Otur şöyle iki gözüm
Vakit en az şimdi…
Uzaklara mahzun bakışlar taşıyan
Son Haydarpaşa treni de az önce geçti.
Artık ne kadar fazla tükenenlerimiz…
Yaşadığımızı zannederken
Ağlanacak ne çok şey biriktirmişiz.
Fakat sen
Benim sepken serzenişlerime aldırma
Sana penceremdeki sakız sardunyanın
Ne kadar fütursuzca uzadığını anlatacağım.
Sen akşamüzeri güneşi kadar narin ve latif
Gülümserken elindeki turuncu fincana
Gün bir gökkuşağı gibi rengarenk
Geçecek üzerimizden.
İnan bana…
Bir yastık daha arkana…
Şöyle perdeleri de açalım.
Oh!
İki gözüm, bizi kim karanlığa gark etti böyle
Kim çekip aldı iskeletimizi
Sen biliyorsun değil mi
Hepsini
Ve neden griyi bu kadar sevdiğimizi.
Zaman muhtaçlığımın son demi.
Sen geleceksin diye
Küflü çatılardan söktüm aldım gölgemi
Bak çingeneler geçiyor kapımızın önünden
Faytonları satılık düşlerle dolu.
Henüz diriler
Akşama doğru solacaklar.
Şu şehrin bir tarafında
Binlercemiz gibi kahrolacaklar.
Onların da penyeleri çiçekli çocukları var
Kirli ve yılışık olsalar da
Bizim gibi hıçkırır ve ağlarlar.
Sermayeleri
Can yakan illeti kalplere çakacak birer oktur.
“Sevdiğini sevindir” diyerek satacaklar çiçeklerini
Fakat kendilerinin hiç çiçek vereni ve seveni yoktur.
Gülden geçtiler
Kimi bir bağ ottan dahi yoksun
Sen inanmadığın gerçekleri zoraki sayıklamanın
Ne kadar acı olduğunu biliyor musun?
De ki; hani güzel şeyler konuşacaktık!
Pötikareli masa örtümüzün üzerindeki
Ekmek kırıntılarına aldırmadan
Elimizdeki fincanlarda çıkacak
Üç vakitli iftiralara kanmadan
Alnımızdaki yara bandının müsebbibini anmadan
Ve noksanlarımızdan utanmadan
“Nasıl geçti habersiz” şarkısını söylerken Zeki Müren
Ölecekmiş gibi bakmayacak
Ve ağlamayacaktık senle ben…
De ki; cebinden mutlu günler dökülen
Bir ihtiyar geçmiyor mu senin de içinden
And olsun, dilimin ucu kanayan derin yarıklarla bezeli
Tam güleceğim sırada bir Marmara fayı kırılıyor
Kahkahamda.
Ağzımdan yerle bir edilmiş eski medeniyetlerin mabutları
Ve emzirirken öldürülen anaların son bakışları dökülüyor.
İşte bunlar fevkalâde acıdır Asran.
Ellerini göğsünde bağlama öyle
İki umutsuz bir cehennem içindir.
Beni dinle
Şu an içimdeki Çoruh bir dere kadar sakin
Ve huzurlu gelişinle.
Sözümü tutacağım lakin
Islan gel…
Sarmadan burçlarımızı suskunluk denen bela
Düş olarak kalacak dudak kıpırtılarımıza
Ağlayalım evvela.
Bilmem ki nasıl susulur…
Acı kemiği sardığı anlarda
Kaça kadar saymalı içinden insan
Asran?
Bak sardunyada bir arı var.
Sen fincanını dudağına götürüp
Gözlerini kapadığın zaman kandı çiçeğe.
Keşke Kâni Usta kanun çalsa şimdi.
İkimiz tebessümle dinlesek
Boynumuzu bir tarafa düşürüp.
Gözlerinden gözlerime bir Galata gerse görünmez nakkaşlar
Boğazda iki yaka olsak.
Sen yaldızıyla Mehlika Sultanı kıskandıran bir Avrupa,
Ben yalılarında yüksek perde keman peşrevi çekilen Asya.
Susuşumuz varoşlar kadar
Söyleyişimiz Eyüp gibi
Biri bizden gizli seyredip
Taştan levhalara kazsa suretimizi
Her şey çok çabuk eskiyor
Ve unutuyorum
Başımdan güzel vakalar da geçtiğini.
Safahat’tan inciler oku bana.
İçimdeki yabancılardan sebep
Tebdili kıyafet geziyorum.
Ve çok korkuyorum.
Oku Allah’ın adı için.
Ebu Cehil bostanına dönmüş ruhuma.
Ben başka merhem bilmiyorum
Sonra kıvır kaldığın yerin sayfasını,
Mehmet Akif gibi usulca sus.
Gayri yeter cilaladığımız kalbimizin pasını.
Görüyorsun, her satırda ağlıyoruz.
İki gözüm, biz artık çok yaşlıyız
Tutmak için eskilerin yasını…
Annem üzümlü kek gönderdi memleketten
Yer misin?
Fakat ne zaman “anne” lafzı geçse titriyorsun
Öksüzlükten korkan yalnızca sen misin?
Hadi bana
“Akşama tavuklu pilav pişirdim” de durup dururken
Sonra pilavı ilk kimden öğrendiğini anlat.
Öyle güzelsin ki konuşurken
Dilimde anlattığın tat.
Tam yeniden susuşumuza denk gelsin birkaç turna
Son yudumları da çekerken fincanımızdan
Güneye göç edelim seninle
Sıcak ülkelere
Burada bezdirecekler bizi canımızdan…
Sardunya diyordum…
Sardunya çile, sardunya vefa…
Susuyorum.
Sus…
Gül cemalini görüyorum
Sanrı mısın sen, yalnızlığıma gönderilmiş ve
Son nefesime şahitlikle memur
Affet beni bu defa
Geldiler, gidiyorum
Sen arkamdan ağlıyorken:
“Vakit erken. Daha dur
Daha dur!”
A.E.
Vakit en az şimdi…
Uzaklara mahzun bakışlar taşıyan
Son Haydarpaşa treni de az önce geçti.
Artık ne kadar fazla tükenenlerimiz…
Yaşadığımızı zannederken
Ağlanacak ne çok şey biriktirmişiz.
Fakat sen
Benim sepken serzenişlerime aldırma
Sana penceremdeki sakız sardunyanın
Ne kadar fütursuzca uzadığını anlatacağım.
Sen akşamüzeri güneşi kadar narin ve latif
Gülümserken elindeki turuncu fincana
Gün bir gökkuşağı gibi rengarenk
Geçecek üzerimizden.
İnan bana…
Bir yastık daha arkana…
Şöyle perdeleri de açalım.
Oh!
İki gözüm, bizi kim karanlığa gark etti böyle
Kim çekip aldı iskeletimizi
Sen biliyorsun değil mi
Hepsini
Ve neden griyi bu kadar sevdiğimizi.
Zaman muhtaçlığımın son demi.
Sen geleceksin diye
Küflü çatılardan söktüm aldım gölgemi
Bak çingeneler geçiyor kapımızın önünden
Faytonları satılık düşlerle dolu.
Henüz diriler
Akşama doğru solacaklar.
Şu şehrin bir tarafında
Binlercemiz gibi kahrolacaklar.
Onların da penyeleri çiçekli çocukları var
Kirli ve yılışık olsalar da
Bizim gibi hıçkırır ve ağlarlar.
Sermayeleri
Can yakan illeti kalplere çakacak birer oktur.
“Sevdiğini sevindir” diyerek satacaklar çiçeklerini
Fakat kendilerinin hiç çiçek vereni ve seveni yoktur.
Gülden geçtiler
Kimi bir bağ ottan dahi yoksun
Sen inanmadığın gerçekleri zoraki sayıklamanın
Ne kadar acı olduğunu biliyor musun?
De ki; hani güzel şeyler konuşacaktık!
Pötikareli masa örtümüzün üzerindeki
Ekmek kırıntılarına aldırmadan
Elimizdeki fincanlarda çıkacak
Üç vakitli iftiralara kanmadan
Alnımızdaki yara bandının müsebbibini anmadan
Ve noksanlarımızdan utanmadan
“Nasıl geçti habersiz” şarkısını söylerken Zeki Müren
Ölecekmiş gibi bakmayacak
Ve ağlamayacaktık senle ben…
De ki; cebinden mutlu günler dökülen
Bir ihtiyar geçmiyor mu senin de içinden
And olsun, dilimin ucu kanayan derin yarıklarla bezeli
Tam güleceğim sırada bir Marmara fayı kırılıyor
Kahkahamda.
Ağzımdan yerle bir edilmiş eski medeniyetlerin mabutları
Ve emzirirken öldürülen anaların son bakışları dökülüyor.
İşte bunlar fevkalâde acıdır Asran.
Ellerini göğsünde bağlama öyle
İki umutsuz bir cehennem içindir.
Beni dinle
Şu an içimdeki Çoruh bir dere kadar sakin
Ve huzurlu gelişinle.
Sözümü tutacağım lakin
Islan gel…
Sarmadan burçlarımızı suskunluk denen bela
Düş olarak kalacak dudak kıpırtılarımıza
Ağlayalım evvela.
Bilmem ki nasıl susulur…
Acı kemiği sardığı anlarda
Kaça kadar saymalı içinden insan
Asran?
Bak sardunyada bir arı var.
Sen fincanını dudağına götürüp
Gözlerini kapadığın zaman kandı çiçeğe.
Keşke Kâni Usta kanun çalsa şimdi.
İkimiz tebessümle dinlesek
Boynumuzu bir tarafa düşürüp.
Gözlerinden gözlerime bir Galata gerse görünmez nakkaşlar
Boğazda iki yaka olsak.
Sen yaldızıyla Mehlika Sultanı kıskandıran bir Avrupa,
Ben yalılarında yüksek perde keman peşrevi çekilen Asya.
Susuşumuz varoşlar kadar
Söyleyişimiz Eyüp gibi
Biri bizden gizli seyredip
Taştan levhalara kazsa suretimizi
Her şey çok çabuk eskiyor
Ve unutuyorum
Başımdan güzel vakalar da geçtiğini.
Safahat’tan inciler oku bana.
İçimdeki yabancılardan sebep
Tebdili kıyafet geziyorum.
Ve çok korkuyorum.
Oku Allah’ın adı için.
Ebu Cehil bostanına dönmüş ruhuma.
Ben başka merhem bilmiyorum
Sonra kıvır kaldığın yerin sayfasını,
Mehmet Akif gibi usulca sus.
Gayri yeter cilaladığımız kalbimizin pasını.
Görüyorsun, her satırda ağlıyoruz.
İki gözüm, biz artık çok yaşlıyız
Tutmak için eskilerin yasını…
Annem üzümlü kek gönderdi memleketten
Yer misin?
Fakat ne zaman “anne” lafzı geçse titriyorsun
Öksüzlükten korkan yalnızca sen misin?
Hadi bana
“Akşama tavuklu pilav pişirdim” de durup dururken
Sonra pilavı ilk kimden öğrendiğini anlat.
Öyle güzelsin ki konuşurken
Dilimde anlattığın tat.
Tam yeniden susuşumuza denk gelsin birkaç turna
Son yudumları da çekerken fincanımızdan
Güneye göç edelim seninle
Sıcak ülkelere
Burada bezdirecekler bizi canımızdan…
Sardunya diyordum…
Sardunya çile, sardunya vefa…
Susuyorum.
Sus…
Gül cemalini görüyorum
Sanrı mısın sen, yalnızlığıma gönderilmiş ve
Son nefesime şahitlikle memur
Affet beni bu defa
Geldiler, gidiyorum
Sen arkamdan ağlıyorken:
“Vakit erken. Daha dur
Daha dur!”
A.E.