Annesinin Koca Ayaklı Kızı -Bölüm 4-

aslihanDR

Üye
Kayıtlı Üye
20 Kasım 2013
18
16
34
BÖLÜM 4
“İlk Can Acıları”

İstanbul 1994,

Can,
Benim yeşil benli özürlüm.

Şimdi geriye dönük bakınca hatırlıyorum da o kadar masumdu ki benim ilk aşkım.
Her sabah seni görmek için giydiği o şekilsiz siyah önlük ve taktığı o en ucuzundan beyaz yaka ile okula koşa koşa giderdi bu küçük kız. Bilirdim beni görmezdin bile. Kim aligarson saç modelli, çilli, zayıf bir kıza bakar ki(?) Ben ise sana bakarken kendimi o kadar kasardım ki bu yüzden hala o zamanlar çillerimin büyümesine sebep olduğunu düşünüyorum.
Seni seviyordum, seni gerçekten çok seviyordum. En çokta nasıl göstereceğimi bilmiyordum. Okul yaşamında yazılı olmayan kurallarda vardır, bir erkek bir kızdan hoşlanıyorsa gelip sırasına oturur. Biz buna sıra arkadaşlığı deriz. Ve ben orta sıranın en önünde -öğretmenimiz tarafından- inek Onur’la oturtulmuşken senden böyle bir şey beklemek hata olurdu. Evet, en ön sırada oturuyordum çünkü kısa boylu bir kızdım. Alın size bir kusur daha…

Ama seninde kusurların vardı. Buna inanmak bana o zamanlar zor gelse de evet seninde kusurların vardı. Okuldaki bir diğer ilköğretim hocamızın oğluydun, uzun boylu ve yakışıklıydın da. Ama tam alnının ortasında tahta kalemi ile özenle kondurulmuş gibi duran bir yeşil benin vardı. Biliyordum sende kusurluydun ve biz birbirimiz için yaratılmıştık. Bunu söyledikten 1 hafta sonra ise Süheyla’nın yanına oturman tüm aşk ironimi yıkmıştı. Süheyla yaşına göre biraz hızlı büyümüş, alımlı, ela gözlü, beline kadar inen dalga dalga saçları ile sınıfın gözbebeği kızıydı. Esas kıza esas oğlan yani. Ama seninde bilmediğin bir şey vardı ki, oda o kız sana asla matematikte kopya vermezdi.Sınavda onu dürterken hoca tarafından yakalanmış ve sınav bitene kadar-tam kırk beş dakika-tahta önünde beklemiştin ve bu bile seni Süheyla’dan uzak tutamamıştı.

Süheyla’nın ailesi zengindi ve tüm zengin çocukları gibi okula servisle gidip gelirdi, evleri üç sokak ötede olsa bile… Ben ise yürürdüm. Yürürken kendime kuytu bir apartman bahçesi bulmuştum ve yemediğim beslenme çantamı her gün düzenli olarak orada dökerdim. Bir sürü arkadaşım olmuştu. Kimisi getirdiğim yemeği her gün yiyor kimisi başka bir şey yok mu diye miyavlayıp dururdu. Hem bu benim suçum değildi ki. Her gün peynir ekmek yemekten bende sizin kadar bıkmıştım zaten. Bazen annem beslenme çantama domates salatalık koyardı ve bu benim için ziyafet sayılırdı. Beslenme çantamı sınıfta gururla açar ve zevkle yerdim. Bu genelde iki haftada bir yaşanırdı. O zamanlar ilköğretim okullarında aynı tip forma gibi yeme içmede de bir takım kurallar getirilmemesi ne kötüydü. Sınıfta kaşar, salam, tost gibi şeyler yiyenlerin yanında kuru ekmek arası peynir daha da bir gitmiyordu sanki boğazımdan.

Evet, bu babamın suçuydu. Artık doğru düzgün çalışmaz ve her gün alkol alır olmuştu. Dedemin emekli maaşı ancak bu kadarına yetiyordu. Üstüne üstlük evde her gün yaşanan kavgalara birde beslenme çantasını eklemek doğru olmazdı.
En çok içimi acıtan ise aile konulu kompozisyonlardı. Okulda babamın işini söylemekten utanırdım. Sahi babamın işi neydi? Bir kere annemden duymuştum serbest meslek diye bir şey diyordu mahallemizdeki dedikoducu teyzeye. Bende öyle demiştim okulda. İyi bir şey olmalıydı. İstediğin zaman gidip geldiğin bir iş ve istediğin kadar kazandığın. Peki, babam niye bu kadar az kazanıyordu. Bu kadarının bize yettiğini mi düşünüyordu. Birisi ona tek bacaklı naylon bebekle iki yıldır oynadığımı söylemeliydi.

Artık tek mutluluğum hikâye kitaplarım olmuştu. Sürekli okuyordum. Şimdide elimde Jules Verne diye yabancı bir yazarın balonla beş hafta adlı kitabı vardı. Öğretmenimiz yaşıma biraz ağır geleceğini söylemişti ama ben dinlememiş ve okumaya devam etmiştim. Doktor Fergusson –kitapta kırklı yaşlarında bir adam olmasına rağmen- benim için yakışlı, uzun boylu, lacivert ceket, gri pantolon ve yeşil benliydi. Tanrım! onunla balonla Afrika’nın ormanlarında muhteşem bir beş hafta geçirmiştik. Kitapta kadın kahraman olmamasını sorun yapmamış ve onun uşağı Joe olarak kendimi gayet güzel bu kahramanın yerine oturtmuştum.
Beşinci yılsonu okuma yarışmasında bu kitabı anlatacaktım. Bu benim hayallerimin kitabıydı. Okumayı bitirince onun gözlerine bakacak ve ders bitince birlikte el ele tutuşup sınıftan çıkacaktık. Afrika’ya değil tabi ama belki arka sokaktaki havuzlu parka gider biraz oturur ve ona diğer kitaplarımı da anlatabilirdim.
Herkes okuyacağı kitapları söylüyordu birbirine. Artık sınıfın gündemi bu olmuştu. Duydum ki Süheyla’da Polyannayı okuyacakmış. Tam ona göreydi zaten. Onun gibi bir hayatı olan her kişi hiç tereddütsüz bir Polyanna olurdu. Hem bu yaşa kadar Polyannay’ı okumamışımıydı bu kız(!)
İki hafta sonra bir akşam evde prova yapıyordum. Kitabımı odada sınıfa anlatır gibi sesli tekrarlıyor, arada bir Can’ın oturduğu sıraya denk gelecek yere yerleştirdiğim yastığa da bir bakış fırlatıyordum. Tam istediğim biri kurnaz ve nüktedan bir bakış. Evet, Can’cım ben beş senedir buydum ve sen beni fark edemedin bile ahmak diyen bir bakış.
O gece o kadar çok tekrarladım ki bu okumayı ilk kez anne babamın tartışmalarından sıyrılıp bambaşka bir dünyaya gitmiştim. Sabah annemin geç kaldın sesi ile yataktan fırladım. Anlaşılan tartışmaları gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürmüş ve annemde saati kurmayı unutarak yatmıştı. Hemen yataktan fırladım. Hava buz gibiydi. Annem benden önce kalkıp katalitik sobayı yakmıştı bile. Evdeki tek ısınma aracımız bu olmuştu artık. Oturma odasına gittiğimde babamın masada önünde tabaklar ve içki kadehi ile uyuduğunu gördüm. Sessizce sobanın önüne oturdum. Sırtımı yaklaştırdım, tüp azaldığı için kendini bile zor ısıtıyordu zavallı soba. Sıcaklığından çalarak kendimi ısıtmaya çalıştım. Sonra babama baktım. Ve o an ileride Can’ın da böyle olmaması için dua ettim. Ne kadar geçti bilmiyorum beş ya da on dakika belki. Uyumuşum yerde (!) katalitiğin önünde öylece babama bakarak uyumuşum. Tekrar annemin sesi ile uyandım. Sabahçı olmama lanet ettim ve annemin getirdiği çay ve peynir ekmeği mideme indirip aceleyle paltomu giydim. Bugün geç kalamazdım. Her gün olabilirdi ama bu gün hayır! Koşarak okula gittim. İlk ders başlamış ve herkes sınıfa girmişti bile. Koridorlar bomboştu. Olamaz böyle olmamalıydı. Derin bir nefes aldım. Bugün benim günüm olacaktı. Evet kötü başlamıştı ama iyi bitecekti.
Kapıyı parmaklarımla tıklatıp saygıda kusur etmeden açtım. Başımı kapı aralığından usulca çıkardım. Feride Hoca kürsüde tüm ihtişamı ile oturuyor ve sınıfa okuma ile ilgili son vaazlarını veriyordu. Kapının eşiğinde duran bana baktı ve başını bu kız okuyacakta göreceğiz ifadesi ile salladı. İçeri girdim. Biraz sinirlimiydi ne? Paltomu hemen asmamı ve oturmadan benim başlamamı söyledi. Dediğini yaptım. Geç kalmıştım ve kadını daha da sinirlendirmeye gerek yoktu. Kürsüye doğru yürüdüm.
Başımı kaldırdığımda onu gördüm. Onu ve yanında oturan Süheyla’yı. Bunu tahmin ediyordum ama yinede hafif utandım. Çantamı yanıma yere koydum ve o muhteşem hikâyemi anlatmaya başladım. Sınıfın baş ineği Berkay dâhil herkes bana bakıyordu. Benim böyle yetişkin bir hikâyeyi nasıl okuyup anladığıma bakar gibi dehşet ve hikâyenin devamını bekleyen merak dolu gözlerle. Sonunda hikâyem bitti ve sınıfta bir alkış koptu. Hoca dâhil herkes çok beğenmişti. Ve ben o ana kadar ona hiç bakmadığımı fark etmiştim ki baktığımda onun da beni alkışladığını gördüm. Doktor Fergusson beni alkışlıyordu. Bu nasıl bir mutluluktu. Uçuyordum. Üstelik yanında oturan Polyanna bile bu mutluluğu bozamazdı.
Ve ben gururla eğilip çantamı aldım yürümeye başladım. Sırama doğru yürüdüm yürüdüm ve son kez ona bakıp döndüm ve oturdum. İşte her şey tam o anda oldu. Sınıftan az önceki alkışın üç katında kahkaha sesleri yükseldi. Ne olduğunu anlamıyordum. Niçin gülüyorlardı. Ve özellikle niçin bana bakıp gülüyorlardı. Hayır, bu hikayemi beğendikleri için değildi. Bu..bu..ben tam ne olduğunu anlamaya çalışırken yanımdaki Onur bana arkama bakmamı söyledi ve o anda hayatımda gördüğüm en büyük utancı yaşadım. Önlüğümün arkası tüm kalçama kadar açıktı. Yanmıştı. Önlüğüm, atletim yanmıştı ve sırtımı gözler önüne seriyordu. Katalitik(!) Olamaz, bu olmazdı bugün böyle bitemezdi. Başımı kaldırdığımda Feride Hoca masamıza büyük bir gürültü ile vuruyor susun diyordu. Sonra yanıma geldi ve beni kaldırdı. Ben ise sınıfa değil hocanın yüzüne bile bakamıyordum. Yanaklarım alev alev yanıyordu. Çantamı sımsıkı tutarak ayağa kalktım, hocamın getirdiği paltoyu giydim. Bana elini uzattı. O an o ele tutunabileceğim tek dalmış gibi sarıldım ve yürüdüm. Başım önümde sınıfın kapısında son bir kez arkamı dönüp baktığımda onu gördüm ağzı kulaklarına varmış onu. Yeşil beni gülmekten aldığı yüzünün şeklinde yok olup gitmişti. Ve hızla arkamı dönüş çıktım. Artık bu durum can’ıma tak etmişti.
*****
Bu olay sınıfta öyle hemen unutulmadı. Gülüşmeler, iğnelemeler ve basit espriler birkaç hafta sürdü. ”Önlüğünü balonda mı yaktın kuzum”,” Wah wah Afrika’da aslan mı saldırıp parçaladı” gibi bitmek bilmeyen şakalar aldı başını gitti. Öğretmenim hemen ertesi gün annemi aramış ve sınıf annesinin aracılığı ile bana başka bir öğrencinin eski önlüğünü vermişlerdi. Demekki bu gülünç durum evlerde de anlatılmıştı. Düşünüyordum, on bir yaşında bundan daha kötü ne olabilirdi. Zaten asosyal olan ben artık hiç kimseyle konuşmuyordum. Döktüğüm peynir ekmeklerle önce babamı sonrada kendimi cezalandırıyordum. Tabii ki bu da benim işleyeceğim son günah olmayacaktı.

Yılsonu yaklaşmıştı. Bu sene ilk kez takdir almaya yaklaşmıştım. Bunda kitap anlatma rezilliğinden tam not almamın da payı büyüktü. Feride Hoca gerçekten hikâyemi beğendiği için mi yoksa o günü biraz olsun unutturmak için mi bilemem sınıftaki en yüksek notu bana vermişti. Bende dediğini yapacak, o günü unutacak -en azından deneyecek- ve bu başarı ile ailemi gururlandıracaktım. Belki de bir barbie ile beni ödüllendirebilirlerdi. Bunu onlara henüz söylememiştim tabi. Naylon bebeğimin artık toplu iğne batırılacak yeri kalmadığını görmeleri için ne daha yapmam gerekirdi ki. Barbie denilen bebekler naylondan değil daha sert bir maddedendi. Bunu iki apartman ötede oyun oynadığım naif bir kız olan Hatice’de görmüştüm. Ama o gün bir şey daha öğrenmiştim bu barbie denilen bebeğin birde erkek sevgilisi varmış. Adı Ken’miş. Hah! Sorun değil nasıl olsa benimkinin adı değişecekti. Ahmak Can ya da yeşil benli özürlü gibi. Bebeklerinin yüzü, vücutları o kadar gerçek ve güzeldi ki. Böyle bir bebeğim olsa dünyada başka hiçbir şey istemezdim. Barbinin upuzun saçları vardı. Tıpkı... Tamam, tıpkı Süheyla’nınkiler gibiydi işte. Aslında benimkilerde omuzlarıma değiyordu yani çekiştirip omuzlarımı biraz kaldırırsam bunu başarabiliyordum. Annem neden saçlarımı kısa kestirip duruyordu. Bir kız için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor muydu bu kadın.
Yılsonu yaklaşırken bir mezuniyet eğlencesi olacağını öğrendik, herkes çok mutluydu. Bende kendim adına benden başka bir eğlenceleri çıktığı için mutluydum. Oyunlar, skeçler belirlendi. Gösterinin en mükemmel oyunu “Katibim”di. Seçmeler yapıldı. Hiç şaşırmamıştım Katibenin Süheyla, Katibinse Can olmasına.
Ve işte sıra benim rolüme gelmişti. Kâtip ile kâtibe Üsküdar’a doğru yol alırken bende kenarda bekleyen dört ağaç figüründen biri olmuştum. O dallardan beni göremezken bu benim onu son görüşüm olmuştu.
*****
Aynı akşam annem ve babam yine tartışıyordu.
“Yeter artık bıktım bıktım aileme yük olmamızdan, bu ilgisizliğinden, parasızlıktan, her gece içki içip bizi unutmandan duyuyor musun beni.” diye yine isyan etti annem. “Of! Güzin başlama yine her akşam aynı tartışma.” Babam bizden ne kadar sıkılmıştı meğer.
“Şu içkiye verdiğin parayla çocuklarına bir hediye al. Bak kızın bugün bize takdir getirdi.” Babamın o anda takdirin ne demek olduğunu anladığından emin değildim.
“Keyfimden mi içiyorum, ben annemi bile tanımadım. Sen anlamazsın bunu Güzin, senin tüm ailen yanında.” Babamın sesi boğuk çıkmaya başlamıştı. “Benim yüzümden öldü. Ben doğmasam ölmezdi.” dedi.
“Senin ailen biziz. Bu hayatta herkese bir pay acı düşüyor. Kimimiz senin gibi bunu belki daha erken yaşamak zorunda kalıyoruz. Aynı şeyi kendi çocuklarını da yaşatmak ister misin? Onlarında senin gibi bir yanlarının ömürlerince eksik kalmasını ister misin söyle bana? Artık seçimini yap lütfen, ya içki ya da ailen. Ben bu hayatı seçiyorum diyorsan da kapı orada.”

Kapı aralığından çıt çıkarmadan izlediğim bu konuşmadan sonra ertesi sabah babam birkaç parça eşyasını topladı. Beklerken korku ve üzüntüden halının desenleri incelemeyi bitirmiş ayak parmaklarıma –her birine beş dakika kadar-bakıyordum. Babam yanıma geldi. Başımı kaldırdım, yüzüne baktım, o saçlarımı okşadı ve,
“ben gidiyorum artık kızım” dedi.
On anda sanki farklı bir dilde konuşuyordu ve ben hiç bir şey anlamamışım gibi yüzüne bakıyordum. Bu olamazdı. Bizi tercih etmemiş olamazdı. Eğildi saçlarımı kısaca okşadı, o bile zaman kaybıydı sanki kısa ve öz. Daha önce de başka çocuklara da yapmış gibi. Sonra hızlıca gitti. Benden uzağa. O kapanan demir kapının sesi bugün hala kulağımdadır.
Ve 11 yaşımda hayatımda tanıdığım iki adam tarafından da terk edilmiştim.
Beni artık gerçek sevgiye hiç kimse inandıramazdı.


Aslıhan YILMAZ
 

Eklentiler

  • $222.jpg
    $222.jpg
    27,5 KB · Görüntüleme: 3.203
X