- 3 Aralık 2006
- 3.073
- 132
- 688
- 63
Sadelikteki Güç
Onu dinlerken anlıyor ki insan, Yaratan dilerse, en basit görünen bile, bir gerçek için dünyaya sesini duyurabilir ve onun sesi büyük büyük adamların büyük büyük sözlerinden daha çabuk yayılıp gönüllere girebilir.
Sonradan öğrendiğimize göre, ismi "Şerbet" miş; tatlı, hoş kokulu, ferahlık veren bir içecek adı. Adı da ne kadar iddiasız, mütevazi imiş meğer. Hayat suyu anlamına gelen bir isim veya evrenin, hattâ kâinatların derinliklerine kadar uzanan anlamları içeren bir isim de olabilirdi. Hayır, sadece Şerbet. Söylenişi de içimi gibi rahatlık veren bir içecek. Zaten o, hayattaki tek iddiaları Allah inancı olan, başlarına gelenlere çaresiz razı olarak, yalnızca canlı kalabildiklerine şükredenlerin çoğunlukta olduğu bir ülkenin insanı değil mi?
National Geografic Dergisinin kapağındaki, bir görenin bir daha unutamayacağı o yüz ve ille de o gözler, insan olmanın ötesinde bir şeyler ifade ediyor, güzel bir yüzün düşündürdüklerinin dışında başka şeyler düşündürüyordu. Kuşkusuz güzeldi yüzü ve gözleri. Ama insanı sarsan, bu güzellikten önce başka bir şeydi: o resimden bakan, ürkmüş, güzel bir kız çocuğu değil de, tuzağa düşürülerek yakalanmış ve bu yüzden, başına gelenleri karşısındakinin gözlerinden okumaya çalışan bir yaratıktı sanki. O benzersiz gözlerde korku değil, korkutan, irkilten, delici bir ifade vardı.
Tek bir fotoğrafla bir "Afgan Kızı" olarak dünyaya lanse edilmişti, ama sonra merak edilir olmuştu: Kimdi bu kız, şimdi nerede ve ne yapıyordu? Hayatta mıydı? Dergi ve onun resmini çeken fotoğrafçı başladılar aramaya. Televizyonları için yaptıkları, arama öyküsünü anlatan programdan öğreniyoruz ki, ellerinde bu fotoğraf, Afganistan'da Afgan Kızı'nın izini sürüyorlar. Tahmin ettikleri kadının önce kocasından izin alarak araştırıyorlar. Nedense "Hayır ben o değilim, sizleri de tanımıyorum" demeyen bir kadınla vakit harcıyorlar. Kadının koyu elâ gözleri bile onları vazgeçiremiyor; çünkü zamanla göz renginin değişebileceği ihtimalini bile göz önünde tutuyorlar. En son olarak, ilk resimdeki gözlerle, yani Afgan Kızı'nın gözleri ile, yeni buldukları kişinin gözlerini genetik yapısının aynı olup olmadığını anlamak için bilgisayarda tarıyorlar ve anlıyorlar ki, bu gözler onun gözleri değil. Tam ümitlerini kesip dönecekleri sırada birisi söylüyor ben bu kızı tanıyorum, diye. Aynı süreçten geçen çabalar ve araştırmalar sonucu Afgan Kızı'nı bulduklarını anlıyorlar, 30 yaşında, çoluk çocuğa karışmış, kilo almış ve yıpranmış Şerbet'i bütün dünyaya tanıtıyorlar.
Tek bir fotoğrafla, ne kadar meşhur olduğunu bilmeden, insanların belleklerinde nasıl bir yer ettiğini bilmeden yaşamış olmak düşündürücü. Bir başka ilginç yan da herkesin içinden aranılıp bulunmak. Çağdaş bir Külkedisi masalı gibi bir öyküyle hakkın yerini bulması olayın merkezindeki en can alıcı nokta. Külkedisinin aranılan kişinin kendisi olduğunu ispatlaması için elinde tek kanıt kristalden yapılmış, ne kadar zorlasalar da, başka hiçbir kadının ve genç kızın ayağına uymayan ayakkabısıydı. Üstelik kanıtı kesinleştirmek için ayakkabısının diğer tekini kendisi çıkarıp gösterince kimsenin artık bir şey söyleyecek hali kalmamıştı.
Şerbet fotoğraf çekildiği anı hatırladı. "Başıma hemen ateşten yer yer yanmış örtüyü almıştım" dedi. Sonra fotoğrafçısı ile karşılaştığında onu hemen tanıdı; yerine geçmek isteyen başkaları olsa bile, bu sefer bilimin yardımı ve şahitliği ile gözleri sayesinde kendini kanıtladı. Eski fotoğrafındaki gözlerinde vahşiliğe varan delici bakış, şimdi ürkek bir yumuşaklığa, utangaç bir ifadeye bürünmüş gibi görünse de, onu rahatlatıp, kocasının da izniyle yüzünü burkadan çıkarıp resmini çektiklerinde görüyoruz ki, hüzünlü olmaya çalışmadan hüzünlü, derin, çekici ve yalansız bir bakış var şimdiki Afgan Kızı'nın hâlâ çok güzel, yemyeşil gözlerinde.
Bir mesajın var mı diye soruyorlar ona: Ülkesi için yardım, yeniden imar, çocuklar için okuma imkânı istiyor. "Ben okuldan ayrılmak zorunda kaldım, çocuklarımın okumasını istiyorum" diyor. Onu dinlerken anlıyor ki insan, Yaratan dilerse, en basit görünen bile, bir gerçek için dünyaya sesini duyurabilir ve onun sesi büyük büyük adamların büyük büyük sözlerinden daha çabuk yayılıp gönüllere girebilir.
Afgan Kızı Şerbet, kimliği bilinmeyen, unutulmaz tek bir resimdi belleklerde. Şimdi kim olduğu bilindiği için gönüllere girme yolu da açıldı artık. Bir tek kişi, bir kadın olmasına rağmen ülkesi için başkalarının yapamadığını yalnız başına yapabilir.
Eğer bizim olan değerlerimiz, gerçekten bize aitse, bizim olmayan özellikleri, bazı özendiğimiz insanları taklit ederek bizimmiş gibi göstermiyorsak, bunları başkalarına sunmak üzere hazır hissettiğimizde kendimizi, ne kadar basit olduğumuzu zannedersek zannedelim, aslında büyük bir hazineye sahip olduğumuzu bilmeliyiz. Sadelikte ve basitlikte büyük bir önem, sağlam bir kökü olan iddiasızlıkta esaslı bir çekici güç vardır. Bunlara yalansızlığı, dürüstlüğü, çalışmayı, zamanı, zemini göz önünde bulundurarak oluşturulan, zekâ ve yoğun düşünce sonucu geliştirilmiş stratejiyi eklersek, yaratmaya çalıştığımız her iyi hareket mutlaka sonuca varacaktır. Bundan hiç şüphemiz duymamamız gerektiği gerçeğini "Afgan Kızı" gibi örnekler bir daha hatırlattığı için önemlidir. Dünyada "işine gerçek elle, gönülle, açık gözle, temiz düşünceyle sarılabilen bir kaç kişi bile olsa, başka insanlar için, onların dertlerinin durulması, hayrın bir uçtan duyulup yayılması için" yeterli olabilir onların bu çabaları.
Böyle kişilerin dünyadaki varlığı, bizleri, biz bilmesek de idare edenler tarafından titizlikle korunur. İnsanların isimleriyle dünyadaki işlevleri arasında bir ilişki kurulabilirse eğer, Afgan Kızı'na Şerbet ismi çok yaraşmış diyebiliriz. Çelimsiz, ufak tefek kocasının ismi de "Rahmet"miş. Allah Şerbet'e Rahmet'i eş olarak nasip etmişse, aynı isim-işlev izleğinden yola çıkarak, onu emin ellere, dünyada koruyucu bir gönüle teslim etmiş diyebilir miyiz?
Özenç Kayserilioğlu