- 20 Haziran 2007
- 4.250
- 27
- 45
ilk okuduğumda çok etkilendiğim bu mektubu sizlerle paylaşmak istedim
sevgilera.s.
Merhaba Bekir kardeş.
Bu mektup sana sana ulaşır mı bilmiyorum. Ne kaldı şunun şurasında, eğer ulaşmaz ise ben getiririm, söz.
Ne iyi arkadaştık biz seninle, değil mi? Sen ne hoş çocuktun. Bir gün olsun sinirli görmemiştim seni. Her şeye iyi yönünden bakardın. Sana takılanlara, seninle kavga etmek isteyenlere gülümseyerek karşılık verirdin. Beraber çıkardık teneffüslerde okul bahçesine. Sohbet eder, kitapları konuşurduk.
Gecenin 2'sinde kalkıp, fırından aldığımız simitleri hava aydınlanmadan satar, bitirirdik. Hangi kitabı alacağımızı kararlaştırırdık kazancımızla.
Birgün, öğretmenin sıra dayağını şikayet etmeyi düşünmüştük de, seni babanın, beni de abimin hiç neden yokken dövmesini, can sıkıntılarını bizden çıkarmasını şikayet etmeyi aklımıza bile getirmemiştik. Kime şikayet edecektik ki? Dayak yemeyen çocuk mu vardı o zaman? Baba döver, abi döver, öğretmen döver, usta döver. Çocukları bir yere çırak olarak verirken ustaya "Eti senin kemiği benim" diyerek teslim ederdi babalar.
Can arkadaşım, hani bir öyküdeki gibi kan kardeş olmuştuk bir gün. Bundan böyle hep beraber olacaktık. Sınıflarımızın ayrılması, hatta taşınmanız nedeniyle okullarımızın ayrılması bile önemli olmadı. Mektup atıyorduk birbirimize, görüşemediğimiz zamanlarda.
Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini ve Yer demir gök bakır'ını okuduktan sonra tekrar gitmiştik "Kurt Kayası"na. Kitaplarda anlatılan yer gibiydi orası. Neredeyse haziran ayının başlarında kar bulurduk kuzey taraflarında. Gökyüzünde kartallar süzülürdü saatlerce. Bıkmadan izlerdik onları. Hiç kanat çırpmazlardı sanki. Döner dururlardı gökyüzünde. Keşke biz de uçabilseydik onlar gibi. Süzülseydik göklerde. Keşke gidebilseydik kavganın, kötülüklerin olmadığı yerlere. Ama uçamadık. Can arkadaşım, Şimdi ne kartallar kaldı gökyüzünde, ne yerlerde kar. Yok oldular sanki. Tabii sen bilmiyorsun. Ne keklik, ne tilki, ne tavşan ne de yılan kaldı o bildiğin yerlerde. Küresel ısınma, tarım ilaçları yok etti yaşamın bir tarafını....
Hatırlıyorum da gökyüzünde pervaneli uçaklar geçerdi gürültüyle. Her gürültü duyduğumuzda açık alana koşar, gökyüzüne bakardık. Bazen de binlerce beyaz kağıt parçası atılırdı uçaktan. Rüzgar alır götürürdü onları. Yakalayıncaya kadar peşinden koşardık onların. Üzerlerinde yazılar olurdu, şimdi anımsayamıyorum ne olduklarını.
Bazen dizi dizi vagonları çeken buharlı lokomotifleri izlerdik trenyolunda. Hatta bir ara lokomotiflerden dökülen "kok"a dönüşmüş taş kömürlerini toplar döküm atölyelerine satardık. Artık kara trenler de kalmadı Bekir kardeş. Kalanlar da müzelerde.
Bekir kardeş, sen Kürt'tün ben Türkmen. Tesadüf, ikimiz de sarışındık o zaman. Hatta çok iyi hatırlıyorum, senin gözlerin yeşildi. Sonraları, benim Yahudi arkadaşım da oldu, Ermeni de. Onlarla da koptuk yıllar sonra. Biri İsrail'e diğeri Fransa'ya yerleşti. Belki ne gereği var bunları anlatmamın diye düşünüyor olabilirsin. Gereği var. Çünkü şu ufacık dünyada insanları birbirine düşman ettiler. Binlerce yılın kini devam ediyor Bekir. Halen, insanlar ırkları ve inançları yüzünden katlediliyor. Birbirlerini koyun boğazlar gibi boğazlıyorlar. Yaşasaydın, benim gibi senin için de kan ağlardı. Sen de isyan ederdin, sen de haykırırdın; "İNSAN OLMAK NEDEN BU KADAR ZOR" diye.
At arabaları dolaşırdı şehir içinde. Şehir içi yük taşımacılığı onlarla yapılırdı. Ne kadar üzülürdük. Ne kadar kızardık atların kamçılanmasına. Zavallı atlar... O kadar çok yük vururlardı ki üzerlerine, zorlanırlardı, nalları kayardı o siyah taş kaplı, henüz asfalt olmayan yollarda. Zorlandıkça kamçı şaklardı sırtlarında.
Ama üzülme. Artık hayvanlar yük taşımıyor. İnanamayacağın kadar motorlu araç var şehirde. Üzülme dedim ama, o araçların ve belki de milyonlarca sanayi tesisinin atmosfere saldığı zehirli gazların da katkısıyla iklimler değişiyor, canlı türleri yok oluyor, dereler, su kaynakları, göller kuruyor. Herşey hızla değişiyor. Ne o lezzetli ekmekler kaldı, ne temiz su, ne meyve ve sebze, ne de insanlık adına güzellikler.Koca koca denizler bile kirlendi. Hani kenarında salkımsöğütlerin dallarının sularına deydiği, nazlı nazlı akan, sıcaktan bunaldığımızda yüzdüğümüz tertemiz dere vardı ya. Kurudu Bekir, kurudu. Lağım suları akıyor artık o derede. Ellerimizle tutup, tekrar suya bıraktığımız balıklar da yok, kurbağalar da. Artık kocaman lağım fareleri var dere yatağının kenarında.
Sevgili Bekir, hatırlıyormusun? Seninle birgün "Bu dünyaya bir kazık çakmadan gitmeyelim" demiştik. Ne bilecektik, yine senin bir baba dayağından sonra bir jipin arkasına asılıp, yaz tatilinde bulunduğunuz köyden kaçıp gitmek isterken düşüp öleceğini. Ne planlar yapmıştık, ne kararlar almıştık gelecek üzerine...Çok erken gittin Bekir çok erken!... Yapacağım herşeyde yalnız kaldım. Seninle birlikte bir yarım gitti. Her yapmaya çalıştığım iş yarım kaldı.
İnsan yaşamında yarımlardan bir bütün olmuyor Bekir. Olmuyor... senağlama
sevgilera.s.
Merhaba Bekir kardeş.
Bu mektup sana sana ulaşır mı bilmiyorum. Ne kaldı şunun şurasında, eğer ulaşmaz ise ben getiririm, söz.
Ne iyi arkadaştık biz seninle, değil mi? Sen ne hoş çocuktun. Bir gün olsun sinirli görmemiştim seni. Her şeye iyi yönünden bakardın. Sana takılanlara, seninle kavga etmek isteyenlere gülümseyerek karşılık verirdin. Beraber çıkardık teneffüslerde okul bahçesine. Sohbet eder, kitapları konuşurduk.
Gecenin 2'sinde kalkıp, fırından aldığımız simitleri hava aydınlanmadan satar, bitirirdik. Hangi kitabı alacağımızı kararlaştırırdık kazancımızla.
Birgün, öğretmenin sıra dayağını şikayet etmeyi düşünmüştük de, seni babanın, beni de abimin hiç neden yokken dövmesini, can sıkıntılarını bizden çıkarmasını şikayet etmeyi aklımıza bile getirmemiştik. Kime şikayet edecektik ki? Dayak yemeyen çocuk mu vardı o zaman? Baba döver, abi döver, öğretmen döver, usta döver. Çocukları bir yere çırak olarak verirken ustaya "Eti senin kemiği benim" diyerek teslim ederdi babalar.
Can arkadaşım, hani bir öyküdeki gibi kan kardeş olmuştuk bir gün. Bundan böyle hep beraber olacaktık. Sınıflarımızın ayrılması, hatta taşınmanız nedeniyle okullarımızın ayrılması bile önemli olmadı. Mektup atıyorduk birbirimize, görüşemediğimiz zamanlarda.
Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini ve Yer demir gök bakır'ını okuduktan sonra tekrar gitmiştik "Kurt Kayası"na. Kitaplarda anlatılan yer gibiydi orası. Neredeyse haziran ayının başlarında kar bulurduk kuzey taraflarında. Gökyüzünde kartallar süzülürdü saatlerce. Bıkmadan izlerdik onları. Hiç kanat çırpmazlardı sanki. Döner dururlardı gökyüzünde. Keşke biz de uçabilseydik onlar gibi. Süzülseydik göklerde. Keşke gidebilseydik kavganın, kötülüklerin olmadığı yerlere. Ama uçamadık. Can arkadaşım, Şimdi ne kartallar kaldı gökyüzünde, ne yerlerde kar. Yok oldular sanki. Tabii sen bilmiyorsun. Ne keklik, ne tilki, ne tavşan ne de yılan kaldı o bildiğin yerlerde. Küresel ısınma, tarım ilaçları yok etti yaşamın bir tarafını....
Hatırlıyorum da gökyüzünde pervaneli uçaklar geçerdi gürültüyle. Her gürültü duyduğumuzda açık alana koşar, gökyüzüne bakardık. Bazen de binlerce beyaz kağıt parçası atılırdı uçaktan. Rüzgar alır götürürdü onları. Yakalayıncaya kadar peşinden koşardık onların. Üzerlerinde yazılar olurdu, şimdi anımsayamıyorum ne olduklarını.
Bazen dizi dizi vagonları çeken buharlı lokomotifleri izlerdik trenyolunda. Hatta bir ara lokomotiflerden dökülen "kok"a dönüşmüş taş kömürlerini toplar döküm atölyelerine satardık. Artık kara trenler de kalmadı Bekir kardeş. Kalanlar da müzelerde.
Bekir kardeş, sen Kürt'tün ben Türkmen. Tesadüf, ikimiz de sarışındık o zaman. Hatta çok iyi hatırlıyorum, senin gözlerin yeşildi. Sonraları, benim Yahudi arkadaşım da oldu, Ermeni de. Onlarla da koptuk yıllar sonra. Biri İsrail'e diğeri Fransa'ya yerleşti. Belki ne gereği var bunları anlatmamın diye düşünüyor olabilirsin. Gereği var. Çünkü şu ufacık dünyada insanları birbirine düşman ettiler. Binlerce yılın kini devam ediyor Bekir. Halen, insanlar ırkları ve inançları yüzünden katlediliyor. Birbirlerini koyun boğazlar gibi boğazlıyorlar. Yaşasaydın, benim gibi senin için de kan ağlardı. Sen de isyan ederdin, sen de haykırırdın; "İNSAN OLMAK NEDEN BU KADAR ZOR" diye.
At arabaları dolaşırdı şehir içinde. Şehir içi yük taşımacılığı onlarla yapılırdı. Ne kadar üzülürdük. Ne kadar kızardık atların kamçılanmasına. Zavallı atlar... O kadar çok yük vururlardı ki üzerlerine, zorlanırlardı, nalları kayardı o siyah taş kaplı, henüz asfalt olmayan yollarda. Zorlandıkça kamçı şaklardı sırtlarında.
Ama üzülme. Artık hayvanlar yük taşımıyor. İnanamayacağın kadar motorlu araç var şehirde. Üzülme dedim ama, o araçların ve belki de milyonlarca sanayi tesisinin atmosfere saldığı zehirli gazların da katkısıyla iklimler değişiyor, canlı türleri yok oluyor, dereler, su kaynakları, göller kuruyor. Herşey hızla değişiyor. Ne o lezzetli ekmekler kaldı, ne temiz su, ne meyve ve sebze, ne de insanlık adına güzellikler.Koca koca denizler bile kirlendi. Hani kenarında salkımsöğütlerin dallarının sularına deydiği, nazlı nazlı akan, sıcaktan bunaldığımızda yüzdüğümüz tertemiz dere vardı ya. Kurudu Bekir, kurudu. Lağım suları akıyor artık o derede. Ellerimizle tutup, tekrar suya bıraktığımız balıklar da yok, kurbağalar da. Artık kocaman lağım fareleri var dere yatağının kenarında.
Sevgili Bekir, hatırlıyormusun? Seninle birgün "Bu dünyaya bir kazık çakmadan gitmeyelim" demiştik. Ne bilecektik, yine senin bir baba dayağından sonra bir jipin arkasına asılıp, yaz tatilinde bulunduğunuz köyden kaçıp gitmek isterken düşüp öleceğini. Ne planlar yapmıştık, ne kararlar almıştık gelecek üzerine...Çok erken gittin Bekir çok erken!... Yapacağım herşeyde yalnız kaldım. Seninle birlikte bir yarım gitti. Her yapmaya çalıştığım iş yarım kaldı.
İnsan yaşamında yarımlardan bir bütün olmuyor Bekir. Olmuyor... senağlama