• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Sağlıklı beslenme için tüm gıda, meyve ve sebzeler.

Boş Mideye Sarımsak Yemek Neden Yararlıdır?

Boş mideyle sarımsak yemek hakkında pek çok farklı görüş var. Pek çok kişi bunun işe yaramayan bir kocakarı tarifi olduğunu söylese de, aslında çeşitli hastalıkları tedavi etmek hatta önlemek için çok faydalıdır.

lg.php



Mideniz Boşken Sarımsak Yemek Neden Yararlıdır?
Sarımsağın, mideniz boşken yediğinizde çok güçlü doğal bir antibiyotik olduğunu gösteren pek çok çalışma var. Hatta eğer kahvaltınızı yapmadan önce yerseniz çok daha etkili olacaktır, çünkü açığa çıkmış bakterilerin kendilerini sarımsağa karşı korumaları mümkün olmayacaktır.

Yüksek tansiyondan şikayetçi pek çok kişi, sarımsağın onlara iyi geldiğini bilirler. Sarımsak dolaşım sistemine iyi gelmesinin yanı sıra, karaciğer ve mesanenin de çalışmasına yardımcı olur. İshal gibi sindirim ve mide sorunlarına da iyi gelir. Boş mideye sarımsak yemenin sinir sorunlarına da iyi geldiğini söyleyenler vardır.

Ayrıca sarımsak pek çok mide sorununa da iyi gelir, sindirim ve iştahı tetikler. Ayrıca stresli olduğunuzda da, mide asidini önleyerek rahatlamanızı sağlar.

Sarımsağın şifalı özellikleri dünya çapında bilinmektedir. Bu yüzden şifalı yiyecekler arasında yerini almıştır.

Alternatif Bir İlaç Olarak Sarımsak
Sarımsak, alternatif tıpta bedeni arındırmak için kullanılan en güçlü yiyeceklerden birisidir. Bu alanda çalışan uzmanlar sarımsağın, parazit ve kurtları ortadan kaldırıp tifo, diyabet, depresyon ve bazı kanser türlerini önleyebileceğini söylüyorlar.



Sarımsak, sağlığınıza iyi gelecek çok önemli iki madde içermektedir: alisinin ve diallildisülfid
Sarımsağa alerjisi olanların dikkat etmesi gereken önemli iki şey var; sarımsağı çiğ yememelisiniz ve eğer cildinizde kabarma, ateş yükselmesi veya başağrısı gibi yan etkiler görürseniz, sarımsak yemeyi anında kesmelisiniz. Sarımsak tüketmenin HIV/AIDS ilacı alan kişilerde yan etkiler ortaya çıkmasına neden olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Bu nedenle, çok dikkatli olmalı ve sarımsak yemeye devam etmeden önce bu belirtilere dikkat etmelisiniz.

Eğer sarımsağın keskin kokusu sizin için dayanılmaz bir hal alır ve yemeye devam edemezseniz, bu yüzden onun sunduğu şifadan mahrum kalmanıza gerek yok. Hap şeklinde alabileceğiniz doğal takviyeleri kullanabilirsiniz.

Sarımsağın Diğer Faydaları
Solunum hastalıkları için sarımsak: tüberküloz, zatüre, soğuk algınlığı, bronşit, kronik bronşit, akciğer tıkanıklığı, astım ve boğmaca gibi hastalıkların önlenmesinde ve tedavisinde kullanılır.
Alıntı; sagligabiradim
 
Bitkisel & doğal denilen zayıflama ilaçları bu kadar masum mu?!!!

Bir diyetisyen olarak yine söylüyorum hep söyleyeceğim!!!

‘Doğal zayıflama ilacı’ yalanıyla satılan bu ilaçların çoğuna kaçak maddeler konmaktadır. Bu amaçla en sık kullanılan madde ‘SİBUTRAMİN’dir. Sibutramin bitkisel değildir,kimyasal bir maddedir..Metabolizmayı aşırı hızlandırır, bu da yağ yakmayı sağlar. Ancak bunu yaparken bir yandan da kalp damar sistemine zarar verir ve ölümlere sebep olur.Bu yan etkilerinden dolayı sibutramin maddesi tüm dünyada yasaklanmıştır.!!! Zayıflama ilaçlarının içine kaçak olarak sibutramin koyarak satmak, CİNAYETTİR!

Para kazanmak uğruna sağlığınızı tehdit edenlere lütfen prim vermeyiniz! Falanca ‘biber hapı’ ile filanca ‘altın meyve hapı’ ile zayıflama olmaz.Bunlara vereceğiniz en büyük ceza, ÜRÜNLERİNİ SATIN ALMAMAKTIR.
Alıntı
 
CİLT SAĞLIĞI & ŞEFTALİ

Şeftali vitamin C içeriğinden ötürü zararlı serbest radikallere ve enfeksiyonlara karşı savaşır. Lutein, zeaksantin ve kriptoksantin antioksidanları ile güneşin zararlı ışınlarına karşıdırlar.
Klorojenik asit varlığı da bu koruyucu etkiye katkıda bulunur.

Kozmetik sektöründe de cildi ölü deriden arındırmak, nem kazandırmak ve yeniden canlandırmak için kullanılmaktadır. Antioksidan özelliğinden ötürü lekeler ve cilt problemleri daha hızlı iyileşme gösterirler.
 
Yeşil çay algılamayı artırıyor..!

İsviçre'deki Basel Üniversitesi'ndeki araştırmacılar tarafından yapılan çalışmada yeşil çayın demans hastalarında algılama kapasitesini artırabileceği öngörülüyor.

Çalışma sonucunda,yeşil çay özütü içeren bir içecek verilen bireylerin beyninde paryetal ve frontal korteksleri arasinda iletişimin arttığı gözlemlenmiş.Beynimizde frontal korteks konuşma,hareket, duygular, planlama ve problem çözme; paryetal korteks ise hareket, uyum, tanıma, algılama,kavrama gibi işlevlerden sorumlu olan kısımlar.Dolayısıyla araştırmacılar sonuç olarak yeşil çay özütünün demans gibi nöropsikiyatrik bozukluklarda, algılama bozukluklarının tedavisinde yararlı olabileceğini düşünüyor.
 
Zehirli Müzik: A=440 Hz

Son zamanlarda sevginin titreşimini temsil ettiği söylenen 528 Hz frekansında müzik dinlemek moda oldu. Sadece bununla bitmiyor. 174 Hz ile Topraklama, 396 Hz ile Bırakma, 639 Hz ile Bir Olma, 741 Hz ile Sezgilerin Güçlenmesi, 852 Hz ile koşulsuz Sevgi gibi başka frekanslar da var.

Peki, 528 Hz içimize huzur verip, bizi iyileştirme gücüne, diğer frekanslar da kendi çaplarında pek çok etkiye sahipken, neden şu anda dinlediğimiz tüm müzikler 440 Hz frekansına ayarlı? Buna kim ne zaman karar vermiş ve müzik nasıl olmuş da tekelleşmiş? Dinlediğimiz müziklerin altında hiçbir zaman komplo teorisi arama ihtiyacı duymayan bizler, “müzik ruhun gıdasıdır” diyerek ne kadar zamandır zehirleniyoruz dersiniz?

Haydaaa… Yediklerimiz, içtiklerimiz, aşılar maşılar derken bir müzik eksikti değil mi?

Günümüz psikopatolojisi, siyasi yozlaşma, genetik bozulma ve kültürel yozlaşmayla geleneksel değerlerin kayboluşunun ve hastalıkların artmasının altında yatan müzikal gerçeği öğrenmeye hazır olun o halde.

Her şey “Standard Tuning” dediğimiz müziğin A=440 Hz’e sabitlenmesi ile başladı. Bunu yapan ise müziği askeri anlamda ticarileştiren Rockefeller Grubu. Müzik endüstrisinin bu standart frekans ile tekelleşmesi, kitleleri sürü psikolojisi altında tutmanın, insanları asabiyete, kedere sürüklemenin, psikososyal kışkırtmalara açık hale getirmenin zeminini hazırlamış ve bunlar sonucunda artan hastalık oranları ve mali krizler sayesinde de Gruba üye ticari şirketlerin kâr elde etmesinin etkili yollarından biri olmuştur.

Alternatif müzik frekansı olan A=444 Hz (C=528 Hz) ise bastırıldı. Bastırılan bu frekans, yani “iyi titreşimler” ise her türlü hastalığı ve stresi iyileştirebilecek güçtedir. Ama ne yazık ki önce sansürlenmiş, daha sonra ise standartlar değiştirilerek unutturulmaya çalışılmıştır.

Titreşimler tüm hayatımızı etkiler. Özellikle de hücrelerimiz iyileşmek ve yenilenmek için düzenli titreşim halinde olmak durumundadır. Titreşimlerin gücüyle “karanlık” ya da “aydınlık” tarafa geçmek mümkündür. Suya güzel şeyler söyleyince moleküllerinin güzelleştiğini hepimiz biliyoruz. Bedenlerimizin %80’ine yakını sudan ibarettir ve su, süper-iletken sıvı kristal bir yapıya sahiptir.

Günümüzde modern müziği kafa şişirici ve saldırgan bulan pek çok kişi var. Pek çoğumuz duygusal olarak bu tarz müziklerden olumsuz etkileniyoruz. Standart Anglo-Amerikan müzik aletleri ve sesleri ise kitlesel histeri yaratmak üzerine akortlanmaya devam ediyor. Tarih boyunca savaş çıkaran, inanılmaz kârlar elde eden ve nüfusu kontrol altında tutmaya çalışan güçler mevcut oldu. 1770’de Rothschild, İlluminati planlarını başlattı. Amacı bankalar aracılığıyla yaratılan bir network ağı ile kendisi ve yandaşları tarafından yönetilecek küresel bir dünya sistemi kurmaktı. Öyle bir güç ki tüm uluslararası kurumsal şirketleri ve hatta hükümetleri yönetecekti. Bu sayede Amerikan hazinesi başta olmak üzere dünyanın sayılı ülkelerini avuçlarının içine aldılar.

Işık ve ses, üretilebilen ve ölçülebilen matematiksel frekans değerlerine sahiptir. Şimdi komplo teorilerine kulak asacak olursak, bu mutlak güç, biyoenerjetik yolla, belli frekans ayarları ve elektromanyetik manipülasyonlarla “bilincimizi” kontrol altına alırken biyolojimizi, psikolojimizi ve davranışlarımızı değiştiriyor.

Askeri Müzik

1913’te Rothschild, Amerika’daki üçüncü en büyük bankasını kurdu (Federal Reserve Bank). Ona Rockefeller ve J.P. Morgan yardım etti. Bu ikisinin tüm yatırımları 1865’den bu yana Rothschild tarafından finanse edildi. 1. Ve 2. Dünya Savaşları sırasında banka kartelleri inanılmaz kârlar elde ettiler. 1914’te Alman Rothschild Bankası, Alman hükümetine, İngiliz Rothschild Bankası İngiliz hükümetine ve Fransız Rothschild ise Fransızlara para yardımı yaptı (borç verdi). Bunlara Almanya’da Woff, İngiltere’de Reuters ve Fransa’da Havas destek verdi. 1. ve 2. Dünya Savaşları arasında müzik frekansları üzerine bilimsel araştırmalar yapıldı. Rothschild ve Rockefeller çalışması ve Amerikan Donanması işbirliği ile “savaş-çıkaran” frekanslar üzerinde çalışıldı. Amaç kitleleri kontrol altında tutmak ve psikopatoloji, duygusal çöküş ve kitlesel histeri yaratmaktı.

Akustik enerji araştırmacıları, ses mühendisleri ve drama uzmanları ile akademik olarak çalışmalar başlatıldı. Aynı tarihlerde fabrikalarda ses düzenleri kurularak çalışanların duygusal motivasyon kazanması ve fabrikadaki aletlerin seslerinden etkilenmemeleri sağlanıyordu.

2. Dünya Savaşı sırasında ise Savunma Bakanlığı işbirliği ile havadan yapılan operasyonlarda bu ses frekansları etkili şekilde kullanılmaya başlandı. Buna radyolar da dâhil oldu.

Daha sonra ise haritanın batısında standart müzik ayarı A=440Hz’e sabitlendi.

İlk çalışmalar Elvis ve İngiliz grup British Invaders ile başladı. Bunu Beatles takip etti. Beatles’in bir konseri İsrail’de iptal edildi, sebebi ise “kitlesel histeri yaratması, cinsel istekleri tetiklemesi ve saldırganlığı tırmandırması” olarak belirtildi. Bunda Mossad’ın İngiliz Kraliyet ailesini yakın takibe alması önemli rol oynadı. 1938’de Rockefeller Grubu İngiliz-Amerikan radyosu ve televizyon kartelleri kurarak Nazi hareketiyle Yahudi düşmanlığı başlattılar. 1957’de Kanada’da ergen yaştakileri saldırganlaştıran müzik yayınları yapılmaya başlandı ve çok etkili oldu. Elvis’in menejeri Amerikan Ordusuna hizmet eden bir Albaydı ve Avrupa göçmeniydi.

1.Dünya savaşı sırasında Rockefeller tarafından yönetilen askeri radyolar devreye girdi ve bütün ekipmanlar seferber edilerek radyo tekeli kuruldu. Radyodan savaş esnasında gönderilen komutlar hiç son bulmadı. Amerikan Donanması, General Electric işbirliği ile 1919’da kendi ulusal radyosunu kurarak bu tekele alternatif oluşturdu ve bugünkü Amerikan Radyosunu (RCA) doğurdu. Askeri tabanlı kartelde RCA, AT&T, General Electric, Westinghouse gibi şirketler yer aldı. Bu oluşum enerji endüstrisi, biyoenerji ve elektro-genetik ve soyaçekim üzerinde faşist bir baskı kurdu. Daha sonra Ulusal Yayıncılık (NBC) ve AT&T ile radyo, televizyon ve telefon zinciri tekelleşti.

1938’de frekanslar standarda sabitlenmeden önce, mekanik olarak dinleyicilerin duygularını kontrol altına almaya yönelik araştırmalar başladı. Bu sayede kitlelere ticari ilgi alanları önceden dayatılabilecekti. Bu araştırmalar derhal kitlelerin ikna edilmesi için kullanılmaya başlandı.

Aynı sistem eğitim için de kullanılmaya başlandı: “Programlanabilir Zihin Setleri”. NBC ve CBS arasındaki ticari çekişme halkın üzerinde türlü deneysel çalışmalar yapılmasına neden oldu. Kendi taraflarına daha fazla takipçi çekebilmek uğruna halk üzerinde çeşitli ses efektleri kullanılarak psiko-galvanometre denemeleri yapıldı. Bu ölçümlere göre de halkın nasıl yönlendirileceği tayin edildi.

A=440 Hz

Sahnedeki, televizyondaki ve radyodaki elektronik ses yeterince akıcı değildi. 1910’da A=440Hz standardı Amerika’da sınırlı başarıya imza attı. Avrupa’da ise sıfıra yakın… Müzik endüstrisi de işin içine dahil edilmeliydi. Bu yüzden çalışmalar başlatıldı. İlk olarak İngiliz Standartları Enstitüsü A=440Hz’i kabul etti. Bunda Rockefeller-Nazi konsorsiyumu etkili oldu. O sıralarda İngiltere-Almanya savaşı çıkmak üzereydi.

A=440Hz, petrokimya ve ilaç devleri tarafından finanse edilerek 2. Dünya Savaşında kullanıldı. Hitler’in Almanyası Polonya’yı işgal ederek savaşı başlattı. Tüm dünyadaki müzisyenlerin başkaldırmasına karşın bu standart Nazi propagandalarıyla Hitler karşıtı tüm ülkelerde kafadan kabul edildi.

Yapılan tüm araştırmalar A=440Hz’in insanların kalp ve kuyruk sokumu arasındaki enerji merkezleriyle (çakralar) uyumsuz olduğunu gösterdi. Tersine kalp üzerindeki çakraların ise uyarıldığı gözlendi. Teorik olarak, titreşimler egoları ve sol beyni tetikliyordu. Ancak sağ beyne özgü duygusal ve sevgisel zihni baskılıyor ve yaratıcılığı köreltiyordu. 3.Göz denen çakranın kapanmasıyla da insanoğlu farkındalığını hiçbir alanda kullanamaz hale gelecekti.

Metafiziksel olarak, A=440 Hz ile A=444 Hz arasındaki interval, müzik âleminde “Şeytanın İntervali” olarak kabul edildi. Bunun nedeni ise ahenkten uzak, iğrenç denilebilecek bir tınının bu iki notanın aynı anda çalınması ile ortaya çıkması idi.

Bundan önceki müzik çalışmalarında yer alan A=444 Hz’in ise doğayla ve insanla daha uyum içinde olduğu gözlemlendi. Eğer insanoğlu spiritüel olarak bastırılırsa, A=444 Hz’in (C=528 Hz) müziksel tınısı dini olarak kabul edilmezdi, öyle de oldu. Bu kiliselerin de işine gelmiş oldu.

Günümüzde ise pek çok aklı başında ve duyarlı müzisyen akortlarını ve dijital ayarlarını 444 Hz’e göre yapmaya başladı. Ancak bunların sayısı az miktarda iken, başta Madonna olmak üzere pek çok ünlü, standart tınılarla, nakaratlarla ve özel olarak imal edilmiş parça sözleriyle gençliği programlanabilir insanlar haline getirmektedir. Müzik biyoenerjetik olarak titreşimlerinizi ele geçirerek, bilinçaltınızda hâkimiyet kurarak, vücut kimyasını, psikonörolojiyi ve insan sağlığını denetim altına alabilir.

Son zamanlarda tekrar 444 Hz’e dönüş ile daha mükemmel dinletisi olan tınılar elde edilmeye başlandı ve bu tınıların sevgiyi artırdığı, en saf haliyle sevgiyi oluşturduğu, iyileştirme özelliği olduğu ve genetik açıdan onarıcı olduğu tespit edildi. Ancak çalışmaların pek çoğu halen güven uyandırıcı değil. Pek çok tını da melodik olmaktan uzak olup gürültülü bir yapıda.

Haritanın sağ tarafında uygulanan şifa tonlamaları (Çigong, şamanik vb çalışmalar) A= 444Hz yani C=528Hz frekansında, en saf ve katıksız titreşimleri yarattığı için, kişi tüm stresinden arınmakta, hücreleri şifa ve sevgiyle dolarak hastalıklara veda etmektedir. Her organa ait özel ses tonlamaları, o organa ait hücrelerin titreşimini artırarak iyileşmesini sağlamaktadır. Tüm enerji çalışmalarında titreşimler esas kabul edilerek hücrelerin mükemmel titreşimlere kavuşması ve blokajların kalkması hedeflenir. Yüksek titreşimlere çıkabilen kişilerin bazı olağanüstü yetenekleri de ortaya çıkabilir, yaratıcılığı artar, astral seyahat yapabilir, telepatik güçleri ortaya çıkar, dünya ötesi varlıklarla iletişime dahi geçebilir. Yine bir punduna getirip olayı Çin işi Japon işi uzak doğuya bağlamayı becerdim…
Sevgili Cem Sarıouğlu’ndan gelen değerli bri bilgiyi de paylaşmak isterim. Yazıda geçen British Invaders denen kısım, Ingilizlerin Rolling Stones, The Beatles. The Kinks, akabinde The Who, Pink Floyd, Deep Purple ve Led Zeppelin gibi gruplarla 1960lar ortasindan 70ler ikinci yarisina kadar müziği domine ettiği sürece katkı gösteren gruplara verilen bir ad. Bir de tam olarak A:440 Hz için: Enstrumanlarin La sesinin gercekte klasik donem kabulu olan 435 hz’den daha gergin olan 440 hz frekansina cekilmesi ve tüm akortlarin da bu standart La sesine göre yapilmasi olarak özetleyebiliriz. Yani bir enstruman ses uretirken saniyede 440 defalik bir titresim yarattiginda bu ses La kabul edildi. Eski La ise saniyede 435 kere titriyordu. 432 Hz ise “Verdi A” olarak betimlenen ve 440 ile 435 hz öncesinde dünyada standart La sesi olarak kullanilan frekans.

Titreşimlerin İyileştirici Gücü
Meksika Körfezinde ses dalgalarıyla yapılan bir çalışma ile körfezin pis suyu büyük ölçüde ve hatta 1 günde temizlenerek tekrar yunusların geldiği ve balıkların çoğaldığı görülmüştür.

Sevgi frekansı olarak adlandırılan 528 Hz titreşimleri, varolan herşeyin kalbine dokunabiliyor. Tüm varlıkların kendine has titreşimleri var, hatta içimizdeki organların da ayrı ayrı titreşimleri olduğu hesaplanmış durumda. Qigong’un ileri seviye ses tonlaması çalışmalarında bu organlara “chanting” dediğimiz ses dalgalarıyla titreşim gönderiyoruz ve bu organlardaki hücrelerin titreşerek iyileşmesini sağlıyoruz. Ses tonlamasına destek olarak dinlediğiniz müziklerin de uygun frekansta olması şifaya destek olabiliyor.

Nedir bu titreşimler?
337 Hz: Kan dolaşımını düzene sokar
537 Hz: Endokrin sistemini düzene sokar (büyüme, gelişme, cinsellik, metabolisma ilşe alakalı hormonal denge)
625 Hz: Böbrek fonksiyonları
635 Hz. Hipofiz bezi (pituary)
654 Hz: Pankreas
662 Hz: Epifiz bezi (pineal)
696 Hz: Kalp
751 Hz: Karaciğer
763 Hz: Tiroid
764 Hz: Sinir sistemi
835 Hz: Bağışıklık sistemi
1335 Hz: Adrenalin, stresle mücadele
1565 Hz: Ruhsal şifa
—————
528 Hz frekansı tüm evreni şifalandıracak kapasitede mucizevi titeşimlere sahiptir. DNA onarıcı gücü vardır. 396 Hz korkulardan arınmamıza, 741 Hz farkındalığın artmasına ve uyanışa geçmemize, 582 Hz ruhumuzla bağlantıya geçmeye yarar.
Organik müzik ruhun gıdasıdır.

Daha detaya inmek isteyen arkadaşlarımız kaynak sordular, paylaşıyorum:

Musical Cult Controlhttp://www.bibliotecapleyades.net/ciencia/ciencia_consciousscience26.htm

John Lennon’un tehdidi
http://www.realistnews.net/Thread-j...-rockefeller-conspiracy-of-radio-tv-frequency

Leonard Horowitz’in Bulgusu
http://skepdic.com/horowitz.html

Komplo Teorisi
http://www.abovetopsecret.com/forum/thread992508/pg1

432 Hz ayarı nedir?
https://ascendingstarseed.wordpress.com/2013/12/25/what-is-432-hz-tuning/

432 Hz’e Dönüş
http://returnto432.kadinlarkulubu.com.tr/p/440negatives.html

Neden 432 Hz?
http://themindunleashed.org/2014/01/heres-convert-music-432-hz.html

ve diğerleri
http://themindunleashed.org/2014/03/miracle-528-hz-solfeggio-fibonacci-numbers.html
http://www.viewzone.com/432hertz.html
http://www.collective-evolution.com/2013/12/21/heres-why-you-should-convert-your-music-to-432hz/
http://www.zengardner.com/440hz-music-conspiracy-to-detune-us-from-natural-432hz-harmonics/
http://www.528revolution.com/528-frequency-that-killed-john-lennon-528-frequency/
http://www.528revolution.com/
Ersin İPEK
Alıntı
 
LİMON UZUN SÜRE TOK KALMANIZA VE KİLO VERMENİZE YARDIMCI OLUR!

Hiç bir bitki gibi limon da tek başına mucize yaratamaz. Siz sağlıksız baslenir, sabah kahvaltınızda tam buğday ekmeği, bal, pekmez, ev yapımı reçel vb Gİ yüksek gıdalar yiyecek olursanız limon tek başına ne yapsın ama sağlıklı beslenirseniz çok faydasını görürsünüz.
Gündüz içtiğiniz sulara bir kaç dilim limon eklerseniz hem limonun rayihasından yararlanır hem de uzun süre tok kalmış olursunuz.
Bakınız Prof. Dr. Canan Karatay 2011 yılında yazdığı "Bilimsel Gerçeklerle Kilo Vermenin ABC'si Karatay Diyeti" kitabının 48. Sayfasında bu konuyla ilgili neler söylemiş hep birlikte hatırlayalım. "Limon faydalı ve glisemik indeksi düşük bir meyvedir. Salatada, çorbada, çayda veya suya sıkılarak kullanılabilir. Limon ve sirke gibi asitli yiyecekler, besinlerin hazmedilmesini yavaşlatır. Bu nedenle, yiyeceklerimiz midemizde ve incebağırsağımızda uzun süre kalabiliyor. Ancak limon taze sıkılmış, sirke de geleneksel usulde fermente edilerek üretilmiş olmalı. Yiyeceklerin ince bağırsaklar ve midede uzun süre kalarak yavaş hazmedilmelerinin iki faydası vardır: • Yavaş hazmedilen yiyecekler kan şekerini ve insülini yavaş yavaş yükseltirler. Bu nedenle, daha önce de birkaç kez vurguladığımız gibi çabuk acıkma hissi olmaz. Tokluk hissi uzun süre devam edeceğinden leptin hormonu devreye girer ve yağların yakıt olarak kullanılmasına olanak doğar. Bu insülin direnicinin kırılma noktasıdır! Bundan sonra da ara öğün olarak depo yağlarımızın kullanılması başlar. • Mide ve incebağırsaklarda besinlerin uzun süre kalması sonucu, mide ve bağırsaklardan salgılanan bazı hormonlar beynimize kıtlık içinde olmadığımızı, yeterli besinimizin bulunduğu mesajını iletir. Böylece tokluk hissi devam eder ve sık sık yeme ihtiyacımız oluşmaz." ‪#‎canankaratay‬.
 
ÇÖLYAK, MS, TİROİD, SEDEF, LUPUS, ROMATOİD ARTRİT GİBİ OTOİMMÜN HASTALIKLARDAN KORUNMAK İÇİN 10 ÖNERİ…
Bağışıklık sisteminin zarar görmesi çeşitli otoimmün hastalıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. ABD'nin en ünlü tıp merkezlerinden Cleveland Clinic Fonksiyonel Tıp Merkezi direktörü Dr. Mark Hyman çölyak, MS, tiroid hastalığı, sedef, lupus ve romatoid artrit gibi otoimmün hastalıklarla başa çıkmanın kolay olmadığını söylüyor. Dr. Hyman hastalıkların semptomlarıyla uğraşmaktan ziyade kökenini bulmaya çalışan fonksiyonel tıp felsefesine inanıyor ve kendi fonksiyonel tıp felsefesine uygun olarak bağışıklık sistemini güçlendirmek için yaşam tarzında bazı değişiklikler yapılabileceğini öne sürüyor.
Hyman'ın inflamasyonu önleyerek bağışıklık sistemini güçlendirmek için 10 stratejisi şöyle:
1- Gerçek yiyecekler yiyin, işlenmiş, paketlenmiş yiyeceklerden kaçının. Deniz balığı, beriler, yapraklı sebzeler, kuruyemişler Hyman'ın önerdiği yiyecekler arasında. İnflamasyonu azaltan, biberiye, zencefil, zerdeçal gibi bitkileri de tavsiye ediyor. İşlenmiş, rafine edilmiş pişirme yağlarından, soya, mısır, pamuk ve ayçiçeği yağlarından uzak durulmasını, bu yağların vücutta inflamasyona neden olduğunu söylüyor.
2- Vücudunuzda viral, bakteriyel ve mantar enfeksiyon olup olmadığının tespit edilmesi için tercihen fonksiyonel tıbba inanan bir doktora muayene olun.
3- Gıda alerjiniz olup olmadığının belirlenmesi için test yaptırın.
4- Gluten alerjisi olan çölyak hastalığı olup olmadığının belirlenmesi için test yaptırın.
5- Vücudunuzda ağır metal olup olmadığının belirlenmesi için tahlil yaptırın. Ağır metaller, örneğin cıva otoimmün sorunlara neden olur.
6- Sindirim sisteminizin düzgün çalıştığından emin olun. Dr. Hyman bağışıklık sisteminin % 60'ının bağırsağımızın tek hücre kalınlığındaki duvarının altında olduğunu açıklıyor. Bağırsaklarımızın sağlığını korumak için yararlı probiyotik bakteri içeren fermente yiyecekler yememizi tavsiye ediyor. Yoğurt, sauerkraut denilen lahana turşusu, kimchi ve turşu gibi yiyecekler probiyotik bakteri içerirler. Sebzelerdeki lifler de bağırsaklarımızdaki iyi bakterilerin gıdasıdır.
7- İnflamasyonla mücadele eden destekler kullanın. Hyman C ve D vitaminleri, balık yağı ve probiyotik takviyelerinin alınmasını tavsiye ediyor. Ayrıca üzüm çekirdeği ekstresi, rutin ve kersetin gibi bitkisel pigmentlerin de kullanılabileceğini belirtiyor.
8- Düzenli egzersiz yapın. Hyman egzersizin inflamasyonu azalttığını söylüyor. Mutlaka spor salonuna gitmek gerekmez, yürüyüş yapmak, bahçe bakımı veya sevdiğiniz herhangi bir aktivite yapılabilir diyor. Her ne yapılacaksa düzenli olarak her gün yapılması gerektiğini belirtiyor.
9- Stresi kontrol ederek kendinizi rahat bırakın. Hyman stresin bağışıklık sistemi üzerinde olumsuz etki yaparak kontrol edilemeyen inflamasyona neden olduğunu belirtiyor. Yoga, nefes egzersizleri, masaj gibi tekniklerden yararlanılabileceğini ekliyor.
10- Her gece 8 saat uyuyun. Uykusuzluğun metabolizmayı bozduğunu ve bunun da bağışıklık üzerinde olumsuz etkisi olduğunu belirtiyor.
Sözün özü: Bu tarz yazıları okuduğumuzda ülkemizde az sayıda da olsa, fonksiyonel tıbba inanan doktorlar olduğu ve hastalıklardan korunmanın yollarını anlatmaya çalıştıklarının farkında olarak onlara duyduğumuz şükran duygusu pekişiyor. Özellikle Prof. Dr. Canan Karatay'ın kitaplarını okuyarak sağlıklı beslenme ve yaşama yolculuğuna çıktığımız için ne kadar isabetli bir karar aldığımızı bir kez daha anlıyoruz. İlaç ve gıda endüstrisinin vagonuna binmemiş, semptomatik tedaviler yerine koruyucu tıbba önem veren, fonksiyonel tıp felsefesini benimsemiş bağımsız doktorlar iyi ki varlar.
Çeviri: Nurçin Çağlar
Kaynak:http://easyhealthoptions.com/10-steps-reduce-inflammation-stronger-immunity/
 
""Candida Albicans mantarı tüm hastalıkların sebebi olabilir

Herkesin vücudunda var olan Candida Albicans mantarı, depresyondan aşırı kilo alımına, kronik yorgunluktan egzamaya her türlü hastalığın altyapısında etkin rol üstlenebiliyor.

Normal koşullarda bağırsaklarda vitamin üreten bakterilerle dengede bulunan bir mantar çeşidi olan Candida Albicans mantarı, bağırsak duvarına yapışarak orada yaşıyor. Aşırı çoğalması ve yer değiştirmesidurumunda ise başta enfeksiyon oluştururken, ardından birçok hastalığın tetikleyicisi olabiliyor.

Candida Albicans mantarının insan bedenindeki sinsi bir ajan olduğuna dikkat çeken Biorezenans Uzmanı Dr. Sinan Akkurt, bir numaralı tetikleyicisinin aşırı antibiyotik kullanımı olduğunu vurguladı.

Bir numaralı tetikleyici aşırı antibiyotik

Gereksiz yere kullanılan antibiyotiklerin yanı sıra rafine un ve şekerin fazla tüketimi, bağışıklık sisteminin zayıflaması ve beslenme eksikliklerinin de bu mantar türünü çoğaltan etkenler olduğunu belirtti.

Un ve şekerden uzak durun

Candida Albicans mantarı ile doğrudan bağlantılı rahatsızlıklar arasında ağızda beyaz pamukçuk, aft, şişkinlik, bağırsak krampları, vajinal mantar, sık mesane iltihapları, adet sendromları, halsizlik, enerji kaybı, düşük libido, depresyon, konsantre olamama ve alerjileri sıralayan Dr. Akkurt, tedavi için öncelikle beslenme planının değişmesi gerektiğini vurguladı. Özellikle rafine un ve şekerden uzak durulması, kefir, turşu, yoğurt, ayran, lor peyniri, sarımsak, üzüm çekirdeği, keten tohumu gibi bağırsak florasını destekleyici gıdalar alınmasını öneren Dr. Sinan Akkurt, biorezonans metoduyla iki seansta tedavinin tamamlanabildiğini kaydetti.

SERDA KIVILCIM - BUGÜN GAZETESİ"

Kaynak: http://www.bugun.com.tr/candida-albicans-mantari-tu…/1081274
 
Neva Çiftçioğlu Banes‘ in yazısı:

“KENDİNİ iyi hisset” grubu kitaplar vardır. Her biri mutluluk telkinleri verir. Yazarın yaşadığı tecrübeye göre tavsiyeler değişir: “3 basamakta incecik olun”,“Başarılı olmak için çekirdek kurallar”, “Kanseri yenebilirsiniz”, “Para kazanma sanatı”, “Ailede huzur”... Böylece liste uzar gider. Kimi kitap okunduğunda içinde kaybolduğumuz karanlığa öyle bir ışık tutar ki bir ömür boyu unutulmaz; kimi daha yarılanmadan terk edilip bir daha kapağı açılmamak üzere bir kenara fırlatılır. Bu tür kitaplarda sunulan tavsiyeler genelde içimizdeki tek bir kilidi açmaya yöneliktir: Depresyon!

Peki, her hayal kırıklığı veya yaşamın getirdiği iniş çıkışlarından kaynaklanan üzüntü depresyon mudur?

Uzmanlar kişiden kişiye değişmekle beraber genel semptomları 9 madde halinde sıralıyor: 1. Uzun süren çaresizlik duygusu, 2. Hiçbir şeyden zevk alamama, 3. Sürekli yorgunluk hissi, 4. Yeme ve uyku düzeni bozuklukları, 5. Konsantrasyon bozukluğu, 6. Karamsarlıktan kurtulamama, 7. Agresiflik ve saldırganlık, 8. Kötü alışkanlıklarda huzur arama, 9. Vücutta sürekli yer değiştiren ağrı odakları.

Yok yok korkmayın! Yalnız değilsiniz. Öyle görünüyor ki ülkece çoğumuz depresyondayız. Depresyonda olmayanlar ise o kadar azınlıkta ki neredeyse çevremizde yüzünde tebessümle mutlu, sakin gezenlere kızıp ense köklerine birer tane patlatasımız bile var. Ardından da omuzlarından yakalayıp“Ekonomi bozuk, terör hortlamış, değerlerimiz yaralanmış, işsizlik tırmanmış, ayrımcılık ateşlenmiş, kıyılara ölü çocuklar vurmuş… Ve depresyonun ‘d’si sana uğramamış. Hâlâ nasıl gülebiliyorsun, kafayı mı yedin sen?” diye de çıkışasımız var. O şahıs yüzündeki gülücüğü hiç bozmadan çantasından bir kitap çıkarıp “Bu kitabı bir oku, sonra yine konuşalım” derse okur muyuz sizce? Yaşadığımız depresyondan dolayı sayfasını bile açasımız olmaz. Okuma özürlülüğümüzden dolayı kitap önermek yerine geçen hafta fırından çıkmış, taptaze bir bilimsel haberi özetleyerek sizlerle paylaşmak istedim bu hafta. Bahsedeceğim araştırma, hem kısa hem de önerdikleri yolla depresyonun silinip atılacağı konusunda yıllardır altı çizilen bir yöntemi yeniden gündeme getiriyor.

Aging and Mental Health adlı bilimsel dergide yayımlanan makalede Missouri Üniversitesi bilim insanları, “Depresyondan kurtulmak için hayatınızı zindana çeviren kişileri affedin” diyor. Evet, affetmek en büyük ilaç. Yutulması, hazmedilmesi belki de en zor olan ilaç. Düşünüyorum da bir katil, bir hırsız, bir yalancı, bir düzenbaz nasıl affedilir ki?

Sahi affetmekle kastedilen nedir? Besbelli ona (onlara) karşı duyulacak sevgiden bahsedilmiyor olsa gerek. Psikolog Dr. Robert Enright, kızgınlık ve nefrete harcanan enerjiyi yıkıma değil yapıma yönelik harcamayı“affetme” olarak tanımlıyor. “Birileri bir şeyleri yıkıyorsa misilleme olarak o kişiyi yıkmaya çalışacağınıza arkanızı o kişiye dönerek onsuz yeniden ve çok daha güzel bir inşaya vakit ve enerji harcamak en güzel ‘affetme’ yoludur” diyor. İnşa edilen o başarı ise düşmanın en büyük yıkımı oluyor genelde.

2007 yılında İran’da gerçekleşen bir olay bunun en güzel örneği: Abdollahdaha 18 yaşındayken arkadaşı Balal tarafından öldürülüyor. Abdollah’ın ailesi affetmediği takdirde Balal’ın idamına karar veriliyor. O gün sabaha kadar iki tarafın ailesinden de kimse uyuyamıyor. Gün ağardığında darağacında ilmek katilin boynuna geçirildiği anda Abdollah’ın annesi kalabalığı yararak yaklaşıyor,Balal’in boğazından ilmeği çıkarıyor, bağlı gözlerini açtıktan sonra gözlerinin içerisine bakarak suratına okkalı bir tokat patlatıp ağlayarak oradan uzaklaşıyor. Bir ananın bir evlat katilini nasıl olup da affettiği sorulduğunda “Başka bir ana daha evlat acısı yaşasın istemedim” diyor. Peki ipten dönen Balal’e ne olmuş diye araştırdığımda ciddi sağlık sorunlarına yakalanarak kısa sürede hastanelere düştüğü haberlerini buldum.

Bu duygusal olay bütün dünyada psikologlar tarafından aylarca konuşuldu. Bilinen ana gerçek: İnsanların yaşadıkları haksızlıkların yüreklerinde kin, nefret, hırs, intikam gibi tamamen vücudun hormon ve enzim dengelerini altüst eden duygulara sebep olduğu, bunun ise kanser, Parkinson, Alzheimer, cilt hastalıkları gibi birçok hastalığa davetiye çıkardığı. En azından hastalıklardan kurtulmak, gelebilecek hastalıklara engel olmak için affetmekte fayda var. Fakat bu “affetmek” biraz önce anlattığım Dr. Robert Enright’ın tanımladığı formatta olmalı (Bence dönüp birkaç kez okumakta fayda var). Affetmek affettiğini sevmek anlamına kesinlikle gelmiyor. Bu arada unutulmaması gereken asıl önemli bir detayı da göz ardı etmemeli. Bu detay, John F. Kennedy’nin bir sözünde özetlenmiş. 8 kelimeden oluşan bu sözün içerisinde çok derin anlamlar gizli: “Evet, düşmanını bile affetmelisin ama adını asla unutmamalısın!”

Kaynak: http://www.haberturk.com/yazarlar/neva-ciftcioglu-banes/1125330-depresyona-cozumler
 
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİMİZİ NASIL GÜÇLENDİRECEĞİZ?

DOĞAL AŞI VAR MIDIR?

Bu yılın Haziran ayında Gıda ve Davranış Araştırma, ‘FOOD and BEHAVIOR RESEACH’, grubunun bir üyesi olarak katılmış olduğum Edinburgh’daki toplantıda bazı öğrendiklerimi paşlaşmak istiyorum.

Merak bu ya, okudukca öğreniyor bazı temel bilgileri insan. Bu alanda uzman olmaya da gerek yok diye düşünüyorum, meraklı olma yeterli oluyor, her türlü bilgiye ulaşmaya …

Artık hepimiz biliyoruz ki, bağışıklık sistemimizin % 80’i (dost ya da düşman diye adlandırdığımız) barsak floramızdan kaynaklanmaktadır. Barsak floramızın ağırlığı 1.5 kg kadardır, ve dost bakterilerin oranı arttıkça bir çok hastalıklardan da korunmakta, ya da hastalanmış isek hastalığımız geçmektedir! Bu hastalıkların arasında, migren, MS, Parkinson, unutkanlık, depresyon, otizm spektrumu, öğrenme zorluğu, çocuklardaki dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, ALZHEİMER, gibi nörodejeneratif hastalıklar da, diğer kronik dejeneratif hastalıklar ve otoimmün hastalıklar da sayılmaktadır. Barsaklarımızın ikinci beynimiz olduğu da artık dile getirilmektedir.

İstanköy’de yaşayan HİPPOKRAT, MÖ. V yüz yılda: ‘Bütün hastalıklar barsaklarda başlar’ demiştir.

Altı-sekiz asır süre ile Avrupa Tıp Okullarının ana kitabı olarak okutulan, Tıp Kanunu Kitabını yazan 11’nci yüz yılda yaşamış büyük bilim adamı ve hekimi İBNİ SİNA da, sağlığımızın kaynağının barsaklarımız olduğunu söylemiştir.

19’uncu yüz yılda da, Nobel ödüllü Rus bilim adamı, biolog Elie Mechnikov da ‘ölüm barsaklarda başlar’ demiştir. Bu bağlamda, ABD ulusal Sağlık Enstitüsü de (NIH), 2008 yılında ‘Human Microbiome Project’ diye bir çalışma başlatmıştır. Microbiome, yani Sayın. Prof. Dr. Ahmet Rasim Ustanın da her daim bahsettiği gibi, barsak florasının taa kendisidir!

Microbiome’lar yani barsaklarımızda yaşayan dost organizmaların bir çok fizyolojik yararları bulunduğu gösterilmiştir. En başta, bağışıklık sisteminin sağlamlaşması, güçlenmesi, inflasmayonların önlenmesi, nörotransmitter’in yapımı, çeşitli vitaminlerin yapımı, besinlerin emilimi, açlık ve tokluk hislerinin oluşması, karbonhidrat ve yağların kullanımı gibi bir çok çeşitli fizyolojik faaliyetlerin barsak floramız tarafınfdan yürütüldüğü bilimsel olarak gösterilmiştir. Barsak floramızın fizyolojik etkileri sonucu, alerjik hastalıklar, astım, kanser, dikkat bozukluğu (ADHD), diabet hastalığı, metabolizmanın düzenlenmesi gibi bir çok hastalığın önü alınabilmektedir.

Basit ve oldukça kolay beslenme tarzı ile bu hastalıkları önlemek ise en kolay yöntemdir. Doğal sağlıklı, bozulmamış olan yiyeceklerde bulunan PROBİYOTİKLER’le beslenme ile barsaklarımızın dost bakterilerini artırmanın mümkün olduğunu da yıllardan beri biliyoruz.

BU nedenle yiyeceklerimizde bulunan ve sağlığımıza son derece faydalı olan, BİR KAÇ ÖNEMLİ ve CANLI PROBİYOTİKTEN KISACA BAHSETMEK İSTİYORUM:

1. LACTOBACILLUS PLANTARUM. Doğal bir şekilde fermentasyon yapılarak kurulmuş olan lahana ve diğer turşularda bulunur. Midemizde uzun süre kalan bağışıklık sistemimizi güçlendiren önemli bir canlı bakteridir. Ayrıca kronik, yani uzun süre devam eden mikropsuz inflamasyonu da önler, kontrol altına alır. Barsaklarımızın epitelini güçlendirdiği için, ‘leaky gut’ denilen geçirgen barsak sendromunu da önler.
LACTOBACILLUS PLANTARUM, proteinlerin çok çabuk hazmedilmesini sağlayan canlı bir bakteridir.
Bu nedenle gıda alerjilerinin önü de alınır. MS semptomlarını azaltır, yiyeceklerimizden Omega-3 yağ asitlerinin ve vitaminlerin emilini artırır.

Barsak florasında bulunan patojen bakterileri azaltarak, dost bakterilerin oranını yükseltir.

2. LACTOBACILLUS ACIDOPHILUS. Doğal fermentasyon ile üretilmiş olan yoğurt, yoğurt suyu, ayran, peynir, ‘whey’ denilen peynir altı suyu, ve kefirde bulunan canlı bakteri içeren PROBİOTİKTİR. Barsak florasında çoğalmış olan patojen bakterileri azaltır. Lactase enzimini üreterek, sütlü gıdaların hazmedilmesini kolaylaştırır. K vitaminin emilimini kolaylaştırır.

3. LACTOBACILLUS BREVIS. Doğal şartlarda fermente yapılmış, lahana ve turşularda bulunan diğer bir canlı probiyotik, bakteridir. ‘killer T’ hücrelerinin aktivitesini artırır. Bağışıklık sistemimizi güçlendirir.

4. BİFİDOBACTERIUM LACTIS. Canlı bakteri ile mayalanmış olan, yukarıda saydığımız bütün süt ürünlerinde bulunur. Sindirim sistemi hastalıklarını önlediği gösterilmiştir. Bağışıklık sistemini güçlü kılar.

5. BİFİDOBACTERIUM LONGUM. 32 türü bulunan bu bakterin, normal doğum sırasında, doğum kanalından yeni doğanlara bulaşan en önemli canlı bakterilerdir. Yeni doğanlarda, laktoz toleransını artırmaktadır. a. İshalleri önler, b. besin alerjilerini önler, c. patojen mikrobiomu inhibe eder, d. güçlü bir antioksidandır, serbest oksijen radikallerini organizmada azaltır, e. kan kolesterolünü dengeler.

Barsak florasının asiditesini azaltığı için, kolon kanseri riskini de azaltmaktadır.

SONUÇ:

Sağlıklı ve doğal fermentasyona uğramış yiyecekleri tüketirsek, % 80 oranında barsaklarımıza bağlı olan bağışıklık sistemimiz güçlenecektir. Bu nedenle sık sık hastalanmayız, hasta isek de daha çabuk iyileşiriz. Barsaklarımızda yaşayan bin bir çeşit dost bakteri, virüs, çeşitli mikroplar ve toksinlerle organizmamız en doğal bir şekilde savaşabilme imkanını bulacaktır.

Yapay hakiki besin içeriği olmayan gıdalar, şeker ve tatlılar, ekmekler ve her türlü unlu mamüller barsaklarımızda yaşayan dost bakterileri öldürür ve de patojen bakterilerin çoğalmasına neden olur. Şeker ve tatlılar ise patojen bakterilerin ana gıdasıdır.

Tahıllarda, yani un mamüllerinde, pirinç de dahil, aşırı oranda bulunan GLUTEN barsaklarımızda yaşayan dost bakterileri yok ettiği gibi, barsak hücrelerinin de geçirgenliğini artırarak, geçirgen barsak sendromuna neden olarak (LEAKY GUT) her türlü otoimmün hastalık riskini artırmaktadır.

Orijinal adı Grain Brain-TAHIL BEYİN adı ile, sn Hadiye Deniz Ülker tarafından tercüme edilerek dilimize kazandırılmıştır. Bu değerli kitabı tüm sağlıkcıların, anne, babaların, tüm beslenme uzmanlarının, sağlığına düşkün halkımızın okumalarını bütün kalbimle öneriyorum.

Tahıllar hangileridir: Başta tam buğday olmak üzere, arpa, yulaf, çavdar, pirinç grubu tahıldır. GLUTEN yüklüdürler.

Önemle vurgulamak isterim ki; bir çok beslenme listesinde yanlış olarak verilen BAKLAGİLLER ASLA TAHIL DEĞİLLERDİR!

Baklagilleri hatırlayalım: Başta yeşil, sarı, kırmızı mercimek olmak üzere, kuru fasülye, böğrülce, adı da üstünde bakla, barbunya gibi besinler BAKLAGİLLER BESİN GRUBUNDANDIRLAR. Otuza yakın türü bulunmaktadır. Doğal karbonhidrat, doğal yağ asitler, doğal mineral ve vitamin deposudurlar!

Alıntı

KAYNAKLAR:

1. Dr. David Perlmutter. Grain Brain. Little Brown and Co. New York 2013. Türkcesi: Tahıl Beyin. Pegasus Yayıncılık, 2015
ISBN 978-0-316 23480-I LCCN 2013940704
2. Dr. David Perlmutter. BRAIN MAKER.Pub. Yellow Kite.Great Britain, 2015
3. www.fabfoundation.org/fab-research
4. ‘Link between Microbes and obesity.
https://microbewiki.kenyon.edu/…/Lactobacillus_plantarum_an…
5. ‘NIH Human Microbiome Project Defines Normal Bacterial Makeup of the body’ U.S. National Library of Medicine. January 12, 2015,http://www.nih.gov.
6. http://www.nature.com/news/2006/061218.
7. Avıcenna’s Medicine. A New Translation of the 11th-Century Canon ofMedicine.www.HealingArtsPres.com 2013
8. Karatay CE. Karatay Diyeti’yle Beslenme Tuzaklarından Kurtuluş Rehberi. Hayykitap 2013 ISBN:978-605-5181-38-3
9. http://www.sciencemag.org/content/341/6150/1241214
 
Geç yatmanın zeka üzerine etkisi şaşırtıyor!

gec_yatmanin_zeka_uzerine_etkisi_sasirtiyor_h26082.jpg


Zekâ ve uyku arasında bağlantı kuruldu. London School of Economics‘in araştırması uyku ile zekâ arasında bağlantı kurdu.

Satoshi Kanazawa ve ekibinin yaptığı araştırmaya göre,IQ’su yüksek olanlar geceleri daha aktif oluyor ve bununla bağlantılı olarak geç yatağa giriyorlar.

Aksine zekâ düzeyi düşük olanlar ise erkenden yatakta olmayı tercih ediyor.

Türk uzmanlar da araştırmanın ilginç sonuçlarını şöyle değerlendirdi:

Satoshi Kanazawa ve ekibinin yaptığı araştırmaya göre, IQ’su yüksek olanlar geceleri daha aktif oluyor ve bununla bağlantılı olarak geç yatağa giriyorlar.

Aksine zekâ düzeyi düşük olanlar ise erkenden yatakta olmayı tercih ediyorlar.Türk uzmanlar da araştırmanın ilginç sonuçlarını şöyle değerlendirdi.

Dr. Sabri Derman (Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Uzmanı)

İlginç bir araştırma! üretken insanların daha geç yatmaya ve geç kalkmaya eğilimli oldukları uzun zamandır biliniyor.Öte yandan genetik olarak ebeveylerimizden bize özgü yatma/kalkma saatlerini ve uyku süremizi aldığımız da bilinen bir gerçek.Belki de üretken insanlar o nedenle toplumda 09.00-18.00 iş saatlerine uyamıyor,rutin emekten çok zeka gerektiren, ama esnek mesaili işlere eğilimli oluyorlar.

Prof. Dr. Hakan Kaynak (Nörolog ve Uyku Bozuklukları Uzmanı):

Geç uyuyanlar daha üretken, daha sanatçı ruhlu insanlar oluyorlar,diğerleri daha üretken,iş yaşamlarında daha çalışkan oluyorlar.Birisinin kafası akşam daha iyi çalışıyor, diğerinin gündüz çalışır.

Prof. Dr. Firuz Çelikoğlu (Doktorlar Merkezi Uyku Bozuklukları Direktörü)
Eğer az uyuyan bir kişi konsantre uykusunu kendisine göre organize ediyorsa sağlıklı bir uyku alıyordur.Uykunun süresi çok uzunsa, buna hipersomnia deniyor ve bu uyku bozukluğunun bir parçasıdır, eğer böyle bir durum varsa zekâ düşüklükleri görülür.

Ferhat Çalapkulu ( Türk Beyin Takımı Kaptanı)
Geç yatmamın sebebi; düşünmek ve çalışmak için daha sessiz bir ortam olması. Ortalama 5 saat uyuyorum.Genellikle 02.00-03.00 sıralarında yatıyorum. IQ’su yüksek insanların da uykuya daha az vakit ayırıp beyinlerini gece çok kullandıklarını düşünüyorum.

Emrehan Halıcı (Türk Zeka Vakfı Başkanı)
IQ’su yüksek olan insanlar dışarıdan gelen olaylara daha duyarlı insanlardır. Okumayı, yazmayı, düşünmeyi seven insanlardır. Geceleri değerlendirir ve geç yatarlar. Bu doğru bir tespittir.

- See more at: http://www.insanhaber.com/bilim-tek...i-sasirtiyor-h26082.html#sthash.TpJ7cVgG.dpuf
 
DOÇ. DR. OĞUZ ÖZYARAL:
“KURBAN ETİNİ SOĞUK SUDA YIKAMADAN KIYMA YAPMAYIN”
Kurban Bayramı dolayısıyla et tüketimine dikkat çeken Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. Oğuz Özyaral, kurban etinin yıkandıktan sonra kıyma yapılması gerektiğini belirterek, bayramın vazgeçilmezi olan kavurmanın da az miktarda sıvı yağla yapılmasını tavsiye etti.
Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. Oğuz Özyaral, kurban kesecek olanları etin uygun koşullarda saklanması ve tüketilmesi konusunda uyardı. Özyaral etin birkaç gün dinlendirildikten sona yenmesi gerektiğini, aynı gün yenecek etin, mutlaka buzlu suda bekletilip içindeki kan boşaldıktan sonra pişirilmesinin uygun olacağını söyledi.
Dondurucuda saklanacak etin porsiyonlar halinde saklanması tavsiye eden Oğuz Özyaral, kıyma yapılacak kurban etinin soğuk su ile yıkanıp temizlendikten sonra hazırlanmasının sağlıklı olacağını, et yerken de yanında mutlaka yoğurt ya da ayran tercih edilmesi gerektiğini belirtti.
“HAŞLADIĞINIZ KURBAN ETİNİ VE SUYUNU AYRI AYRI SAKLAYIN”
Özyaral, “Et ve et ürünleri çok kolay bozulan gıdalar arasında yer alır. Kurban Bayramında kesilen kurbanlığın etinin saklanması, ne zaman tüketilmesi gerekliliği çok önemlidir. Kesilen ve parçalara ayrılan kurban etin önce soğuk su ile yıkamalıyız. Et parçalara ayrıldıkça ve özellikle elle yapılan satır kıymaya dönüştüğünde üzerindeki mikrobiyal yük artacaktır. Temizlenmeden ve yıkanmadan etler kıyma haline getirilmemelidir. Özellikle de kurban etini mümkün olduğunca kavurmalı ya da haşlayıp suyunu ayrı, etini ayrı poşetlere koyup bu şekilde dondurmalıyız.”
“KURBAN ETİNİ DİNLENDİRMEDEN DONDURUCUYA KOYMAYIN”
“Kurbanlık etler doğrudan ve belli bir süre dinlendirmeden derin dondurucuya konulmamalıdır” diyen Doç. Dr. Oğuz Ozyaral, şunları söyledi: “Aksi takdirde lastik kıvamında sert bir etimiz olur. Bu nedenle kesim sonrası etin ısısının düşürülmesi, soğuması ve oda ısısına indirilmesi için içerisinde buz bulunan soğuk suda dinlendirilmesi gerekir. Bu esnada et içerisindeki kanı bırakacaktır. Birkaç kez tekrarlan bu işlemin sonunda, küvet ya da tencere içerisindeki soğuk suyun duru kaldığı görüldüğünde, etler artık kullanıma hazırdır. Eğer kavurma yapılacaksa parçalara ayrılan et yarım saat kadar üzerlerini sıvayacak kadar az miktarda zeytinyağı ve baharatla marine edilebilir. Buzdolabında marine etme süresi 6 ile 12 saat arasında değişebilir. Bu arada zeytinyağı etin yumuşaklığını sağlarken, özellikle kekik, kırmızıbiber, tane karabiber ve hatta tarçın gibi baharatta tadını zenginleştirecek, ete ayrı bir lezzet katacaktır. Taze etin hazmı güçtür. Kullanılan baharat gerek hazmı kolaylaştırması gerekse pişmesini sağlaması açısından son derece önemlidir. Hazırlanan et ve ciğer kavurmalar porsiyonlara ayrılıp, soğutulduktan sonra normal buzdolabı ısısında beş gün, derin dondurucuda ise üç ay kadar süre ile saklanabilir.”
“KAVURMA YAPARKEN FAZLADAN YAĞ KOYMAYIN”
Kurban Bayramı’nın vazgeçilmezinin kavurma olduğunu belirten Özyaral, kurban etini kavurma olarak değerlendirecek olanları da bilgiler verdi: “Kavurma yapacak olanlar kurban eti ile yapılan tüm yemeklerde olduğu gibi, etin kendi yağının yeterli olduğu bilerek mümkün olduğunca yağ ilave etmeden pişirsinler. Çok gerektiğinde ise sadece az miktarda sıvı yağ ilave edebilirler.”
“ETLERİ TEK PORSİYONLUK OLARAK DONDURUN”
“Parçalara ayrılmış olan etler ayrı ayrı buzdolabı poşetlerine konulmalı ve o şekilde derin dondurucuda saklanmalıdır” diyen Doç. Dr. Özyaral, “Çözündürülen etler derhal üç gün içerinde buzdolabı ısısında muhafaza edilmek kaydıyla tüketilmelidir. Çözündürülen etler yeniden yemek haline getirildiğinde ancak o zaman tekrar üç haftalığına derin dondurucuda saklanabilir. Hazırladığınız ürünleri etiketlemeyi ve üzerlerine tarih koyması asla unutmayın” şeklinde konuştu.
“ETİ YOĞURT İLE BİRLİKTE TÜKETİN”
“Kurban bayramında sürekli et yemenin sağlık üzerine bir etkisi var mıdır? Bu soru çok sorulur. Bu konuda Dünya Kanser Araştırma Derneği’nin bildiği üzere haftada 500 gramdan fazla et yemek sağlığı için tavsiye edilmez. Bu nedenle en sağlıklı et tüketimi 500 gram et ürününü haftanın günlerine bilinçli bir şekilde dağıtmak gerekiyor” diyen Özyaral, “Özellikle kalp hastaları ve kolesterol sorunu yaşayanların işi aşırıya götürmemeleri et ürünlerini ayran ve yoğurtla birlikte tüketmeye özen göstermelerini tavsiye ediyoruz. Önemli bir protein kaynağı olan et maalesef fazla tüketildiğinde ani tansiyon yükselmesine, beklenmedik karaciğer ve bağırsak hastalıklarına da yol açabilir. Ayran ve yoğurt tüketimi hazmı kolaylaştıracak, bağırsaklarda uzun süre etin emiliminin beklenmesini engelleyecek ve hızlı bir biçimde atılımı, boşaltımı sağlayacaktır” şeklinde konuştu.
“KUYRUK YAĞINA ALIŞIK OLMAYANLAR DİKKATLİ OLUN”
Doç. Dr. Oğuz Özyaral “Kuyruk yağı ve iç yağı, kalp-damar sağlığını tehdit eden ve kanserojen riskini arttıran yağ türleri olarak bilinmelerine rağmen bugün yapılan araştırmalara göre Amerikan Gıda ve İlaç Teşkilatı gençlik yıllarında yeterli miktarda kuyruk yağı tüketen insanlarda, yaşlılık döneminde eklem rahatsızlıklarına daha az rastlandığını belirtmiştir. Ancak bu alışık olmadığımız bu tip bir ürünü özellikle bayramda yemekle bağırsak florası dediğimiz vücudumuzda bizimle birlikte yaşayan iyi huylu ve faydalı mikroorganizmaların doğal yaşam şeklini bozacağından şiddetli isallere neden olabiliriz. Alışık olmadığımız gıdaların tüketimi ayrıca mide rahatsızlıklarına ve aşırı tüketimi de yüksek tansiyona neden olabilir” dedi.
Milliyet
 
Selenyum İçeren Yiyecekler

Selenyum, vücutta az miktarda bulunan temel bir mineraldir. Özellikle E vitamini ile birleştiğinde antioksidan olarak çalışır ve hücre yapısına zarar veren serbest radikallere karşı koruma sağlar. Vücudumuzda bulunan serbest radikaller hücre yapısı dışında DNA’ya zarar verebilir, kalp hastalıkları ve kanser türleri dahil olmak üzere çeşitli hastalıklara zemin hazırlar. Selenyum gibi antioksidanlar serbest radikalleri nötralize ederek zararlarını en az düzeyde tutar. Selenyum eksikliği çok sık görülen bir sorun olmamakla birlikte bazı kişilerde özel sağlık koşullarına, yetersiz beslenmeye ve bazı ilaçların kullanımına bağlı olarak yaşanabilir.

Selenyum Neden Önemli? Tiroit fonksiyonu için gerekli olan selenyum aynı zamanda sağlıklı ve güçlü bir bağışıklık sistemi için gereken mineraller arasındadır. Astım üzerine yapılan bir araştırmaya göre, 14 hafta boyunca düzenli olarak selenyum içeren yiyecekler tüketen veya selenyum takviyesi kullanan astım hastalarının daha az belirti gösterdiği belirlenmiştir. Bir diğer araştırma ise düşük selenyum seviyesinin çeşitli kanser türlerine yakalanma riskini arttırdığı ortaya koymaktadır. Bilim adamları selenyumun kanserli hücre oluşumu ile bağlantısı konusunda net bir bilgi sunmamakla birlikte yeterli miktarda selenyum alanların kansere yakalanma riskinin düştüğü bilinmektedir. Selenyum eksikliğinde görülen veya kötüleşen diğer hastalıklar şu şekildedir; damar sertliği, romatoid artrit ve erkeklerde kısırlık.

Selenyum İçeren Besinler
Bitkisel gıdalar selenyum bakımından zengindir ancak bir bitkinin ne kadar selenyum içerdiği yetiştiği toprakta ne kadar selenyum bulunduğuyla doğru orantılıdır. Aynı durum hayvansal gıdalar içinde geçerlidir. Yani bitkisel gıdaların ve hayvanların yetiştirildiği coğrafya, besin içinde bulunan selenyum miktarını belirler.

Aşağıda selenyum bakımından zengin yiyeceklerin bir listesini bulabilirsiniz. Ancak bu liste selenyum içeren gıdaların tam listesi değildir. Selenyum eksikliği yaşıyorsanız sizin sağlık koşullarınıza en uygun beslenme programı için bir uzmana danışabilirsiniz.

Brezilya Kestanesi: Brezilya’ya özgü bir kestane türü olan “Brasil nuts” selenyum bakımından en zengin besindir. 1 adet Brezilya kestanesi günlük selenyum ihtiyacının tamamından fazlasını karşılamaya yeter. Aynı zamanda fosfor ve bakır yönünden zengindir. Olumsuz yönü ise doymuş yağ içermesidir.

Ay Çekirdeği: 100 gram kavrulmuş ay çekirdeği günlük selenyum ihtiyacının %100’ünü karşılar. Fosfor, bakır, manganez ve E vitamini içeren ay çekirdeği yüksek kalori oranı nedeniyle dikkatli tüketilmelidir.

Balıklar: Ton balığı, pisi balığı, sardalye ve somon gibi balıklar ihtiyacınız olan selenyumu alabileceğiniz, et ürünlerine göre daha az yağ ve kolesterol içeren nispeten sağlıklı kaynaklardır. Örneğin, 100 gram yağı süzülmüş, diyet konserve ton balığı günlük selenyum ihtiyacının %115’ini karşılar.

Hindi Eti: Kavrulmuş, derisiz 100 gram hindi eti günlük selenyum ihtiyacının %46’sını karşılar. Hindi eti aynı zamanda B6 vitamini, fosfor, protein ve niasin bakımından zengindir. Olumsuz yönü yüksek kolesterol içermesidir.

Göğüs Tavuk Eti: 100 gram derisiz göğüs tavuk eti günlük selenyum ihtiyacının %39’unu karşılar. Fosfor, B6 vitamini, demir, niasin, potasyum bakımından zengin olan tavuk eti aynı zamanda yüksek kolesterol içerdiğinden kontrollü olarak tüketilmelidir.

Kırmızı Et: Sığır eti, ciğer ve kuzu eti selenyum bakımından zengindir ancak kırmızı et yüksek kolesterol içerdiğinden herkes tarafından tüketilmesi uygun olmayabilir. 100 gram kuzu ciğeri kızartması 116 mcg selenyum içerir ve bu miktar günlük ihtiyacın %166’sına denk gelmektedir.

Selenyum İçeren Diğer Besinler
  • Yumurta
  • Mantar
  • Esmer pirinç
  • Yulaf
  • Soğan
  • İstiridye
  • Sarımsak
  • Tahıllar
Önerilen Günlük Selenyum Tüketimi
0-6 Ay: 15 mcg
7-12 Ay: 20 mcg
1-3 Yaş: 20 mcg
4-8 Yaş: 30 mcg
9-13 Yaş: 40 mcg
14-18 Yaş: 55 mcg (E), 60 mcg (K)
19 Yaş Üstü: 55 mcg (E), 60 mcg (K)
Gebelik Dönemi: 60 mcg
Emzirme Dönemi: 70 mcg

Selenyum Eksikliği İçin Risk Grupları
Yazımın başında coğrafyanın toprakta ne kadar selenyum içerdiğiyle bağlantılı olduğunu belirtmiştim. Eğer bu mineral bakımından zayıf bir toprakta yetişen besinler (hayvansal veya bitkisel) tüketiyorsanız düşük ihtimal olmakla birlikte selenyum eksikliği yaşayabilirsiniz. Bunu dışında düzenli olarak işlenmiş gıda tüketenlerde (hazır yemekler, konserve gıdalar…) selenyum eksikliği görülebilir. Çünkü besinler işlendikçe içerdikleri mineral ve vitamin oranı azalır. Bazı ilaçlar selenyumun vücut tarafından işlenmesini olumsuz yönde etkileyebilir. Düzenli olarak ilaç kullanıyorsanız doktorunuzdan ilacın selenyum seviyesine etkisi hakkında bilgi alabilirsiniz.

Fazla Selenyum Zararlı mı?
Yetişkinler için günlük olarak önerilen selenyum miktarının (55 mcg) yaklaşık 9 katını almak (400 mcg) selenyum zehirlenmesine yol açabilir. Gıdalar yoluyla bu miktarda selenyum almak çok kolay olmamakla birlikte özellikle selenyum takviyesi kullananlar için selenyum zehirlenmesi ihtimali daha yüksektir. Fazla selenyumun ya da selenyum zehirlenmesinin belirtileri; saç dökülmesi, tırnaklarda beyaz noktalar, kronik yorgunluk, baş dönmesi, mide bulantısı ve sinir hasarıdır. Bazı raporlar uzun süreler yüksek oranda selenyum almanın cilt kanseri riskini arttırdığını ortaya koymaktadır. Uzmanlar bu olumsuz etkilerden korunmak için ihtiyaç duyulan selenyumun yiyeceklerden alınmasını tavsiye etmektedir. Herhangi bir sağlık koşulu nedeniyle selenyum takviyesi kullanıyorsanız çocukların ulaşamayacağı bir yerde muhafaza edin.
Alıntı
iyigelenyiyecekler.com
 
Tirod için doğal ne yapabilirim? Selenyum takviyesi işe yarıyor mu?
01/06/2014 SABUNAGACİ


Yaklaşık 10 yıldır tiroid hastası oldugumu biliyorum. İki haneli üst limite sahip AntiTPO değerlerim milyonları bulmuş durumda.

Bolca bitki çayları Coenzim Q10, Ginseng, Ginkgo Biloba takviyeleri alıyorum da Selenyumu yeni okudum. Paylaşmak istedim. Biraz hastalığa dair bilgi biraz dağarcık..

Buyrun, İstanbul’dan İyi pazarlar..

———————



Tiroid Nedir?

Tiroid bezi, boynun ön tarafında, gırtlağın alt hizasında, kelebek şeklinde bir organdır.

Her iki yanında ses telleri ile ilgili sinirler ve arkasında paratiroid bezleri bulunur.

Tiroid bezinde, gıdalarla alınan iyot kullanılarak, tiroid hormonları üretilir. Bunlar, T4(tiroksin) ve T3 (triiodotironin)’dür. Tiroid bezinde bunların dışında, kalsitonin denen başka bir hormon daha üretilir, bu hormon, kandaki kalsiyumun kemiklere alınmasında görevlidir.

Ancak tiroid hormonları denince genellikle kastedilen T4 ve T3’tür.

T4 ve T3’ün bir kısmı, kanda diğer maddelere bağlanır. Asıl etkili olan kısım bağlanmamış (Serbest – Free) olanlardır. Bu yüzden T4 ve T3 yerine, artık FT4 ve FT3 tetkikleri istenmektedir.

Vücudumuzdaki savunma hücreleri, anne karnından itibaren kendi hücreleri ile tanıştırılır. Böylece, mikrop gibi yabancı hücrelerle savaşırken, kendi hücrelerine zarar vermemesi sağlanır. Bazen, nedeni çok açık olmamakla birlikte, bazı iç ve dış etkenlerle (özellikle sigara, katkı maddeleri gibi…) hücrelerimizin kimliğinde değişiklikler olur. Değişen bu hücreler, savunma hücreleri tarafından yeni bir hedef hâline gelir. Bu tür hastalıklara, kendi kendine immün reaksiyon hastalığı anlamına gelen, “otoimmün hastalıklar” denir. Eklem ve kâlp romatizması, bu çeşit hastalıklardandır. Savunma hücrelerinin hedefi, tiroid hücreleri olursa, buna “otoimmün tiroidit” denir. Uzun süre, hastalığı ilk kez tarif eden Japon bilim adamının adı ile, “Haşimato tiroiditi ya da Haşimato hastalığı” olarak anılmıştır.

Genellikle eklem ve kâlp romatizması halkımız tarafından iyi bilinse de, ortalama her yüz kadından 13’ünü ve her yüz erkekten 3’ünü etkileyen “otoimmün tiroidit” pek bilinmez.

Savunma hücreleri hem doğrudan, hem de ürettikleri antikorlarla (TPOAb ve TgAb) tiroid hücrelerine saldırır.

TPOAb, tiroid hücresi içinde bulunan “tiroid peroksidaz” maddesine karşı üretilmiş antikordur. (Çok doğru olmamakla birlikte) bazen Anti-M antikoru olarak da anılır. TgAb, (tiroid hücreleri tarafından yapılan ve kan dolaşımına da geçen) “tiroglobulin” isimli maddeye karşı üretilmiş antikordur. Anti-T antikoru olarak da anılır. Özellikle TgAb, otoimmün tiroidit dışındaki bazı hastalıklarda da (nodüler guatr, Graves hastalığı gibi) yüksek bulunabilmektedir. Bu yüzden hastalığın teşhis ve tâkibinde, TPOAb daha önemli bir gösterge kabul edilir.

Hastalığın erken döneminde, tiroid hasarına bağlı olarak T4 ve T3’de genellikle bir miktar azalma görülür. Buna cevap olarak, beynin ortasında bulunan hipofiz bezi, tiroid bezini büyümeye ve daha çok çalışmaya sevkeden tiroidi uyaran hormon (TSH) üretimini arttırır. Tiroid bezi bir miktar büyüyebilir (guatr). Böylece T4 ve T3 miktarı normâle ulaşır (ötiroidi). Hastalık bu dönemde zaman zaman alevlenmeler gösterip, zaman zaman gerileyebilir. Alevlenme dönemlerinde hücre yıkımı artar ve genellikle TPOAb seviyesi yükselir. Hücre yıkımının arttığı dönemde, kana geçen tiroid hormonunda artış izlenebilir (bu döneme Haşitoksikoz da denir).

Kanda tiroid hormonlarının yükselmiş olmasına, tirotoksikoz denir. Eğer bu yükselmenin sebebi, tiroid bezinin çok çalışıp, çok hormon üretmesi ise, buna özel olarak hipertiroidi denir.



Bu geçici tiroid hormonu fazlalığını (tirotoksikoz), tiroid bezinin aşırı hormon üretimi yaptığı diğer hâllerden (hipertiroidi) ayırmak gerekir. Eğer bu ayırım yapılamazsa, istenmeden tiroid bezine zarar verilebilir. Oysa otoimmün tiroidit hastası zaten tiroidini kaybetmekte olduğundan, her gramın önemi büyüktür.

Hastalık ilerledikçe, hasar gören hücreler çoğalır, artan TSH’a rağmen, T4 ve T3 azalmaya devam eder. Buna bağlı olarak, tiroid hormonu yetersizliği (hipotiroidi) belirtileri ortaya çıkar. Bunlar:

Erken dönemde:

* Hâlsizlik,

* Zihnî faaliyetlerde azalma (unutkanlık, uykuya meyil),

* Kas ağrıları ve kramplar, eklem ağrıları,

* Aşırı üşüme,

* Kabızlık,

Kuru cilt, saç tellerinde incelme, tırnaklarda incelme ve kolay kırılma,

* Adet düzensizliği ve belki kısırlık/düşük…

Geç dönemde:

* Konuşmanın ağırlaşması, yavaşlaması, seste kalınlaşma,

* El-yüz ve ayaklarda ödem (şişlik),

* Tat ve koku almada azalma,

* Kilo alma (çok nadir kilo kaybı da olabilir),

* Cilt renginde solukluk/sararma,

* Kaşların yan taraflarında incelme hatta dökülme,

* Dilde kalınlaşma,

* Nabızda yavaşlama…

Sıklıkla hasta, hastalığının farkına ancak bu dönemde varır.

Otoimmün tiroidit hastalarının % 95’ten fazlası, hücre harabına bağlı olarak, tiroid bezini tamamen kaybeder ve kalıcı tiroid hormonu yetersizliğine girer. Tiroid bezi küçülür ve zamanla kaybolur. Bu dönemde hastalık özel bir isimle, atrofik tiroidit olarak anılır. Bu hastaların ömür boyu tiroid hormonu hapı kullanması gerekir.



Otoimmün tiroidit’in, kadınlarda, doğum sonrası görülen özel bir şekline, doğum sonrası (postpartum) tiroidit adı verilmiştir. Hamilelik yaşamış her 100 kadından ortalama 7’sinde görülür. Ancak bir kez bu atağı yaşamış kadınların ortalama % 70’i, ikinci hamileliklerinde de aynı atağı yaşamaktadırlar.

Otoimmün tiroidit çocukluk döneminde de başlayabilir. Fakat hastalık, en sık 45-65 yaş arasında fark edilmektedir. Kadınlarda, erkeklere oranla (4-5 kat) daha sık görülmektedir. Ailesinde otoimmün hastalık (özellikle otoimmün tiroidit) olan kişilere özel dikkât gösterilmelidir. Ancak hastalık genellikle tamamen ırsî nedenlerle değil, muhtemelen, yatkınlığı olan kişilerde, çevresel etkenlerle başlamaktadır. Çalışmalar, hücrelerimize etki eden bazı yabancı maddelerle, hücrelerimizin yapısının, dolayısıyla kimliklerinin değiştiğini, bunun da savunma hücrelerimizi şaşırttığını düşündürmektedir.

(Çocuklukta baş ve boyuna radyoterapi almış kişilerde, amiodarone, interferon alfa, interferon beta, interlökin-2, G-CSF denen ilâçların, otoimmün tiroidit’i tetikleyebildiği bilinmektedir ve bu tedavilerden birini görmüş hastaların, hekimlerine muhakkak bu konuda bilgi vermesi gerekir.)

Otoimmün tiroidit hastalarında, bu hastalıkla beraber, diğer bazı otoimmün hastalıklar da bulunabilir. Hastaların bu açıdan da araştırılması, erken teşhis ve tedavi açısından yararlı olur.



Otoimmün tiroidit ile beraberliği sık görülen hastalıklar:

B12 vitamini eksikliği – Pernisiyöz anemi: (Ortalama her 3 hastadan birinde görülür.) Bazı antikorların etkisi ile, gıdalarla alınan B12 vitamini, bağırsaklardan emilemez ve kana geçemez. Uzun süreli B12 eksikliğinde, ağız/dil yaraları, ishal, his kaybı, dengesizlik ve nihayet sinir hücrelerinde kalıcı hasar görülür. Ayrıca bu hastalarda “kansızlığın önemli bir nedeni” de, B12 vitamini eksikliğidir. Bu yüzden her otoimmün tiroidit hastasının (sabah açken) kandaki B12 vitamini seviyesinin ölçümü yapılmalıdır. Tedavide (ağızdan alınan B12 vitamini büyük ölçüde emilemediği için), “iğne ya da çok yüksek dozlu özel haplar”ın kullanılması gerekebilir.

Sjogren (jögren) sendromu: (Ortalama her 3 hastadan birinde görülür.) Ağız-göz kuruluğu izlenir. Göz kuruluğunun ilk belirtileri batma, yanma hissi olabilir. Tükürük salgısının azalmasına bağlı olarak (özellikle kraker gibi kuru) gıdaların yutulmasında güçlük olur. Tükürüğün azalmasına bağlı olarak özellikle dişeti çizgisine yakın çürüklerin olması, Sjogren sendromunu düşündürmelidir. Bu hastaların zaman zaman kulak önündeki tükürük bezinde (parotis) şişmeler olabilir.



Myasthenia Gravis: Yüzde, özellikle göz çevresindeki adalelerde zayıflık izlenir. Daha çok göz çevresindeki kasların zayıflamasına bağlı olarak, mimiklerde azalma, çift görme, göz kapağında düşüklük, hatta yutma güçlüğü gözlenebilir. Genellikle kas kullanımı arttıkça (bir diğer ifade ile sabahtan akşama) bu bulgularda artış olur.

Celiac (çöliak) hastalığı: Bir bağırsak ve emilim hastalığıdır. Uzun süreli ishâl, hazımsızlık, gaz, bazen kilo kaybı görülür. Bununla beraber “hâlsizlik, kansızlık, kemik erimesi, adet düzensizliği/kısırlık, dişlerin dış kesiminde zayıflık ve sinir sistemi hastalıkları da (sara gibi)” görülebilir.

Astım.

Vitiligo: Vücudun belirli alanlarında cilt renginin yer yer açıldığı hastalıktır.

Böbreküstü bezi yetmezliği.

Ayrıca otoimmün tiroidit ile Graves hastalığı arasında geçişler de bilinmektedir. Graves hastalığı da bir tiroid hastalığıdır. Bu hastalıkta, tiroid bezini “çok çalışmaya ve büyümeye” teşvik eden antikorlar vardır. Yâni gene bir otoimmün tiroid hastalığıdır fakat, otoimmün tiroidit’in aksine, tiroid hormonu üretiminde artış (hipertiroidi) sözkonusudur. Graves hastalığında da bazen, antikor (özellikle TgAb) yüksekliği olabilir. Bu yüzden, (özellikle Haşitoksikoz dönemindeki) otoimmün tiroidit hastalarına bazen, yanlışlıkla Graves hastalığı teşhisi konduğu olur. Graves’de hormon üretimi artmıştır. Oysa Haşitoksikoz’da, üretim artmaz, hormon yükselmesinin sebebi, ölen hücrelerin içindeki hormonun kana boşalmasıdır ve (genellikle 6-9 ayı geçmeyen) geçici hormon yüksekliği söz konusudur. Bu hastalarda hormon seviyesi zamanla normalin de altına düşer. Nasıl olduğu bilinmese de, bu iki hastalık arasında geçişler olabilmektedir.

Otoimmün tiroidit hastalarında bazı tiroid tümörlerinin, diğer insanlara oranla biraz daha sık görülebildiğine dair işaretler vardır. Bu yüzden, otoimmün tiroidit hastasındaki tiroid nodüllerinin (yumrularının) tâkibinde büyük fayda vardır.

Teşhis:

Otoimmün tiroidit hastalığı, içinde bulunulan evreye göre çok farklı belirtiler ve tetkik sonuçları ile karşımıza çıkabilmektedir.

Erken dönemde hastalarda en sık belirti, boğazda sıkışma hissidir. Anlatıldığı gibi erken dönemde tiroid bezinde bir miktar büyüme (guatr) olsa da, genellikle bu, solunum yoluna baskı yapacak boyutta olmaz. Sıkışma hissinin nedeni bu yüzden çok açık değildir ve kaygı vermemelidir.

Hastalığın tâkîbinde, FT3, FT4, TSH, TPOAb ve TgAb tetkiklerinin düzenli aralıklarla yapılması önem taşır. Hastaların ortalama % 90’ında TPOAb, % 40’ında TgAb yüksek bulunur. (TPOAb, otoimmün tiroidit teşhisinde ve tâkibinde daha önemli bir göstergedir.)

Tiroid hormonlarının aşırı yükseldiği durumlarda (tirotoksikoz),

* Çarpıntı, titreme, sıcak basması, aşırı terleme,

* Kilo kaybı,

* Sinirlilik,

* Adet düzensizliği,

* Yersiz ağlama eğilimleri görülebilir.

Özellikle yaşlılarda, kâlp hastalarında, tiroid hormonları ve TSH’ın daha yakından tâkîbi, hayâti önem taşır.

Tecrübeli hekimler tarafından yapılan tiroid ultrasonu (USG), hastalığın teşhisi, evrelendirme ve tedaviyi yönlendirme açısından önem taşır. Ortalama her 2 kişiden birinde, tiroid bezinde nodül (yumru) varlığı bilinmektedir. Nodül, başlı başına, ayrı bir hastalıktır. Bu nodüller, genellikle “iyi huylu adenom”lardır. Adenomların bazısı, çok çalışan “toksik/sıcak nodül” olarak isimlendirilir. Bazı nodüller ise, çalışmayan “soğuk nodüller” olabilir. Bazı nodüllerin içinde kanser gelişimi olabilir. Bu açıdan soğuk nodüller daha risklidir.

Kanserleşme açısından daha riskli görülen nodüller şunlardır:

* Tek nodül (çok sayıda nodüle oranla daha risklidir),

* Orta hattaki (isthmus denen kısımdaki) nodüller,

* Soğuk nodüller,

* Hızlı büyüyen nodüller (not: bazen çarpma, elle muayene vs. sonucu tiroid içinde kanama olabilir ve “saatler içinde gelişen şişlik”, hastalarda kaygı uyandırabilir. Hematom denen kan dolu şişliğin, nodül ile ilgisi yoktur. Ancak kanamanın nedeni açısından tetkik yapılması uygun olur.)

* Çevreye yapışıklık gösteren nodüller,

* Özellikle ileri yaşlarda birden bire beliren nodüller,

* 4 cm’den büyük nodüller,

Tiroid nodülü, kendi başına, ayrı bir hastalıktır. Otoimmün tiroidit hastalarında nodül olup olmadığı araştırılır. Nodül varsa, nodülün tâkip ve tedavisi ayrıca yapılmalıdır.

Otoimmün tiroidit hastalarında, hücre hasarı ve yara dokularının iç içe olması, ultrason’da bazı yanıltıcı görünümlere sebep olabilir. Bazen nodüle benzeyen hücre kümeleri, yalancı nodül olarak karşımıza çıkar. En tecrübeli hekimlerin bile ayıramadığı görüntüler olabilir. Bunların yakın tâkîbi, bu açıdan önemlidir. Yalancı nodüller değişik yerlerde belirip, kaybolabilir. Farklı ultrason raporları bu yüzden hastalarda güvensizlik duygusu uyandırmamalıdır. Özellikle bu raporların dosyalanıp, büyüme eğilimi olan yapıların dikkâtle incelenmesi gerekir. Bunların gerçek nodül olma ihtimâli yüksektir. Ultrasonun aynı hekim tarafından ve aynı cihazla yapılması bu açıdan faydalı olabilir.

Tiroid sintigrafisi’nde “düşük düzeyli ve dağınık aktivite tutulumu” tipiktir. Ancak çok farklı görünümler de olabilir. Özellikle, tiroid bezinin çok çalışıp – çok hormon ürettiği (hipertiroidiye yol açan) hastalıklarla, haşitoksikoz denen durumun ayrımında sintigrafi faydalı olabilir. Çünkü haşitoksikozda T4, T3 yüksekliğinin sebebi, tiroidin çok çalışması değil, ölen hücrelerden dolaşıma anîden boşalan hormonlardır. Otoimmün tiroiditte tiroid bezi, bilâkis daha az çalışmaktadır. Sırf bu ayırım yapılamadığı için tiroidi alınan ya da tiroid küçültücü radyoiyot tedavisi verilen hasta sayısı hiç de az değildir. Bu da zaten tiroidi küçülmekte olan hastaya, ikinci bir darbe olmaktadır. Ancak çok nadir durumlarda, otoimmün tiroidit hastaları için de bu tedavilere gerek duyulabilir.

Tiroid sintigrafisi çekilmeden en az 3 hafta önce, (hayâti bir gereklilik yoksa) tiroid hormonları kesilmelidir. Tiroid hormonu hapları (levotiron, tefor, euthyrox…) kesilmeden yaptırılan tiroid sintigrafisi, sıklıkla yetersiz sonuç verir. Çünkü, dışarıdan alınan tiroid hormonunun etkisi ile (sanki vücuttaki tiroid hormonu üretimi artmış gibi) TSH düşer, tiroid bezi az çalışmaya başlar. Bu da sintigrafide tiroid bezinin olduğundan daha zayıf gözükmesine, bazı küçük nodüllerin seçilememesine neden olabilir. Hamilelere tiroid sintigrafisi çekilmez.

Otoimmün tiroidit hastalarında bazı tiroid tümörleri, diğer insanlara oranla biraz daha sık görülebilmektedir. Bu yüzden, otoimmün tiroidit hastasındaki nodüllerin tâkibinde büyük fayda vardır.

Bazen, şüpheli nodüllerden iğne ile parça alınması (FNA – ince iğne aspirasyon biyopsisi) ve mikroskop altında inceleme gerekebilir.

Ultrason, sintigrafi ve diğer kan tahlillerinin hiçbirisi, nodülde tümör olup olmadığı konusunda yüzde yüz güvenli bilgi veremez.

İğne biyopsisinde de, iğnenin ucuna denk gelen hücreler incelenebildiğinden, yanılma payı vardır. Ayrıca bazı tümörler iğne biyopsisi ile tanınamaz. Biyopsiyi yapan hekim ne kadar tecrübeli olursa olsun, özellikle içi sıvı dolu (yâni kistik) nodüllerden yeterli hücre çekilemeyebilir ve biyopsi sonucu “yetersiz” gelebilir. Bu durumda biyopsinin, ultrason eşliğinde tekrarı gerekebilir. Ancak bunlar hastaları telâşlandırmamalıdır. Nadiren görülen bu durumlarda sonuç büyük oranda (ortalama % 92) “iyi huylu nodül” ile uyumlu gelmektedir.

Otoimmün tiroidit hastalarında, sık görülen diğer otoimmün hastalıkların olup olmadığı da araştırılmalıdır. Özellikle kandaki B12 vitamini düzeyinin kontrolü, göz kuruluğu varsa göz hekimi tarafından tâkîbi, hastanın kalıcı hasarlardan korunması açısından son derece faydalı olabilir.

Tiroidinde nodülü olan hastaların, ailesinde kanser (özellikle tiroid kanseri) olan hastaların, başka hastalığı olanların, bunlar hakkında hekimini muhakkak bilgilendirmesi gerekir.

“Tiroidde nodül, vücutta (özellikle yüzde) kıllı benler, meme/rahim ya da yumurtalıkta kitle, sindirim kanalında polip denen çıkıntıların” olduğu son derece nadir bir hastalık bilinmektedir. Cowden sendromu denen hastalıkta, bunlardan birkaçının yakalanması, diğerleri için tedbir alma imkânı getirebilir. Bu açıdan her detay muhakkak göz önünde tutulmalı ve hekim bilgilendirilmelidir.

Otoimmün tiroidit teşhisi konmuş hastaların, çocukları, kardeşleri gibi yakın akrabalarının da (özellikle kız çocuğu, kız kardeş, anne, hala, teyze,…) incelenmesinde fayda vardır.

Tedavi:

Otoimmün tiroiditte yakın zamana dek bilinen tek tedavi şekli, azalan tiroid hormonunun, hormon hapları ile (levotiron, tefor, euthyrox…) takviyesinden ibaretti.

Tiroid hormonu yetersizliği olan hastada, tiroid hormonu takviyesi kaçınılmazdır. Ancak, hastalığın erken dönemlerinde de (henüz hormon yetmezliği başlamamış olsa bile), düşük dozda tiroid hormonu verilmesinin faydalı olduğu bilinmektedir. Tiroid hormonunun dışarıdan alınması, tiroid bezinin dinlenmesine vesile olduğu için, tiroid bezi daha az çalışmakta, bu sâyede yıkım da bir miktar yavaşlamaktadır.

Tiroid hormonu, hap şeklinde, sabahları aç karnına alınmaktadır. Eskiden hayvansal kaynaklı ilaçlar denenmiş olsa da, şu an satılan hapların çoğu sentetiktir (hayvansal değildir). Yurt dışında hâlâ bazı hayvan kaynaklı ilaçların reklamı yapılmaya çalışılsa da, insana yabancı maddelerin, zaten duyarlı hâle gelmiş savunma hücrelerini büsbütün uyarma riski çok yüksektir. Ve bu hormonlar (iddia edilenin aksine) insan hormonu ile aynı değildir.

İlacın dozu, hastanın şartlarına, hormon durumuna göre (TSH, FT3, FT4) ayarlanır. Bu da hastanın düzenli aralıklarla hormon tetkiki yaptırmasını gerektirir. Özellikle kilo alıp vermeler, mevsim değişiklikleri, enfeksiyonlar, hormon düzeylerini etkileyebilir. Günde yarım tablet ilâç kullanan hastanın bir süre sonra hipotiroidi bulguları başlayabilir ve ilâcı bir tablete çıkarması gerekebilir. Hastanın, hormon düzeyinin normâl olduğu (ötiroidi) hâlini yakından tanıması ve bunun dışında bulgularla karşılaştığında, (kontrol zamanı gelmemiş olsa bile) hekimine başvurması gerekir.

Tiroid hormonu takviyesi, hastanın (zaten sahip olması gereken) “normâl” hormon düzeyine ulaşması için yapılır. Hormon düzeyi normâl seviyede olduğu müddetçe, bu ilâçların ciddi bir yan etkisinin olmaması beklenir. Yine de, böyle bir durumun ortaya çıkması hâlinde hekime danışılmalıdır. (İlacın fazla gelmesi sonucu kandaki hormon seviyesinin uzun süre yüksek seyretmesi, kemik erimesine yol açabilir.)

Yakın zamana dek, otoimmün tiroidit’te, otoimmün savaşı baskılayan herhangi bir tedavi şekli bilinmiyordu. İlk kez 2002 yılında, Alman profesör Roland Gartner’ın yaptığı bir çalışma ile, “selenyum” verilen hastaların önemli bir bölümünde TPOAb seviyesinin düştüğü gösterildi. Bu, öyle büyük ilgi gördü ki; dünyanın en çok satılan tıp kitaplarında (CMDT gibi) hâlâ kaynak olarak gösterilmektedir.

2004 yılında Yunan profesör Leonidas Duntas tarafından yapılan çalışma ile, selenyum’un etkisi bir kez daha gösterildi.

İlk araştırmacılar, tedavinin daha çok “selenyum eksikliği olan kişilerde” etkili olduğunu düşündüler. Oysa:

– Bu araştırmalara katılan hastaların çoğunun kanında selenyum eksikliği olmadığı hâlde, tedavi sonrası TPOAb değerleri düşmüştü.

Ayrıca selenyum tedavisi sırasında, hücre direncinin artmasından öte, antikor düzeyleri düşmekte idi. Bu da, selenyum tedavisi ile hücrelerin kuvvetlendiğinden çok, savunma hücrelerindeki antikor üretiminin baskılandığını düşündürmekteydi.

– Son olarak, selenyum eksikliğinin önlenmesi ve selenyuma bağımlı maddelerin maksimum düzeyde çalışabilmesi için günlük 70 mikrogram selenyum yeterli iken, hiçbir araştırmacı 200 mikrogramdan daha düşük dozda selenyum tedavisi denememişti.

2003 yılında Dr. Ömer Türker tarafından başlatılan bir çalışma ile, günlük 100 mikrogram’lık dozla bile antikorların baskılanamadığı, selenyumun ancak daha yüksek dozlarda etkili olduğu gösterildi.

Böylece, selenyum tedavisinin, “eksikliği olan hastaları doyurarak” değil, muhtemelen “savunma hücrelerini baskılayarak” etki ettiği gösterilmiş oldu.

Avrupa “Endokrinoloji Dergisi”nde yayınlanan ve Avrupa Tiroid Birliği (ETA) Kongresi’nde sunulan çalışma, bu konuda “ülkemizin ilk, dünyanın 4. ve en geniş araştırması” oldu. Dokuz ay boyunca derginin “en çok okunan makalesi” olan çalışma, aynı zamanda Amerika’nın resmi internet sitesi MedlinePlus’da, bu konuda kaynak olarak gösterilen tek çalışma oldu.

Bu çalışmanın ardından, Yunan ve İtalyan araştırmacıların yaptıkları çalışmalarla, selenyum tedavisinin uzun süreli etkisi teyyid edildi.

Hattâ Türk hekimlerin ardından, İtalyan araştırmacılar da, “selenyum’un hamilelik döneminde bile etkili olduğunu ve tedavi ile (otoimmün tiroidit’in hamilelik sonrası görülen özel bir formu olan) pospartum tiroidit görülme oranının azaldığını” gösteren bir çalışma yayınladılar.

Selenyum, gıdalarla aldığımız, vücudumuzun ihtiyaç duyduğu bir element, bir çeşit mâdendir. Selenyumun astım, romatoid artirit, vitiligo gibi pekçok hastalıkta faydası bilinmektedir. Vücudumuzda, “sağlıklı çalışması için selenyuma ihtiyaç duyulan” en az 30 çeşit protein tanımlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)nün de içinde olduğu pek çok kaynak, her insanın, günlük 40-70 mikrogram civarında selenyum alması gerektiğini bildirmektedir. Otoimmün tiroidit tedavisinde erişkin bir hasta için kullanılan günlük ortalama doz ise, 200 mikrogram kadardır. Yâni tedavinin özü, zaten hergün gıdalarla almamız gereken doğal bir mâden’in, biraz daha yüksek dozda alınmasından ibârettir.

Selenyumun bu dozda ciddi bir yan etkisi beklenmez. Nadiren hazımsızlık veya bulantı olabilir.

Amerika’nın resmi sağlık sitesi MedlinePlus da, erişkinler için günlük dozu (RDA) 80-200 mikrogram, maksimum günlük dozu ise, 400 mikrogram olarak belirtmektedir.

Selenyum, tiroid bezine karşı oluşan savaşı baskılamak için kullanılır. Bu arada tiroid hormonu tedavisi kesilmemelidir.

Otoimmün tiroidit tedavisinde, tiroid hormonlarının düzenli aralıklarla kontrol edilmesinin ve özellikle nodül varsa ultrason tâkibinin önemi büyüktür.

Bu hastalığa eşlik eden diğer otoimmün hastalıkların tedavisi (pernisiyöz anemide B12 vitamininin iğne vs. ile takviyesi, Sjogren sendromunda göz damlaları ile göz kuruluğunun tedavisi gibi…) ilgili hekimlerce tâkîb edilmelidir.

KAYNAK

Uzman Dr. Ömer TÜRKER

http://www.tiroidim.com
 
Dr. Mitchell Gaynor: Kansere Karşı "Üç Mineral" Size Yeter!

kasim31res_gaynor.jpg

Dr. Mitchell Gaynor
Dünya'nın en önemli kanser uzmanlarından Dr. Mitchell Gaynor'a göre; vitaminlerin yardımcıları olarak kabul edilen minerallerden;"kalsiyum", "selenyum" ve "çinko"; kanserle savaşın baş aktörleridir.

Mineraller olmadan, insan organizmasının çalışması hayal bile edilemez. Damarlarınızda yol alarak, hücreden hücreye dolaşıp, hayati önemdeki enzimatik tepkimeleri harekete geçirir. Genellikle vücut hiyerarşisi içinde, "vitaminler"den sonra gelen "ikinci sınıf vatandaşlar" olarak görülürler. Ancak her şey böyle değildir.Kalsiyum olmasaydı, kemiklerinizi ayakta tutmak için ne kullanacaktınız? Ya da çinko olmasaydı, bağışıklık sisteminiz ne hale gelirdi? Bu liste uzayabilir. Kanserle mücadelede ise, koruyucu rollerinden ötürü öne çıkan üç mineral türü var. Bunlar, "kalsiyum", "çinko" ve "selenyum".

KALSİYUM: "KOLON KANSERİ"Nİ KOVAR

Araştırmalar gösteriyor ki, sütün yüksek miktarda içerdiği kalsiyum, insan hayatı için büyük önem taşıyor. Sadece kemiklerin bileşenlerini oluşturmanın dışında, kalp ritmini düzenlemede, deri ve kas sağlığında, enerji üretiminde, kanın pıhtılaşmasında, sinir sisteminin ve bağışıklık fonksiyonlarının çalışmasında da büyük etkisi bulunuyor.

Sebze eksiği olan bir beslenme düzeni, kalsiyum eksikliklerine neden olabilir. Kalsiyumun emilimini engelleyen fosfordan bol miktarda içerdiği için, aşırı kola tüketimi de, bu mineralin eksikliğine yol açar. Araştırmalar, kalsiyumun, kolon kanseri riskini büyük ölçüde azalttığını ortaya koyuyor.Kalsiyum, kolon kanserine neden olan safra kesesi asitlerinin yayılmasını engelleyerek; zarar verici özelliklerini ortadan kaldırıyor.

ABD'de yapılan bir araştırmada, kalın bağırsaklarında polipleri(tümöre dönüşebilecek, küçük doku kabarıklıkları) ameliyatla alınan bir grup hastaya, altı ay boyunca, günde 1-2 gram kalsiyum verildi. Aynı durumdaki başka hastalara ise, kalsiyum verilmedi. Sonuçta kalsiyum verilmeyen hastaların, %55'inde poliplerin yeniden oluştuğu gözlendi. Kalsiyumun kansere karşı koruyucu etkisine dair birçok araştırma yapıldı. Düzenli kalsiyum alan kanser hastalarının, yaşam süresinin uzadığı da biliniyor. Yılda yaklaşık 50 bin insan, kolon kanseri nedeniyle hayatını kaybediyor. Eğer kalsiyum desteğine gerekli önem verilirse, bu sayının düşeceğine kesin gözüyle bakmak yanlış olmaz.

KALSİYUM: HANGİ GIDALARDA VAR?

Süt, peynir, yoğurt ve diğer süt ürünleri, kalsiyum açısından oldukça zengindir. Turp, yeşil yapraklı sebzeler, sardalye, som balığı ve soya peyniri de, önemli kalsiyum kaynaklarıdır. Kolon kanserine karşı en etkili olan kalsiyum çeşidi ise, istiridye kabuğundaki kalsiyum karbonattır. Ancak hazmetmesi zor olduğu için, bunu tüketmek pek tavsiye edilmiyor.

kasim31res.jpg

KALSİYUM: NE KADAR ALINMALI?

6 aya kadar 400 mg
1 yaşına kadar 600 mg
1-5 yaş 800 mg
6-10 yaş 800-1200 mg
11-23 yaş 1200-1500 mg
Kadınlarda 25-50 yaş 1000 mg
Kadınlarda hamilelik ve emzirme dönemi 1200 mg
Kadınlarda menapoz sonrası 1000-1500 mg
Erkeklerde 25-65 yaş 1000 mg
65 yaş üzeri tüm erkek ve kadınlar 1500 mg

ÇİNKO EKSİKLİĞİ: KANSERİ DAVET EDİYOR

Vücut, hücrenin yapıtaşları; RNA ve DNA ile insülin üretimi için ve ayrıca birçok hayati enzim hareketini gerçekleştirmek için, çinkoya ihtiyaç duyar. Çinko; yaraların iyileşmesi, temel bağışıklık fonksiyonları, gençlerde kemik oluşumu, kan şekerinin kontrolü, erkeklerde cinsel fonksiyonlar, koku ve tat alma duyusunun gelişmesi açısından faydalıdır. Ayrıca kanserle mücadelede büyük önem taşıyan T-hücrelerinin olgunlaşması için, çinko gereklidir. Vücuttaki çinko oranı düştükçe, bağışıklık sisteminin kansere karşı savaşı da zayıflar. ABD'de yapılan bir araştırmaya göre; kanser hastalarının %55'inde çinko eksikliği var. Çinko eksikliğinin, prostat, yemek borusu ve akciğer kanserlerine neden olduğu da tespit edildi. Böbrek kanseri nedeniyle hayatını kaybeden insanlardaki çinko oranının, sağlıklı insanlara göre çok daha düşük olduğu biliniyor.

kasim31res_2.jpg

ÇİNKO: HANGİ GIDALARDA BULUNUR?

Temel kaynakları, balık, yumurta, et, tavuk, hindigibi kümes hayvanlarıyla; mantar, bira mayası, fındıkve ceviz gibi kabuklu gıdalardır. Çinko, sebzelerden çokhayvansal gıdalarda bulunur. Kanser tedavisi gören ya da kanser riskinden kaçınmak isteyen birçok kişi,hayvansal gıdaları tüketmeyi azalttığı için çinkoeksikliği yaşayabilir. Böyle durumlarda günde 15-30 mg. arası çinko takviyesi yapılmalıdır. Kalsiyum ve diğer mineraller, çinko emilimini azaltır. Pirinç vebarbunya gibi gıdalar da aynı etkiyi yaratır. Bu nedenleçinko, tek başına alınmalıdır.

ÇİNKO: NE KADAR ALINMALI?

Vücut, günde 15 mg. çinkoya ihtiyaç duyar. Bu miktarın, 30 mg. kadar olması tercih edilebilir.

SELENYUM: GÜÇLÜ KANSER ÖNLEYİCİ

En güçlü kanser önleyici minerallerden biridir. Günde alınacak birkaç yüz mikrogram selenyum bile, vücut için yeterlidir. Antioksidan etkisi yüksektir, bağışıklık sistemini güçlendirir, kalp ve dolaşımsistemi için güçlü bir koruyucudur. Japonya'daki kadınlar arasında meme kanseri oranının düşük olması, bu halkın tükettiği yüksek selenyum içeren gıdalara bağlanır. Aynı şekilde Çin'de selenyumun az tüketildiği bölgelerde; mide, yemek borusu ve karaciğer kanseri vakalarındaki yüksekliğin de, bu nedene bağlı olduğu tahmin ediliyor. Amerikan Tıp Birliği'nin yaptığı bir araştırmada, deri kanseri olan 1000 kişi, iki ayrı gruba bölündü. Bir gruba düzenli olarak yedi yıl boyunca, günde 200 mikrogramselenyum verildi. Araştırma sonunda selenyum verilen kişilerde kanserin yayılmasının, % 41 oranında azaldığı, ölüm oranının ise diğer gruba göre %52 daha az olduğu tespit edildi. Selenyumun, kanserle mücadelede giderek artan bir şöhreti var.

SELENYUM: HANGİ GIDALARDA BULUNUR?

Karaciğer, deniz kabukluları, tuzlu su balıkları, hububat, sarımsak, soğan, brokoli, deniz yosunuve yumurta.

SELENYUM: NE KADAR ALINMALI?

Selenyumun aşırı miktarda alınması, önemli yan etkilere neden olabilir. Güvenli dozajı, bir yetişkin için günlük 100-200 mikrogramdır. Bazı kişilerin günde 400-600 mikrogram almasına karşın, yan etkilerle karşılaşmadığı da belirtilmiştir. Ancak bu herkes için önerilen bir durum değildir. Kanserle mücadele için günde, 200 mikrogramın yeterli olduğu kabul edilir.

kasim31res_1.jpg

LİFLİ GIDALAR: TÜMÖR OLUŞUMUNU ENGELLER

Şimdi sizleri duyuyor gibiyim; "evet kabızlığın çaresini, biliyoruz." Ama iş bu kadar basit değil. Liflerin hayatımızdaki rolü, yalnızca bağırsaklarımızı düzene koymak değil. Evet, bağırsaklarımızı düzene koyuyor, ancaklifler ayrıca kolesterolümüzü düşürüyor, kansere sebep olan kimyasalların vücuttan atılmasını sağlıyor ve kan şekeri seviyemizi dengeliyor. Şimdi de kanserle olan ilişkisine gelelim. Size çok önemli iki lif türünden bahsetmek istiyorum: "Lignan" ve "citrus pectin".

Lignan: Keten tohumu içinde bulunur ve kendi başına birantikanser savaşcısıdır. Ayrıca kadınlarda, menopoz dönemi sıcak basmalarına, bakteriyel enfeksiyonlara, mantara ve viral enfeksiyonlara karşı da etkilidir. Vücudumuzda üretilen östrojen hormonunu bağlayarak, bu hormonun meme dokusu üzerindeki kanserojen etkisini önler. Ayrıca aromotase isimli enzimin, diğer bazı hormonlarımızıöstrojene çevirmesini önler. Keten tohumu yağını, beslenme rejiminize dahil etmenizi, şiddetle tavsiye ediyorum. Günde bir çorba kaşığı içebilirsiniz. Tadından hoşlanmayanlar, salatalarına koyabilirler. Ama sakın pişirmeyin ve lütfen buzdolabında muhafaza edin.

Pectin: Bir başka lif, bir başka kanser savar. En çok turunçgillerde bulunur. Kısaca MCP diye adlandıracağımız bu madde, kanserin yayılmasını(metastazı) durdurmakta çok etkilidir.

Yüksek lif oranlı bir beslenme düzeni, östrojen seviyesini normale çeker.

Birçok sebze ve meyvede bulunan isoflavones ve lignanlar, bağırsaklarımızda zayıf östrojene çevrilirler. Bu östrojen, daha sonra meme dokusuna giden kuvvetli ve vücudumuzun ürettiği östrojenle yarışa girer ve yarışı kazanırlar. Meme dokusuna yapışırlar. Böylece östrojene duyarlı tümörlerin gelişmesine, olumsuz yönde etki ederler.

Lifli gıdalarla beslenmek, beraberinde zayıflığı da getirir, bu da düşük östradiol seviyesi demektir.Östradiol, östrojenin en kanserojen formudur. Genelde yağ dokusunda depolanır.
Alıntı
Gülgün Sönmez, gazetevatan, 13/11/2008
 
HALA EKMEK (TAM BUĞDAY DAHİL) YİYOR MUSUNUZ?

Aşağıdaki hastalıkların birinden şikayetçi iseniz, aslında altta yatan sebep gluten hassasiyeti olabilir.

- Haşimato

- Reflü

- Alerjiler

- Diyabet

- Kısırlık

- Osteoporoz

- Anemi

- Migren

- Depresyon

- Fibromiyalji

- Şizofreni

- Sedef

- Eklem romatizması

- Karaciğer yetmezliği

- Kronik yorgunluk

- Cilt döküntüleri

- Ülseratif kolit

- Crohn hastalığı

- Huzursuz bacak sendromu

- İyileşmeyen vücut ağrıları

- İyileşmeyen baş ağrıları

- Tüm otoimmün hastalıklar

- İrritabl bağırsak sendromu (İBS)

Sözün özü: Haşimatodan, kansere, kısırlıktan sedefe pek çok hastalığın altında gluten alerjisi yatıyor olabilir. Ekmeğin her çeşidinden uzak durun!

Kaynak: Aktaş, Dr. Ümit, Bitkisel Kürlerle İlaçsız Tedavi, HayyKitap, 2015.
 
Tarçın
Kolesterolü düşürür
Kan şekerini dengeler (Çin tarçını)
Kanserle savaşır
Kötü nefesi iyileştirir
Kronik öksürüğü iyileştirir
Sinüsleri temizler
Kalp hastalıklarına karşı korur
Beyin aktivitesini destekler
Ve hafıza kaybını önler
Enfeksiyonlarla savaşır
Ve mide ülserini iyileştirir
Eklem iltihabına iyi gelir
Gaz, hazımsızlık ve bulantıyı yatıştırır
İdrar söktürür
Kan dolaşımını artırır
Muazzam bir mineral kaynağıdır...
 
Murat Görgülü memorial den ayrılmış bende evim uzağa taşındığı için bayaa gidemiyorum beni çok zayıflatır nerdesin acaba
 
ÖKSÜRÜK İÇİN İLAÇSIZ TEDAVİLER DAHA FAYDALI

Bugünlerde virüslerin sebep olduğu solunum yolları enfeksiyonları çok yaygın ve bu hastalık için maalesef antibiyotik, balgam söktürücü, balgam sulandırıcı, öksürük kesici, antihistaminik, kortizon, vitamin, mineral, antioksidan, bağışıklığı kuvvetlendiren gibi “enva-i çeşit ilaç” kullanılıyor.

Oysa bunların hem ispatlanmış bir faydası yok hem de pek çok yan etkiye sebep oluyorlar.

Bu ilaçlara harcana milyonlarca lira da işin cabası!

Solunum yolları enfeksiyonlarındaki öksürük bir savunma mekanizmasıdır, hastayı (çocuğu) çok ciddi derecede rahatsız etmediği takdirde kesinlikle müdahale edilmemelidir; yani “bırakınız öksürsünler“.

Amacını aşıp hastayı ciddi şekilde rahatsız eden (çok şiddetli veya kusturan veya gece uyutmayan) öksürüklerde ise “koca-karı” ilaçlarından şaşmayın.

Bol sıvı, bitki çayları, zencefilli bal, odanın nemlendirilmesi daha etkili zararsız ve üstelik de bedava yöntemlerdir.

Bizdeki çok yanlış bir uygulamada viral solunum yolları enfeksiyonu olan ve bu sebeple öksüren çocuklara “balgam sökücü” veya “balgam yumuşatıcı” adıyla bilinen ilaçların verilmesidir.

Bu ilaçlar bu durumda “kesinlikle kontrendikedir” yani verilmesi yanlıştır.

Balgam çıkaramaya hiçbir faydası olmadığı gibi, öksürüğü aksine artırır, çocukları perişan eder.

Değerli meslekdaşlarımı bu tür “etkinliği ve emniyeti şüpheli” kimyasallar konusunda bir kere daha uyarmak istiyorum.

Öksürüğün devası ballı kahvede

Solunum yolları enfeksiyonunu takiben ortaya çıkan ve üç haftadan uzun süren öksürük (ESÖ: enfeksiyon sonrası öksürük) tedavisinde ballı kahvenin kortizondan daha etkili olduğu gösterildi.

Primary Care Respiratory Journal isimli tıp dergisinde yayınlanan araştırmada üst solunum yolları enfeksiyonunu takiben ortaya çıkan ve üç haftadan fazla devam eden öksürük şikayeti olan 97 hasta üç gruba ayrıldı.

Birinci gruptakilerin her birine içinde 500 gram bal ve 70 gram hazır kahve, ikinci gruptakilerin her birine içinde 320 miligram “prednizolon” yani kortizon ve üçüncü gruptakilerin her birine de içinde “guaifenesin” bulunan 600 gramlık macun şeklinde verildi.

Bu üç farklı ürünün paketleri, görünümleri, renkleri ve tatları aynı idi.

Hastalardan kendilerine verilen macundan bir çorba kaşığı (25 gram kadar) alarak bir bardak (200 mililitre) sıcak suda eriterek bir hafta süreyle ve günde üç defa 8 saat arayla içmeleri istendi.

Öksürük skorları ballı kahve içen grupta tedavi öncesi 2.9 tedavi sonrası 0.2; kortizon içen grupta tedavi öncesi 3 ve tedavi sonrası 2.4; guaifenesin içen grupta tedavi öncesi 2.8 ve tedavi sonrası 2.7 olarak bulundu.

Buna göre, ballı kahvenin enfeksiyon sonrası gelişen ve 3 haftadan uzun süren öksürüğü olan hastalarda kortizona göre daha etkili bir tedavi olarak hastalara tavsiye edilebileceği sonucuna varıldı.

Bal ve kahve neden öksürüğe iyi geliyor?

Balın öksürüğe iyi geldiği çoktan beri bilinir ama bunun mekanizması belli değildir.

Balın asit olması, yüksek osmolaritesi ve hidrojen peroksit üretiminin önemli olabileceği bildirilmiştir.

Balın etkisini, prostaglandin sentezini azaltması, NO seviyesini artırması, antioksidan ve anti-enflamatuar özellikleri ile açıklayanlar da vardır.

Balın osmolaritesinin yüksek olması, tatlı besinlerin tabii olarak tükürük refleksini uyarması ve böylece havayollarında fazla mukus salgılanması muko-siliyer klirensi düzelterek de öksürüğü teskin edebilir.

Kahve de alternatif tıpta öksürük tedavisi için tavsiye edilen ilaçlardan biridir ve balla birlikte verilerek her ikisinin beraber (“sinerjik etki”) daha etkili olabilecekleri düşünülmüştür.

Bal da kahve de tüm insanlar tarafından tüketilen emniyetli, birçok insan tarafından sevilen, her zaman her yerde bulunabilen ve ilaçlardan çok daha ucuz olan maddelerdir.

Bal bizde de özellikle zencefille beraber öksürük için halkımız tarafından sık başvurulan bir tedavidir; birçok hastamdan zencefilli balla iyi netice aldıklarını duydum.

Öksürük için bedava tavsiyeler

Bu mevsimde çok görülen viral solunum yolları enfeksiyonlarına bağlı öksürükler için benim herkes tarafından kolaylıkla uygulanabilecek, hiçbir yan etkisi olmayan, tüm öksürük şuruplarından daha etkili ve üstelik de “bedava tavsiyelerim” var:

Öncelikle burundan nefes alıp vermeniz gerekiyor. Bunun için de evin ısısının 20-21 derece, neminin de yüzde 45-50 arası olması şart.

Ev çok kuru ise mesela yüzde 40’ ın çok altında ise nem yapan cihazların faydası olur; eğer yüzde 40’ larda ise radyatörlere ıslak havlu koymak veya su kabı asmak da yeterlidir.

Odalar her gün havalandırılmalı ve kapalı mekânlarda sigara içilmemeli ve solunum yollarını tahriş edecek parfüm, deterjan vb kokular olmamalıdır.

Yatak odasının güneş görmesi ve toz barındırabilecek eşyalar olmaması da çok önemlidir.

Bol su içilmesi iyi olur; adaçayı, ıhlamur gibi sıcak içecekler de sabahları bir tatlı kaşığı zencefilli bal da faydalı olabilir.

Burun tıkanıklığına karşı en etkili tedavi deniz olan bir şehirde yaşıyorsanız temiz bir yerden alacağınız “deniz suyu ile burnunuzu güzelce yıkamaktır”.

Deniz yoksa bir litre kaynamış suya bir çay kaşığı tuz ve karbonat koyup karıştırın ve bu sıvıyla burnunuzu yıkayabilirsiniz ama lütfen eczanelerde “serum fizyolojik” veya “deniz suyu” ya da “okyanus suyu” gibi isimlerle satılan sıvılardan almayın.

Gelelim neticeye

Virüslerin yol açtığı solunum yolları enfeksiyonları için ilaç kullanarak sağlığınızı riske, paranızı çöpe atmayın.

http://ahmetrasimkucukusta.com/2014.../oksuruk-icin-ilacsiz-tedaviler-daha-faydali/
 
Back