydı.

Eskiye kayıtsız şartsız bağlı değildi. Yeniye de körkörüne taraftar değildi. Düsturu şu idi: Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır.

O, hem şair, hem alimdi. Ahlaki meziyetleri, insani vasıfları şiirinden de, malümatından da yüksekti. Asrın icabatına ( gerekenler ), gençliğe, istikbale ehemmiyet verirdi. Milletleri sapık yollara götüren şair, edib ( edebiyatçı ) ve muharrirlere ( gazetede yazı yazan ) müthiş düşmandı. Bunları millet için bir musibet addederdi. Tenkid( Bir kimsenin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak ) ve muahezeyi ( Azarlama ) sevmezdi. Ona göre, başkalarını değil, insan kendi nefsini muaheze etmeliydi.

Çok hür fikirli ve müsamahakardı. Geniş düşünürdü. Musikiyi çok severdi. Nısfiye ( bir çeşit kısa ney ) üflerdi. Bir çok ağır şarkılar, besteler ve ilahiler hafızasında idi. Mevlidi çok severdi. Güzel sesle okunan Kur'an-ı Kerimi dinlemekten büyük haz duyardı.

Erken kalkardı. Yatakta uyanık yatmak adeti değildi. Kimsenin hususiyetine karışmazdı. Yalnız heyet-i içtimaiyeyi çekiştirirdi. Kendi olmayana kızardı. İki yüzlülere garazdı.

Hasılı yüksek bir şair olduğu kadar tam manasıyla bir insan-ı kamil di.
 


Çalışmaları
Akif, tahsil hayatı sırasında mektepte öğrendikleriyle yetinmeyerek, mektep dışında ve evinde de çalışarak tahsilini sağlamlaştırmaya, bilgisini genişletmeye uğraştığı gibi, memuriyet hayatına geçtikten sonra da resmi vazifelerini yerine getirmekle yetinmedi. Resmi vazifelerinin dışında muallimlik ederek ve şiir yazarak, edebi vazifeler ifasına da gayret etti. Fakat onun neşriyat alemine girişi daha fazla Meşrutiyetin 1908 de ilanıyla başlar.

Akif, 1908 senesine kadar çokça yazdı. Fakat yazdıklarının bir çoğunu ya kendine, yahut mahdut (az sayıda ) tanıdıklarına hasretti.

Meşrutiyet, Mehmet Akif'i, gazete sütunlarına, mecmua sayfalarına kavuşturdu ve Türk halkının karşısına çıkardı.

Meşrutiyetin ilanı üzerine şiirlerini Sırat-ı Mustakim de neşre başlamakla beraber, memuriyetine devam ediyor, ders veriyor, Arapça dan kitaplar tercüme ediyor ve onun bu faaliyeti fasıla ( ara ) ve tatil tanımıyordu. 1913 te memuriyetinden ayrılması dahi onun resmi vazifelerine nihayet vermemişti. Çünkü mekteplerde ve medreselerde muallimlik ediyordu. Akif, hiçbir zaman, hayatını yalnız yazı yazmaya ve istediği gibi yazmaya hasredemedi. Hatta Mısır'da geçirdiği son on sene zarfında dahi buna muvaffak olamadı. Çünkü orada da Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Müderrisliği ( Profesör ) ne tayin olundu ve bu işle meşgul olmadığı senelerde vaktinin en büyük kısmını Kur'an tercümesine hasretti.

Onun için Meşrutiyetin ilanı zamanında matbuata kavuşmakla beraber, resmi dairelerden ayrılamadı ve gazete ile kitabın temin ettiği telif hakkı, hiçbir vakit onun geliri arasında yer alamadı. Buna rağmen, Akif'i memlekete tanıtan, memleket halkına sevdiren asıl vasfı şairliği ve muharrirliği ( yazarlık ), bilhassa ( şairlik ) dir ve bu tanınma Meşrutiyetin ilanıyla başlar.
 


Safahat Şairi
Akif, Meşrutiyetin ilanı sırasında Safahat Şairi idi. Fakat Meşrutiyetin ilanı, Osmanlı İmparatorluğunu asırlık dertlerinden, rekabetlerin oklarından, çöküntü amillerinden kurtaramadı. Memleket, bu yüzden adım başında güçlüklerle, buhranlarla karşılaşıyordu ve kurtuluş çaresini arayıp bulmak, bu çareye dört elle sarılmak günün en büyük meselesini teşkil ediyordu. Bu mesele, Mehmed Akif'i Safahat şairi olmaktan ayırdı ve Vatan Şairi yaptı. Onun için birinci Safahat 'tan sonraki bütün eserleri, vatan eserleridir. Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, hatta Gölgeler, hep vatan eserleridir ve bu sanat eserlerinin hedefi memleketin kurtuluş çarelerini belirtmek, bu çarelere başvurulmasını, bu çarelerin gerçekleşmesini temin etmektir.

Akif, bütün eserlerini, Memuriyet, Muallimlik, Muharrirlik vazifeleri arasında yazıyor, bir milletin bütün ıstırabını yüklenerek haykırıyor, yol gösteriyor, gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kavuşmak için çırpınıyordu.


Seyehatleri
Akif, tahsilini bitirdikten sonra, memuriyetleri dolayısıyla, 2 sene kadar Rumeli' de, 2 sene kadar Arnavutluk'ta, Arabistan da dolaşmıştır. Daha sonra geçen Harb-i Umimi'den kısa bir zaman önce Mısır'a gitti ( 5 ocak 1913 ). Yukarı Mısır'ın El -Uksur'daki eski abidelerini de ziyaret ettikten sonra Mısır'dan Hicaz'a geçti. Medine-i Münevvere'yi ziyaret etti ve buradan İstanbul'a döndü ( 5 mart 1913 )
Memuriyetleri mani olmasaydı Mısır'da daha fazla kalacak Medine'den sonra Mekke'ye gidecek ve doya doya gezdikten sonra geri dönecekti. Fakat koparabildiği izin iki aydan ibaretti. Üstadın ( El-Uksur'da ) şiiri, Mısır seyahatinin edebi hatırasıdır.

Akif, bu seyehatlerinden geri döndükten sonra Umimi Harp koptu ve kendisi bu harp sırasında iki mühim seyehat yaptı. Birinci seyehat sırasında Berlin'i gördü. İkincisinde çöl yoluyla Necid'e gitti ve Necid'den Medine'ye uğradı. Bu iki seyahat de Türk ve İslam menfaatlerine hizmet için yapılmıştı. Çanakkale Harbi, onun Berlin'de bulunduğu sıraya tesadüf etmiş ve şair o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştı. Şair, bu iki seyahati iki ölmez eserle yaşatmıştır. Biri ( Berlin Hatıraları ) , biri ( Necid Çöllerinden Medine'ye ) dir.

Umimi Harbin son senesinde, muhterem dostu profesör İsmail Hakkı İzmirli ile birlikte Lübnan'a gitti ve orada Aliye'de Mekke Emiri Ali Haydar Paşa'nın misafiri oldu.
Bu sırada Meşihat-i İslamiye'de Dar-ül-Hikmet-ül-İslamiye adlı bir müessese kurulmuş, Akif bu müessesenin başkatipliğine tayin olunmuş ve Lübnan dan dönüşünde bu vazife ile de meşgul olmuştur.
 
Son düzenleyen: Moderatör:
[video=youtube;PyB1kC7oXAw]http://www.youtube.com/watch?v=PyB1kC7oXAw&feature=related[/video]
 


Mütareke ve Milli Mücadele
1914 Harbi, 1918 de imzalanan meş'um ( kötü ) Mütareke ile nihayet bulduktan sonra, galip devletler, Osmanlı Devletini tasfiye ile kalmayarak, Türk'ün öz yurdunu parçalamak niyetiyle hareket ettiklerini göstermişler ve Türk yurdunun her tarafına saldırmaya başlamışlardı. Umumi Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, bu muameleyi mukavemetle karşılamak zorunda kalmış ve bu yüzden memleketin her tarafında ayaklanmalar olmuştu.

Akif, bu ayaklanmaların değerini ve lüzumunu anlamakta dakika kaçırmayarak evvela Balıkesir'e koşmuş ve oradaki mücahitlerle görüşmüş, orada hitabeler irad etmiş ( halka konuşmuş ) halkı ayaklanmaya ve istiklalini kurtarmak için savaşmaya çağırmıştı. İstanbul hükümeti onun bu hareketinden kuşkulanmış, onu Dar-ül-Hikmet'den azil ile mukabelede bulunmuştu. Fakat Akif, derslerine ve yazılarına devam ediyordu.

Anadolu kıyamının umumileşmesi ve Milli Mücadele ruhunun bütün memleketi kaplaması üzerine, Anadolu'ya gitmeye karar verdi ve bir gün erkenden yola çıktı. Üsküdar parkında yol arkadaşı ile buluştu ve Alemdağı yolunu tuttuktan sonra deniz kıyısına vardı, oradan bulduğu vasıta ile İnebolu' ya çıktı ve İnebolu' dan Ankara'ya hareket etti. Ankara' ya yerleştikten bir süre sonra ailesinin de Ankara' ya gönderilmesini istedi. Refikası, validesi ve çocukları da yola çıktılar ve ona eşlik ettiler.

Akif'in Ankara' ya varmasından sonra Konya isyanı kopmuş, o da bu dalaletle mücadele etmek üzere Konya' ya koşmuş, isyanların bertaraf edilmesine yardım etmiş, sonra Ankara' ya gelmiş, Ankara' dan Kastamonu' ya gitmiş, burada Nasrullah Camii'nde, apayrı büyük bir eser olan, bir mev'ize irad ( İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma kabilinden olan tebliğ, öğüt vermek ve nasihat etmek ) etmiş ve mev'ize de, galiplerin Türkiye'ye yüklemek istedikleri Sevr Muahedesinin iç ve dış yüzünü, kimsenin kalbinde zerre kadar şüphe bırakmayacak vuzuh ( açık,net ) ve keskinlikle anlatmış, bunu kabul etmekten başka bir şey olmadığını bütün açıklığıyla göstermiş, bütün Kastamonu muhiti bu sayede layıkıyla aydınlanmış, daha sonra bu mev'ize basılmış ve memleketin her tarafına dağıtılmıştı.
 


İstiklal Marşı
Akif, Kastamonu' dan Ankara' ya döndü ( 25 kanunuevvel 1336 ) 1920
Kendisi, Burdur Mebusu sıfatı ile birinci Büyük Millet Meclisine seçilmiş ve bu meclisin bütün mesaisine iştirak etmiştir. 1921 senesinin 17 şubat günü İstiklal Marşını yazdı ve Kahraman Ordumuza ithaf etti. Büyük Millet Meclisi 12 mart 1337 günü, bu marşı kabul etti ve Akif, marş için açılan müsabakayı kazanacak olana tahsis edilen 500 lirayı da hediye etti.

Sakarya Harbi'nin en buhranlı sıralarında, her ihtimale karşı Ankara dan hicret başladığı zaman, Sakarya'nın düşmana mezar olacağı hakkındaki kanaati sarsılmamış ve Ankara'dan ayrılmamıştı. Bülbül, Leyla, Nazif'e Cevap başlıklı şiirleri, onun bu sıralarda Ankara da yazdığı eserleri arasındadır.

Mehmet Akif merhum, İstiklal Marşı'nı 17 şubat 1337 ( 1921 ) de yazdı. Eser 1 mart 1337 ( 1921 ) günü Büyük Millet Meclisinde, o zamanın Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından okundu ve Millet Meclisinin heyecanlı tezahürleri ile karşılandı. Büyük Millet Meclisi bu marşı, 12 mart 1337 ( 1921 ) günkü toplantısında resmen kabul etti. O gün eserin değeri hakkında yapılan kısa bir müzakereden sonra Milletin ruhuna tercüman olan ve Meclis 'in kabulü ile resmi bir mahiyet iktisabeden İstiklal Marşı nın ayakta dinlenmek üzere Maarif Vekili tarafından bir defa daha Meclis kürsüsünden okunması teklif edildi ve teklif kabul olundu. Büyük Millet Meclisi'nin bütün azası ayağa kalktı. Derin bir vecd ve coşkun bir heyecan içinde marşı dinlediler. Böylece marşın kabul merasimi 12 mart 1337 ( 1921 ) cumartesi günü saat 17.45 te son buldu.

Merhum Akif, bu eseri millete hediye etmiş olduğu için onu Safahat'a almamıştır.


Akif'in ölümünden kısa bir süre önce, aralarında Hakkı Tarık Us 'un da bulunduğu misafirler, Üstad'ı ziyarete gelmişlerdi. Üstad, bitkin bir halde olduğu için, yatağına uzanmıştı.

Söz, İstiklal Marşı na intikal etmiş ve misafirlerden biri:
-Acaba, yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demişti.

Bitab bir halde yatan Akif birdenbire başını kaldırdı ve kesin bir cevap verdi:
-Allah bir daha bu millete bir İstiklal Marşı yazdırmasın!


Evet. Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklalini tehlikeye düşürmesin ve bir daha onu, bir İstiklal Marşı yazdırmaya mecbur etmesin!.
 


İstiklal Marşı'nı Mehmet Akif Ersoy nasıl yazdı?
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, 1920 Yılında aldığı kararla, milletin bağımsızlık aşkını ve ruhunu terennüm edecek bir istiklal marşı yazılması talebi 7 Kasım 1920’de gazetelerde halka duyurulmuş, kazanan şaire de 500 lira ödül verilmesi kararlaştırılmıştı.
Katılan 724 eser olmasına rağmen, arzu edilen istiklal ruhu bir türlü yakalanamamıştı.

Akif, o günlerde büyük bir maddi sıkıntı içindeydi. Ankara’nın soğuğunda ceketle geziyordu.
Paltosu yoktu. Çok soğuk günlerde arkadaşı Şefik Kolaylı’nın Paltosunu ödünç alarak giyerdi.


Yarışmaya 724 şiir katıldı. Fakat hiçbirisi istenilen nitelikte bulunmadı. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ve arkadaşları Mehmet Akif’e başvurdular.

Akif, millet için yapılacak bu işi para için yapamayacağını belirterek başvuruyu geri çevirdi. Bunun üzerine Hamdullah Suphi Bey kendisinin yarışma dışında tutulacağı sözünü vererek yarışmaya katılmasını rica etti.

Ve Mehmet Akif İstiklal Marşı’nı yazmaya başladı. Sobasına atacak odunu , sırtına giyeceği paltosu bile yoktu. Ankara’da gece gelen ilhamı kaçırmamak için bazı dörtlükleri mum ışığında Taceddin Dergahı’nın duvarlarına kazıdı. Her kelimesine yüzlerce vatan evladının canını feda ettiği özgürlük marşımız Akif’in kalemiyle en güzel ifade tarzını buldu.


İstiklal Marşının yazıldığı 1921 yılında Yurdumuz, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan Kuvvetlerinin acımasız işgali altındaydı.
Yunanlıların:
-''Biz Anadolu'ya medeniyet götürüyoruz.'' diyerek, tüm dünya da yarattıkları yaygaranın arkasından beşikteki bebeleri bile süngüleyerek Anadolunun içlerine kadar sızmak istemeleri, Akif'in derinden feryadına neden olmuş ve İstiklal Marşımızın ilk mısralarında:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak diyerek Türk Milleti'nin hiç endişe duymamasını belirtmiştir.

Batının ufuklarındaki al renk bir gün sönebilir; ancak Türk Milleti'nin şafak renginde alevlenen al sancağının sönebilmesi için yurdumun üzerinde tek bir ocak kalması; yani Türk Milleti'nin tamamen yok olması demektir. Bu da mümkün değildir.

Çanakkale'de yenemedikleri Türk kudretini müttefiklerimizin mağlup olmalarıyla yendiklerini sanan işgal kuvvetlerinin medeniyet anlayışını : Tek dişi kalmış bir canavara benzeterek o canavarın ulumasıyla şüheda fışkıran bu toprakların ele geçirilemeyeceğini haykırmıştır. Bağımsızlığın bir Hayal olduğu korkunç işgal döneminde bile istiklalin yakın olduğuna candan inanmıştı.

İstiklal Marşı 1 Mart 1921’de TBMM’de, okunurken şiddetli alkışlarla defalarca kesildi, ruhları bir heyecan sardı.

12 Mart 1921’de dört defa okunup ayakta alkışlanmış, meclisi bir coşku tufanı kaplamıştı.
Alkışlarla meclis inlerken Mehmet Akif mahcubiyetinden başını kolları arasına alarak, sıranın üzerine yumuldu. Mecliste duramayıp dışarı çıktı. Milleti için yaptığı bu işte alkışlarla gurur duyma ücretini bile çok gördü kendine. Akif’in şiiri, 12 Mart 1921’de meclis tarafından milli marş olarak kabul edildi.


Verilen ödülü kabul etmemesi o zaman bazı kimselerce tuhaf karşılandı ama o bunlara aldırmadı.

Hala üşüyordu. Yine arkadaşından aldığı ödünç paltoyu giyiyordu.
Bir gün Şefik Bey ona:
-“Şu mükafatı reddetmeyip bir palto alsan olmaz mıydı?” diyecek oldu.

Mehmet Akif böyle konuştuğu için tam iki ay Şefik Bey’le hiç konuşmadı. Artık Ankara’nın
çok soğuk günlerinde de ceketle dolaşıyordu.

12 Mart 1921 Yılında , TBMM'de bizzat, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey tarafından okunan Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı İstiklal Marşı, büyük bir coşkuyla kabul edilmiştir.

Türk Milleti şanına yaraşır bir bağımsızlık marşına kavuşmuştur.
Atatürk, marşı çok beğenmiş, duygulandığını belirterek:
-''Bu marş, bizim inkılabımızı anlatmaktadır. Bunu her Türk Genci coşkuyla okuyacaktır. diyerek

şiirde en beğendiği yerin de:
-''Hakkıdır, hakka tapan milletimin istiklal '' Mısrasının olduğunu özellikle vurgulamıştır.


Yunanlıların, kalabalık bir orduyla Anadolunun içlerine kadar ilerlediği yoğun savaş ortamında, İstiklal Marşı'nın beste yarışması açılmış; Yunan ordusunun İzmir'de denize döküldüğü olaydan etkilenen sarayın müzik direktörü,Osman Zeki Üngör, hazırladığı besteyi, Atatürk'e teslim etmiş; Gazi besteyi çok beğenince de 1930 Yılında milli marş olarak kabul edilmiştir. Zeki Üngör Bey Ankara'da kurulan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğine atanmıştır.

İstiklal Marşımız, şehitlerimizin kanlarının su gibi aktığı bir günde yazılmış; ordularımızın yedi düvele ders verdiği Zafer Gününde de bestelenmiştir.

Bugün Türk Çocuklarının İstiklal Marşımızı coşkuyla söylemesi ve kendilerinden sonra gelecek olan kuşaklara da aynı heyecanla aktarmak boynunun borcudur.

Mehmet Akif Ersoyun dediği gibi: ''Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın...! ''

Merhum Akif, bu eseri Türk Milleti’ne ve Kahraman Ordumuza hediye etmişti.
Bundan dolayı eseri SAFAHAT’a almamıştır.
 
[video=youtube;6WJ-5Ze0Rzw]http://www.youtube.com/watch?v=6WJ-5Ze0Rzw&feature=related[/video]
BÜLBÜL şiirinin tamamı
Bu şiir yazılırken Yunan istilası altındaki topraklarımıza, özellikle Bursa'ya dair, elim haberler geliyordu.
[video=youtube;yC_SsaQo-VU]http://www.youtube.com/watch?v=yC_SsaQo-VU&feature=related[/video]
BÜLBÜL şiirinin bestelenmiş hali
Şiir Mehmet Akif Ersoy Tarafından Ankara' da Taceddin Dergahında 9 Mayıs 1337( 1921) yılında yazılmıştır.
Safahat'ın 7. kitabi Gölgelerde yer alır.
 

Devedekiler: Abbas Halim Paşa, Mehmet Akif Bey, Nuri Bey, Sami Paşa Zade, Halim Bey, Halil Paşa. Önde papyon kravatlı, Kadri Bey.

Akif, Birinci Meclis'in vazifesinin, zaferi kazanmakla son bulması üzerine, İstanbul'a geldi ve Abbas Halim Paşa' nın daveti üzerine 1339 teşrinievvel' inde ( 1923 ) Mısır'a gitti. O kışı Mısır' da geçirdikten sonra, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır' da, yazı İstanbul' da geçiriyordu. Prens Abbas Halim Paşa, onu maişet derdinden ( geçim derdinden ) kurtarmayı taahhüt etmiş, onun huzur içinde çalışmasını ve istediği eserleri yazmasını temin etmek istemişti. Paşa, bu suretle Türk irfanına ve edebiyatına büyük bir hizmet ediyordu.

Akif, Mısır'a ilk gittiği seneyi, gezip dolaşmakla geçirdi ve ilkbahar da İstanbul'a dönünce, kendi evine çekilip çalışmayı umdu. Fakat burada da eşleri dostları imkan vermediler. Aynı yılın kışını yine Mısır' da geçirdi ve çalışmaya başladı.
Firavun'la Yüz Yüze eseri, onun hakikaten çalışmaya başladığını ispat ediyordu.

Fakat ertesi yaz İstanbul'a geldiği zaman, yeni bir resmi vazife ile karşılaştı. Diyanet İşleri Riyaseti, Kur'an-ı Kerim'in tercümesini O'na, tefsirlerini merhum Elmalılı Hamdi Efendi' ye vermek teşebbüsünde idi.

Akif'in, niyeti kendi eserlerini, bilhassa ( İkinci Asım ) ı yazmak ve Milli Mücadelemizin destanını yaratmaktı. Kendi eserini yazmayı, Kur'an-ı Kerim'i tercümeye tercih etmesi mevzu bahis değildi. Fakat bu işi deruhte ederse ( üstlenirse ) bütün vaktini ve emeğini bu işe hasrettiği halde, muvaffak olamayacak, muvaffak olamamak yüzünden, sarf ettiği vakit ve emek boşa gidecekti. Ondan sonra asıl yazmak istediği eserlere vakit kalıp kalmayacağını Allah bilirdi. Akif, bu nokta-i nazarını ( bakış açısı ) nı anlatmak için ne kadar uğraştı ise de muvaffak olamadı.

Çünkü, herkes onun muvaffak olacağına kaniydi ve onun bu işi üzerine alması için ısrar ediyordu. Neticede Akif, bu işi üzerine aldı ve bu işi üzerine aldıktan sonra altı, yedi sene çalıştı. Hilvan' da adeta inziva hayatı geçirerek uğraştı ve sonunda memnun olmadı, işi başardığına inanmadığından kendini mesuliyetten alınması için çalıştı. Diyanet İşleri Reisliği de tercüme ile birlikte tefsir işini merhum Elmalılı Hamdi Efendi ye devretti ve Akif'i bu görevden aldı.

Akif, altından kalkılamayacak derece büyük ve ağır bir işe, bütün varlığını vermiş ve 6-7 senesi, bu işin azameti karşısında eriyip gitmişti. Sonunda iyi yapamamış olduğuna inanmış ve bu 6-7 sene içinde yapabileceği iş de ikinci bir Akif'in yetişmesine kalmıştır.


Mısırda iken çekilmiş bir fotoğrafı

Onu Mısır da yakalayan ikinci bir resmi iş, Mısır Üniversitesinin edebiyat Fakültesinde Türkçe Profesörlüğü idi.

1926 dan başlayarak, Mısır Üniversitesi edebiyat Fakültesinde Türk edebiyatı okuttu. Haftada iki saatten ibaret olan derslerinden geri döndükçe Kur'an tercümesinin müsveddelerini tamamladıktan sonra, eserin üzerinde yeniden çalıştı.
Fakat bu sırada Siroz'a tutulmuştu.
 


1 Nisan 1923 te ani bir seçim kararı alınır. Alınan kararla Akif, meclis dışında kalmıştır.
O zamanın bazı aydınları ve yayın organları aleyhinde olmaya başlar, siyasi çekişmeler milli mücadele ruhunu yüreklerden söküp almıştır. Vatanı ve milleti için her türlü fedakarlığı yapan, ahlakı, dürüstlüğü ve cesareti ile fikirlerini beğenen beğenmeyen hemen herkesin önünde şapka çıkardığı koca Akif, artık manen yoktur. Canı kadar sevdiği vatanında bir problem olarak görülmek bu gür sesli yiğit şairi bir enkaz haline getirir.

Abbas Halim Paşa' nın daveti üzerine Mısır' a giden Akif, vefatından 6 ay öncesine kadar Mısır'da kalır. Bu gidiş Akif için aslında kırgınlık, hayal kırıklığı, dışlanmışlıktan kaynaklanan bir gönüllü sürgündür.

Mısır'daki günleri hep hasret, özlemle geçmektedir. ( Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda ) dediği vatanını gönlünden atması elbette imkansızdı. Biraz olsun unutabilmek adına kendini Kur'an-ı Kerim' in tercümesine verir.


1933 yılının sonunda 7. ve son kitabı Gölgeleri yayınlar.


Damadına gönderdiği bir mektubunda yorgunluktan şikayet eder, bunu ihtiyarlamasına verir. Ancak Akif, hastalanmış Siroz'a yakalanmıştır.

Hastalığın ehemmiyetini birdenbire anlayamamış ve bunun bir hava tebdili ile geçeceğini sanarak Lübnan'a gitmiş, buradan Ağustos 1936 da Antakya'ya gelmiş, fakat Mısır'a hasta olarak dönmüştür.

Mısır'dan sıkılmıştı ve memlekete dönmeyi özlüyordu. İstanbul'da ölmeyi arzu ediyordu. O zamanın bir grup kişileri Akif' in Türkiye'ye gelmemesi için bir kampanya başlatırlar. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bunu duyunca çok sinirlenir ve susturur onları hemen emir verir işlemler başlatılır ve Akif İstanbul'a gelir.

1936 yılı haziran ayında vapurla Türkiye'ye gelmek için yola çıkar, vapur Çanakkale'den geçerken, İstanbul camilerini görünce gözyaşlarına hakim olamaz. Akif, kendisini rıhtımda karşılayan Abbas Halim Paşa'nın kızı Emine Abbas Halim hanımın evinde misafir edilir. Herkes onun hastalığından habersiz olduğunu düşünmektedir.

Siroz, O' nu harap etmiş, bir deri bir kemik haline getirmiştir. İstanbul'a geldiği gün en yakın dostları bile onu tanımakta güçlük çekmişlerdi. Bizzat kendisi ( Canlı bir cenazeden farksızım ) diyordu.

İstanbul'da gayet ciddi bir tedavi gördü. Hastanede yattı. Mısır Apartmanı' nda kaldı ki ( Mısır apartmanı inşallah yakın bir tarihte müze olacak ) hastalığın önüne geçilemedi.

63 yaşında idi ve bir sohbette karaciğerinin fena olduğundan bahsederek, Peygamber Efendimize sevdalı bir insan olarak, ne mutlu bana Peygamberimizin öldüğü yaşta ölmek üzereyim bunun için çok mutluyum diyerek, bu mutluluğunu da dile getirmiştir.

Bir gün İstiklal Marşından konu açılır:
Akif, O şiir milletin o günkü heyecanın bir ifadesidir. Binbir facia karşısında bunalan ruhların ızdıraplar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. Bir daha yazılamaz. Onu bende yazamam. O şiir benim değil. Artık Milletin malıdır der.

Kur'an-ı Kerim'in tercümesi ile ilgili sorulara
-Tercümeyi Mısır'da bir arkadaşına bıraktığını, yeniden tetkik edilmesi gerektiğini söyler ve bütün ısrarlara rağmen kimde olduğunu söylemez.
 


Üstad 27 Aralık 1936 akşamı saat 20 ye doğru, bu fani dünyaya gözlerini yumdu ve ertesi gün Türk gençliğinin elleri üzerinde, Edirnekapı 'daki şehitliğe defnedildi.


Akif'in ölümü kimseye haber verilmemiştir. Akif'e yönetimler ne sağlığında nede ölümünde sahip çıkmıştır.
Cenazesine resmi bir katılım olmadı. Çünkü öldüğünü kimse bilmiyordu. O zamanın gazetelerinde, radyolarında Akif'in hastalığından fazla söz edilmemişti. Tedavisi de uzun sürdüğü için kimse durumunu takip etmiyordu. Öldüğü gün cenazesini kaldıracak kimse yoktu çünkü kimse öldüğünü bilmiyordu.



Cenazesine büyük bir üniversiteli genç topluluğu katıldı.
İstanbul Üniversitesinden çıkan dört tane genç, Beyazıt Cami' nin arkasından sahaflar çarşısından kapalı çarşıya gidecekken,
Cami' nin önünden geçerken, at arabasının üzerinde bir yeşil örtü dahi olmadan bir tabut getirildiğini görürler. Belediye getirdiği için kimsesizlerden birisinin cenazesi zannederler, bir belediye görevlisi de tabutun başında, musalla taşının başında beklemektedir.


Bu dört gençte bu cenazeyi görünce kendi aralarında konuşmaya başlarlar. Kimsesi yok, Allah rahmet eylesin. Bir fatiha okuyanı da yok, cenazesini de kaldıranı yok diye kendi aralarında konuşurlar, üzülerek tabuta bakarak yollarına devam ederler. Biraz ilerledikten sonra içlerinden bir genç geri döner, arkadaşları da onu yalnız bırakmaz ve onlarda döner. Dört genç cenazenin başında bekleyen görevliye

selam verir ve sorarlar:
-Bu sahipsiz cenaze kime ait, kimsesi yok mu?
Görevli
-At arabası ile getirdik, Şair Mehmet Akif'in cenazesi..

Bunu öğrendikleri anda orada kıyamet kopar. O dört tane genç, önce İstanbul üniversitesinin kantinlerine koşarlar, Beyazıt Cami' nin karşısındaki külliyelere koşarlar, bir anda bu haber tüm İstanbul' da gençlerin arasında duyulur. İstanbul Üniversitesi' nin depolarından birisinde bir bayrak bulup o bayrağı getirip tabuta örterler ve Kabe' nin örtüsü ile beraber Akif'in cenazesi Askeri Tıp Öğrencileri başta olmak üzere, İstanbul Üniversitesi gençlerince büyük bir üniversiteli genç topluluğu tarafından dualar ve gözyaşları eşliğinde kabre götürülür.

İstiklal Marşı ile defnederler, fetihten beri şehrin toprağına kendi eseri ile defnedilen ilk cenazedir. Naaşı Edirnekapı Şehitliğine çok sevdiği iki dostunun Ahmet Naim Bey ile Süleyman Nazif 'in arasına gömülür.



Resmim için
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim..
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben.
Daha yıllarca eminin ki hayatın yükünü ,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkumum ben,
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme, İlahi, bir avuç toprağını!..

Mehmet Akif Ersoy



Resmimin Arkasına
Hepsi göçmüş, hani yoldaşların hiçbiri yok!
Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak?
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler;
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.

Mehmet Akif Ersoy



Resmim için
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı ( zihinlerdeki hayalimi de ) da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?

Mehmet Akif Ersoy



Resmim için
Bir canlı izin varsa şu toprakta, silinmez;
Ölsen, seni sırtında taşır toprağın altı.
Ey gölgeden ümmid-i vefa eyleyen insan!
Kaç gün seni hatırlayacaktır şu karaltı?

Mehmet Akif Ersoy



Resmim için
Beni rahmetle anarsın ya, işitsen bir gün,
Şu sağır kubbede, haib, ( kederli ) sesimin dindiğini
Bu heyulaya da ( zihinlerde ki hayalime ) bir kerrecik olsun bak ki,
Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini.

Mehmet Akif Ersoy



Safahat için
Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın.
Derdim, sana baktıkça, a biçare kitabım!
Kim derdi ki: sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harap eylediğim ömr-ü harabım?

Mehmet Akif Ersoy



Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

Mehmet Akif Ersoy



Safahat şairi, Vatan Şairi, Şairi Azam Mehmet Akif Ersoy'un Ruhu Şad Olsun.
 
[video=youtube;pYfyhvZ79kw]http://www.youtube.com/watch?v=pYfyhvZ79kw&feature=related[/video]
 
[video=youtube;7_WcPok6dVw]http://www.youtube.com/watch?v=7_WcPok6dVw&feature=related[/video]
Cenk Şarkısı
Balkan Harbi Münasebetiyle Mehmet Akif, tarafından yazılan bu şiir,
Sebilürreşad Mecmuasının 4 Teşrinievvel 1328 ( Ekim 1912 ) tarihli 215. sayısında çıkmıştır.

Şiirin başlığının üstünde şu ibare bulunmaktadır:
'' Sebilürreşad ceride-i İslamiyesinin Kahraman Askerlerimize armağanı ''
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…