• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Ağlama Duvarı Şiirleri

Otur şöyle iki gözüm
Vakit en az şimdi…

Uzaklara mahzun bakışlar taşıyan
Son Haydarpaşa treni de az önce geçti.
Artık ne kadar fazla tükenenlerimiz…
Yaşadığımızı zannederken
Ağlanacak ne çok şey biriktirmişiz.
Fakat sen
Benim sepken serzenişlerime aldırma
Sana penceremdeki sakız sardunyanın
Ne kadar fütursuzca uzadığını anlatacağım.
Sen akşamüzeri güneşi kadar narin ve latif
Gülümserken elindeki turuncu fincana
Gün bir gökkuşağı gibi rengarenk
Geçecek üzerimizden.
İnan bana…

Bir yastık daha arkana…
Şöyle perdeleri de açalım.
Oh!
İki gözüm, bizi kim karanlığa gark etti böyle
Kim çekip aldı iskeletimizi
Sen biliyorsun değil mi
Hepsini
Ve neden griyi bu kadar sevdiğimizi.

Zaman muhtaçlığımın son demi.
Sen geleceksin diye
Küflü çatılardan söktüm aldım gölgemi

Bak çingeneler geçiyor kapımızın önünden
Faytonları satılık düşlerle dolu.
Henüz diriler
Akşama doğru solacaklar.
Şu şehrin bir tarafında
Binlercemiz gibi kahrolacaklar.
Onların da penyeleri çiçekli çocukları var
Kirli ve yılışık olsalar da
Bizim gibi hıçkırır ve ağlarlar.
Sermayeleri
Can yakan illeti kalplere çakacak birer oktur.
“Sevdiğini sevindir” diyerek satacaklar çiçeklerini
Fakat kendilerinin hiç çiçek vereni ve seveni yoktur.
Gülden geçtiler
Kimi bir bağ ottan dahi yoksun
Sen inanmadığın gerçekleri zoraki sayıklamanın
Ne kadar acı olduğunu biliyor musun?

De ki; hani güzel şeyler konuşacaktık!
Pötikareli masa örtümüzün üzerindeki
Ekmek kırıntılarına aldırmadan
Elimizdeki fincanlarda çıkacak
Üç vakitli iftiralara kanmadan
Alnımızdaki yara bandının müsebbibini anmadan
Ve noksanlarımızdan utanmadan
“Nasıl geçti habersiz” şarkısını söylerken Zeki Müren
Ölecekmiş gibi bakmayacak
Ve ağlamayacaktık senle ben…

De ki; cebinden mutlu günler dökülen
Bir ihtiyar geçmiyor mu senin de içinden

And olsun, dilimin ucu kanayan derin yarıklarla bezeli
Tam güleceğim sırada bir Marmara fayı kırılıyor
Kahkahamda.
Ağzımdan yerle bir edilmiş eski medeniyetlerin mabutları
Ve emzirirken öldürülen anaların son bakışları dökülüyor.
İşte bunlar fevkalâde acıdır Asran.

Ellerini göğsünde bağlama öyle
İki umutsuz bir cehennem içindir.
Beni dinle
Şu an içimdeki Çoruh bir dere kadar sakin
Ve huzurlu gelişinle.
Sözümü tutacağım lakin
Islan gel…
Sarmadan burçlarımızı suskunluk denen bela
Düş olarak kalacak dudak kıpırtılarımıza
Ağlayalım evvela.

Bilmem ki nasıl susulur…
Acı kemiği sardığı anlarda
Kaça kadar saymalı içinden insan
Asran?

Bak sardunyada bir arı var.
Sen fincanını dudağına götürüp
Gözlerini kapadığın zaman kandı çiçeğe.
Keşke Kâni Usta kanun çalsa şimdi.
İkimiz tebessümle dinlesek
Boynumuzu bir tarafa düşürüp.

Gözlerinden gözlerime bir Galata gerse görünmez nakkaşlar
Boğazda iki yaka olsak.
Sen yaldızıyla Mehlika Sultanı kıskandıran bir Avrupa,
Ben yalılarında yüksek perde keman peşrevi çekilen Asya.
Susuşumuz varoşlar kadar
Söyleyişimiz Eyüp gibi
Biri bizden gizli seyredip
Taştan levhalara kazsa suretimizi
Her şey çok çabuk eskiyor
Ve unutuyorum
Başımdan güzel vakalar da geçtiğini.

Safahat’tan inciler oku bana.
İçimdeki yabancılardan sebep
Tebdili kıyafet geziyorum.
Ve çok korkuyorum.
Oku Allah’ın adı için.
Ebu Cehil bostanına dönmüş ruhuma.
Ben başka merhem bilmiyorum

Sonra kıvır kaldığın yerin sayfasını,
Mehmet Akif gibi usulca sus.
Gayri yeter cilaladığımız kalbimizin pasını.
Görüyorsun, her satırda ağlıyoruz.
İki gözüm, biz artık çok yaşlıyız
Tutmak için eskilerin yasını…

Annem üzümlü kek gönderdi memleketten
Yer misin?
Fakat ne zaman “anne” lafzı geçse titriyorsun
Öksüzlükten korkan yalnızca sen misin?

Hadi bana
“Akşama tavuklu pilav pişirdim” de durup dururken
Sonra pilavı ilk kimden öğrendiğini anlat.
Öyle güzelsin ki konuşurken
Dilimde anlattığın tat.

Tam yeniden susuşumuza denk gelsin birkaç turna
Son yudumları da çekerken fincanımızdan
Güneye göç edelim seninle
Sıcak ülkelere
Burada bezdirecekler bizi canımızdan…

Sardunya diyordum…
Sardunya çile, sardunya vefa…
Susuyorum.
Sus…
Gül cemalini görüyorum
Sanrı mısın sen, yalnızlığıma gönderilmiş ve
Son nefesime şahitlikle memur
Affet beni bu defa
Geldiler, gidiyorum
Sen arkamdan ağlıyorken:
“Vakit erken. Daha dur
Daha dur!”



A.E.
 
sabah sabah ne güzel geldi bu şiir. ellerine ve düşünen yüreğine sağlık.
başta ağır aksak yavaştan alan , sonrasında hızlanan bir ritm gibi senin şiirlerin . bir ara insan, hani şu ekmek teknesinde , kahve ahalisinden bağıran bir adam vardı ya , onun gibi allllahh diye bağırmak istiyo :)

tekrar ellerine sağlık. ama arayı çok uzatma, yaz bol bol. :16:
 
Dozajı ayarlayamıyorum, hep nesire kaçıyor dizeler...Yine de beğenmenize tekrar tekrar çok sevindim. Çok teşekkürler.

Nesire de kaçsa beğenmemek elde değil Sevgili arkadaşım:) insan okurken bir sonraki dizede hakikaten avaz avaz cadımın dediği gibi bağırası geliyor insanın ne güzel bir dışavurum ve ne güzel bir yazıya dökümdür bu böyle...Tekrar tekrar peylaşımların için sonsuz teşekkürler:16:
 
Ne güzel motivasyonsunuz ikiniz böyle. İnsana yazma hevesi veriyorsunuz, nasıl teşekkür etsem ikinize de... Nesire kaçıyor, öykücü olduğum için. Şiirde çok tasvip edilen bir durum değil bu ama zaten iddiam da yok:) Böyle paylaşınca, insanlar okuyunca mutlu olmak yetiyor bana...Tatlı Cadı, beni güldürdün inan. Ekmek Teknesindeki Heredot benzetmen çok hoşuma gitti. Amy, gerçekten söylediğin gibi çok güzel kalemler var bu bölümde. İlk ikisiyle tanıştım çok şükür:) Birkaç kişiyi daha okuma şansım oldu. Gerçekten haklıymışsın. İyi keşfetmişim bu bölümü. Var olun, sevgimlesiniz.
 
Ne güzel motivasyonsunuz ikiniz böyle. İnsana yazma hevesi veriyorsunuz, nasıl teşekkür etsem ikinize de... Nesire kaçıyor, öykücü olduğum için. Şiirde çok tasvip edilen bir durum değil bu ama zaten iddiam da yok:) Böyle paylaşınca, insanlar okuyunca mutlu olmak yetiyor bana...Tatlı Cadı, beni güldürdün inan. Ekmek Teknesindeki Heredot benzetmen çok hoşuma gitti. Amy, gerçekten söylediğin gibi çok güzel kalemler var bu bölümde. İlk ikisiyle tanıştım çok şükür:) Birkaç kişiyi daha okuma şansım oldu. Gerçekten haklıymışsın. İyi keşfetmişim bu bölümü. Var olun, sevgimlesiniz.

Sevgili arkadaşım,
Bizler burada mutlu ve huzurluyuz:) ve sende katıldın artık bu gemiye şimdi yazdıklarımızla ve güzel duygularımııızla birbirimiz tabiiki motive edicez,edicez ki gemimiz mutlu bir şekilde yol alabilsin:) farkındayım öykücüsün ama bir tarafın varki şiir uzmanı bence:) sen vazgeçme yaz dostum kimse okumasa biz okuruz inan bana:34:bizler gönül dostlarıyız unutma canım ve yazdığın nesire de kaçsa biz takılmadan okur hakkın veririz bilesin:16: içimizde çok cevherler varda kimi yarı yolda bırakıp gitti kimi de KK sız yapamadı geri döndü..Giden gitti sonuçta kalan sağlarla yola devam gelenler ise başımzın tacıdır sende sevgimizle kal canım lütfen...:16:
 
Sevgili arkadaşım,
Bizler burada mutlu ve huzurluyuz:) ve sende katıldın artık bu gemiye şimdi yazdıklarımızla ve güzel duygularımııızla birbirimiz tabiiki motive edicez,edicez ki gemimiz mutlu bir şekilde yol alabilsin:) farkındayım öykücüsün ama bir tarafın varki şiir uzmanı bence:) sen vazgeçme yaz dostum kimse okumasa biz okuruz inan bana:34:bizler gönül dostlarıyız unutma canım ve yazdığın nesire de kaçsa biz takılmadan okur hakkın veririz bilesin:16: içimizde çok cevherler varda kimi yarı yolda bırakıp gitti kimi de KK sız yapamadı geri döndü..Giden gitti sonuçta kalan sağlarla yola devam gelenler ise başımzın tacıdır sende sevgimizle kal canım lütfen...:16:

Eyvallah...Bir kere daha teşekkür ederim bu sımsıcak karşılama için. Hep beraber o zaman:)
 
Bu kez şiir değil paylaşacağım. Ama yine bir kadın dramı...Unutamamak...





$mor salkým.webp

UNUTAMAMAK

Adviye Hanımın mor salkımı bizim pencereye kadar uzanmış. Sofanın yarı loş boşluğunda keskin bir çiçek kokusu var. Arada camlara vuran mor şavk tuhaf simalarımızı yumuşatıp, güzel şeyler düşletiyor bize.

Babam her akşam pencerenin önüne çekiyor sandalyesini. Radyoyu açıp, çalan şarkılara eşlik ediyor. Taş sokaktan tıkırdayarak geçen at arabalarına bakıp iç çekiyor mütemadiyen. Bıyıkları titriyor, eliyle tuhaf kavisler çiziyor odanın boşluğuna. Ağzı aralanıyor. O anlarda, alnının ortasında koca bir yol açılıyor sanki. Kendi kendine başka bir yere göçüyor. Yüzünde mor gölgeler oynaşırken, yitip gidiyor öylece. Arkada akşamın güzel sesleri ve yorgun hüzünleri, evlerin henüz grileşmiş siluetleri, balkonlardaki renksiz çamaşırlar, mercimek ve bulgur kokusu, Adviye Hanımın yeniden tomurcuklanmış sardunyaları bir de. Babamın erimiş bir heykel hamurunu andıran zehirli profili bütün bu güzelliklere asla karışmıyor. İnce, beyaz bir kalem onunla hayat arasına girmiş sanki. Vallahi, Allah pek lütufkardır.

Atları çok severmiş eskiden. At arabalarının o ağır demir örgüsü tekerleklerini bir de. Sağdan soldan kaptığını özenle temizleyip bodrumda saklarmış. Bir tanesi hala salonun duvarında asılıdır. Çingeneden düşme. Arada gider saygı duruşunda bulunur önünde. Boşluklarına dadanmış örümcekleri temizler, mübarek bir simayı okşuyormuş gibi nazikçe sever onu. Görebildiği sinek pisliklerini tükürüklediği parmağıyla siler. Gülümser sonra. Keşke bize de gülebilecek bir şeyler bıraksaydı ama. Belki o zaman saygıyla taşırdık omuzlarımıza zûl olarak çökmüş kütlesini. Gelip giden komşular esefle çatılmış kaşlarla değil, merhamet yüklü gözyaşlarıyla seyrederlerdi onu, pörsümüş parmaklarıyla havada uçuşan sinekleri yakalamaya emek ettiği delilik anlarında. Arkadaşları gelirdi ziyaretine belki. Şöyle kahverengi süveterli, ceplerinden köstekli saatleri sarkmış, üzerlerine namaz dönüşü kokusu sinmiş, efendiden beyler… Eskimiş ama hep güzel kalmış günlerden sohbet ederlerdi. Ben keyifle çay doldururken bardaklarına, Adviye Hanımın mor salkımı titrer ve her birimizin yüzüne hoşluk sürerdi. Fakat babam bütün bu sıradan güzelliklere layık biri değildir. Ve fakat ne yaparsınız ki; usule uymak kaygısıyla bu evin atası olarak alnımıza mıhlanıp kalmıştır.

Ama yakındır, Ekrem tahammül edilemez bir sinir nöbetinde, evde olmayışımı nimet bilerek, demir tekerleğini arkasına bağlayıp, kapanmayacak kadar çaputla dolu meşin bir valizle salacak onu sokağa. Günlerden birgün, haberi gelir bize belki: At arabası çaptı da oracıkta ölüverdi. Belki o zaman, mor şavklı camların önüne sandalye çekme sırası Ekrem’le bana gelir.

Annemi öldürdü O. Bir kış gecesi, Ekrem’le ben Adviye Hanımın mevlidindeyken, köşedeki tekerleği okşayıp, annemin yattığı odaya süzülmüş. Tahir görmüş. Bizim küçük oğlan. Odadan çıkan sesleri bir bir tarif etti bize. Gözleri ardına kadar açılmış korku içinde. Üçümüz annemin ayak ucundaydık; ortalığa dağılmış ıslak çamaşırların ortasında. İlaç sehpasına devrilmiş öksürük şurubunun ağır kokusu nemli tahta kokusuna karışmış. Babam yine pencerenin önünde. Karanlık sofayı bir nebze aydınlatan sokak lambasının ışığında, boynu bükük siluetini görebiliyorduk. “Nenem çok ağladı” dedi Tahir. “Tahtalara vurdu yumruğuyla. Korktum da yanına gidemedim. Bir zaman sonra dedem ibrikle su götürdü odaya. Aralık kapıdan gördüm, yattığı yerde yıkadı nenemi. Ardından kendisi yıkandı sulukta. O yıkanırken nenem çırpındı döşeğinde. İki üç kere “Öldüm Ali” diye mırıldandı. Sonra kesildi sesi.”

Biz yetene kadar kıskıvrak bağlamış bir de çenesini. Belki de daha ölmemişti. Yarı aralık gözünde henüz tomurcuklanmış iki üç kelime gördüm annemin. Öylece kırılıp kalmışlar. Yüzüne dağılan ıslak beyaz saçları derin bir teessürün etkisiyle kıvrılıp kalmışlar. Hayal kırıklığı içinde ölmenin bir adı vardı artık: Cevahir.

Ekrem, ihtiyar muhtarı ve nezleden deldöşek yatan imamı kaldırıp getirdi o gece. İkisi de mevtanın başında ellerini birbiri üzerine kenetleyip boyunlarını büktüler. Nice zaman sonra imam, mırıldanmayı bırakıp “Zevcesidir, ele güne duyurmanız ayıptır. Zaten hastaydı rahmetli, yiyecek tanesi kalmamış” deyip annemin kederli yüzünü örttü yastığının kenarına sıyrılmış ıslak yaşmağıyla. Muhtar bir iki öksürüp “Ceza ehliyeti yoktur Ali’nin” dedi. “Kore’den döneli beri iyi halde olmadığını bilir herkes. Hey gidi demir ustası Ali Efendi!” O gece bir cinayeti usullere uygun olarak erittik içimizde. Cevahir, doğuştan bedenine yazıldığı gibi, yani olması gerektiği gibi “vazife başında” ölmüştür.

Adviye Hanımla üç gün arası var annemin. Birinden mor salkımlı hoş hülyalar kaldı bize, öbüründen kara çaputlu bir baba heyulası. Her sabah ikisini birbirine karıyor, boyumuzdan büyük bir tevekkülle yiyor, içiyor, gülüyor ve konuşuyoruz. Karanlık çatımızı örttüğü zaman ise, yan odamızda yatan, uyumadığından emin olduğumuz babama kahır olsun diye, yüksek sesle sevişiyor, sofrada iştahla yemeğini yediği sırada fena şakalar yapıp, ölesiye gülüyoruz. Fakat, onun bizi umursamadığını da bilmekteyiz. Nafile bir uğraşın pençesinde, içimizdeki hıncı dindirebilmek için çırpınıp dururken, O, atları ve tekerlekleri hayal ediyor. Belki de hiç görmüyor bile bizi…


A.E.
 
Son düzenleme:
şiirdik nesire döndük. :1: tevafuk olmuş. yazında ayrı hoş, şiirinde ayrı hoş arkadaşım. burayı ihmal etme, güzel ayrıcalıklara ihtiyacımız var:31:
 
GİTMELİYİM



Çok uzaklara gitmeliyim.
Adım kadar uzun yollara düşmeli gölgem.
Ardımdan sürüklenmeli kimse için saklamadığım son sözlerim
Akıp gitsin diye hayat parmaklarımın arasından
Ne valiz götürmeliyim
Ne mendil tutmalı ellerim.


Dudaklarımda kilitli bir duruş
Gözlerimde rüzgarlı ormanların kıpırtıları
Ayaklarım ille de çıplak olmalı.
Kalbimin bütün biriktirdikleriyle
Ve kimselerin bilmediği hüzünlerimle
Bir de küçük bir itiraz dilimde
Doğduğum gibi çırılçıplak ve yapayalnız
Bir yanım hayalet kalabalığı
Bir yanım ıssız
Gitmeliyim çok uzaklara.


Kimse ağlamamalı arkamdan
Kimse karşılamamalı beni
Kimse sormamalı neden gidip, neden geldiğimi
Güneşe doğru bir öğlen vakti
Ya da gurubun kızıl yalnızlığında değil
Zamanın hiçbir zamanı gösterdiği bir anda
Titreyen bir yolda görmeliler beni en son.


İlle de yağmurlu bir mevsim olmalı ama
Her adımda biraz huzur,
Biraz yağmur dolmalı ayakkabılarıma.
Kırlangıçları isterim bir de
Gökyüzünün hüznünü azaltan o şen kuşları
Bir de ceylan gözlü sardunyaları
Yol boyu uzanıp öpsünler çıplak ayaklarımı
Ben kimsenin aynasına düşmeyen bir deliyim.
Toplayıp bütün çığlıklarımı
Zamanın hiçbir zamanı gösterdiği bir anda
Çok uzaklara gitmeliyim…
 
Geceler habis, geceler kara, geceler bedbin,
Bir görünür alem-i berzah ki;
Zinciri yerde her ölü kalbin



Ondandır destursuz her rüya gezişleri
Terk-i dünya ettiler lakin
Yarım kalmış işleri



Solgun fotoğraflarda bin türlü "imdat"
Yeryüzünde kimde var
Size yarar istidat?



Bir anlık devrim ile "cahil" oldu onca dil
Can dediğin neydi ki
sönmeye mahkum kandil...



Bir rüzgar üflediler ve biçare söndünüz
Vakit hatıra kaldı size
Artık ne gece ne de gündüz



Bir gri heyulanın baharatı bin bir "ah"
Gitti gayri beklemeyin
Seferde ölmüş son padişah



Kabristanlar ki kor bir hiçlik denizi
Hani can dedikleriniz
Çoktan unuttu sizi



Kime yedirmiştiniz
O son " bir lokma" aşı
İşte size mükafat, bir eğri mezar taşı...



Bir işaret parmağı, arşa değen şu sedir
Bekçidir ahınıza
Bilmem ki kaç senedir...



Hep bakiyiz sandınız, tükenirken azar azar
Oysa aç bekliyordu
Sizi şu beton mezar



Bir gün sonranız yarın, bir gün önceniz dündü
Güneş sandığınız kandil
Ne de vakitsiz söndü



Sen! ey hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan
Kaç yüz yıl andı seni
Soy ismini taşıyan?



Hep zengin olmalıydı bu yaşam sergüzeşti
Bak ne garip değil mi?
Kabrini yoksul eşti...



Işıklı pencerelerde bitimsiz bir hayat vardı
Şimdi bir çiçek gibi
Saksını toprak sardı...
 
Geceler habis, geceler kara, geceler bedbin,
Bir görünür alem-i berzah ki;
Zinciri yerde her ölü kalbin



Ondandır destursuz her rüya gezişleri
Terk-i dünya ettiler lakin
Yarım kalmış işleri



Solgun fotoğraflarda bin türlü "imdat"
Yeryüzünde kimde var
Size yarar istidat?



Bir anlık devrim ile "cahil" oldu onca dil
Can dediğin neydi ki
sönmeye mahkum kandil...



Bir rüzgar üflediler ve biçare söndünüz
Vakit hatıra kaldı size
Artık ne gece ne de gündüz



Bir gri heyulanın baharatı bin bir "ah"
Gitti gayri beklemeyin
Seferde ölmüş son padişah



Kabristanlar ki kor bir hiçlik denizi
Hani can dedikleriniz
Çoktan unuttu sizi



Kime yedirmiştiniz
O son " bir lokma" aşı
İşte size mükafat, bir eğri mezar taşı...



Bir işaret parmağı, arşa değen şu sedir
Bekçidir ahınıza
Bilmem ki kaç senedir...



Hep bakiyiz sandınız, tükenirken azar azar
Oysa aç bekliyordu
Sizi şu beton mezar



Bir gün sonranız yarın, bir gün önceniz dündü
Güneş sandığınız kandil
Ne de vakitsiz söndü



Sen! ey hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan
Kaç yüz yıl andı seni
Soy ismini taşıyan?



Hep zengin olmalıydı bu yaşam sergüzeşti
Bak ne garip değil mi?
Kabrini yoksul eşti...



Işıklı pencerelerde bitimsiz bir hayat vardı
Şimdi bir çiçek gibi
Saksını toprak sardı...

çok seviyorum senin böyle insanı tam kalbinden vuran kafiye yüklü şiirelrini
 
Dörtlü deliliği yazmaya karar verdim. Bu kafayla bu uykusuzlukla benden aklı başında bir şeyler çıkmayacak. Birinin önderliğinde delirmek, yapacağın deliliği bile düşünmek zahmetinde kalmamak öyle büyük bir lüks gibi görünüyor ki gözüme. Birinin önderliğinde akıllıca işler yapmaktan bile daha yakışıklı daha heyecan verici dörtlü delilik...Yapmam gereken tek şey boy aynasını yazıhanemin üzerine yerleştirip lambaları kapatmak. Titrek bir mum ışığında ve mümkünse ekim yağmurlarına nazır yazmak. Karanlık ve dev ayna, insanın içindeki bütün delileri uyandırıyor. Güzel delilerim, toplanın öpeceğim sizi...


***


Kazaları, ölümlü felaketleri, salgın hastalıkları düşündükçe aklımda keskin bir soru beliriyor. Vaktimiz dolduğu için mi kazalar hastalıklar olur, hastalıklar dolayısıyla mı vaktimiz dolar. Yoksa, farkında olmadan bir cana bağlanan bir kaç can, onları birbirlerine bağlayan sistemin planlı infilakıyla mı toplu şekilde kendini yok eder, ya da yok edilirler? Kader çizgisi işte tam da bu. Bir yaprağın dalından düşmesi bile başka bir dünyevi olayın başlangıcı sayılıyorsa, doğan ve ölen her bir canın bir başka kaderi etkilememesi daha doğrusu başka doğumlarla ölümleleri tetiklememesi mümkün müdür?
 
Zekeriya!

Bu bir rüya.

Bir ağacın altında. Cebrail'e inanmadığı günlerde. Elisa'ya bakıp belini sıvazlıyor ve ağlıyor. Birtecik tohum için. Bir de lal olmuş iyi mi? Sessizce beklemek o günden yadigar işte.

Beri tarafta İbrahim. Ah güzel adamcık. Bebek cennetinin babası. Hanımcığına dedi ki, şunla şu birer ana murat etmiş. Hacer Ana baktı bize. Ayşe çınar gibi geniş gövdeli bir ana istedi. Köyün birinde olsun, ekmek koksun. Beşiğe sarsın da tarlaya götürsün onu. Kuşlar geçerken yukarıdan karnı acıksın. Kar yağsın, babası karlı çizmeleriyle okula götürsün onu. Biz küçüğüz tabi o zaman. Kar soğuktur bilmiyoruz. Soğuğu bilmiyoruz.

Hacer yalvardı Rabbisine.

"Rabciğim, en güzelim! Şu sabiye mısır ekmeği kokulu bir ana ver."

Sonra bana baktı. Ben Ayşe gibi değilim. Adım Barış. Sarı saçlı anne istiyorum. Bir sürü yollardan yürüyüp eve gelsin. Dili çok konuşmaktan yorgun olsun. Bir bana kalsın dinginliği. Susalım oturalım öyle. Babamız da olmasın. Bir şişe süt, bir lamba tavanda. Hep açık. Hep dolu. Daha küçüğüz tabi o zaman. Açlığı da bilmiyoruz.

"Rabciğim, pek cömertim! Şu sabiye sarı saçlı bir ana ver."

***

Büyürken bir çıtırtı çıkar bedenden. Kemikten mi desem, etten mi? Yoksa ikisinden de mi? Büyümek çok acıtır. Lime lime. Herkesler uyurken siz çıtır çıtır artarsınız. Kolay değil vallahi. Sonra alır birisi kucağına. Hoppala da hoppala. Acıyor atmayın öyle. Daha yapışmadı dün gece eklenen etler.

***

Karıncalı görüntüler. Koşanlar, duranlar. Çizgiler ve tuhaf hışırtılar. Az önce karanlıktı. Karnımda keskin bir acı vardı. Şimdi yoklar. Düz bir çizgi çiziyorduk da çelmesine takıldık birinin, oynattık doğruyu. Yanlış böyle doğdu.

***

İşte yine buradayız.

Ben İbrahim'in, Ayşe Hacer'in kucağında. Çok uykumuz gelmiş. Gökyüzü saten bir çarşaf gibi dökülmüş üstümüze. Benim sarı annem yok. Mısır kokulusu da yok Ayşe'nin. Artık acımıyoruz da. Çıtırtı susmuş. Çok büyüdük. Açlığı da biliyoruz, soğuğu da. Sanki hepimiz işlenmemiş koca bir pamuk yumuğunda şeffaf tellere dolanmışız. Rahatız, mutluyuz. Fakat bir şey olmuş belli. Tuhaf bir sıkıntı içimizde. Hani tırnak etiniz aralanır da, aklınıza geldikçe acır ya orası.

Zekeriya konuşuyor artık. Elisa'nın yamacında Yahya. Ta uzaklardan sedef renkli bir katman geliyor üstümüze doğru. Hacer gülümsüyor. Çocukları geliyor dünya denen yerden. Toplayıp önüne katmış onları mavi entarili bir adam.

Çıtırtısı kesilmiş çocuklar bunlar. Ağızlarında yarım kalan süt tadı. Onlar da yerleşiyorlar Hacer'in kucağına. Bilseniz ne geniş yerdir bu kucak.

Çocuklardan birisi azcık daha büyük bizden. Konuşmayı biliyor. Biraz sevmeyeceğim tutacak, fakat olmuyor. Burada sevmemek haram. İçimde hala o tuhaf sıkıntı.

"Bilseniz siz ne şanslısınız" diyor İbrahim gülümseyerek. Sonra hepimize birer tas dağıtıyor. "Haydin, şu kapıda bekleyin analarınızı" diyor. Büyük çocuk gözlerini kocaman açmış. "Gülmeyin, sevinmeyin" diye fısıldıyor. "Öldük lan biz!"

Hayır, inanmıyoruz. Ama herşey aynı. Evler var. İnsanlar, bakkal amcalar, dedeler falan.

***

"İbrahim Baba, benim tasım neden boş. Aha bak, Ayşeninki de boş."

Kapıya bakıyor İbrahim. Pek güzel kuşlar geçiyor üstümüzden. Gölgeleri bıyıklarına düşüyor İbrahim'in. Konuşası da var susası da. Ama ne güzel adamcık, ne güzel!

"Yavrucuğum. Şüphesiz Allah acımayana acımayacak! Sizin su sunacağınız kimseleriniz yok! "

....






Açlıktan ölen Barış bebeğe, soğuğa terk edilen Ayşe bebeğe ithafen.
 

Eklentiler

  • $BÜYÜMEK.gif
    $BÜYÜMEK.gif
    105,5 KB · Görüntüleme: 115
Back
X