Dizilerle ilgili yapılan tüm yorumları okudum. Nacizane fikrim toplumda yaşanan tüm sapkınlıkları dizilere mal edemeyeceğimiz gibi diziler etkisizdir demenin de bir anlamı yok. Bu konuda bir sürü araştırmalar var. Ve evet diziler bir takım şeyleri normalleştirebiliyor korunaklı olduğunu düşündüğümüz evimizin içine normalde dışarıda karşılaşmak istemediğimiz olguları sokabiliyor bu yadsınamaz bir gerçek. Söyleyecek çok şeyim var ama şu araştırmayı okumanızı tavsiye ederim.
Televizyon dizileri ve ‘Görmenin okuması’ üzerine! Hayatın her alanına dair: İnsanın inanış, aldanış
ve aldatılışını en iyi anlatan Nâzım Hikmet’in “Ellerinize ve Yalana Dair” şiiriyle başlamak isterim..
Ellerinize ve Yalana Dair Bütün taşlar gibi vekarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal,
ağır ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz.
Arılar gibi hünerli hafif, sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizliyen
elleriniz. Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Ve insanlar,
ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi, halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız.
Ve beyaz bir sofrada bir kere bile yemek yemeden
doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
İnsanlar, ah, benim insanlarım,
hele Asyadakiler, Afrikadakiler,
Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik Adaları
ve benim memleketlilerim,
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu,
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.
İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın... İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka herşey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. Nâzım HİKMET Televizyon veya kısaca TV, bir vericiden elektromanyetik dalga hâlinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Yayınlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik cihaz da sistemim adı ile anılır.
Çağımızın en etkili ve en önemli haberleşme aracı televizyonu elinde tutan anlayışa göre; toplumlar biçim kazanır. Bu ‘’sihirli kutu’’ uzağı yakın edip dünya halklarını yakınlaştırarak; olup biteni bir oda içinde izleyiciye ‘empoze’ eder. İzleyici nerede ne var ne yok buradan öğrenebilir. Televizyon yayını, elinde bulunduranın anlayışıyla hazırlanır ve izleyicisine sunulur. İzleyici bu kaynağa göre kendisini biçimlendirir-biçimlendirilir. Hayatın her alanını kapsayan üretim araçlarının ürünleri reklam sektörü ve televizyon aracılığı ile tüketiciye ulaştırılır. Televizyonun bu anlamda yerinin büyüklüğü tartışılmaz. Popüler kültürle birbirini karşılıklı besleyen bu piyasa kanalları, üretilen ürünlerin pazarlanmasında başı çeker. Yayınlarını popülerleştiren kanallar her yönüyle toplumu da popülerleştirir.
Toplumun çoğunluğu tarafından izlendiği için; hiçbir masraftan kaçınmadan, kendini izleyen kitle kültürüne indirgeyerek sunduğu programları da ona göre hazırlar. Karşılıklı olarak birbirlerini besleyerek büyür. Reytingi elinde tutmak için her şey ve herkesi seferber eder ve pazarlar. Bu nedenle; televizyon-diziler-izleyici üçgeninde: Televizyon
dizileri çok yönlü incelenmeli. Dizilerin yararı, zararı, dizileri yazanlar, yaptıranlar, izleyenler, dizilerdeki reklamlar, dizileri yapan ve destekleyen şirketler, dizi oyuncuları ve aldıkları ücretler… Kısacası topluma ne verdiği ve ne aldığı üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.
Diziler genelde bu anlayışla yazılır, yönetilir ve pazarlanır. Ve bu piyasa televizyon kanalları, dizi ve buna onay veren kurumlar, bu büyük pastadan payını alırlar. Büyük maliyetlerle çekilen bu dizilerin getirdiği kâr oranında, bazı kilit ‘markalaşan’ oyunculara büyük paralar ödenir. Bugün bu dizilerin ‘ünlü’ olarak nitelenen oyuncuları henüz yerli yapım diziler yokken, kendilerini zar zor geçindirirlerdi. Hatta bir yirmi yıl öncesinde çaresiz aç ve açıkta kalanlar bile vardı. İnsanım diyen sanatseverlerin içini acıtırdı onların durumu. Bugün de çoğu sinema ve tiyatro oyuncusu aynıdır.
Bu çemberin içine girebilen ’marka’ olabilen ’sanatçılarımız’, artık kendi fiyatlarını kendileri belirleyebiliyor; büyük paralar karşılığı (futbol piyasasında pazarlanan oyuncuların transferi gibi
) transfer olabiliyorlar. Dizilerin senaristi, izleyici psikolojisini iyi bildiğinden olacak, izleyicinin kültürüne göre senaryoyu yazarak, akışkanlık yaratmayı hedefler. Öyle ki: dizi, izleyicisi hipnoz olacaktır. Bu etkileyici dizi toplumca da ’iyi’ dizidir. İçeriklere bakarsak; dizilerin çoğunda hukuk ve toplum değer yargılarının hiçe sayıldığını görebiliyoruz. Mafya, devletin ve hukukun üstünde yer almış; sorunları çözmede o tercih edilir olmuş ve bu iyi gösterilmektedir. Birçok dizide uyumsuz, kötü insan imajı vardır. Seyirci izlediğinde şaşkına döner, korku içinde yaşar ve kendine olan öz güvenini yitirir…
Dizilerde gösterişli yaşam kaynaklarının nereden geldiği sorgulanmaz. Emeğin değeri, hastalık, yoksulluk, çalışma zorlukları genelde yoktur. İyi ve ayrıcalıklı yaşamak için her yolun sakıncasız olduğunu vurgulayarak gösterir (senaryo böyle)
. İzleyici dizilerde kendini bulur. Zaten senaristin hedefi de budur. Yaşanmış hayatı izleyicinin önüne koyarak, pekiştirmek. İzleyicinin kendi popüler yaşamını, kendine sunmak. Bu ‘durum’, popüler kültüre uygun düşmektedir. Burada gelecek kaygısı, eğitim, sanat, edebiyat fazla önem kazanmaz. İzleyiciyi öylesine etkisi altına almıştır ki; izleyici, aç karnına oturduğu yerde soğuktan titremiş olsa da, borç batağında debelense de: Görüntüdeki villa ya da şirket kapısından cipiyle girip uşağına kızan, sevgilisinden ayrılan dizi ‘kahramanı’ için, ağlar…
Dizilerin senaryosunu yazanlar ve yapanlar hep, seyirci tipinin psikolojik yapısına göre kurgulama peşindedir. ‘Daha iyi nasıl seyirciyi ekrana ve diziye bağımlı hale getirebilirim’?
İnsana iyi şeyler veren, eğitim yanı güçlü olan emeğin, sanatın, insanın kişiliğinin üstünlüğünü, erdemini vurgulayan diziler yok denecek az! Bu saatten sonra nitelikli diziler yapılsa da diğer alternatif şiddet, uyuşturucu, porno içerikli, kahramanlık ve hurafe içerikli diziler var olduğu sürece pek izleneceğini düşünemiyorum. Toplumun izleme alışkanlıklarını yeterince bozmuşlar.
İnsanların zamanla izlediklerinin etkisi alanına girerek (g
örmenin okuması)
bir süre sonra izlediği bu kurgulanmış olayları kendisinin gerçekleştirmesi, bilimsel olarak gözlenmiştir. İşte sorun burada peki neden bu yapılıyor? Reyting uğruna mı yoksa toplumda oluşacak patlamaların temeli mi atılıyor. Ve sosyal patlama, olumsuzluk, kimlerin işine yarıyor ve ‘kimlere’ kâr sağlıyor. Toplumun geleceği için, bunların sorgulanmasının gerekliliğine inanıyorum. Bir dizinin yüzde kaçlık oranı bilimsel, sanatsal, hukuksal ve insani boyutlardadır. Ayrıca reytingi oluşturan topluluk bir aydınlar topluluğu değildir. Reyting bir televizyon kanalının dayattığı şeyleri, sokaktaki vatandaşa sorularak onun isteği doğrultusunda ortaya çıkardığı bir orandır. Bu oranın yüksek ya da düşük çıkması o araştırılan şeyin iyi ya da kötü olduğunu ne ölçüde gösterir?
Dizilerin yararı tartışılmaz, çok. Asgari ücrete mahkûm edilen emekçiler, emekliler Nazım Hikmet’in değişiyle
‘’(…) işten eve / sapsarı iskelet gelir. (…)’’, oturur makarna ve tarhana çorbasını içer, geçer televizyon karşısına; ne yapacak, dayatılanı izlemekten başka. Yüksek katlı sitelere mahkûm edilen, dairesinin duvarlarını okşayan, koltuklarını ve LCD TV’ sini seven, ‘mutfak ve tuvalet arasında gidip gelenlere’ ne gerekli: televizyon programları. Dizi, evlenme programları, kim kimi gözetliyor, kim ne giymiş kim kiminle nereye gitmiş… vb. Tuvaletten çıkıp mutfağına girip çayını pastasını alıp tv başına oturup popülerleşecek. Ki biri sorduğunda ‘’A, ne giymişti’’, ‘’bacakları nasıldı’’, ‘’C’ye ne oldu’’, ‘’O kiminle çıkıyor’’, ‘’yüzünü gerdirmiş mi’’, ‘’K, kiminle sevişmiş’’ falan, pat diye cevaplayabilsin. İnsanları idare etmenin yolları çok, saymakla bitmez. Bir insan bir yerde sekiz saat çalışıyorsa; işin dışında kalan zamanı da planlamak gerek; onu trafiğe mahkûm ederek: 3 saate işine gitsin 4 saate evine gelsin 6 saat uyusun 3 saatte dizi izlesin ya da maçları izlesin, daha ne ister. Eğlence evin içinde. Yatsın kalksın işine gidip gelsin, bir şeyler okuyup, düşünüp, durmasın. Deniliyor ki diziler insana dertlerini unutturuyor. Dizi bitince ne oluyor? Dertler yok mu oluyor?
Yaklaşık olarak 150 bin kişinin çalıştığı dizi sektöründe, krizden dolayı 50 bin kişinin işsiz kaldığı belirtiliyor. Oysa bazı kaynaklara göre bu sektörde yine yaklaşık olarak 50 bin kişinin bu işte çalıştığı belirtiliyor. İnsanı şaşırtan durum şu: Bu sektörde çalışan on binlerce oyuncu daha önceleri ne yapıyordu? Toplumlarda tarihin her döneminde nitelikli insan sayısı az olduğundan, diğer nicel çoğunluğu deşarj etmenin bir yığın yolu vardır. Az beslenmesi örneğin:
Yetersiz besleme yetersiz düşünmeyi beraberinde getirir. Ve onlar yalanın büyüğüne ve kaderciliğe inanır. [C.D.]
Franko’ ya halkının nasıl yönettiği sorulduğunda övünçle nasıl yönettiğini yanıtlar: ’’3 F formulü’’: fiesta, fuhuş ve futbol. Yine İspanyol faşist diktatör Franco’ya, toplumu nasıl böyle kontrol altında tutabiliyorsunuz diye sorduklarında:
“Onları yüz binlik beşiklerde uyutuyorum” diye yanıtlamıştır. Franco’nun yüz binlik beşik olarak nitelendirdiği o zamanların stadyumlarıydı. Futbol o günden bugüne daha çok kurumsallaşarak sürdü, sürüyor. Bir ülkenin yönetimini etkileyecek ve belirleyecek kadar etkili. Fiesta (bayram, şölen) o günlerdeki yerini yeni sektörlerle genişletti. Bu zincire birde televizyon dizilerini kattılar.
Böylece eski uyuşturuculara bir de dizi sektörü katıldı. Milyonlarca insan bir anda televizyona kilitlenebiliyor. İnsanlar dizilerdeki jönler gibi yiyor, içiyor düşünüyor ve tüm davranış biçimlerini onlar gibi biçimlendirmeye çalışıyorlar. Dizilerin toplumlar üzerindeki etkisi giderek artıyor ve en önemlisi onları yönetiyor. Çocuklar onlar gibi kovboyculuk oyunuyla savaşmayı, kadınlar onlar gibi giyinmeyi benimsediler. Dizilerin en olumsuz yanı şu olsa gerek, tam bu yazıyı yazdığım sıralar, arkadaşlarla konuşurken arkadaşın biri şunu dedi: ’’Bu sözünü ettiğin şiddet içeriği, diğer çok iyi ödüllü filmlerde de yok mu’’? Var, hem de daha çok ama aradaki fark şu: O filmler eğer kurgulanmış değil de gerçek yaşanmış olaylara dayanıyorsa, izleyici bunu doğru okur (burada film, senaryo ve yönetmen ve oyuncu üçgeninde iyi sunulmuşsa). Burada sözünü etmeden geçemeyeceğim:
Gel ve Gör (orijinal adı "İdi i Smotri"), bir 1985 SSCB yapımı Elem Klimov filmidir. Filmde şiddet ve acı vardır. Ancak savaşın gerçekliği ve acısını anlatır, film. Burada kurgulanmış bir öykü yoktur. Oysa
diziler çoklukla kurgulanmış öyküler üzerine senaryolarını yazarlar.Dizilerde jenerikte genellikle en başta belirtilir: “Bu dizideki karakterlerin gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur.” Söz konusu olan hayali kurgular elbette ki gerçek yaşamdan imgelerle doludur; ancak her hafta belli saatlerde insanlara hayal kurmayı öğretmek için. “B’ nin yerinde olsaydınız ne yapardınız?” diye sorarak… Bunun cevabını merak eden kadın gidip bir ‘B. geceliği’ alacaktır. İnsan üzerindeki etkileri düşündüğümüzde: Kurgulanan filmler ve popüler dizilerin etkileri çok farklı. İzleyicinin davranışları üzerinde daha derin birebir olumsuz bir etki yaptıkları, bir gerçek.
Dizilerin eğitim yanı bu. Uyuşturuyor. Eğitiyor, popüler şiddet kültürü; sevmeyi, sevilmeyi, kıskançlığı ve onun sınırını da aşıp kafasını gövdesinden ayırıp, parçalayıp çöpe atmayı, vurma kırmayı, uyanık olmayı, insanın insana nasıl kazık atılacağını; silah çekmeyi, dövmeyi, dövüşmeyi öğretiyor. Patrona karşı gelen emekçinin kafasının nasıl koparıldığını deneysel olarak gösteriyor.Bunu da yine deneysel olarak gerçek yaşamımızda görüyoruz. Okuldan eve gelen öğrencilerimizin nasıl hemen plastikten silahlarını çekip oynadıklarını, bankları devirip, fidanları nasıl hırpalayıp kırdıklarını, topluma ait olan şeyleri nasıl yok ettiklerini görerek yaşıyoruz: işte bu Vandalizm’dir.
Böylesine, her yönüyle yoksul olan ülkemizde popüler kültürün kıskacında kalmak. Ülke nüfusunun onda birinin işsiz olduğu, onda birinin emekli olduğu, büyük bir çoğunlunun asgari ücretle geçindiği ülkemizde gelişen film sektörünü yok edip; önce dışarıdan tonlarca ABD dizilerini getirip yıllarca izletenler, daha sonra yeni bir televizyon dizi sektörü oluşturarak, yabancı dizilerdeki starlara benzer süper starlar üretmeye başladılar. Ve bunlara bu kadar büyük paralar ödemenin anlamını açıklamak çok zor.
Sanatçı olmak kolay değil, onun ne kadar farklı bir zorluk içinde, değerinin ölçülemez olduğunu biliyorum, elbet.
Ayrıca başka bir tuhaflık var. Bu ülkede önceleri sanatçı dendi mi ses sanatçıları akla gelirdi, daha sonra buna sinema şimdi de dizi oyuncuları eklendi ve birden ünlü sanatçılar oluverdiler.Kanaldan kanala programlar yaptırıp, şöhretin doruğuna çıkartıldılar. Her söylediği sözcüğe para ödediler. Reklamlara çıkarılıp yüklü paralar almaya başladılar. Bu ödenen paralar kimin cebinden çıkıyor? Çokları emlak zengini, iş adamı, iş kadını oldular, geceleri barlardan barlara... Gerçek sanat emekçilerinin geri plana atıldığı yeni pop piyasasında (bana göre saygısızlık ederek) ‘’o öyle düşünebilir, ama bende böyle düşünüyorum’’, ‘’o bilim adamıysa, bende kendimin bilim adamıyım’’ diyen bireyselliğini ispatlama çabası içinde olan insanlar… Bu ve benzeri düşünce yapısı yaygınlaştı, herkes lümpen bir tavırla kendi varlığını ispat için ilginç farklılıklarla ortaya çıkmaya başladı. Bu popüler kültüre (bu, aydın sayısının az oluşundan ve ekonominin bilinçsiz kesimin eline geçmesinden olacak) kimse de bir şey yapamadı ve yapamıyor...
Bu ülkede şair yok mu, bilim adamı, yazar, heykeltıraş, ressam yok mu, yok mu sözü edilecek cerrahlar? Bunlar sanatçı (tanıtılacak kişiler) değil mi? Bu toplum, bu medya neden böyle? Öğrencilerime zaman zaman sorardım: Tevfik Fikret’i, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i, Pablo Ruiz Picasso’yu, Federico García Lorca’yı, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu, Hakkı Atamulu’yu, Ruhi Su’yu Tolstoy’u, Gorki’yi , Fazıl Say’ı , Leyla Gencer’i tanıyor musunuz diye sorduğumda, belki bir belki ‘hiç’ kimse bilmezdi. Ama bir popçu ya da topçuyu tanıyor musun dediğimde tümü bir ağızdan, evet, diyebiliyor. Nedeni her kanalda onlar vardı. Televizyon var olduğundan beri ben yukarıda saydığım kişilerden söz edildiğini pek anımsamıyorum.
Popüler kültür sarmalında kaybolan değerler, insanlar… İlginçtir herkes ve her şey poplaştı. Asıl olan arka plana itildi. Bir türküyü asıl söz ve bestesini yapandan değil de, onu kötü müziğe dönüştürmeyi başarmış(!) ve meta haline getirmiş birinden dinliyorsunuz! Aykırı olan işte bu! Ozanlarımızdan Davut Sulari’yi ve Sivas'ta katledilen ozanlarımızı anarak sürdürelim yazımızı. Davut Sulari yoksulluk içinde yaşadı, söz yazdı, söyledi ve müziğini yaptı. Gezgindi, sazını alır atına biner, zamanın öğretmen okullarına gelirdi, çalar söylerdi o güzelim türkülerini, deyişlerini. Şaşardım bu duruma o zaman! Fakültelerde okumamıştı, ama söz dizimi, anlamı, anlatımı, müzikle birleşti mi, insanı insanlaştıran bir farklılığa taşırdı. Sanat bu olsa gerek. Biz öğrenciler ozanımıza, okul kantininden çay, yemek söyler, onu can kulağıyla dinler ve uğurlardık. Onun ürettiği sanatı popülerleştirip (arabesk) satan, ününe ün katarak varlık içinde yaşayanlar. İşte bu, çok büyük bir çelişki…
İnsanlar piyasa kanallarında gördüğü gibi yaşıyor. Onlar gibi giyinip, yiyip, içip sevip, sevişip ekonomik yeterliliğine göre otomobillerini, evlerini biçimlendirmeye çalışıyorlar. Kapitalizm, her ekonomik yapıya göre orijinal olanın sahtesinin sahtesini de üretmiş. Çocuklarımızı, gençlerimizi hedef kitle olarak seçen ticari düşünen, uzman, ünlü film yapımcıları: Gelecek ve oluşacak toplumun ne olacağını düşünmeden; kendi sığ, absürd, anlık güldürü ve şiddet anlayışı ile yapılan film ve dizileri kültleştirerek hedef seçtiği kitleye empoze ediyor... Toplumu kendi sarmalında yok eden emperyalist kültür, bütün değerleri altüst etmiş. Sınıf kültürünü hızla erozyona uğratarak insanları robotlaştırarak tüketici maskarası yapmayı neredeyse başarmış durumda.
Yazıma Nâzım Hikmet’in “Ellerinize ve Yalana Dair” şiiriyle başladım ve Niccolo Machiavelli’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum
‘’Amaca ulaşmak için her çeşit yola başvurmak uygun ve yasaldır’’… Onların yaptığı da budur işte…
Canip DOĞUTÜRK