- 3 Aralık 2006
- 3.073
- 132
- 63
Bir Ayrılık Öyküsü
Kâmuran Esen
Anne için mi daha zordur ayrılık, yoksa evlât için mi?
“ Hani bir kavak ağacı vardır. Günün en durgun anlarında bile kıpırdar durur yaprakları. İşte Türk Folklörü, kavak yaprakları ile ana yüreği arasında bir ilişki kurmuş. Ve –ana yüreği- demiş kavak yapraklarına.”....
Bu satırları yıllarca evvel bir edebiyat dergisinde okumuştum. İşte o zamandan beri her kavak ağacı gördüğümde yapraklarına baktım.Onların kıpır kıpır ettiğini gördüm gün boyu.Ve annemi hatırladım. Bir zamanlar meyvesiz ağaç diye gördüğüm kavak ağacı, birden yüceleşti gözümde. Bana, anne sevgisini, anne sıcaklığını, anne fedakârlığını çağrıştırmaya başladı. Gerçekten de kavak yaprakları gibiydi ana yüreği. Her zaman yavrusu için titremekte ve kıpır kıpır etmekteydi.
Şöyle bir düşünüyorum da, annemle ilgili öyle güzel anılarım var ki ! Yatılı okuldan eve döndüğümde anneme sarıldığım anlar, dini bayramlarda annemin bana ve kardeşlerime diktiği giysiler. Hele hele küçük bir çocukken; öğretmenimin ezberlememiz için verdiği şiirleri annemle birlikte ezberleme çabalarımız. Ezberlemek için defalarca okuduğum şiiri ezberlemek ve unutmamak için annemin bulduğu o çocukça yöntem: Şiirin yazılı olduğu defteri veya kitabı, gece yatarken başımızın altına koyup uyumak. Bu yöntemin bir hikmeti vardı kuşkusuz. Çünkü, bu yöntemle ezberlediğim şiirlerin bir çoğu, aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ aklımda.
Çocukluk dönemimde annemle ilgili, hiç unutamadığım bir anım var :İlkokul ikinci veya üçüncü sınıfa gidiyordum. Bize ancak iki kilometre uzaklıkta oturan halama gitmiştim. O gece halamda kalacaktım. Bu, benim annemden ayrı geçireceğim ilk gece olacaktı. Kendi isteğimle ama ve ilk kez. Bize misafirliğe gelen halamın peşine takılmış, halamda misafir olmak istemiştim.
Gündüz her şey yolunda gitmişti. Meyve bahçelerinde gezmiş, dalından meyve koparıp yemiştim. Arkadaşlarımla oyun oynamıştım. Çok güzel bir gün geçirmiştim. Ancak akşama doğru hava kararmaya başlayınca, gökyüzünde kara kara bulutlar belirince, içime bir gariplik çöktü. Uğuldayan rüzgârın sesi kulaklarımı tırmalıyordu. Karnım ağrıyor, sanki mideme bıçaklar saplanıyordu. Her zaman bu saatlerde evimde oluyordum. Anneciğimin dizi dibinde. Acaba annem şimdi ne yapıyordu? Onu çok özlemiştim. ” Beni anneme götürün, ben annemi istiyorum.” Diyecektim. Ama bir türlü bunu söyleyemiyordum. Halam darılırdı, kırılırdı belki. Bana ,” Kocaman kız oldun artık. Annenden ayrı bir akşam kalamaz mısın? ” diyecekti. Belki de ayıplayacaktı. Kendi kendime kızdım. Niçin gelmiştim sanki. Buraya gelmekle çok akılsızlık etmişim.
Akşam yemeği için sofraya oturuldu. Boğazımda bir düğüm vardı .Bir lokma bile yutacak durumda değildim. Bana çatal konulmadığı bahanesiyle ağlamaya başladım. Hemen bir çatal verdiler. Ama yine yiyemedim. Bu defa da karnımın tok olduğunu söyledim.
Saatler ilerleyip sokaklardan el etek çekilince, hele bir de köpekler acı acı ulumaya başlayınca olanlar oldu. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Annemden uzakta kendimi, uzayın derinliklerinde bir nokta gibi yalnız, çaresiz ve zavallı hissediyordum. “ Niye ağlıyorsun? ” diye sorduklarında; “ Annem makinede dikiş dikiyordu. Ya eline iğne battıysa.......” diye çocukça bir bahane bulmuştum...... O gece bir türlü uyuyamadım. Halamın kızıyla aynı odada yattık. Yorganın altında sessiz sessiz ağladım. Bir an önce sabahın olmasını bekledim.
O gece, bütün gecelerin en uzunuydu. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Sonunda güneş doğdu. Güneşin doğmasıyla birlikte içim biraz aydınlanır gibi oldu. Kahvaltı bile etmeden beni anneme götürdüler. Sanki aylardır annemden ayrıymış gibi, onun boynuna sarıldım. Onun sıcaklığını ve kokusunu hissettim. Birden karnımın çok aç olduğunu farkettim. Annemin hazırladığı kahvaltıyı, büyük bir iştahla yedim. Bir daha yanımda annem olmadan hiçbir yere gitmeyecektim. Annesiz yapamayacağımı bir kez daha anladım.
Yıllar sonra annemden ayrı kalmaya alıştım. Ortaokuldan sonra yatılı okula gittim. İlk haftalar, ayrılığa katlanmada çok zorlandım. Sonra alıştım. Çünkü artık bir genç kızdım. Çocuksu duyguları ve davranışları yavaş yavaş geride bırakıyordum. Buna mecburdum. Hayat; güzelliklerin yanı sıra, birçok acıları, ayrılıkları, üzüntüleri de bünyesinde taşıyordu. Büyüdükçe, insanın sevdikleriyle her zaman beraber olmasının mümkün olmadığını öğrendim. Bunu kabullendim. Duygularıma hâkim olmayı, sabretmeyi öğrendim. Zaman, en iyi öğretmendi. İnsana birçok şeyi öğretiyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Büyüdüm büyüdüm, bir öğretmen ve iki yıl sonra da anne oldum. Bir zamanlar annesiz yapamazken, kendimi anneme bağımlı hissederken, şimdi artık bir yetişkindim. Hem de bir anne. Anne olarak sorumluluklarım vardı. Yüreğim yavrum için titremeye başladı. Bir anne olarak çocuğum için endişelerim vardı, korkularım vardı. Anne olmanın bir bedeliydi bu. Hele bir gün.......
Kızımı okuması için çok uzaklara gönderecektim. Liseyi bitiren kızım, üniversite eğitimi için Trabzon’a gidecekti. O gün yavrum gurbete çıkıyordu. Ondan nasıl ayrılacaktım? Üzerine titrediğim kızım yaban ellere gidecekti. Aylarca onu göremeyecektim. Yalnız birkaç gün izne geldiği zamanlarda hasret giderebilecektim. Yüreğimin ortasında sanki bir ateş yanıyordu. Harareti, durdukça yükselen bir ateş.
Kızımın hazırladığı bavullar bir kenarda duruyordu. Onları gördükçe içim sızlıyordu. Ancak, rahat görünmeliydim kızıma karşı. Onu üzmemeliydim .Silkindim,toparlandım. Yalancı bir gülümseme kondurdum yüzüme. Sanki kızım birkaç günlüğüne bir yere gidiyormuş gibi davrandım. Peki ya içim? İçim de böyle miydi? Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Sıkıştırılmış bir yay gibiydim. Ya da gerili bir ok. Her an boşalabilir, hıçkırarak ağlayabilirdim. Ancak, sabretmem gerekiyordu. Anne olmanın omuzlarıma yüklediği sorumluluk gereği , ağlamaya hakkım yoktu. Olamazdı. Eğer ağlarsam kızımı daha da üzecektim. Allah’tan sabır diledim. Kızımı uğurlayıncaya kadar sabır. Sonrası kolaydı. Sonrasını kızım görmeyecekti, bilmeyecekti nasılsa.
Bir tek gözyaşı dökmeden kızımı uğurladım. O da rahat görünüyordu. Üzüntüsünü belli etmemesi gerektiğini bilecek kadar büyümüştü demek ki. Babası onu yerleştirip geri dönecekti. Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktım. Kızım giderken, evin neşesini, mutluluğunu, her şeyini beraberinde alıp da gitmişti. Acaba onun tekrar eve döndüğünü görebilecek miydim? Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu.
İşte kızım gitmişti. İçimde kocaman bir boşluk vardı. Kızımın doldurduğu bir boşluk. Koca evde tek başıma kalmıştım. Kızımın kahvaltıda kullandığı tabak, çatal masanın üzerinde duruyordu. Onları atıp, kırmak geldi içimden.
Acaba kızım ne hissediyordu? Ona iyice sarılamamıştım bile ayrılırken. Ağlamaktan korkmuştum. Artık şimdi ağlayabilirdim.....Hayır! Ağlamamalıydım. Kızım ya bir eşyasını unuttuysa, ya onu almak için geri dönerse, ya beni ağlarken görürse.....Biraz daha sabrettim. Gözyaşlarımı içime akıttım.
Sonra onun bebekliğini düşündüm. Onsekiz yıl öncesini. Bir zamanlar küçük bir yavrum vardı. Karlı, soğuk bir şubat akşamında dünyaya getirmiştim onu. Doğum evimizde, ebe yardımıyla gerçekleşmişti. Çok kan kaybetmiştim. Doğumdan birkaç saat sonra doktor gelmişti eve....Böyle ilkel, sağlıksız bir ortamda gelmişti dünyaya.Aman Tanrım! Ne kadar küçüktü! Bu küçük yavruya nasıl annelik edecektim, bunu nasıl başaracaktım! Kendimi anneliğe hazır hissetmiyordum. Çok genç yaşta evlenmiş, o nedenle erken anne olmuştum. Yaşıtlarımın çoğu evlenmemişti daha. Acaba anneliğin yükünü kaldırabilecek miydim? Annemin bana verdiklerini çocuğuma verebilecek miydim? Bu soruları sorup duruyordum kendime.
Kucağıma almaya korkuyordum ilk günlerde. Her an incinebilecek kadar narindi. Bir kuş yavrusu gibiydi. Onu emziriyordum, kucağımda uyutuyordum. Ancak yirmi gün meme verebilmiştim ona. Ne yaptıysam, direnmişti emmemek için. O küçücük haliyle bana âdeta kafa tutmuş, meme emmemek için, ağzını sıkı sıkı kapatmıştı her seferinde. Anne sütünü reddetmişti. Onu nasıl besleyecektim? İçimden bir şeyler eriyordu. Kızım aç kalacak sanıyordum meme emmeyince.
Geceleri ağladığında, uykudan uyanıp onu avutmaktan hiç yerinmedim. O uyuduğu zaman , uyanmasın diye evin içinde gezinmeye bile korkuyordum. Başka zaman hiç ses çıkarmayan döşeme tahtaları, kızım uyurken gıcırdıyordu. Kapıların çıkardığı gıcırtıları, ancak o uykudayken farkediyordum. Onu ninnilerle, -biraz büyüyünce de -masallarla uyutuyordum. Gece uyanıp ,onun nefesini dinliyordum. Çocuğuma kötü bir şey olacak diye ödüm patlıyordu.
Ben bunları gerçekten yaşamış mıydım? Yoksa bir rüya mı görmüştüm? Dünki o küçük yavru ne zaman büyümüş, ne çabuk yuvadan uçmuştu. Daha dünün o küçük bebeği büyümüş, yaşamını yalnız sürdürmek üzere uzaklara yollanmıştı. “ Yalan dünya ” diyorlardı ya; ne kadar doğruydu. Yaşananlar sanki koskoca bir yalandı. Ayrılık ise, su götürmez bir gerçek.
Ayaklarımı sürüyerek odasına girdim. Dolabını açtım. Rafların büyük bir kısmı boşalmıştı. Gardroptaki askıların da çoğu boştu. Hem kendisi, hem eşyaları yoktu. Evde büyük bir boşluk, büyük bir sessizlik vardı. Tıpkı susuz bir değirmen gibi. Müzik setinde, kızımın severek dinlediği şarkılar susmuştu. Sanki gümbür gümbür çalan davullar susmuştu.
Kızım, küçük varlığıyla meğer evi nasıl dolduruyormuş. O gidince, evden sanki onlarca kişi gitmişti. Konuşmalar, gülmeler bitmişti. Daha da kötüsü, yaşam belirtileri azalmıştı....Ağladım ağladım....İçim ezilinceye, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar ağladım. İşte şimdi biraz rahatlamıştım.
Kızımın odasından çıktım. Kapıyı kapattım. Kapıdaki “ Benim Odam ” yazısına baktım. Ve ; “ Kapıyı vurun ” yazısının altındaki tabanca resmine. Odası buradaydı ama kendisi yoktu. Onunla birlikte geçirdiğimiz günleri, yılları düşündüm. O yılların güzelliğini, mutluluğunu nasıl farkedememiştim şimdiye kadar! Güzellikler, mutluluklar, hep elden uçup gidince farkediliyordu. İşim ile evim arasında koşturup dururken, o yorgunluk arasında anne olmanın tadını bile çıkaramamıştım. Bunu şimdi farkedebiliyordum .Onunla birlikte geçirdiğimiz onsekiz yılın güzelliğini şimdi daha iyi anlıyordum. Hem bir anne, hem bir ev kadını hem de çalışan bir kadın olarak omuzlarımdaki yük öyle fazlaydı ki. Her yerde, her durumda birileri benden birşeyler bekliyordu. Kadın olmak zordu. Yoğun geçen bu günler arasında acaba kızımı ihmal etmiş miydim? Hem işimde, hem evimde üzerine düşeni yapmak için, gereken her şeyi yerine getirmiştim. Daha doğrusu getirmeye çalışmıştım. Ama, herkes gibi benim de bu konuda hatalarım, eksiklerim olmuştu muhakkak.
Kızımla birlikte geçirdiğimiz yılları düşünüyor, akıp giden zamana kahrediyordum. O yılları geri getirebilmek mümkün olsaydı keşke. Göz açıp yumuncaya kadar geçen onsekiz yıla hayıflandım. Kızımı kucağıma aldığımda hissettiğim onun vücudunun sıcaklığını, yeniden duymak istiyordum. Tüm bunlar çok geride kalmıştı. Zaman ne kadar acımasızdı . Her şeyi, herkesi nasıl da harcıyordu.
Birkaç hafta kızımın odasına hiç girmedim. Oda kapısının önünden geçerken kızımı odasında ders çalışıyor ya da uyuyor diye hayal ettim. Alışkın olduğum flüt sesini duymak istedim. Derinden ve çok uzaklardan belli belirsiz bir flüt çalınıyor gibiydi. Onun sevdiği yemekleri yapmaya ve yemeye, ne içim el verdi, ne de hatıralar. Sofraya bir tabak eksik koymak, bana öyle dokundu ki. Hatta çoğu kez, yılların verdiği alışkanlıkla, sanki kızım varmış gibi, ona da tabak koyuyordum. İçimde, anlatılması imkânsız bir boşluk vardı. O boşluğu dolduracak bir şey bulamıyordum....
Sonra anneliğin güzel yanlarını düşündüm. Annelik güzel ve onurlu bir duyguydu. Elbette ki bu güzelliğin bir bedeli olacaktı. İşte , anneliğin bedelini bu şekilde ödüyordum. Fakat bu bedel bu kadar ağır mı olmalıydı? Bu bedelin altında ezilir gibi hissediyordum kendini. Kaldırması zor bir yüktü bu bedel. Her şeye rağmen anne olduğu için çok mutluydum. Birisinin insana “anne” demesi kulağa çok hoş geliyordu. Ama bu kelimeyi aylarca duymayacaktım.
Hayat ne yazık ki böyleydi işte. Üzüntüler, mutluluklar, güzellikler, çirkinlikler içiçe girmişti. Payına düşene katlanmak gerekiyordu. Şimdi benim payıma ayrılık ve bu ayrılığa katlanmak düşmüştü. O halde, buna katlanacaktım.Ve hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
Küçük bir çocukken annemden ayrılmak bana çok acı vermişti. Oysa, bir annenin yavrusundan ayrılmasının daha büyük acı verdiğini , ancak anne olunca anlamıştım.
1994 / Mudurnu
Kâmuran Esen
Anne için mi daha zordur ayrılık, yoksa evlât için mi?
“ Hani bir kavak ağacı vardır. Günün en durgun anlarında bile kıpırdar durur yaprakları. İşte Türk Folklörü, kavak yaprakları ile ana yüreği arasında bir ilişki kurmuş. Ve –ana yüreği- demiş kavak yapraklarına.”....
Bu satırları yıllarca evvel bir edebiyat dergisinde okumuştum. İşte o zamandan beri her kavak ağacı gördüğümde yapraklarına baktım.Onların kıpır kıpır ettiğini gördüm gün boyu.Ve annemi hatırladım. Bir zamanlar meyvesiz ağaç diye gördüğüm kavak ağacı, birden yüceleşti gözümde. Bana, anne sevgisini, anne sıcaklığını, anne fedakârlığını çağrıştırmaya başladı. Gerçekten de kavak yaprakları gibiydi ana yüreği. Her zaman yavrusu için titremekte ve kıpır kıpır etmekteydi.
Şöyle bir düşünüyorum da, annemle ilgili öyle güzel anılarım var ki ! Yatılı okuldan eve döndüğümde anneme sarıldığım anlar, dini bayramlarda annemin bana ve kardeşlerime diktiği giysiler. Hele hele küçük bir çocukken; öğretmenimin ezberlememiz için verdiği şiirleri annemle birlikte ezberleme çabalarımız. Ezberlemek için defalarca okuduğum şiiri ezberlemek ve unutmamak için annemin bulduğu o çocukça yöntem: Şiirin yazılı olduğu defteri veya kitabı, gece yatarken başımızın altına koyup uyumak. Bu yöntemin bir hikmeti vardı kuşkusuz. Çünkü, bu yöntemle ezberlediğim şiirlerin bir çoğu, aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ aklımda.
Çocukluk dönemimde annemle ilgili, hiç unutamadığım bir anım var :İlkokul ikinci veya üçüncü sınıfa gidiyordum. Bize ancak iki kilometre uzaklıkta oturan halama gitmiştim. O gece halamda kalacaktım. Bu, benim annemden ayrı geçireceğim ilk gece olacaktı. Kendi isteğimle ama ve ilk kez. Bize misafirliğe gelen halamın peşine takılmış, halamda misafir olmak istemiştim.
Gündüz her şey yolunda gitmişti. Meyve bahçelerinde gezmiş, dalından meyve koparıp yemiştim. Arkadaşlarımla oyun oynamıştım. Çok güzel bir gün geçirmiştim. Ancak akşama doğru hava kararmaya başlayınca, gökyüzünde kara kara bulutlar belirince, içime bir gariplik çöktü. Uğuldayan rüzgârın sesi kulaklarımı tırmalıyordu. Karnım ağrıyor, sanki mideme bıçaklar saplanıyordu. Her zaman bu saatlerde evimde oluyordum. Anneciğimin dizi dibinde. Acaba annem şimdi ne yapıyordu? Onu çok özlemiştim. ” Beni anneme götürün, ben annemi istiyorum.” Diyecektim. Ama bir türlü bunu söyleyemiyordum. Halam darılırdı, kırılırdı belki. Bana ,” Kocaman kız oldun artık. Annenden ayrı bir akşam kalamaz mısın? ” diyecekti. Belki de ayıplayacaktı. Kendi kendime kızdım. Niçin gelmiştim sanki. Buraya gelmekle çok akılsızlık etmişim.
Akşam yemeği için sofraya oturuldu. Boğazımda bir düğüm vardı .Bir lokma bile yutacak durumda değildim. Bana çatal konulmadığı bahanesiyle ağlamaya başladım. Hemen bir çatal verdiler. Ama yine yiyemedim. Bu defa da karnımın tok olduğunu söyledim.
Saatler ilerleyip sokaklardan el etek çekilince, hele bir de köpekler acı acı ulumaya başlayınca olanlar oldu. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Annemden uzakta kendimi, uzayın derinliklerinde bir nokta gibi yalnız, çaresiz ve zavallı hissediyordum. “ Niye ağlıyorsun? ” diye sorduklarında; “ Annem makinede dikiş dikiyordu. Ya eline iğne battıysa.......” diye çocukça bir bahane bulmuştum...... O gece bir türlü uyuyamadım. Halamın kızıyla aynı odada yattık. Yorganın altında sessiz sessiz ağladım. Bir an önce sabahın olmasını bekledim.
O gece, bütün gecelerin en uzunuydu. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Sonunda güneş doğdu. Güneşin doğmasıyla birlikte içim biraz aydınlanır gibi oldu. Kahvaltı bile etmeden beni anneme götürdüler. Sanki aylardır annemden ayrıymış gibi, onun boynuna sarıldım. Onun sıcaklığını ve kokusunu hissettim. Birden karnımın çok aç olduğunu farkettim. Annemin hazırladığı kahvaltıyı, büyük bir iştahla yedim. Bir daha yanımda annem olmadan hiçbir yere gitmeyecektim. Annesiz yapamayacağımı bir kez daha anladım.
Yıllar sonra annemden ayrı kalmaya alıştım. Ortaokuldan sonra yatılı okula gittim. İlk haftalar, ayrılığa katlanmada çok zorlandım. Sonra alıştım. Çünkü artık bir genç kızdım. Çocuksu duyguları ve davranışları yavaş yavaş geride bırakıyordum. Buna mecburdum. Hayat; güzelliklerin yanı sıra, birçok acıları, ayrılıkları, üzüntüleri de bünyesinde taşıyordu. Büyüdükçe, insanın sevdikleriyle her zaman beraber olmasının mümkün olmadığını öğrendim. Bunu kabullendim. Duygularıma hâkim olmayı, sabretmeyi öğrendim. Zaman, en iyi öğretmendi. İnsana birçok şeyi öğretiyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Büyüdüm büyüdüm, bir öğretmen ve iki yıl sonra da anne oldum. Bir zamanlar annesiz yapamazken, kendimi anneme bağımlı hissederken, şimdi artık bir yetişkindim. Hem de bir anne. Anne olarak sorumluluklarım vardı. Yüreğim yavrum için titremeye başladı. Bir anne olarak çocuğum için endişelerim vardı, korkularım vardı. Anne olmanın bir bedeliydi bu. Hele bir gün.......
Kızımı okuması için çok uzaklara gönderecektim. Liseyi bitiren kızım, üniversite eğitimi için Trabzon’a gidecekti. O gün yavrum gurbete çıkıyordu. Ondan nasıl ayrılacaktım? Üzerine titrediğim kızım yaban ellere gidecekti. Aylarca onu göremeyecektim. Yalnız birkaç gün izne geldiği zamanlarda hasret giderebilecektim. Yüreğimin ortasında sanki bir ateş yanıyordu. Harareti, durdukça yükselen bir ateş.
Kızımın hazırladığı bavullar bir kenarda duruyordu. Onları gördükçe içim sızlıyordu. Ancak, rahat görünmeliydim kızıma karşı. Onu üzmemeliydim .Silkindim,toparlandım. Yalancı bir gülümseme kondurdum yüzüme. Sanki kızım birkaç günlüğüne bir yere gidiyormuş gibi davrandım. Peki ya içim? İçim de böyle miydi? Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Sıkıştırılmış bir yay gibiydim. Ya da gerili bir ok. Her an boşalabilir, hıçkırarak ağlayabilirdim. Ancak, sabretmem gerekiyordu. Anne olmanın omuzlarıma yüklediği sorumluluk gereği , ağlamaya hakkım yoktu. Olamazdı. Eğer ağlarsam kızımı daha da üzecektim. Allah’tan sabır diledim. Kızımı uğurlayıncaya kadar sabır. Sonrası kolaydı. Sonrasını kızım görmeyecekti, bilmeyecekti nasılsa.
Bir tek gözyaşı dökmeden kızımı uğurladım. O da rahat görünüyordu. Üzüntüsünü belli etmemesi gerektiğini bilecek kadar büyümüştü demek ki. Babası onu yerleştirip geri dönecekti. Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktım. Kızım giderken, evin neşesini, mutluluğunu, her şeyini beraberinde alıp da gitmişti. Acaba onun tekrar eve döndüğünü görebilecek miydim? Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu.
İşte kızım gitmişti. İçimde kocaman bir boşluk vardı. Kızımın doldurduğu bir boşluk. Koca evde tek başıma kalmıştım. Kızımın kahvaltıda kullandığı tabak, çatal masanın üzerinde duruyordu. Onları atıp, kırmak geldi içimden.
Acaba kızım ne hissediyordu? Ona iyice sarılamamıştım bile ayrılırken. Ağlamaktan korkmuştum. Artık şimdi ağlayabilirdim.....Hayır! Ağlamamalıydım. Kızım ya bir eşyasını unuttuysa, ya onu almak için geri dönerse, ya beni ağlarken görürse.....Biraz daha sabrettim. Gözyaşlarımı içime akıttım.
Sonra onun bebekliğini düşündüm. Onsekiz yıl öncesini. Bir zamanlar küçük bir yavrum vardı. Karlı, soğuk bir şubat akşamında dünyaya getirmiştim onu. Doğum evimizde, ebe yardımıyla gerçekleşmişti. Çok kan kaybetmiştim. Doğumdan birkaç saat sonra doktor gelmişti eve....Böyle ilkel, sağlıksız bir ortamda gelmişti dünyaya.Aman Tanrım! Ne kadar küçüktü! Bu küçük yavruya nasıl annelik edecektim, bunu nasıl başaracaktım! Kendimi anneliğe hazır hissetmiyordum. Çok genç yaşta evlenmiş, o nedenle erken anne olmuştum. Yaşıtlarımın çoğu evlenmemişti daha. Acaba anneliğin yükünü kaldırabilecek miydim? Annemin bana verdiklerini çocuğuma verebilecek miydim? Bu soruları sorup duruyordum kendime.
Kucağıma almaya korkuyordum ilk günlerde. Her an incinebilecek kadar narindi. Bir kuş yavrusu gibiydi. Onu emziriyordum, kucağımda uyutuyordum. Ancak yirmi gün meme verebilmiştim ona. Ne yaptıysam, direnmişti emmemek için. O küçücük haliyle bana âdeta kafa tutmuş, meme emmemek için, ağzını sıkı sıkı kapatmıştı her seferinde. Anne sütünü reddetmişti. Onu nasıl besleyecektim? İçimden bir şeyler eriyordu. Kızım aç kalacak sanıyordum meme emmeyince.
Geceleri ağladığında, uykudan uyanıp onu avutmaktan hiç yerinmedim. O uyuduğu zaman , uyanmasın diye evin içinde gezinmeye bile korkuyordum. Başka zaman hiç ses çıkarmayan döşeme tahtaları, kızım uyurken gıcırdıyordu. Kapıların çıkardığı gıcırtıları, ancak o uykudayken farkediyordum. Onu ninnilerle, -biraz büyüyünce de -masallarla uyutuyordum. Gece uyanıp ,onun nefesini dinliyordum. Çocuğuma kötü bir şey olacak diye ödüm patlıyordu.
Ben bunları gerçekten yaşamış mıydım? Yoksa bir rüya mı görmüştüm? Dünki o küçük yavru ne zaman büyümüş, ne çabuk yuvadan uçmuştu. Daha dünün o küçük bebeği büyümüş, yaşamını yalnız sürdürmek üzere uzaklara yollanmıştı. “ Yalan dünya ” diyorlardı ya; ne kadar doğruydu. Yaşananlar sanki koskoca bir yalandı. Ayrılık ise, su götürmez bir gerçek.
Ayaklarımı sürüyerek odasına girdim. Dolabını açtım. Rafların büyük bir kısmı boşalmıştı. Gardroptaki askıların da çoğu boştu. Hem kendisi, hem eşyaları yoktu. Evde büyük bir boşluk, büyük bir sessizlik vardı. Tıpkı susuz bir değirmen gibi. Müzik setinde, kızımın severek dinlediği şarkılar susmuştu. Sanki gümbür gümbür çalan davullar susmuştu.
Kızım, küçük varlığıyla meğer evi nasıl dolduruyormuş. O gidince, evden sanki onlarca kişi gitmişti. Konuşmalar, gülmeler bitmişti. Daha da kötüsü, yaşam belirtileri azalmıştı....Ağladım ağladım....İçim ezilinceye, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar ağladım. İşte şimdi biraz rahatlamıştım.
Kızımın odasından çıktım. Kapıyı kapattım. Kapıdaki “ Benim Odam ” yazısına baktım. Ve ; “ Kapıyı vurun ” yazısının altındaki tabanca resmine. Odası buradaydı ama kendisi yoktu. Onunla birlikte geçirdiğimiz günleri, yılları düşündüm. O yılların güzelliğini, mutluluğunu nasıl farkedememiştim şimdiye kadar! Güzellikler, mutluluklar, hep elden uçup gidince farkediliyordu. İşim ile evim arasında koşturup dururken, o yorgunluk arasında anne olmanın tadını bile çıkaramamıştım. Bunu şimdi farkedebiliyordum .Onunla birlikte geçirdiğimiz onsekiz yılın güzelliğini şimdi daha iyi anlıyordum. Hem bir anne, hem bir ev kadını hem de çalışan bir kadın olarak omuzlarımdaki yük öyle fazlaydı ki. Her yerde, her durumda birileri benden birşeyler bekliyordu. Kadın olmak zordu. Yoğun geçen bu günler arasında acaba kızımı ihmal etmiş miydim? Hem işimde, hem evimde üzerine düşeni yapmak için, gereken her şeyi yerine getirmiştim. Daha doğrusu getirmeye çalışmıştım. Ama, herkes gibi benim de bu konuda hatalarım, eksiklerim olmuştu muhakkak.
Kızımla birlikte geçirdiğimiz yılları düşünüyor, akıp giden zamana kahrediyordum. O yılları geri getirebilmek mümkün olsaydı keşke. Göz açıp yumuncaya kadar geçen onsekiz yıla hayıflandım. Kızımı kucağıma aldığımda hissettiğim onun vücudunun sıcaklığını, yeniden duymak istiyordum. Tüm bunlar çok geride kalmıştı. Zaman ne kadar acımasızdı . Her şeyi, herkesi nasıl da harcıyordu.
Birkaç hafta kızımın odasına hiç girmedim. Oda kapısının önünden geçerken kızımı odasında ders çalışıyor ya da uyuyor diye hayal ettim. Alışkın olduğum flüt sesini duymak istedim. Derinden ve çok uzaklardan belli belirsiz bir flüt çalınıyor gibiydi. Onun sevdiği yemekleri yapmaya ve yemeye, ne içim el verdi, ne de hatıralar. Sofraya bir tabak eksik koymak, bana öyle dokundu ki. Hatta çoğu kez, yılların verdiği alışkanlıkla, sanki kızım varmış gibi, ona da tabak koyuyordum. İçimde, anlatılması imkânsız bir boşluk vardı. O boşluğu dolduracak bir şey bulamıyordum....
Sonra anneliğin güzel yanlarını düşündüm. Annelik güzel ve onurlu bir duyguydu. Elbette ki bu güzelliğin bir bedeli olacaktı. İşte , anneliğin bedelini bu şekilde ödüyordum. Fakat bu bedel bu kadar ağır mı olmalıydı? Bu bedelin altında ezilir gibi hissediyordum kendini. Kaldırması zor bir yüktü bu bedel. Her şeye rağmen anne olduğu için çok mutluydum. Birisinin insana “anne” demesi kulağa çok hoş geliyordu. Ama bu kelimeyi aylarca duymayacaktım.
Hayat ne yazık ki böyleydi işte. Üzüntüler, mutluluklar, güzellikler, çirkinlikler içiçe girmişti. Payına düşene katlanmak gerekiyordu. Şimdi benim payıma ayrılık ve bu ayrılığa katlanmak düşmüştü. O halde, buna katlanacaktım.Ve hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
Küçük bir çocukken annemden ayrılmak bana çok acı vermişti. Oysa, bir annenin yavrusundan ayrılmasının daha büyük acı verdiğini , ancak anne olunca anlamıştım.
1994 / Mudurnu