- 12 Temmuz 2006
- 2.066
- 66
Sevgi ve güven insan ilişkilerinde sağlıklı gelişmenin temel taşıdır. Sevgi, insan ruhuna derinlik katan, hayatımıza anlam veren, insanı birbirine harmoni ile bağlayan en büyük güçtür. Her insan yaşama gücünü sevdiği insanlardan alır ve sevdiği insanlara yürekten bağlıdır.
Hayatımız boyunca bize güç veren, sevgi ve güven veren insanları kalbimizde taşırız. Hayat hikâyemiz nasıl olursa olsun, üzerinde yürüdüğümüz zemin, geçmişimizde yaşadığımız güzel anılardan, iyi insan ilişkilerinden, olumlu gelişmelerden oluşur. Sevgi bağı insanları her zaman her yerde otomatikman birbirine bağlamaz. Temeli sağlam olan bir ev ve bakımlı bir bahçe gibi sevgi bağı sürekli bakım isteyen bir şeydir.
Bir eve veya bahçeye bakılmadığı takdirde, o ev bir gün içinde oturulamayacak duruma gelir, o bahçede bir gün yabani ottan başka hiçbir şey yetişmez. İnsan ilişkileri de sürekli bakım ister. Aile ilişkilerimiz, akraba ve arkadaş ilişkilerimiz sürekli bir gelişim içindedir. Bazen karabulutlar ve fırtınalar eser, bazen durgun sularda dinleniriz.
Damlaya damlaya göl olan duygular bazen sel olup, akmak ister. Önceden önü kesilen kızgınlık ve dargınlıklar bir an gelir taşmak ister. Ancak her fırtına yerini bir sakinliğe bırakmak zorundadır. Böyle fırtınalardan sonra önem verdiğimiz üzerine titrediğimiz birçok şey porselen tabak gibi kırıldığı zaman ve geride hiçbir şey kalmadığı zaman ilişkimiz artık sona ermiş demektir.
Kendi kendini sevmeyen bir insan başka bir insanı sevemez. Kalbi uçsuz bucaksız bir çöl gibi susuz kalmış biri çevresindeki insanlara sevgi ile yaklaşamaz ve hiçbir zaman mutlu olamaz. Mutlu olmanın bir yolu, insanın elindeki şeylerle yetinmesini bilmesidir. Eşine, çocuğuna, komşusuna, akrabasına sevgiyle, güvenle, sorumlulukla yaklaşan, kendine ve başkasına değer veren, kıskançlık ve fesatlık taşımayan, ideal değerleri ve ahlak kurallarını çiğnemeyen, çok az insan vardır.
Ama huzursuz yaşayan, mutlu bir gün görmeyen insana her yerde rastlamak mümkün. Yıllarca kavga gürültü içinde yaşayan sayısız aile ve huzursuzluk içinde büyüyen yüz binlerce çocuk görürüz. Birbirini sevmeyen, birbirinden nefret eden, ama ayrı yaşamaya cesareti olmayan kaç milyon insan vardır, acaba?
Huzurlu bir aile görebilmek için eski Yunan Filozofu Sokrates’in yaptığı gibi gündüz eline fener alıp, tek tek insanların gözüne tutmak gerek. Sokrates, güpegündüz insanlara fener tutup: ‘Ben bir insan arıyorum!’ demiş. Biz de aynı şekilde ‘Huzurlu bir aile arıyoruz!’ diyebiliriz.
İhanet ise her köşede mevcut. Ailesine sırtını çeviren gençler, eşini aldatan erkekler, kadınlar, akrabasını, komşusunu, aile dostunu yaralayan fesat düşünceli bir yığın insan tanırız.
İhanet eden kişi, kendi kişiliğine baltayı vurduğunu, kendi geçmişine bir çizgi çizdiğini göremez çoğu zaman. Eşini aldatan, ailesine ihanet eden kişi genellikle ödediği faturayı görmez, ruhunda oluşan kesikliği, bağımsızlığı ile örtbas etmeye çalışır. Halbuki dış ihanet, her zaman bir iç ihanetin son noktasıdır. İhanetin sinsiliği, bir insanın hayatına aniden beklenmedik bir anda girmesidir.
Birkaç gün önce son derece normal yaşayan bir aile düzenine yıldırım gibi iner ihanet. ‘Eşim beni aldatıyormuş!’ diyen bir kadının, o haberi aldığı günden itibaren kocasına karşı duyduğu bütün sevgi temelinden sarsılır. İhanet, açıkça yaşanan bir kavga değil, sinsice gelişen bir tehlikedir. İhanete uğrayan insan güvenini yitirir, bir an önce son derece normal görünen hayatı altüst olur. Yıllarca hissedilen sevgi, ilişki havada parçalanır. İhanet ve tekrar tekrar yaşanan aldatmacalar bazen bir insanı çılgınlığa kadar sürükler.
İhanete uğrayan insan kendini çırılçıplak hisseder ve içinde bulunduğu durumdan utanır. Eşine karşı hissettiği bütün sevgi bir anda çıkarılmış bir manto gibi üşütür. Sosyal yaşantıda milletin ağzına sakız olur bütün aile yaşamı. Sevgi direği ile beraber ailenin “onuru” ve “şerefi” yıkılır. Ve bir aile düzeni yıkıldığı zaman o düzenle birlikte bir yığın rüya yıkılır. Yeniden vatanını terk etmiş bir insan gibi yeni diyarlarda hayata başlamak gerekir. Bazı insanlar yepyeni bir hayata adım atmasını başarır, bazıları ise kara geçmişlerine gömerler bütün enerjilerini.
Aile düzeni yıkılan insanlara tavsiyem:
İnsan, yıkılan köprüler karşısında hiçbir zaman yaşama gücünü yitirmemeli. İnsan yaşadığı sürece her an ve her gün değişim içindedir. Bir köprü yıkılırsa, bir başka köprü kurabilmeli. Her insan hayatında bir yığın köprü kurar ve yıkar. Ancak, yıkılan her köprü kesilmiş bir damar gibi kanar bir süre. Zamanla yaralar sarılır ve belki bir gün hiçbir iz kalmaz.
Nasıl ki bir deprem sonrası oluşan harabeleri tek tek kaldırmak gerekiyorsa, kritik bir olay yaşadığımız zaman, benliğimizin içindeki kuvvete erişebilmek için, çok derin kazmamız lazım. Geçmişte yaşanmış kötü olayları ancak ve ancak benliğimize kayıtlı kudretle yenebilir, kendi “iç gücümüzle” aşabiliriz.
Her yetişkin insan, içinde bir ‘çocuk ruhu’ taşır. Bu çocuk ruhu insana gerçek yaşama gücü ve yaşama sevinci veren en derin kaynaktır. Ne zamanki isteyerek ve severek yaşarsak, içimizdeki o çocuk ruhu canlanır.
Önemli olan, bu çocuk ruhunu şimdiki zamanda yaşatmaktır. Her iki ayağıyla şimdiki zamanda yürümek, görmek, tatmak, duymak, hissetmek gerekir her şeyi. Sürekli geçmiş ile uğraşmak, geçmiş şeylere üzülmek veya sürekli geleceği hayal etmek insanın yolunu şaşırtır. Hayat her zaman şimdiki zamanda yaşanır. Hayatı sorunlu geçen insan, hayattaki yerini alabilmek için, geçmişin zincirlerini kırmak zorundadır.
Gerçek anlamda sevgi hiçbir zaman tek bir insana karşı duyulan sevgi değildir. Amerikan Psikologu Erich fromm ‘sevgi bir sanattır, bir kabiliyettir’ der. Bu kabiliyet her şeye ruhumuzun gücü ile yansır. Sevgi derken: Tanrı sevgisi, anne baba sevgisi, kardeş sevgisi, tabiat sevgisi, hayvan sevgisi, kadın erkek sevgisi, akraba sevgisi, arkadaş sevgisi v.s... İnsan bir başka insanı gerçekten sevdiği zaman, onunla birlikte tüm insanları, tüm dünyayı ve bütün hayatı sever. Mesela birine aşık olunca bütün şehir insanın gözünde bir cennete döner. Veya tersi olduğunda, birinden ayrılınca, bütün dünya insana zindan olur.
Leyla ile Mecnun’un hikâyesini herkes tanır. Gelmiş geçmiş en deli aşk hikayesinde Mecnun, Leyla’sına tapar. Kendisine sorarlar: “Mecnun senin Leyla’nın neyi seni o kadar etkiliyor. O kadar ahım şahım bir güzelliği yok ki Leyla’nın!” Mecnun da: ‘Ey Gafiller, Siz benim gönlümdeki Leyla’yı bilemezsiniz! Benim gönlümdeki Leyla yerlere ve göklere sığmaz!” der.
Evet, sevgili okuyucularım! Gerçek anlamda sevgi/aşk yerlere ve göklere sığmaz. Sevgi verilince tek büyüyen şeydir, çünkü. Yüreğiniz her zaman sevgi ile çarpsın!
NURAY LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi
Hayatımız boyunca bize güç veren, sevgi ve güven veren insanları kalbimizde taşırız. Hayat hikâyemiz nasıl olursa olsun, üzerinde yürüdüğümüz zemin, geçmişimizde yaşadığımız güzel anılardan, iyi insan ilişkilerinden, olumlu gelişmelerden oluşur. Sevgi bağı insanları her zaman her yerde otomatikman birbirine bağlamaz. Temeli sağlam olan bir ev ve bakımlı bir bahçe gibi sevgi bağı sürekli bakım isteyen bir şeydir.
Bir eve veya bahçeye bakılmadığı takdirde, o ev bir gün içinde oturulamayacak duruma gelir, o bahçede bir gün yabani ottan başka hiçbir şey yetişmez. İnsan ilişkileri de sürekli bakım ister. Aile ilişkilerimiz, akraba ve arkadaş ilişkilerimiz sürekli bir gelişim içindedir. Bazen karabulutlar ve fırtınalar eser, bazen durgun sularda dinleniriz.
Damlaya damlaya göl olan duygular bazen sel olup, akmak ister. Önceden önü kesilen kızgınlık ve dargınlıklar bir an gelir taşmak ister. Ancak her fırtına yerini bir sakinliğe bırakmak zorundadır. Böyle fırtınalardan sonra önem verdiğimiz üzerine titrediğimiz birçok şey porselen tabak gibi kırıldığı zaman ve geride hiçbir şey kalmadığı zaman ilişkimiz artık sona ermiş demektir.
Kendi kendini sevmeyen bir insan başka bir insanı sevemez. Kalbi uçsuz bucaksız bir çöl gibi susuz kalmış biri çevresindeki insanlara sevgi ile yaklaşamaz ve hiçbir zaman mutlu olamaz. Mutlu olmanın bir yolu, insanın elindeki şeylerle yetinmesini bilmesidir. Eşine, çocuğuna, komşusuna, akrabasına sevgiyle, güvenle, sorumlulukla yaklaşan, kendine ve başkasına değer veren, kıskançlık ve fesatlık taşımayan, ideal değerleri ve ahlak kurallarını çiğnemeyen, çok az insan vardır.
Ama huzursuz yaşayan, mutlu bir gün görmeyen insana her yerde rastlamak mümkün. Yıllarca kavga gürültü içinde yaşayan sayısız aile ve huzursuzluk içinde büyüyen yüz binlerce çocuk görürüz. Birbirini sevmeyen, birbirinden nefret eden, ama ayrı yaşamaya cesareti olmayan kaç milyon insan vardır, acaba?
Huzurlu bir aile görebilmek için eski Yunan Filozofu Sokrates’in yaptığı gibi gündüz eline fener alıp, tek tek insanların gözüne tutmak gerek. Sokrates, güpegündüz insanlara fener tutup: ‘Ben bir insan arıyorum!’ demiş. Biz de aynı şekilde ‘Huzurlu bir aile arıyoruz!’ diyebiliriz.
İhanet ise her köşede mevcut. Ailesine sırtını çeviren gençler, eşini aldatan erkekler, kadınlar, akrabasını, komşusunu, aile dostunu yaralayan fesat düşünceli bir yığın insan tanırız.
İhanet eden kişi, kendi kişiliğine baltayı vurduğunu, kendi geçmişine bir çizgi çizdiğini göremez çoğu zaman. Eşini aldatan, ailesine ihanet eden kişi genellikle ödediği faturayı görmez, ruhunda oluşan kesikliği, bağımsızlığı ile örtbas etmeye çalışır. Halbuki dış ihanet, her zaman bir iç ihanetin son noktasıdır. İhanetin sinsiliği, bir insanın hayatına aniden beklenmedik bir anda girmesidir.
Birkaç gün önce son derece normal yaşayan bir aile düzenine yıldırım gibi iner ihanet. ‘Eşim beni aldatıyormuş!’ diyen bir kadının, o haberi aldığı günden itibaren kocasına karşı duyduğu bütün sevgi temelinden sarsılır. İhanet, açıkça yaşanan bir kavga değil, sinsice gelişen bir tehlikedir. İhanete uğrayan insan güvenini yitirir, bir an önce son derece normal görünen hayatı altüst olur. Yıllarca hissedilen sevgi, ilişki havada parçalanır. İhanet ve tekrar tekrar yaşanan aldatmacalar bazen bir insanı çılgınlığa kadar sürükler.
İhanete uğrayan insan kendini çırılçıplak hisseder ve içinde bulunduğu durumdan utanır. Eşine karşı hissettiği bütün sevgi bir anda çıkarılmış bir manto gibi üşütür. Sosyal yaşantıda milletin ağzına sakız olur bütün aile yaşamı. Sevgi direği ile beraber ailenin “onuru” ve “şerefi” yıkılır. Ve bir aile düzeni yıkıldığı zaman o düzenle birlikte bir yığın rüya yıkılır. Yeniden vatanını terk etmiş bir insan gibi yeni diyarlarda hayata başlamak gerekir. Bazı insanlar yepyeni bir hayata adım atmasını başarır, bazıları ise kara geçmişlerine gömerler bütün enerjilerini.
Aile düzeni yıkılan insanlara tavsiyem:
İnsan, yıkılan köprüler karşısında hiçbir zaman yaşama gücünü yitirmemeli. İnsan yaşadığı sürece her an ve her gün değişim içindedir. Bir köprü yıkılırsa, bir başka köprü kurabilmeli. Her insan hayatında bir yığın köprü kurar ve yıkar. Ancak, yıkılan her köprü kesilmiş bir damar gibi kanar bir süre. Zamanla yaralar sarılır ve belki bir gün hiçbir iz kalmaz.
Nasıl ki bir deprem sonrası oluşan harabeleri tek tek kaldırmak gerekiyorsa, kritik bir olay yaşadığımız zaman, benliğimizin içindeki kuvvete erişebilmek için, çok derin kazmamız lazım. Geçmişte yaşanmış kötü olayları ancak ve ancak benliğimize kayıtlı kudretle yenebilir, kendi “iç gücümüzle” aşabiliriz.
Her yetişkin insan, içinde bir ‘çocuk ruhu’ taşır. Bu çocuk ruhu insana gerçek yaşama gücü ve yaşama sevinci veren en derin kaynaktır. Ne zamanki isteyerek ve severek yaşarsak, içimizdeki o çocuk ruhu canlanır.
Önemli olan, bu çocuk ruhunu şimdiki zamanda yaşatmaktır. Her iki ayağıyla şimdiki zamanda yürümek, görmek, tatmak, duymak, hissetmek gerekir her şeyi. Sürekli geçmiş ile uğraşmak, geçmiş şeylere üzülmek veya sürekli geleceği hayal etmek insanın yolunu şaşırtır. Hayat her zaman şimdiki zamanda yaşanır. Hayatı sorunlu geçen insan, hayattaki yerini alabilmek için, geçmişin zincirlerini kırmak zorundadır.
Gerçek anlamda sevgi hiçbir zaman tek bir insana karşı duyulan sevgi değildir. Amerikan Psikologu Erich fromm ‘sevgi bir sanattır, bir kabiliyettir’ der. Bu kabiliyet her şeye ruhumuzun gücü ile yansır. Sevgi derken: Tanrı sevgisi, anne baba sevgisi, kardeş sevgisi, tabiat sevgisi, hayvan sevgisi, kadın erkek sevgisi, akraba sevgisi, arkadaş sevgisi v.s... İnsan bir başka insanı gerçekten sevdiği zaman, onunla birlikte tüm insanları, tüm dünyayı ve bütün hayatı sever. Mesela birine aşık olunca bütün şehir insanın gözünde bir cennete döner. Veya tersi olduğunda, birinden ayrılınca, bütün dünya insana zindan olur.
Leyla ile Mecnun’un hikâyesini herkes tanır. Gelmiş geçmiş en deli aşk hikayesinde Mecnun, Leyla’sına tapar. Kendisine sorarlar: “Mecnun senin Leyla’nın neyi seni o kadar etkiliyor. O kadar ahım şahım bir güzelliği yok ki Leyla’nın!” Mecnun da: ‘Ey Gafiller, Siz benim gönlümdeki Leyla’yı bilemezsiniz! Benim gönlümdeki Leyla yerlere ve göklere sığmaz!” der.
Evet, sevgili okuyucularım! Gerçek anlamda sevgi/aşk yerlere ve göklere sığmaz. Sevgi verilince tek büyüyen şeydir, çünkü. Yüreğiniz her zaman sevgi ile çarpsın!
NURAY LALE, Eğitim ve Sağlık Bilimcisi