- 28 Şubat 2007
- 842
- 7
- 55
"Hiçbir şeyi özlemedim Seni özlediğim kadar"
Kavanoz dipli dünyada ilkönce en aziz varlığımı yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, bana can veren hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefa etti.
Bu öyle büyük bir kayıp, öyle bir derin acı ki; o giderken benim de pek çok yanımı, yanına aldı götürdü: kollarım, bacaklarımı, ellerimi, yüzümü, parmaklarımı ve yüreğimi... Evet yüreğimi.... Bunların hepsini alıp götürdü sanki. Çünkü ben daha serpilmemiş körpe bir yavru idim onun gittiğinde. Onun sevgi dolu kacağına koşup atlamak istiyordum.
En güzel düşüm kollarında uyumaktı. Uyandığımda bana sevgiyle bakan gözlerini görecektim. Gülen, hep gülen... Karşılıksız bir sevgi ile bakan gözlerini... Sımsıcak gülüşlerine, altın sarısı saçlarına açacaktım gözlerimi...
Kadifemsi narin elleriyle okşayacaktı yüzümü. Varsa gözümdeki çapakları, beni incitmeden silecekti. Bir öpücük konduracaktı yanağıma.
Kollarımdan yakalayıp tay tutacaktı beni. Havaya zıplatacak, boynuma, kulaklarıma yüzünü sürecekti. Koltuk altlarımdan gıdıklayacaktı doya doya... Ben katıla katıla gülerken o, bu alemin en mesut kadını, en bahtiyar annesi olacaktı. Dünyaları verseniz, yine de değişmeyeceği bir mutluluk tadacaktı o anda.
Gamsız tasasız benim güldüğümü... Gülerek gözlerini içine baktığımı görünce; bütün dertlerini unutacaktı. Takatsız kollarına derman gelecekti. Ciğerlerini paralayan amansız öksürüğün geçtiğini düşünecekti bir anda.
Hasta yatağından kalkıp sıcak bir çorba pişirecekti ikimize; tarhana. Dünyanın en leziz çorbası. Kendi elleriyle biraz daha büyütebilseydi beni; belki ekmeğime yağ sürüp sokağa salacaktı. Gaga pişirecekti. Sonra üfleyerek soyacaktı yumurtayı.
Allahım! Nasip olsaydı da tatsaydım; o çorba, o ekmek, o yumurta ne tatlı olurdu. Hiçbir şeyle değişmezdim onları. Belki de yemezdim o yağlı ekmeği, hiç soydurmazdım o yumurtayı, ölünceye kadar saklardım o çorbayı. Çocuklarıma, torunlarıma bırakırdım o kıymetli varlığın yadigarını.
Ama olmadı işte. Biz annemle hiçbir zaman onun pişirdiği bir tas çorbayı oturup yemedik. Kendimi bildiğim vakit, o hasta yatağında inliyordu. Dermansız kollarını bileklerinden bağlayıp, başucundaki dolabın kapağına asmışlardı. Kalp çarpıntısını hafifletir, kan dolaşımına faydası olur diye öyle yapmışlardı.
Annem benim, canım annem! Sana ne kadar muhtaç, ne kadar susamış olduğumu gün geçtikçe, yaş kemale erdikçe daha iyi anlıyorum. Kılcal damarlarımda, bütün benliğimde hissediyorum yokluğunu.
Atıfet teyzem bir tas çorba getirdiği vakit, yüklüğün orada asılı duran kaşıklığa tırmanır iki kaşık kapıp gelirdim sessizce. Hiç konuşmadan sokulurdum yanına. "Benim ortakçı geldi." derdin solgun dudaklarınla.
Şükürler olsun Rabbime... Buna da şükür diyorum şimdi. Sen pişirmiş olmasan da, seninle aynı tastan çorba kaşıkladık ya. Onunla avunuyorum artık... Hem zaten teyzeler anne yarısı değil mi? Bu durumda yarı yarıya senin çorbanı yemiş sayıyorum kendimi.
Benim buradaki tahassürüm; boş hayaller, uçuk temenniler değil. Evet, dört yaşıma gelinceye kadar annem sağdı. Ama o, yakasını bir türlü kurtaramadığı ölümcül bir hastalıkla boğuşan dertli bir anne idi. Zaten babamla evlendiklerinde Bekir Çavuş'un hastaca kızı olarak biliniyormuş. Naif bedeni daha körpecikken hastalıkla boğuşmakta imiş. İlk iki çocuktan sonra doktor : "Bebeğiniz olmamalı artık." demiş. "Bebek sizin bünyenizi daha fazla yıpratır."
Ama işte imkansızlıklar... Bilgisizlik günlerinde önce abim sonra ben dünyaya gelmişiz. Böylece kader ağını örmeye devam etmiş... Az denilebilecek aralıklarla doğmuşuz çünkü. Bu da onun kendini toparlamasına engel olmuş. Zaten boğuşmakta olduğu hastalığa tamamen yenik düşmüş.
Bir de o mahut derede... Gürlek'in başında, kar altında kazan kaynatıp çamaşır yıkarken kızgınlığa su içmen yok mu anneciğim? Buz gibi kar suyunu tasa koyup, terli terli içmişsin hani. İşte o su, kızgın ciğerine cosss etmiş. Senin ve benim ciğerimi... Kardeşlerimin ciğerlerini kavurup atmış, tahta gibi olmuş ciğerlerin, doktorun dediğine göre. Artık o hastalık seni almış götürmüş. Ve götürürken çok ızdırap çektirmiş.
Benim bebekliğim de tam o acılı, ağrılı günlere rastlıyor sanırım. O sebeple beni dolu dolu sevemediğini düşünüyorum. Ve benim de anne sevgisini yaşayamadığımı... Daha doğrusu beni sevecek zıplatacak takatin kalmadığını sanıyorum... Duyduğum kadarıyla o günlerde normal bir anne ile bebeği gibi ayrılmaz bir bütün olamamışız seninle. Çünkü senin çoğu günlerin-ayların hastahane köşelerinde, yollarda geçiyormuş.
Şöyle bir zihnimi yokladığımda senin varlığın-canlılığınla ilgili iki; evet sadece iki hatıra var hafızamda: Onlar da hayal meyal... Hani bizim oralarda net hatırlanmayan rüyalar için ne denirdi? "İmir-simir" bir şeyler... İşte öyle...
Bunlardan birincisi Atıfet teyzemin çorba getirdiğini görünce kaşıklığa tırmanıp, sessizce yanına sokulmamdı. Hiç konuşmadan yerdik o çorbayı.. ikincisi de kollarının bileklerinden bağlanıp da dolabın kapısına asılmasıydı. İnlemelerindi anneciğim. Solgun yüzüne ümitsizce bakışım. Bana bakarken ışıldamayan gözlerin. Başımı okşamaya uzanacak takati olmayan bağlı ellerin... Ve içimi yakan öksürmelerin.
Bereketli bir sahur vaktinde anneciğim; dört yavruyu ardında çil çil serperek uçup gitmişsin öteler ötesine. O yavruların en küçüğüyüm ben. Ve o günkü olanların en az farkında olanı.
Babamın söylediğine göre; "Hanım sahura kalkalım haydi" deyince "Ben bugün kalkamayacğım Ahmet" demişsin.... "Bari Saniye'yi çağıralım. O bir şeyler hazırlasın."
Bunu söyledikten kısa bir süre sonra ölümün belirtileri başlamış. Babamla halam çeneni çekebilmişler sadece... Gecenin bir vaktinde uyandığımda (Herhalde hıçkırık seslerinden olacak) evimizin içi insan dolu idi. Ne olduğundan haberim yok; Sabahattin dayım, Halil dayım, Atıfet teyzem, teyzemin kızları ve halamlar... Herkes bizim eve doluşmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamakta. Baktım ablamlarla abim de yüklüğün üzerine çıkmışlar, ağlaşıyorlar. Annemin yorganı tamamen üzerine örtülmüş... Korkmuştum. Hiçkimseye bir şey soramadım. Hıçkıran insanların niye bize geldiklerine ve niçin ağladıklarına bir anlam veremeden bir müddet öylece bakıp kaldım. Dayım başımı okşadı usulca. Teyzem kucağına alıp bağrına bastı, öptü, kokladı. "Haydi sen yat kuzum" dedi. "Daha sabah olmasına çok var."
Uyumuşum ondan sonra. Evet anneciğim, senin öldüğün gecenin sabahında ben mışıl mışıl uyumuşum.
Kuşluk vakti beni uyandıran, benimle ilgilenen "Gıcıgızı" Selime teyzemdi. "Gel gıcı, seni bir yere götüreyim" diyerek bir peşkirle beni sırtına aldı. Peşkirin ucundaki sicimlerle sımsıkı sarındı. Nedense hep ağlıyordu bunları yaparken. Evimizde birçok kadınlar vardı. Nerede ise bizim köyün bütün kadınları. Ve hatta Karaburun'dan Akkaya'dan gelenler. Ortalıkta bir sürü dolaşan insanlar ve evin bir köşesine oturup ağlaşanlar vardı. "Nereye gidiyoruz?" dedim teyzeme. "Bize gidiyoruz gıcı" usulca. Sonra çıktık kapıdan. Bekir dedemin arpalığının üst yanından ve bizim samanlığın arka tarafından geçerek Karacaların evine doğru gidiyoruz. Teyzem başını sol tarafa çevirip bakıyor sık sık. Baktıkça hıçkırıklara boğuluyor. Ben de baktım o tarafa. Bizim samanlığın ardındaki kuytu yerde, evdekilerden daha çok bir öbek kadın var. Büyükçe bir kazanın altına ateş yakılmış. Su kaynatılıyor besbelli. Kalabalığın tam ortasına savakları alınarak bizim öküz arabası çekilmiş. Etrafına çöreklenen kadınlar yüzünden arabanın üzeri görülmüyor. Çok şaşırdığım bu manzaralara hiçbir anlam verememiştim. Teyzeme de soramadım nedense... Zaten onun da tutulduğu hıçkırık nöbetinden konuşacak hali yoktu.
Bundan sonra olanları uzaktan da olsa ben göremedim anneciğim. Aziz naaşını kefenleyen kadınlar tabuta koyup, başucuna bir tülbent bağlamışlar. Sonra cemaate verilen tabutun ardına saf saf insanlar dizilip; hatun kişi niyetine, uyun hazır olan imama "Allahuekber!" diye cenaze namazı kılmışlar... Ve bir avuç cemaat seni omuzlayıp götürmüşler sonsuzluk evine... Bir daha hiç gelmeyeceğin ebedi yurduna... Kırkoyak'tan aşırıp gitmişler. Gedik yaylalarındaki mezarlığa, meşe ağaçlarının serin gölgesine, kara topraklara...
Artık hiç acı çekmeyeceksin orada. Bana bir tas çorba pişiremediğine yanmayacaksın. Başımı okşamaya elin varmıyor diye dert edinmeyeceksin. "Gücüm-takatim kesildi.
" demeyeceksin... Ağlamayacaksın... Çünkü artık sen bir ölüsün. Ölüler ağlamaz. Ölmüş anneler üzülmez... Geride kalan çocukları ağlar onların. Eli-yüzü yıkanmaya, başı okşanmaya, karnı doyurulmaya muhtaç; talihsiz çocukları... Hem de üç beş gün, bir ay, bir yıl değil. Bu, hiç bitmeyen bir ağlamadır anneciğim... Yıllar var ki senin yasını tutuyorum: Kırk yaşlarında "esnan dışı" kaldığım ve akranlarımın torun-torba sahibi oldukları şu günlerde bu yazıyı kaleme alırken; katmerlenen hasretinle üretiyorum satırlarımı. Anne sevgisine, anne şefaatine duyduğum derin bir istençle akan gözyaşlarım kalemime mürekkep oluyor.
Meryem teyze hep anlatır dururdu: O acılı günlerde bana "Aneni seviyor musun?" diye sormuş. Ben de; "Ölmüş anneyi ne yapayım ki" demişim çocukca.
İşte o bilinçsiz günlerim su gibi akıp geçti anneciğim. Henüz acı nedir bilmiyordum o zamanlar. Sonra aylar, yıllar birbirini kovaladıkça ilk zamanlar mahiyetini bilemediğim talihsiz acıyı yudum yudum tattım. Öksüzlük şurubunu bütün ömrümce içtim, içmekteyim. Öksüz çocuk olmanın ağırlığını iliklerime varıncaya kadar yaşadım, sevgisiz şefkatsiz büyümenin zorluğunu omuzlarımda hep taşıdım. Ve bugüne kadar iyi-kötü her ortamda; bayramda, düğünde seni aradım. Kızımı "Annem benim!" seviyorum. Ablamların yüzüne her defasında senden bir şeyler görebileceğim umuduyla bakıyorum.
Küçüklüğümüzde bize, yani Firdevs'in yetimlerine köyümüzdeki kadınlar şöyle derdi : "Babaların evladına karşı bir gözü kör olurmuş. Annesi ölürse, öbür gözünü de yumuverirmiş." Bu rivayet aynı zamanda gönlümüzü kırmadan bize iletilmeye çalışılan bir gözlem miydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Sensiz hayat ne acı, ne zor anne! Bugüne kadar hem okudum hem yazdım. Pek çok memleketler gezdim. Bu öksüz halimle bizim köyden annesi-babası başında olan akranlarıma nasip olmayan nimetler bana kısmet oldu. Dünyanın maddi-manevi güzelliklerini gördüm. Sensiz hiçbir şeyin tadı yok be anne!
Ama ne yazık ki acı gerçek ortada. Bugüne kadar hiç alışamadığım annesizliği kabullenmem gerekiyor artık... Şurası muhakkak; artık sen fatihalarda, yasinlerde, hatimlerdesin. Rüyalarımın erişilmez meleğisin. Sevgili torunlarının kara gözlerinde görünmez babaannesin. Gözlerimizi kısıp baktığımız gerçek bir ufuksun sen. Ve dualarımızın baştacı yaralı gönüllerimizin ilacı...
Annem benim! Şimdi, ilkokuldan başka on dört yıl süren tahsil hayatım boyunca sıksık duyduğum bir sözün kavuruyor içimi... Ölümün soğuk nefesini yanında hissettiğin vakitlerde ziyaretine kimler gelmişse onlara hep tenbih etmişsin; halamlara, teyzemlere, onların büyük kızlarına ve komşu kadınlara ayrı ayrı söylemişsin. "Bak, eğer bir gün ben ölürsem... Ben ölürsem bu çocuklarım anasız kalacak. Büyüklerim bir parça kendilerini kurtarabilirler belki. İşte şu küçüğümü, Caferimi düşünüyorum en çok. O daha körpedir... Eğer onu sokakta görürseniz, üstü başı yırtık olursa dikiverin... Eli yüzü kirli ise, bir tas su ile yuyuverin. Karnım aç derse bir delim ekmek veriverin ne olur!"
Ne çok insana bunları söylemişsin be anne... Yıllar var ki köye izne geldiğimde mutlaka başka bir kadın senin bu vasiyetini bana iletir ve karşımda ağlardı. Bu vasiyetini farklı insanlardan dinledikçe gözümden yaş aksa da akmasa da yüreğim burkulurdu benim de. İçime atardım, biriktirirdim hasretimi...
Muhakkak sensizlikten payımıza düşen acıyı hepimiz ayrı ayrı tattık. Ancak "Firdevs'in kuzuları"nın en küçüğü olduğum için acıların en büyüğünü ben çektim sanırım.
Bu da bir yönüyle iyi oldu diyorum şimdi; yanıp kavrulmuştum adeta. Bu sebeple olsa gerek, başkalarının feryad ü figan ettiği bazı sıkıntılara ben gülüp geçiyordum çoğu kere. "Bunlar da bir şey mi?" diyordum sızlananlara.
Korkmamayı, yılmamayı, tırsmamayı öğrenmiştim. Çünkü benim için kolay bir şey yoktu hayatta. Bir kanadım kırık olarak başlamıştım mücadeleye. Zaten kanadın biri kırılınca öbüründen gereği gibi yararlanamıyorsun ki.
Hayattaki her ızdırabın, insanı kıvrandıran yönlerini en iyi ancak o acıyı çeken bilir. Ve yeryüzündeki her acının (dışarıdakilerin farkına varamadığı) ancak katlananın bildiği dayanılması güç yönleri vardır. Kanımca akla gelebilecek ızdırapların en çetini; bir çocuğun küçük yaşta ebeveyninden birini veya her ikisini kaybetmesidir. Ben burada belki bazılarına çok abartılı gelebilecek bir söz söylemek istiyorum : "Küçük yaşta annesiz kalan bir çocuğun acısı, elemi, hasreti babasını yitirenden en az üç kat daha fazla olur... En az!" diyorum.
Çünkü yuvayı kuran civcivleri kanatları altında koruyan dişi kuştur. Ve bir gün olur o da alınırsa göklere... Allah katına. Yavru kuşlar birer ikişer uçup gitmez mi gurbet ellere? Hacıpaşalara besleme, Domaniç'te Kazım ağalara sığırtmaç ve Hacı Hafızlara geri dönüşü olmayan sığıntı talebe olmazlar mı?
İşte bizler tam da öyle olduk anneciğim. Pek de uzun sürmeyen bir geçiş döneminden sonra yukarıdaki son bir cümlede özetlediğim noktalarda bulunarak başladık, senin himayenden yoksun olduğumuz yıllara... Şu kadar var ki, hamdolsun dördümüzde pek güzel yerlere geldik anneciğim. Binlerce kez hamd ü senalar ediyoruz Rabbimiz'e. Ve senin "garik-i rahmet" olacağını umuyoruz, O'nun engin merhametine. Bağışlanmanı diliyoruz, can u gönülden kopup gelen dualarımızla... Arşa varan yakarışlarımızla. Çektiğin ızdırapların, günahlarına keffaret sayılmış olmasına...
Kuşlar gibi kanat çırptın, uçuverdin fani dünyamızdan; bu uçuşun Cennet'te son bulmasını. Adını daşıdığın saadet yurdunda Firdevs cennetlerinde olmanı niyaz ediyoruz Allah'tan.
Burada yazmak cüretinde bulunduğum satırlarımın; kendimi bildim bileli temiz ruhuna okuduğum ve Rabbim ömür verdikçe okuyacağım hatimleri, yasinlerin manevi birer şahidi olmasını diliyorum. Bu satırları okuyacakların hayır dualarına vesile teşkil edeceğini umuyorum. Diyebilirim ki bunlar içimdeki hasret denizinden süzülen bir damladan ibaret... Gönül deryasından kopup gelen çağlayanların, zihin süzgecinden geçebilen kırpıntıları... Kalemin yazabildiği, kağıdın üzerinde taşıyabildiği... Bizden sonraki nesillere, yüreği sevgi ile çarpan kullara... Yetimlere, öksüzlere düşülen bir not... Farklı zamanlarda benzer duyguları birbirimizden habersizce paylaştığımız geleceğin "pişkin çocukları"na bir mesaj. Sevgi ve selam... Umudu hiç yitirmemenin denenmiş örnekleri.
Şükürler olsun, annemin aziz hatırasına arzettiğim kırık dökük cümlelerde ifadesini bulan acı gerçekler; beni hayata biledi. Güçlüklerin rüzgarı yaladıkça benim alnım yağız oldu... Hayatın zorluklarına kararlılıkla bakmayı öğrendim, diye düşünüyorum. Ancak bu sırada pek çok insanda olduğu gibi benim de sahip olmayı istediğim bir özelliği yitirdim; gerçek anlamda gülme yetisini... Sevgi ile bakmayı... Gözlere de yansıyan mutlu gülüşü...
Gülmek nedir bilmez ki benim gözlerim. Can u gönülden nasıl güleceğimi öğrenemedim ben. Bu yaşa geldim hiçbir zaman, hiç kimse bana; "gülünce gözlerinin içi gülüyor" demedi diyemedi. Bundan sonra diyeceklerini de sanmıyorum. Çünkü ben; yıkılası dünyada en aziz varlığımı ilkönce yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, tenime can katan hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefat etti.... Hep yanımda olmasını istediğim canım annem... Yüzünün dinginliğinde, sevgi dolu bakışlarında kendimi bulacağım, hayattaki en kıymetli varlığım yok oldu. Beni sevmesini beklediğimi elleri uçup gitti. Bakmaya kıyamadığım gözlerine kara topraklar doldu. Dokunmak, koklamak istediğim saçları çürüdü.
Gedik Yaylası'ndaki bir metrelik toprak evini, yağmurlar karlar ıslatıyor şimdi. Ulu ağaçların dallarını yalayıp geçen deli rüzgarın uğultusu var yurdunda. Koyunlar, davarlar otluyor civarında. Çobanlar türkü söylüyor karşı yamaçlarda; mevtaları umursamadan, yakınları duyar mı demeden...
Akşamların "tüllenen mağribi", gecenin karanlığı çöküyor oralar.... Sokak lambası nedir bilinmeyen bir diyarda; bazen gelip geçen bir aracın farları ve bazı gecelerde saatlerce ayın şavkı vuruyor ölü evlerine. Toprak yığınlarını hüzme hüzme geçip ölülerin olmayan yüzlerini aydınlatıyor sanki. Ve bazı gecelerde yıldızlar... Evet yıldızlar iniyor yeryüzüne. Nurlu kandil gecelerinde, nurdan meleklerin kanadında, adını taşıdığı cennetlere nail olası annemin saçlarına konuyor binlerce hilal, milyonlarca yıldız... Tabutuna sarılan boyalı yazma kutlu bir sancak gibi dalgalanıyor mezar taşında.
Bırakıp gittiğin dört körpe yürek üredi, onlarca gönül oldu; dua çağlayanlarını sana akıtmakta. Saçlarına yıldızlar kondurmakta solgun dudakların sakın kıpraşmasın; o yıldızlar dualarımızdır anne.
alinti
Kavanoz dipli dünyada ilkönce en aziz varlığımı yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, bana can veren hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefa etti.
Bu öyle büyük bir kayıp, öyle bir derin acı ki; o giderken benim de pek çok yanımı, yanına aldı götürdü: kollarım, bacaklarımı, ellerimi, yüzümü, parmaklarımı ve yüreğimi... Evet yüreğimi.... Bunların hepsini alıp götürdü sanki. Çünkü ben daha serpilmemiş körpe bir yavru idim onun gittiğinde. Onun sevgi dolu kacağına koşup atlamak istiyordum.
En güzel düşüm kollarında uyumaktı. Uyandığımda bana sevgiyle bakan gözlerini görecektim. Gülen, hep gülen... Karşılıksız bir sevgi ile bakan gözlerini... Sımsıcak gülüşlerine, altın sarısı saçlarına açacaktım gözlerimi...
Kadifemsi narin elleriyle okşayacaktı yüzümü. Varsa gözümdeki çapakları, beni incitmeden silecekti. Bir öpücük konduracaktı yanağıma.
Kollarımdan yakalayıp tay tutacaktı beni. Havaya zıplatacak, boynuma, kulaklarıma yüzünü sürecekti. Koltuk altlarımdan gıdıklayacaktı doya doya... Ben katıla katıla gülerken o, bu alemin en mesut kadını, en bahtiyar annesi olacaktı. Dünyaları verseniz, yine de değişmeyeceği bir mutluluk tadacaktı o anda.
Gamsız tasasız benim güldüğümü... Gülerek gözlerini içine baktığımı görünce; bütün dertlerini unutacaktı. Takatsız kollarına derman gelecekti. Ciğerlerini paralayan amansız öksürüğün geçtiğini düşünecekti bir anda.
Hasta yatağından kalkıp sıcak bir çorba pişirecekti ikimize; tarhana. Dünyanın en leziz çorbası. Kendi elleriyle biraz daha büyütebilseydi beni; belki ekmeğime yağ sürüp sokağa salacaktı. Gaga pişirecekti. Sonra üfleyerek soyacaktı yumurtayı.
Allahım! Nasip olsaydı da tatsaydım; o çorba, o ekmek, o yumurta ne tatlı olurdu. Hiçbir şeyle değişmezdim onları. Belki de yemezdim o yağlı ekmeği, hiç soydurmazdım o yumurtayı, ölünceye kadar saklardım o çorbayı. Çocuklarıma, torunlarıma bırakırdım o kıymetli varlığın yadigarını.
Ama olmadı işte. Biz annemle hiçbir zaman onun pişirdiği bir tas çorbayı oturup yemedik. Kendimi bildiğim vakit, o hasta yatağında inliyordu. Dermansız kollarını bileklerinden bağlayıp, başucundaki dolabın kapağına asmışlardı. Kalp çarpıntısını hafifletir, kan dolaşımına faydası olur diye öyle yapmışlardı.
Annem benim, canım annem! Sana ne kadar muhtaç, ne kadar susamış olduğumu gün geçtikçe, yaş kemale erdikçe daha iyi anlıyorum. Kılcal damarlarımda, bütün benliğimde hissediyorum yokluğunu.
Atıfet teyzem bir tas çorba getirdiği vakit, yüklüğün orada asılı duran kaşıklığa tırmanır iki kaşık kapıp gelirdim sessizce. Hiç konuşmadan sokulurdum yanına. "Benim ortakçı geldi." derdin solgun dudaklarınla.
Şükürler olsun Rabbime... Buna da şükür diyorum şimdi. Sen pişirmiş olmasan da, seninle aynı tastan çorba kaşıkladık ya. Onunla avunuyorum artık... Hem zaten teyzeler anne yarısı değil mi? Bu durumda yarı yarıya senin çorbanı yemiş sayıyorum kendimi.
Benim buradaki tahassürüm; boş hayaller, uçuk temenniler değil. Evet, dört yaşıma gelinceye kadar annem sağdı. Ama o, yakasını bir türlü kurtaramadığı ölümcül bir hastalıkla boğuşan dertli bir anne idi. Zaten babamla evlendiklerinde Bekir Çavuş'un hastaca kızı olarak biliniyormuş. Naif bedeni daha körpecikken hastalıkla boğuşmakta imiş. İlk iki çocuktan sonra doktor : "Bebeğiniz olmamalı artık." demiş. "Bebek sizin bünyenizi daha fazla yıpratır."
Ama işte imkansızlıklar... Bilgisizlik günlerinde önce abim sonra ben dünyaya gelmişiz. Böylece kader ağını örmeye devam etmiş... Az denilebilecek aralıklarla doğmuşuz çünkü. Bu da onun kendini toparlamasına engel olmuş. Zaten boğuşmakta olduğu hastalığa tamamen yenik düşmüş.
Bir de o mahut derede... Gürlek'in başında, kar altında kazan kaynatıp çamaşır yıkarken kızgınlığa su içmen yok mu anneciğim? Buz gibi kar suyunu tasa koyup, terli terli içmişsin hani. İşte o su, kızgın ciğerine cosss etmiş. Senin ve benim ciğerimi... Kardeşlerimin ciğerlerini kavurup atmış, tahta gibi olmuş ciğerlerin, doktorun dediğine göre. Artık o hastalık seni almış götürmüş. Ve götürürken çok ızdırap çektirmiş.
Benim bebekliğim de tam o acılı, ağrılı günlere rastlıyor sanırım. O sebeple beni dolu dolu sevemediğini düşünüyorum. Ve benim de anne sevgisini yaşayamadığımı... Daha doğrusu beni sevecek zıplatacak takatin kalmadığını sanıyorum... Duyduğum kadarıyla o günlerde normal bir anne ile bebeği gibi ayrılmaz bir bütün olamamışız seninle. Çünkü senin çoğu günlerin-ayların hastahane köşelerinde, yollarda geçiyormuş.
Şöyle bir zihnimi yokladığımda senin varlığın-canlılığınla ilgili iki; evet sadece iki hatıra var hafızamda: Onlar da hayal meyal... Hani bizim oralarda net hatırlanmayan rüyalar için ne denirdi? "İmir-simir" bir şeyler... İşte öyle...
Bunlardan birincisi Atıfet teyzemin çorba getirdiğini görünce kaşıklığa tırmanıp, sessizce yanına sokulmamdı. Hiç konuşmadan yerdik o çorbayı.. ikincisi de kollarının bileklerinden bağlanıp da dolabın kapısına asılmasıydı. İnlemelerindi anneciğim. Solgun yüzüne ümitsizce bakışım. Bana bakarken ışıldamayan gözlerin. Başımı okşamaya uzanacak takati olmayan bağlı ellerin... Ve içimi yakan öksürmelerin.
Bereketli bir sahur vaktinde anneciğim; dört yavruyu ardında çil çil serperek uçup gitmişsin öteler ötesine. O yavruların en küçüğüyüm ben. Ve o günkü olanların en az farkında olanı.
Babamın söylediğine göre; "Hanım sahura kalkalım haydi" deyince "Ben bugün kalkamayacğım Ahmet" demişsin.... "Bari Saniye'yi çağıralım. O bir şeyler hazırlasın."
Bunu söyledikten kısa bir süre sonra ölümün belirtileri başlamış. Babamla halam çeneni çekebilmişler sadece... Gecenin bir vaktinde uyandığımda (Herhalde hıçkırık seslerinden olacak) evimizin içi insan dolu idi. Ne olduğundan haberim yok; Sabahattin dayım, Halil dayım, Atıfet teyzem, teyzemin kızları ve halamlar... Herkes bizim eve doluşmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamakta. Baktım ablamlarla abim de yüklüğün üzerine çıkmışlar, ağlaşıyorlar. Annemin yorganı tamamen üzerine örtülmüş... Korkmuştum. Hiçkimseye bir şey soramadım. Hıçkıran insanların niye bize geldiklerine ve niçin ağladıklarına bir anlam veremeden bir müddet öylece bakıp kaldım. Dayım başımı okşadı usulca. Teyzem kucağına alıp bağrına bastı, öptü, kokladı. "Haydi sen yat kuzum" dedi. "Daha sabah olmasına çok var."
Uyumuşum ondan sonra. Evet anneciğim, senin öldüğün gecenin sabahında ben mışıl mışıl uyumuşum.
Kuşluk vakti beni uyandıran, benimle ilgilenen "Gıcıgızı" Selime teyzemdi. "Gel gıcı, seni bir yere götüreyim" diyerek bir peşkirle beni sırtına aldı. Peşkirin ucundaki sicimlerle sımsıkı sarındı. Nedense hep ağlıyordu bunları yaparken. Evimizde birçok kadınlar vardı. Nerede ise bizim köyün bütün kadınları. Ve hatta Karaburun'dan Akkaya'dan gelenler. Ortalıkta bir sürü dolaşan insanlar ve evin bir köşesine oturup ağlaşanlar vardı. "Nereye gidiyoruz?" dedim teyzeme. "Bize gidiyoruz gıcı" usulca. Sonra çıktık kapıdan. Bekir dedemin arpalığının üst yanından ve bizim samanlığın arka tarafından geçerek Karacaların evine doğru gidiyoruz. Teyzem başını sol tarafa çevirip bakıyor sık sık. Baktıkça hıçkırıklara boğuluyor. Ben de baktım o tarafa. Bizim samanlığın ardındaki kuytu yerde, evdekilerden daha çok bir öbek kadın var. Büyükçe bir kazanın altına ateş yakılmış. Su kaynatılıyor besbelli. Kalabalığın tam ortasına savakları alınarak bizim öküz arabası çekilmiş. Etrafına çöreklenen kadınlar yüzünden arabanın üzeri görülmüyor. Çok şaşırdığım bu manzaralara hiçbir anlam verememiştim. Teyzeme de soramadım nedense... Zaten onun da tutulduğu hıçkırık nöbetinden konuşacak hali yoktu.
Bundan sonra olanları uzaktan da olsa ben göremedim anneciğim. Aziz naaşını kefenleyen kadınlar tabuta koyup, başucuna bir tülbent bağlamışlar. Sonra cemaate verilen tabutun ardına saf saf insanlar dizilip; hatun kişi niyetine, uyun hazır olan imama "Allahuekber!" diye cenaze namazı kılmışlar... Ve bir avuç cemaat seni omuzlayıp götürmüşler sonsuzluk evine... Bir daha hiç gelmeyeceğin ebedi yurduna... Kırkoyak'tan aşırıp gitmişler. Gedik yaylalarındaki mezarlığa, meşe ağaçlarının serin gölgesine, kara topraklara...
Artık hiç acı çekmeyeceksin orada. Bana bir tas çorba pişiremediğine yanmayacaksın. Başımı okşamaya elin varmıyor diye dert edinmeyeceksin. "Gücüm-takatim kesildi.
" demeyeceksin... Ağlamayacaksın... Çünkü artık sen bir ölüsün. Ölüler ağlamaz. Ölmüş anneler üzülmez... Geride kalan çocukları ağlar onların. Eli-yüzü yıkanmaya, başı okşanmaya, karnı doyurulmaya muhtaç; talihsiz çocukları... Hem de üç beş gün, bir ay, bir yıl değil. Bu, hiç bitmeyen bir ağlamadır anneciğim... Yıllar var ki senin yasını tutuyorum: Kırk yaşlarında "esnan dışı" kaldığım ve akranlarımın torun-torba sahibi oldukları şu günlerde bu yazıyı kaleme alırken; katmerlenen hasretinle üretiyorum satırlarımı. Anne sevgisine, anne şefaatine duyduğum derin bir istençle akan gözyaşlarım kalemime mürekkep oluyor.
Meryem teyze hep anlatır dururdu: O acılı günlerde bana "Aneni seviyor musun?" diye sormuş. Ben de; "Ölmüş anneyi ne yapayım ki" demişim çocukca.
İşte o bilinçsiz günlerim su gibi akıp geçti anneciğim. Henüz acı nedir bilmiyordum o zamanlar. Sonra aylar, yıllar birbirini kovaladıkça ilk zamanlar mahiyetini bilemediğim talihsiz acıyı yudum yudum tattım. Öksüzlük şurubunu bütün ömrümce içtim, içmekteyim. Öksüz çocuk olmanın ağırlığını iliklerime varıncaya kadar yaşadım, sevgisiz şefkatsiz büyümenin zorluğunu omuzlarımda hep taşıdım. Ve bugüne kadar iyi-kötü her ortamda; bayramda, düğünde seni aradım. Kızımı "Annem benim!" seviyorum. Ablamların yüzüne her defasında senden bir şeyler görebileceğim umuduyla bakıyorum.
Küçüklüğümüzde bize, yani Firdevs'in yetimlerine köyümüzdeki kadınlar şöyle derdi : "Babaların evladına karşı bir gözü kör olurmuş. Annesi ölürse, öbür gözünü de yumuverirmiş." Bu rivayet aynı zamanda gönlümüzü kırmadan bize iletilmeye çalışılan bir gözlem miydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Sensiz hayat ne acı, ne zor anne! Bugüne kadar hem okudum hem yazdım. Pek çok memleketler gezdim. Bu öksüz halimle bizim köyden annesi-babası başında olan akranlarıma nasip olmayan nimetler bana kısmet oldu. Dünyanın maddi-manevi güzelliklerini gördüm. Sensiz hiçbir şeyin tadı yok be anne!
Ama ne yazık ki acı gerçek ortada. Bugüne kadar hiç alışamadığım annesizliği kabullenmem gerekiyor artık... Şurası muhakkak; artık sen fatihalarda, yasinlerde, hatimlerdesin. Rüyalarımın erişilmez meleğisin. Sevgili torunlarının kara gözlerinde görünmez babaannesin. Gözlerimizi kısıp baktığımız gerçek bir ufuksun sen. Ve dualarımızın baştacı yaralı gönüllerimizin ilacı...
Annem benim! Şimdi, ilkokuldan başka on dört yıl süren tahsil hayatım boyunca sıksık duyduğum bir sözün kavuruyor içimi... Ölümün soğuk nefesini yanında hissettiğin vakitlerde ziyaretine kimler gelmişse onlara hep tenbih etmişsin; halamlara, teyzemlere, onların büyük kızlarına ve komşu kadınlara ayrı ayrı söylemişsin. "Bak, eğer bir gün ben ölürsem... Ben ölürsem bu çocuklarım anasız kalacak. Büyüklerim bir parça kendilerini kurtarabilirler belki. İşte şu küçüğümü, Caferimi düşünüyorum en çok. O daha körpedir... Eğer onu sokakta görürseniz, üstü başı yırtık olursa dikiverin... Eli yüzü kirli ise, bir tas su ile yuyuverin. Karnım aç derse bir delim ekmek veriverin ne olur!"
Ne çok insana bunları söylemişsin be anne... Yıllar var ki köye izne geldiğimde mutlaka başka bir kadın senin bu vasiyetini bana iletir ve karşımda ağlardı. Bu vasiyetini farklı insanlardan dinledikçe gözümden yaş aksa da akmasa da yüreğim burkulurdu benim de. İçime atardım, biriktirirdim hasretimi...
Muhakkak sensizlikten payımıza düşen acıyı hepimiz ayrı ayrı tattık. Ancak "Firdevs'in kuzuları"nın en küçüğü olduğum için acıların en büyüğünü ben çektim sanırım.
Bu da bir yönüyle iyi oldu diyorum şimdi; yanıp kavrulmuştum adeta. Bu sebeple olsa gerek, başkalarının feryad ü figan ettiği bazı sıkıntılara ben gülüp geçiyordum çoğu kere. "Bunlar da bir şey mi?" diyordum sızlananlara.
Korkmamayı, yılmamayı, tırsmamayı öğrenmiştim. Çünkü benim için kolay bir şey yoktu hayatta. Bir kanadım kırık olarak başlamıştım mücadeleye. Zaten kanadın biri kırılınca öbüründen gereği gibi yararlanamıyorsun ki.
Hayattaki her ızdırabın, insanı kıvrandıran yönlerini en iyi ancak o acıyı çeken bilir. Ve yeryüzündeki her acının (dışarıdakilerin farkına varamadığı) ancak katlananın bildiği dayanılması güç yönleri vardır. Kanımca akla gelebilecek ızdırapların en çetini; bir çocuğun küçük yaşta ebeveyninden birini veya her ikisini kaybetmesidir. Ben burada belki bazılarına çok abartılı gelebilecek bir söz söylemek istiyorum : "Küçük yaşta annesiz kalan bir çocuğun acısı, elemi, hasreti babasını yitirenden en az üç kat daha fazla olur... En az!" diyorum.
Çünkü yuvayı kuran civcivleri kanatları altında koruyan dişi kuştur. Ve bir gün olur o da alınırsa göklere... Allah katına. Yavru kuşlar birer ikişer uçup gitmez mi gurbet ellere? Hacıpaşalara besleme, Domaniç'te Kazım ağalara sığırtmaç ve Hacı Hafızlara geri dönüşü olmayan sığıntı talebe olmazlar mı?
İşte bizler tam da öyle olduk anneciğim. Pek de uzun sürmeyen bir geçiş döneminden sonra yukarıdaki son bir cümlede özetlediğim noktalarda bulunarak başladık, senin himayenden yoksun olduğumuz yıllara... Şu kadar var ki, hamdolsun dördümüzde pek güzel yerlere geldik anneciğim. Binlerce kez hamd ü senalar ediyoruz Rabbimiz'e. Ve senin "garik-i rahmet" olacağını umuyoruz, O'nun engin merhametine. Bağışlanmanı diliyoruz, can u gönülden kopup gelen dualarımızla... Arşa varan yakarışlarımızla. Çektiğin ızdırapların, günahlarına keffaret sayılmış olmasına...
Kuşlar gibi kanat çırptın, uçuverdin fani dünyamızdan; bu uçuşun Cennet'te son bulmasını. Adını daşıdığın saadet yurdunda Firdevs cennetlerinde olmanı niyaz ediyoruz Allah'tan.
Burada yazmak cüretinde bulunduğum satırlarımın; kendimi bildim bileli temiz ruhuna okuduğum ve Rabbim ömür verdikçe okuyacağım hatimleri, yasinlerin manevi birer şahidi olmasını diliyorum. Bu satırları okuyacakların hayır dualarına vesile teşkil edeceğini umuyorum. Diyebilirim ki bunlar içimdeki hasret denizinden süzülen bir damladan ibaret... Gönül deryasından kopup gelen çağlayanların, zihin süzgecinden geçebilen kırpıntıları... Kalemin yazabildiği, kağıdın üzerinde taşıyabildiği... Bizden sonraki nesillere, yüreği sevgi ile çarpan kullara... Yetimlere, öksüzlere düşülen bir not... Farklı zamanlarda benzer duyguları birbirimizden habersizce paylaştığımız geleceğin "pişkin çocukları"na bir mesaj. Sevgi ve selam... Umudu hiç yitirmemenin denenmiş örnekleri.
Şükürler olsun, annemin aziz hatırasına arzettiğim kırık dökük cümlelerde ifadesini bulan acı gerçekler; beni hayata biledi. Güçlüklerin rüzgarı yaladıkça benim alnım yağız oldu... Hayatın zorluklarına kararlılıkla bakmayı öğrendim, diye düşünüyorum. Ancak bu sırada pek çok insanda olduğu gibi benim de sahip olmayı istediğim bir özelliği yitirdim; gerçek anlamda gülme yetisini... Sevgi ile bakmayı... Gözlere de yansıyan mutlu gülüşü...
Gülmek nedir bilmez ki benim gözlerim. Can u gönülden nasıl güleceğimi öğrenemedim ben. Bu yaşa geldim hiçbir zaman, hiç kimse bana; "gülünce gözlerinin içi gülüyor" demedi diyemedi. Bundan sonra diyeceklerini de sanmıyorum. Çünkü ben; yıkılası dünyada en aziz varlığımı ilkönce yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, tenime can katan hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefat etti.... Hep yanımda olmasını istediğim canım annem... Yüzünün dinginliğinde, sevgi dolu bakışlarında kendimi bulacağım, hayattaki en kıymetli varlığım yok oldu. Beni sevmesini beklediğimi elleri uçup gitti. Bakmaya kıyamadığım gözlerine kara topraklar doldu. Dokunmak, koklamak istediğim saçları çürüdü.
Gedik Yaylası'ndaki bir metrelik toprak evini, yağmurlar karlar ıslatıyor şimdi. Ulu ağaçların dallarını yalayıp geçen deli rüzgarın uğultusu var yurdunda. Koyunlar, davarlar otluyor civarında. Çobanlar türkü söylüyor karşı yamaçlarda; mevtaları umursamadan, yakınları duyar mı demeden...
Akşamların "tüllenen mağribi", gecenin karanlığı çöküyor oralar.... Sokak lambası nedir bilinmeyen bir diyarda; bazen gelip geçen bir aracın farları ve bazı gecelerde saatlerce ayın şavkı vuruyor ölü evlerine. Toprak yığınlarını hüzme hüzme geçip ölülerin olmayan yüzlerini aydınlatıyor sanki. Ve bazı gecelerde yıldızlar... Evet yıldızlar iniyor yeryüzüne. Nurlu kandil gecelerinde, nurdan meleklerin kanadında, adını taşıdığı cennetlere nail olası annemin saçlarına konuyor binlerce hilal, milyonlarca yıldız... Tabutuna sarılan boyalı yazma kutlu bir sancak gibi dalgalanıyor mezar taşında.
Bırakıp gittiğin dört körpe yürek üredi, onlarca gönül oldu; dua çağlayanlarını sana akıtmakta. Saçlarına yıldızlar kondurmakta solgun dudakların sakın kıpraşmasın; o yıldızlar dualarımızdır anne.
alinti