“Hayal Bahçesi”
İstanbul 2003,
Trenin son kompartımanına doğru hızla koşuyordum. Arkamdan gelen yüzü maskeli adam her adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak ilerliyordu. İri bedeni hızla yaklaşırken vücudundan yayılan öfke dalgaları beni ondan önce yakalıyordu. Beynimde çalan alarm zilleri bana tek bir şeyi söylüyordu. “Seni öldürmek istiyor.” Son kompartımanın kapısı açıp içeri girdim. Bomboş vagonda çığlık çığlığa bağırıyordum. “Yardım edin. Lütfen bana yardım edin.” Sesime gelen tek cevap az önce geçtiğim kapının sertçe açılması oldu. Vagonun sonuna vardığımda trenin son kapısını açıp hızla uzaklaşan demir rayları gördüm. Ya atlayıp ölecektim ya da kendimi karşımdaki bedenin insafına teslim edecektim. Karşımdakinin insaf derecesini az çok kestirebilsem de cesaretsizce kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Kaderime teslim olmadan önce son bir umutla adamın görünmeyen yüzüne diktim gözlerimi. “Lütfen, lütfen bana zarar verme!”
“Aslıhan?” Biri adımı seslenmişti ya da ölmeden önce insanların gördüğünü söylediği halüsinasyonlardan birinin başlangıcındaydım. Başımı çevirdiğimde yan tarafımdaki koltuklarda oturan kadını gördüm. “Meliha Hanım?” Kadının oturduğu koltuğun tarafına doğru kendimi atıp dizlerinin önüne çömeldim. “Meliha Hanım yardım edin lütfen beni öldürecek.” Tren mi sallanıyordu yoksa benim bedenim mi sarsılıyordu bilmiyordum. Başımı kadının kucağına gömüp maskeli adamın boynumu koparmasını bekledim. Sonra derin bir patırtı duyuldu. Hala yerinde olan kafamın üzerinden bir şeyler dökülüyordu. Başımı kaldırdığımda kadının ağzından dökülen böceklerin her yanıma dağıldığını gördüm. Aldığım son nefesle haykırdım.
“Aaaaaa!” Soluk soluğa yatakta doğruldum. Bu son bir ayda haftanın üç dört günü gördüğüm kâbuslardan sadece bir tanesiydi. Ter içinde kalmış bedenimi tekrar yatağa bırakmadan önce yorganın içini ve yastığın altını iyice kontrol ettim. Zaten araknofobisi olan ben için bu kadarı tüm gün boyunca kaşınma ve mide bulantısı demekti.
Gözlerimi kapatıp üzerimdeki korkuyu atmaya çalışırken çalar saatin sesi ile ikinci kez sıçradım. “Lanet olsun. Lanet. Lanet. Lanet saat.” Saati hızla devirerek susturdum. Yataktan doğrularak ayaklarımı sallandırdım. Bugün günlerden pazartesiydi. Bankaya gitmem gerekiyordu. Açmamam gereken o lanet çekmeceyi açmamın üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Tek güvendiğim insan olan Beyhan Hanım’da iki hafta önce birçok personel gibi mali kriz sebebiyle erken emekli edilerek görevden alınmıştı. Artık o cehennemde tek başınaydım. Bunun bilinci ile yemeklerin içini kaşıkla kontrol etmeden yemiyor, gerekmedikçe öğrenmek adına tek kelime soru sormuyor ve yolda gördüğüm tüm bordro renkli BMW’ler de o tanıdık plakanın olup olmadığını kontrol ediyordum.
Ruh halimin oldukça bozuk olduğu o dönemde birkaç ay önce söyleseler çok üzüleceğim ama benim için şimdilerde tek umut ışığı olan şey gerçekleşti. Stajyerler arasında departman değişikliği yapılacaktı. Beni alt katta mevduat servisindeki Selda Hanım’ın yanına verip diğer iki stajyerden ilk andan beri yıldızımızın bir türlü barışmadığı Cansu’yu Meliha Hanım’ın yanına vermeleri ise keyfime keyif katmıştı. Bakalım Cansu Hanım bu duruma ne kadar katlanacaktı.
*****
Alt kattaki yoğunluk beni kısa sürede içine almıştı. Hiçbir şey düşünmeden sadece işimle ilgileniyordum. Yine böyle günlerden birinde bankanın mutfağından içeri girdim. Karnımdaki gurultulardan anladığım kadarıyla açlıktan ölmek üzereydim. Yemekçi Erkan Bey tabldotları hazırlamış yemekhaneye taşıyordu.
“Hımm ne yemekler var.” dedim aç kurt misali.
“Yemekler hazır kızım sen geçip başlayabilirsin.” dedi. Hızla masanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran tabldota uzanmıştım ki Erkan Bey “Sen bunu al kızım.” diyerek elime diğerinin aynısı başka bir tabldot tutuşturdu. İşte yine aynı şey olmuştu. Aşağı kata geçmiş olmam bu olaylardan kaçmam için yeterli olmayacaktı demek ki.
“Peki” diyerek bana uzatılanı kaptım. Erkan Bey kendi taşıyacaklarını almakla meşgulken boynumdaki ucunda yeşim taşı olan kolyeyi kopararak çıkarıp bana yasak olan tabldottaki çorbanın içine bıraktım. Adam arkasını dönüp “Eee hadi ne bekliyorsun yemekhaneye geçsene.” dedi.
“Bir tane daha ver Selda Hanım’ın yemeğini de çıkarayım.” dedim tüm şirinliğimle. Adam elindekilerden birini daha bana uzatırken mutfağı gelini tarafından ele geçirilmiş kaynana gibi suratıma baktı.
Beş dakika sonra muhasebe ile aynı katta bulunan yemekhanede Selda Hanım’ın tepsisindeki çorbayı keyifle içiyordum. Personel yavaş yavaş yerlerini alırken Cansu tüm sinir bozan görüntüsü ile gelip karşıma oturdu. Meliha Hanım’da az sonra gelip Cansu’nun yanına oturunca kızın hiçbir şeyden henüz haberi olmadığını anladım. İştahla çorbasına ilk kaşığını daldırırken Erkan Bey elinde özenle tutarak getirdiği tabldotu kimin önüne koyacağını başından beri bildiğim yere koydu. Meliha Hanım’ın önüne konan yemeklere istemsizce bakarken ne tuhaf değil mi diye düşündüm. Aslında hiç tuhaf değildi. Karşımdaki kadın da deli falan değildi. Kadın başından beri doğruyu söylüyordu. Nedenini henüz bilmediğim bir sebeple kadına zarar veriyorlardı. Meliha Hanım son bir umutla yanında çorba içen kıza baktı. Cansu’dan bir hayır gelmeyeceğini anlayınca çaresizce kaşığa uzanıp çorbasına daldırdı. İşte bizim aramızdaki bu dostluk o gün çorbaya dalan o kaşıkla başladı. Kaşığın içindeki parlak yeşim taşı onun bu yolda artık yalnız olmadığını gösterircesine parlıyordu. Taşın kime ait olduğunu adı gibi bilen kadının yüzü aydınlandı. Yanımdaki henüz sahipsiz tabldotlardan birini ona doğru uzattım.
“Siz bunu alın Meliha Hanım.” dedim. “Bu günlerde nerden ne çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu.”
Kendini uyanık sanan insanları her zaman çok sevmişimdir. O muhteşem akılları ile o kadar meşgullerdir ki karşısındakinin zekâsından zerre şüphe etmezler. İnsan en çok onları şaşırtmaktan zevk alır. Erkan Bey’in taşa bakarkenki şaşkın yüzü de işte bana böyle zevk vermişti.
Benim artık beyaz atlı prensler, güçlü dükler ve gözü kara şövalyelerin oluşturduğu hayal bahçemde ölüm isteyen maskeli adamlar, zehir saçan cani insanlar, nereden çıkacağı belli olmayan böcekler ve henüz kim olduğunu bilmediğim katiller vardı.
Ve ben küçük Hercule Poirot* iş başındaydım.
*****
“Bakın şimdi bu yoldan gidersek internet cafede çalışan Ayhan’ı görürüz ama cafeye gelmeden şu sokaktan dönersek ilerideki oto yıkamada bir esmer güzeli var ki görmeye değer.” dedi Serap sevinçle. Sana da esmer güzeline de dedim içimden. Bu yarım akıllı ile aynı okula gittiğim için üzülmeli miydim? Yoksa böyle bir kuzenim olmadığı için sevinmeli miydim? Karar veremiyordum doğrusu. O günlerde Ergül genç bir çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Metin evlerine giden cadde üzerinde bir spor mağazasında çalışıyordu. Alışveriş yaptığı sırada tanışmışlar ve aralarında şu yüksek voltajlı elektriklerden biri oluşmuştu. Ergül içimde kelebekler uçuşuyor diye tarif etmişti hissettiği heyecanı. Benim içimdeki kelebeklere ne olmuştu? Bir tanesi bile üç yıldır tek kanat çırpmıyordu. Bir günlük o heyecana bile razıydım oysa.
“Caddeden gidelim Serap” dedi Ergül. “Aaaa neden ama bak çok yakışıklı diyorum size.” diyerek çocukça sesler çıkarmaya başladı. Acaba kaldırıma oturup ağlamaya başlar mı diye düşündüğüm sırada kız gelip koluma girdi. “Sen yakışıklı görmek istemez misin Aslıhan?” dedi. “İsterim isterim tabi ama bunun için yolumu uzatıp dükkânının önünden göz süzerek geçmeyi istemem Serap’cım.” dedim. “Aslında haklısınız cadde üzerinde de bol yakışıklı çalıştıran dükkân var.” bu kız beni hiç şaşırtmıyordu.
On beş dakika sonra spor mağazasında Ergül beğendiği birkaç ayakkabı modelini denerken Serap tezgâha yaslanmış pis pis göz süzüyordu. Yine kimi gözüne kestirdiğine bakmak için dönünce başka bir müşteri ile ilgilenen ve az önce bize yardımcı olan genci gördüm. Metin’i. Çocuğun bu yarım akıllının beyninde yer etmemesi için hızla koltukta bir yeni ayakkabı denemeye girişen Ergül’e döndüm. “Ergül hadi gidelim artık sen sonra başka zaman bakarsın.” dedim. Ergül başını kaldırıp yüzüme baktı “Ne oldu ya? Daha iki kelime bile konuşamadım.” dedi. “Sonra konuşursun hadi.” diyerek kendi ayakkabılarını ona uzattım. Arkamı dönünce Serap’ı az önceki tezgâh önü yerine camda bir şey işaret ederek Metin’le konuşurken gördüm. Artık çok geçti benim saf arkadaşım burada ayakkabı denerken kuş kafese girmişti.
“Ergül bu Serap senin Metin’den hoşlandığını biliyor mu?” dedim. “Evet biliyor biraz bahsettim.” dedi. Hala benim neden bahsettiğimi anlamamıştı. “Peki onun bu çocuk olduğunu biliyor mu?” elimle mağazanın girişinde kıkırdayarak kuzenin konuştuğu çocuğu gösterdim.
“Evet anlamış olmalı ki Serap mağazaya girdiğimizde bana cimdik attı.” dedi neşeyle. Başımı olumsuz anlamında salladım belki Serap anlamıştı ama Ergül henüz kuzeninin nasıl biri olduğunu anlamamıştı ve bunu anlaması için kalbinde uçuşan tüm kelebeklerini benzin döküp yapması gerekecekti.
*****
Peki ondan sonra ne mi oldu?
Nilay Bahtiyar’la evlenip ömrünün sonuna kadar aramızdaki en bahtiyar kişi oldu.
Nurdan Caner Ağabeyi’nin nişan tepsisini tutmak zorunda kaldığı gün bir daha âşık olmayacağına yemin etti. Yeminine sadık kalarak yıllar içerisinde karşısına çıkan tüm teklifleri geri çevirdi ve halen kimseye kalbini açmamakta kararlı.
Ergül bir zamanlar en sevdiği kuzeni olan Serap’ın o spor mağazasında işe girdiğini öğrendiği günden beri onu bir daha hiç affetmedi ama en çokta kendini.
Ve ben. Herkesin beklediği şeyi yapmıştım. İlk senede İstanbul’a yakın bir ildeki üniversiteyi kazanmıştım. Hem de en kısa yoldan. Bu mutlu haberi önce ailem ve canım dostum Edamla paylaştım. Şimdi paylaşma sırası en az benim kadar sevineceğine inandığım birindeydi. İki hafta önce stajımı tamamlayıp ayrıldığım bankanın kapısında içeri girdim. Güvenlik görevlisi Tahsin Bey’le hemen kapıda, başta Selda Hanım olmak üzere alt kattaki tüm personel ile bankanın ortasında sevinçle paylaştım. Herkes tek tek tebrik edip tekrar onları görmeye geldiğim için teşekkür ettiler. Kalbim üst kattaki kadına koşmak için can atıyordu. Kazanırsam söz verdiği gibi beni kâğıt helva arası dondurma ısmarlamaya götürecekti. Hızla merdivenleri çıkarken Selda Hanım’ın seslendiğini işittim.
“Aslıhan Meliha Hanım işten ayrıldı.” dedi. Merdivenlerde tökezleyerek durdum. “Nasıl yani bankadan ayrıldı mı?” dedim. “Evet geçen hafta istifasını verdi.” Hah! Meliha Hanım asla istifa etmezdi. Kadının elindeki tek umudu ileride alacağı emekli maaşıydı. İnanmayarak başımı salladım üst kata çıkıp kendim gözlerimle görmeden de inanmayacaktım. Hızla yarısında dikildiğim merdivenleri tamamladım. Üst kata çıkıp ufak sevimli ofisimize girdiğimde gözlükleri burnunun üzerine düşmüş kır saçlı bir kadın bana bakıyordu.
“Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. Önce kendi masama sonrada kadının oturduğu Meliha Hanım’ın masasına içim acıyarak baktım.
“Meliha Hanım?” diyebildim sadece gözlerimde biriken yaşlar nedeniyle kadını gri bir siluet olarak görebiliyordum şimdi. Gri siluet hareketlenerek yaklaşırken gözlerimde biriken yaşı sildim. “Meliha Hanım ayrıldı. Ben yardımcı olabilir miyim size?” dedi. Hayır dedim içimden sen hiçbir şeye yardımcı olamazdın. Dur bir dakika belki de olabilirdi. “Ben Meliha Hanım’ın stajyeriydim. İki hafta önce ayrıldım. Hatta masam şurasıydı efendim. Kendisine ulaşmam lazım şu dolapta personel özlük dosyaları olacaktı. İzin verirseniz adresini alabilir miyim?” dedim. Kadın hayır derse bile zaten gidip zorla alacaktım.
“Tabi ki.” dedi. Hızla bir zamanlar Beyhan Hanım’ın olan büyük masanın arkasındaki ahşap dolabı açtım. Bankadaki tüm personelin özlük dosyalarının bulunduğu klasörü alıp masaya bıraktım. İçindeki dosyaları sırayla çevirip aradığım dosyayı yerinden çıkardım. Masadan aldığım ufak bir bloknota telefon ve adresi karalayarak dosyayı yerine koyup dolaba kaldırdım.
“Teşekkür ederim. İyi günler.” diyerek ofisin kapısına doğru hızla ilerledim. Gri saçlı kadın bana ofisten çıkamadan seslendi. “Burası benim masam demiştiniz, bu kitap sizin olabilir mi?”
Kadının uzattığı elindeki tanıdık kitabı aldım. “Evet benim teşekkürler.” Ofisin kapısında elimdeki kitaba bakınca içimdeki şeytan ayağa kalkarak dile geldi. “Affedersiniz adınız nedir?“ dedim. Yaşlı kadın burnuna düşmüş gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. “Neriman Soykan.” dedi. “Neriman Hanım bence çok dikkat edin dışarıdan banka gibi görünen bu yerde çekmecelerinizden türlü böcekler fışkırabilir, iş arkadaşlarınız tarafından takip edilebilir hatta yemeklerinize zehir konabilir ve siz sırf bunlara ayak dirediğiniz için işten zorla istifa ettirilebilirsiniz.” Kadının söylediklerimin tek kelimesine inanmayan şaşkın yüzüne bakıp odadan ayrıldım.
*****
İstanbul’un dar bütçeli ailelerinin oturduğu bir evin kapısı yedinci defa çalıyordum. Çalmanın fayda etmediğini anlayıp kapıyı yumrukladım. Tam iki gündür telefonla ulaşmaya çalıştığım evden çıt çıkmıyordu. “Meliha Hanım benim Aslıhan? Açın Lütfen. Bana kâğıt helva sözünüz var.” dedim başımı eski iki katlı evin kalın tahta kapısına yaslayarak. Bitişik evden genç bir kadın sonunda sesime çıktı. “Kızım buyur” dedi. Bir umutla kadına doğru ilerledim. “Meliha Hanım’a bakmıştım da.” dedim.
“Neyi olurdun kızım.” genç kadın evin önündeki basamaktan inerken sormuştu.
“Şey ben arkadaşıydım.” dedim kadına saçma geleceğini bilsem de kafamdan yalan uyduracak gücüm hiç yoktu.
“Takdir-i ilahi kızım başın sağolsun.” dedi avuçlarını havaya açarak. “Ne takdiri ne diyorsunuz siz!” diye kadının üzerine doğru yürüyünce kadın kolumu tutarak “Sakin ol kızım yapacak bir şey yok hepimizin gideceği yer orası.” dedi. Beni asıl yıkan kadının devamında söyledikleri olmuştu. Meliha Hanım üç gün önce komşularının günlerdir evden ses gelmemesi üzerine polise haber vermeleri ile evinde ölü bulunmuştu. “Tam ne oldu bizde anlamadık. Sanırım zehir mi içmiş intihar mı etmiş zaten son günlerde çok tuhaftı. Kızım nereye başın sağolsun tekrar.”
Başıma ağır bir cisimle vurmuşlar gibi sağa sola ilerlerken deli gibi ağlıyordum. Sokağın başına geldiğimde gözyaşlarımın arasından gördüğüm bordro bir renk hızla hareket etti. Plakasına ilk kez bakmaya bile gerek görmediğim BMV hızla uzaklaşırken ben hayal bahçemdeki bütün kelebekleri o gün benzin döküp kendi ellerimle yakmıştım.
Meliha Tekin anısına…Küçük Hercule Poirot’undan.
*Ünlü cinayet romanı yazarı Agatha Chrıstıe’nin yazarın kendi kurguladığı başkahramanı, dedektif.
İstanbul 2003,
Trenin son kompartımanına doğru hızla koşuyordum. Arkamdan gelen yüzü maskeli adam her adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak ilerliyordu. İri bedeni hızla yaklaşırken vücudundan yayılan öfke dalgaları beni ondan önce yakalıyordu. Beynimde çalan alarm zilleri bana tek bir şeyi söylüyordu. “Seni öldürmek istiyor.” Son kompartımanın kapısı açıp içeri girdim. Bomboş vagonda çığlık çığlığa bağırıyordum. “Yardım edin. Lütfen bana yardım edin.” Sesime gelen tek cevap az önce geçtiğim kapının sertçe açılması oldu. Vagonun sonuna vardığımda trenin son kapısını açıp hızla uzaklaşan demir rayları gördüm. Ya atlayıp ölecektim ya da kendimi karşımdaki bedenin insafına teslim edecektim. Karşımdakinin insaf derecesini az çok kestirebilsem de cesaretsizce kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Kaderime teslim olmadan önce son bir umutla adamın görünmeyen yüzüne diktim gözlerimi. “Lütfen, lütfen bana zarar verme!”
“Aslıhan?” Biri adımı seslenmişti ya da ölmeden önce insanların gördüğünü söylediği halüsinasyonlardan birinin başlangıcındaydım. Başımı çevirdiğimde yan tarafımdaki koltuklarda oturan kadını gördüm. “Meliha Hanım?” Kadının oturduğu koltuğun tarafına doğru kendimi atıp dizlerinin önüne çömeldim. “Meliha Hanım yardım edin lütfen beni öldürecek.” Tren mi sallanıyordu yoksa benim bedenim mi sarsılıyordu bilmiyordum. Başımı kadının kucağına gömüp maskeli adamın boynumu koparmasını bekledim. Sonra derin bir patırtı duyuldu. Hala yerinde olan kafamın üzerinden bir şeyler dökülüyordu. Başımı kaldırdığımda kadının ağzından dökülen böceklerin her yanıma dağıldığını gördüm. Aldığım son nefesle haykırdım.
“Aaaaaa!” Soluk soluğa yatakta doğruldum. Bu son bir ayda haftanın üç dört günü gördüğüm kâbuslardan sadece bir tanesiydi. Ter içinde kalmış bedenimi tekrar yatağa bırakmadan önce yorganın içini ve yastığın altını iyice kontrol ettim. Zaten araknofobisi olan ben için bu kadarı tüm gün boyunca kaşınma ve mide bulantısı demekti.
Gözlerimi kapatıp üzerimdeki korkuyu atmaya çalışırken çalar saatin sesi ile ikinci kez sıçradım. “Lanet olsun. Lanet. Lanet. Lanet saat.” Saati hızla devirerek susturdum. Yataktan doğrularak ayaklarımı sallandırdım. Bugün günlerden pazartesiydi. Bankaya gitmem gerekiyordu. Açmamam gereken o lanet çekmeceyi açmamın üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Tek güvendiğim insan olan Beyhan Hanım’da iki hafta önce birçok personel gibi mali kriz sebebiyle erken emekli edilerek görevden alınmıştı. Artık o cehennemde tek başınaydım. Bunun bilinci ile yemeklerin içini kaşıkla kontrol etmeden yemiyor, gerekmedikçe öğrenmek adına tek kelime soru sormuyor ve yolda gördüğüm tüm bordro renkli BMW’ler de o tanıdık plakanın olup olmadığını kontrol ediyordum.
Ruh halimin oldukça bozuk olduğu o dönemde birkaç ay önce söyleseler çok üzüleceğim ama benim için şimdilerde tek umut ışığı olan şey gerçekleşti. Stajyerler arasında departman değişikliği yapılacaktı. Beni alt katta mevduat servisindeki Selda Hanım’ın yanına verip diğer iki stajyerden ilk andan beri yıldızımızın bir türlü barışmadığı Cansu’yu Meliha Hanım’ın yanına vermeleri ise keyfime keyif katmıştı. Bakalım Cansu Hanım bu duruma ne kadar katlanacaktı.
*****
Alt kattaki yoğunluk beni kısa sürede içine almıştı. Hiçbir şey düşünmeden sadece işimle ilgileniyordum. Yine böyle günlerden birinde bankanın mutfağından içeri girdim. Karnımdaki gurultulardan anladığım kadarıyla açlıktan ölmek üzereydim. Yemekçi Erkan Bey tabldotları hazırlamış yemekhaneye taşıyordu.
“Hımm ne yemekler var.” dedim aç kurt misali.
“Yemekler hazır kızım sen geçip başlayabilirsin.” dedi. Hızla masanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran tabldota uzanmıştım ki Erkan Bey “Sen bunu al kızım.” diyerek elime diğerinin aynısı başka bir tabldot tutuşturdu. İşte yine aynı şey olmuştu. Aşağı kata geçmiş olmam bu olaylardan kaçmam için yeterli olmayacaktı demek ki.
“Peki” diyerek bana uzatılanı kaptım. Erkan Bey kendi taşıyacaklarını almakla meşgulken boynumdaki ucunda yeşim taşı olan kolyeyi kopararak çıkarıp bana yasak olan tabldottaki çorbanın içine bıraktım. Adam arkasını dönüp “Eee hadi ne bekliyorsun yemekhaneye geçsene.” dedi.
“Bir tane daha ver Selda Hanım’ın yemeğini de çıkarayım.” dedim tüm şirinliğimle. Adam elindekilerden birini daha bana uzatırken mutfağı gelini tarafından ele geçirilmiş kaynana gibi suratıma baktı.
Beş dakika sonra muhasebe ile aynı katta bulunan yemekhanede Selda Hanım’ın tepsisindeki çorbayı keyifle içiyordum. Personel yavaş yavaş yerlerini alırken Cansu tüm sinir bozan görüntüsü ile gelip karşıma oturdu. Meliha Hanım’da az sonra gelip Cansu’nun yanına oturunca kızın hiçbir şeyden henüz haberi olmadığını anladım. İştahla çorbasına ilk kaşığını daldırırken Erkan Bey elinde özenle tutarak getirdiği tabldotu kimin önüne koyacağını başından beri bildiğim yere koydu. Meliha Hanım’ın önüne konan yemeklere istemsizce bakarken ne tuhaf değil mi diye düşündüm. Aslında hiç tuhaf değildi. Karşımdaki kadın da deli falan değildi. Kadın başından beri doğruyu söylüyordu. Nedenini henüz bilmediğim bir sebeple kadına zarar veriyorlardı. Meliha Hanım son bir umutla yanında çorba içen kıza baktı. Cansu’dan bir hayır gelmeyeceğini anlayınca çaresizce kaşığa uzanıp çorbasına daldırdı. İşte bizim aramızdaki bu dostluk o gün çorbaya dalan o kaşıkla başladı. Kaşığın içindeki parlak yeşim taşı onun bu yolda artık yalnız olmadığını gösterircesine parlıyordu. Taşın kime ait olduğunu adı gibi bilen kadının yüzü aydınlandı. Yanımdaki henüz sahipsiz tabldotlardan birini ona doğru uzattım.
“Siz bunu alın Meliha Hanım.” dedim. “Bu günlerde nerden ne çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu.”
Kendini uyanık sanan insanları her zaman çok sevmişimdir. O muhteşem akılları ile o kadar meşgullerdir ki karşısındakinin zekâsından zerre şüphe etmezler. İnsan en çok onları şaşırtmaktan zevk alır. Erkan Bey’in taşa bakarkenki şaşkın yüzü de işte bana böyle zevk vermişti.
Benim artık beyaz atlı prensler, güçlü dükler ve gözü kara şövalyelerin oluşturduğu hayal bahçemde ölüm isteyen maskeli adamlar, zehir saçan cani insanlar, nereden çıkacağı belli olmayan böcekler ve henüz kim olduğunu bilmediğim katiller vardı.
Ve ben küçük Hercule Poirot* iş başındaydım.
*****
“Bakın şimdi bu yoldan gidersek internet cafede çalışan Ayhan’ı görürüz ama cafeye gelmeden şu sokaktan dönersek ilerideki oto yıkamada bir esmer güzeli var ki görmeye değer.” dedi Serap sevinçle. Sana da esmer güzeline de dedim içimden. Bu yarım akıllı ile aynı okula gittiğim için üzülmeli miydim? Yoksa böyle bir kuzenim olmadığı için sevinmeli miydim? Karar veremiyordum doğrusu. O günlerde Ergül genç bir çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Metin evlerine giden cadde üzerinde bir spor mağazasında çalışıyordu. Alışveriş yaptığı sırada tanışmışlar ve aralarında şu yüksek voltajlı elektriklerden biri oluşmuştu. Ergül içimde kelebekler uçuşuyor diye tarif etmişti hissettiği heyecanı. Benim içimdeki kelebeklere ne olmuştu? Bir tanesi bile üç yıldır tek kanat çırpmıyordu. Bir günlük o heyecana bile razıydım oysa.
“Caddeden gidelim Serap” dedi Ergül. “Aaaa neden ama bak çok yakışıklı diyorum size.” diyerek çocukça sesler çıkarmaya başladı. Acaba kaldırıma oturup ağlamaya başlar mı diye düşündüğüm sırada kız gelip koluma girdi. “Sen yakışıklı görmek istemez misin Aslıhan?” dedi. “İsterim isterim tabi ama bunun için yolumu uzatıp dükkânının önünden göz süzerek geçmeyi istemem Serap’cım.” dedim. “Aslında haklısınız cadde üzerinde de bol yakışıklı çalıştıran dükkân var.” bu kız beni hiç şaşırtmıyordu.
On beş dakika sonra spor mağazasında Ergül beğendiği birkaç ayakkabı modelini denerken Serap tezgâha yaslanmış pis pis göz süzüyordu. Yine kimi gözüne kestirdiğine bakmak için dönünce başka bir müşteri ile ilgilenen ve az önce bize yardımcı olan genci gördüm. Metin’i. Çocuğun bu yarım akıllının beyninde yer etmemesi için hızla koltukta bir yeni ayakkabı denemeye girişen Ergül’e döndüm. “Ergül hadi gidelim artık sen sonra başka zaman bakarsın.” dedim. Ergül başını kaldırıp yüzüme baktı “Ne oldu ya? Daha iki kelime bile konuşamadım.” dedi. “Sonra konuşursun hadi.” diyerek kendi ayakkabılarını ona uzattım. Arkamı dönünce Serap’ı az önceki tezgâh önü yerine camda bir şey işaret ederek Metin’le konuşurken gördüm. Artık çok geçti benim saf arkadaşım burada ayakkabı denerken kuş kafese girmişti.
“Ergül bu Serap senin Metin’den hoşlandığını biliyor mu?” dedim. “Evet biliyor biraz bahsettim.” dedi. Hala benim neden bahsettiğimi anlamamıştı. “Peki onun bu çocuk olduğunu biliyor mu?” elimle mağazanın girişinde kıkırdayarak kuzenin konuştuğu çocuğu gösterdim.
“Evet anlamış olmalı ki Serap mağazaya girdiğimizde bana cimdik attı.” dedi neşeyle. Başımı olumsuz anlamında salladım belki Serap anlamıştı ama Ergül henüz kuzeninin nasıl biri olduğunu anlamamıştı ve bunu anlaması için kalbinde uçuşan tüm kelebeklerini benzin döküp yapması gerekecekti.
*****
Peki ondan sonra ne mi oldu?
Nilay Bahtiyar’la evlenip ömrünün sonuna kadar aramızdaki en bahtiyar kişi oldu.
Nurdan Caner Ağabeyi’nin nişan tepsisini tutmak zorunda kaldığı gün bir daha âşık olmayacağına yemin etti. Yeminine sadık kalarak yıllar içerisinde karşısına çıkan tüm teklifleri geri çevirdi ve halen kimseye kalbini açmamakta kararlı.
Ergül bir zamanlar en sevdiği kuzeni olan Serap’ın o spor mağazasında işe girdiğini öğrendiği günden beri onu bir daha hiç affetmedi ama en çokta kendini.
Ve ben. Herkesin beklediği şeyi yapmıştım. İlk senede İstanbul’a yakın bir ildeki üniversiteyi kazanmıştım. Hem de en kısa yoldan. Bu mutlu haberi önce ailem ve canım dostum Edamla paylaştım. Şimdi paylaşma sırası en az benim kadar sevineceğine inandığım birindeydi. İki hafta önce stajımı tamamlayıp ayrıldığım bankanın kapısında içeri girdim. Güvenlik görevlisi Tahsin Bey’le hemen kapıda, başta Selda Hanım olmak üzere alt kattaki tüm personel ile bankanın ortasında sevinçle paylaştım. Herkes tek tek tebrik edip tekrar onları görmeye geldiğim için teşekkür ettiler. Kalbim üst kattaki kadına koşmak için can atıyordu. Kazanırsam söz verdiği gibi beni kâğıt helva arası dondurma ısmarlamaya götürecekti. Hızla merdivenleri çıkarken Selda Hanım’ın seslendiğini işittim.
“Aslıhan Meliha Hanım işten ayrıldı.” dedi. Merdivenlerde tökezleyerek durdum. “Nasıl yani bankadan ayrıldı mı?” dedim. “Evet geçen hafta istifasını verdi.” Hah! Meliha Hanım asla istifa etmezdi. Kadının elindeki tek umudu ileride alacağı emekli maaşıydı. İnanmayarak başımı salladım üst kata çıkıp kendim gözlerimle görmeden de inanmayacaktım. Hızla yarısında dikildiğim merdivenleri tamamladım. Üst kata çıkıp ufak sevimli ofisimize girdiğimde gözlükleri burnunun üzerine düşmüş kır saçlı bir kadın bana bakıyordu.
“Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. Önce kendi masama sonrada kadının oturduğu Meliha Hanım’ın masasına içim acıyarak baktım.
“Meliha Hanım?” diyebildim sadece gözlerimde biriken yaşlar nedeniyle kadını gri bir siluet olarak görebiliyordum şimdi. Gri siluet hareketlenerek yaklaşırken gözlerimde biriken yaşı sildim. “Meliha Hanım ayrıldı. Ben yardımcı olabilir miyim size?” dedi. Hayır dedim içimden sen hiçbir şeye yardımcı olamazdın. Dur bir dakika belki de olabilirdi. “Ben Meliha Hanım’ın stajyeriydim. İki hafta önce ayrıldım. Hatta masam şurasıydı efendim. Kendisine ulaşmam lazım şu dolapta personel özlük dosyaları olacaktı. İzin verirseniz adresini alabilir miyim?” dedim. Kadın hayır derse bile zaten gidip zorla alacaktım.
“Tabi ki.” dedi. Hızla bir zamanlar Beyhan Hanım’ın olan büyük masanın arkasındaki ahşap dolabı açtım. Bankadaki tüm personelin özlük dosyalarının bulunduğu klasörü alıp masaya bıraktım. İçindeki dosyaları sırayla çevirip aradığım dosyayı yerinden çıkardım. Masadan aldığım ufak bir bloknota telefon ve adresi karalayarak dosyayı yerine koyup dolaba kaldırdım.
“Teşekkür ederim. İyi günler.” diyerek ofisin kapısına doğru hızla ilerledim. Gri saçlı kadın bana ofisten çıkamadan seslendi. “Burası benim masam demiştiniz, bu kitap sizin olabilir mi?”
Kadının uzattığı elindeki tanıdık kitabı aldım. “Evet benim teşekkürler.” Ofisin kapısında elimdeki kitaba bakınca içimdeki şeytan ayağa kalkarak dile geldi. “Affedersiniz adınız nedir?“ dedim. Yaşlı kadın burnuna düşmüş gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. “Neriman Soykan.” dedi. “Neriman Hanım bence çok dikkat edin dışarıdan banka gibi görünen bu yerde çekmecelerinizden türlü böcekler fışkırabilir, iş arkadaşlarınız tarafından takip edilebilir hatta yemeklerinize zehir konabilir ve siz sırf bunlara ayak dirediğiniz için işten zorla istifa ettirilebilirsiniz.” Kadının söylediklerimin tek kelimesine inanmayan şaşkın yüzüne bakıp odadan ayrıldım.
*****
İstanbul’un dar bütçeli ailelerinin oturduğu bir evin kapısı yedinci defa çalıyordum. Çalmanın fayda etmediğini anlayıp kapıyı yumrukladım. Tam iki gündür telefonla ulaşmaya çalıştığım evden çıt çıkmıyordu. “Meliha Hanım benim Aslıhan? Açın Lütfen. Bana kâğıt helva sözünüz var.” dedim başımı eski iki katlı evin kalın tahta kapısına yaslayarak. Bitişik evden genç bir kadın sonunda sesime çıktı. “Kızım buyur” dedi. Bir umutla kadına doğru ilerledim. “Meliha Hanım’a bakmıştım da.” dedim.
“Neyi olurdun kızım.” genç kadın evin önündeki basamaktan inerken sormuştu.
“Şey ben arkadaşıydım.” dedim kadına saçma geleceğini bilsem de kafamdan yalan uyduracak gücüm hiç yoktu.
“Takdir-i ilahi kızım başın sağolsun.” dedi avuçlarını havaya açarak. “Ne takdiri ne diyorsunuz siz!” diye kadının üzerine doğru yürüyünce kadın kolumu tutarak “Sakin ol kızım yapacak bir şey yok hepimizin gideceği yer orası.” dedi. Beni asıl yıkan kadının devamında söyledikleri olmuştu. Meliha Hanım üç gün önce komşularının günlerdir evden ses gelmemesi üzerine polise haber vermeleri ile evinde ölü bulunmuştu. “Tam ne oldu bizde anlamadık. Sanırım zehir mi içmiş intihar mı etmiş zaten son günlerde çok tuhaftı. Kızım nereye başın sağolsun tekrar.”
Başıma ağır bir cisimle vurmuşlar gibi sağa sola ilerlerken deli gibi ağlıyordum. Sokağın başına geldiğimde gözyaşlarımın arasından gördüğüm bordro bir renk hızla hareket etti. Plakasına ilk kez bakmaya bile gerek görmediğim BMV hızla uzaklaşırken ben hayal bahçemdeki bütün kelebekleri o gün benzin döküp kendi ellerimle yakmıştım.
Meliha Tekin anısına…Küçük Hercule Poirot’undan.
*Ünlü cinayet romanı yazarı Agatha Chrıstıe’nin yazarın kendi kurguladığı başkahramanı, dedektif.