ırem Bağları (Hz Hud as)
irem cennet bagi demektir fakat
Ad kavminin insanları ellerindeki bu imkânları bağ ve bahçeler yapmak için kullandılar. Allah’ın verdiği sonsuz nimetler sayesinde öylesine güzel bağ ve bahçelere sahip oldular ki, dünyada onun eşi ve benzeri yoktu. Şeddat kendisine verilen büyük güç ve kudretle Allah’ın cennetine karşılık dünya cenneti kurmaya kalkışarak, insanları dünya cennetine davet etti. Nihayet aslında yine Allah’ın verdiği nimetlerle, söz de Allah’a karşı büyük bir b ağ oluşturdu. Bu ırem bağları gerçekten görülmeye değer bir güzellikteydi. Bağlar bahçeler ve aralarından akan nehirlerle insanı hem dinlendiriyor hem de cezp ediyordu. Dünya cennetini hayal edenlerin belki de ulaşabilecekleri son nokta olarak görülebilecek güzellikteydi. Bu husus Kur’an-ı kerim de şöyle ifade edilir; “Bilmez misin Rabbin neler yaptı 'Ad (halkın)a, çok sütunlu ırem (halkına), ki bütün o topraklarda bir benzeri inşa edilmemişti?” Fecr 89/ 7-8 Bu insanlar o güne kadar yapılan binaların en büyüklerini ve sağlamlarını yapmışlardı. Sahip oldukları güç ve büyük hazineler kendilerini ölümsüz olarak görmeye kadar götürmüştü. Hiç kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceklerini düşünüyorlardı. Şeddat ise bu konuda daha ileri gidiyordu. Bu konuyla ilgili olarak şu olay anlatılır; Ömer bin Hattab (Radıyallahü anh) anlatır: “Habib-i Ekrem ile Kuba Mescidinde nemaz kılmıştık. Siyah sarıklı, beli kılıçlı biri yanında devesiyle salına salına dağdan aşağı indi. Gözümüzün nuru Efendimiz; “Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz” diye sordular.
“Resulullah bizden daha iyi görür” dedik. “Abdullah bin Hafaki olması lazım” buyurdular. Nitekim adı geçen sahabe mescide girdi, edeble diz çöküp, selâm verdi. Fahr-i âlem “Allahü teala dilini yalan söylemekten, kötülükten korusun!” dediler ki, bu Hafakiye konuşma izni verildi demekti... — Ya Resulallah, kavmimden arkadaşlarla Hadramut’a müteveccihen yola çıkmıştık. Birdenbire ay ışığı kayboldu, kasvetli karanlık bir dere yatağında kalakaldık. Konaklamak için hazırlıklanıyorduk ki bir karmaşa, gürültü koptu. At kişnemeleri, deve sesleri, kadın feryatları, ağlaşan çocuklar, kulak yırtan çığlıklar... Derken değişik bir ses hepsini bastırdı. “Ey Yemame kafilesi” diyordu, “Vallahi kıyamet yaklaştı! Bütün putların batıl olduğunu ve bütün dinlerin hükümsüz kılındığını bildiren bir Peygamber geldi. O Peygambere muhalefet edenler, bedbaht olur, uyanlar bahtiyar!” Kalabalıktan cesaretlenip, sesin geldiği yere yöneldik. Merakla sorduk “iyi de sen kimsin?” — Ben bir cinim, adım Teklan. — Peki, bu gürültüler? — Onlar da bizdendir. Kureyş kabilesinden gönderilen Peygambere iman ettiler. Meçhul ihtiyar Hafaki devam eder: “Ya Resulallah, sonra sesler kesildi. Sabah olunca yola çıktık, çöle doğru yürümeye başladık. Kervanın arkasından gelen biri vardı ki onun kafileden koptuğunu, hayli gerilerde kaldığını fark ettim. Yol arkadaşlarıma “siz durun, bekleyin” dedim, “ben onu bulup geleyim.” Kılıcımı kuşandım, yedek bineğimi alıp aramaya başladım. Bir müddet sonra karşıma bir pir-i fani çıktı ki, kirpikleri dökülmüş, beli bükülmüştü. Ancak kararlı bir şekilde yeri kazıyordu. Bineğimin ayak seslerini duyunca başını kaldırdı. Ben onunki kadar delici ve tesirli bir bakış hatırlamıyorum. Heybeti karşısında ezildim, içim ürperdi. Derhal Cenab-ı Hakk’a sığındım ve salavat okumaya başladım. Neden sonra kendimi toparladım, “Allahü teâlâ sana merhamet etsin” diye söz aldım, “biz bir grup arkadaşız, yolumuzu şaşırdık. Üstelik bir de kaybımız var. Ya bize yol göster, ya da konaklayacak yer... Hiç olmazsa içecek bir şeyler ver.” O zat hoş bir dille cevapladı: “Benim sizi konaklatacak ne evim ne de çadırım var. ıçirecek sütüm, suyum da bulunmaz. Yol soruyorsanız şu yana yürüyün selamete çıkar.” ıhtiyar beni celbetti, merakımı yenemeyip sordum, “sahi bu ıssız yerde ne arıyorsun?” — Adım Abd-i Kelâl bin Yegus El-Humeyri’dir, asırlardan beri kavmimden ayrıldım. Bir zamanlar Mazin kabilesinden beşyüz yaşında bir ihtiyarla tanışmıştım. Bana burada Ad kavmine ait bir yeraltı ırmağı olduğunu söyledi. Üçyüz yıldır kazıyorum, henüz suya dair bir iz nişane bulamadım. Ancak emeklerim de zayi olmadı, manalı yazılarla, levhalarla karşılaştım. — Yazılarla mı? — Evet istersen onları gösterebilirim sana. Ya Resulallah Abd-i Kelâl beni daha önce kazdığı dehlizlere soktu. Orada altından bir taht üzerinde sırtüstü yatmış cesed vardı. ıki gözünün arasında; “Benim adım Şeddad bin Ad. ırem Bağları ve imad sahibiydim. Bin sene yaşadım. Bin şehir kurdum. Bin kız ve hizmetçiyle yaşadım. Bin kantar altına sahib oldum. Binlerce askerim vardı. Şark ve garb saltanatım altındaydı. Ancak ne dünya bana kaldı, ne de ben dünyada kaldım. Ardımdan gelenler fani lezzetlere aldanmasın” yazılıydı. Ya Resulallah Abd-i Kelâl ardından değişik bir yere soktu ki, gümüşten bir taht üzerinde sırtüstü yatmış bir kadın cesedi vardı. Alnında ibretli bir beyit: “Ben Şeddad bin Ad’ın kız kardeşiyim. Her kim yanıma gelirse, bana ibret nazarıyla baksın.”
Tek ÜmmetSonra Abd-i Kelâl Yegus bir taşı kaldırdı altından bir sahife çıkardı. ‘Oku’ diyerek uzattı. Ya Habiballah orada aynen şu cümleler vardı: “O ay yüzlü Nebi zuhur edince, aziz ve celil olan Allahü tealaya davet eder. O Tihame topraklarından, Mekke’den çıkar, O’na kapalı şeyler açık olur, emrine melikler boyun eğer.” Abd-i Kelâl’in gözleri doldu, hasretle içini çekmeye başladı. Yanımdan ayrılıp gitmek istedi. Eteğinden tutup sordum “görüşüp konuşmamızı nasip eden Allahü teala hakkı için söyle, sen ne yersin, ne içersin?” —Bu ihtiyara şu tepelerin otları yeter. Yorganım yapraktır, döşeğim toprak.
Onunla vedalaşıp ayrıldık. ıki sene sonra yolum yine Hadramut taraflarına düştü, aynı yere uğradım. O çorak sahra yemyeşil olmuş, beldeler kurulmuş, ortada berrak sular akıyor. Ahaliye Abd-i Kelâl bin Yegusa’yı sordum. Kabrini gösterdiler. Başucunda bir taş vardı üzerinde “Adn kuyusunu bütün gücümle kazdım. Nihayet ben de ıyas gibi, kuyunun dibine ulaştım. Bal gibi tatlı bir su çıkardım. Lakin toprakla uğraşmak beni bitirdi, taşlar arasında kalakaldım.” Ya Resulallah işte gördüklerim bunlardır...” Resulullah Efendimiz gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar akmaya başladı. Ağladılar ağladılar ve “Allahü teala Abdi Kelâl bin Yegusa’ya rahmet eylesin. O kıyamet gününde ‘tek bir ümmet’ olarak kalkacaktır” buyurdular. Hani ırem, hani Şeddat? Şeddat, Yemen’deki Ad kavminin hükümdarıdır. Her arzusu yapılınca azar, şirazeden çıkar. Haşa haşa kendini bir şey sanır, boyuna posuna bakmadan “Allah size cennet vaat ediyorsa ben de vaat ediyorum” der, kesenin ağzını açar. Büyük paralar dökerek ırem Bağı adlı bir bahçe yaptırır, içine akla gelebilecek her türlü dünya nimetini koyar. Meyveler, çiçekler, havuzlar, köşkler, cariyeler, zengin sofralar... Hazret-i Hud insanları ısrarla tevhide çağırır, ancak kalabalıklar Şeddat’ın yalanlarına ve sahte cennetine aldanırlar. Ancak günün birinde ırem Bağları hak ile yeksan olur, izi tozu bile kalmaz.
bunlari okuduktan sonra koymayi düsünürmüsünüz?????????????????????