- 7 Şubat 2008
- 2.461
- 170
--------------------------------------------------------------------------------
Beklemek ne demek bilir misiniz?
Otobüs beklemek, sıra beklemek, hafta sonunu beklemek değil ama benim anlatacağım. Daha uzun. Daha yorucu. Daha yıpratıcı. Hiç yılmadan, hiç usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan bir bebeğe kavuşacağınız o anı beklemek…
Her yeni başlangıçtan sonra yine olumsuzu yaşamak, sevenlerinizin sizi avutmak için söylediği sözlere avunmuş gibi yapmak, eşinize bile göstermeden saatlerce ağlamak, gecelerce düşünmek ve sonra tekrar gücünüzü toplayıp yeni bir ümitle her şeye yeniden bir daha, bir daha, bir daha başlamak…
3 sene, yani 36 ay, yani 13140 gün bunu tekrar tekrar yaşamak…
Şubat 2003’te yüreğime düştün annem sen. Ayın 7’si, bir Cumartesi günüydü. Kar yağıyordu dışarıda, fırtına vardı. Ben sabahın sekiz buçuğunda taksi ile koşarak gittim doktora, sanki geç kalıyormuşum gibi seninle olan randevuma. Sabırsızdım çok. Bir an önce seni görmek, seni duymak, seni koklamak için vakit kaybetmemeliydim.
O an bilmiyordum belki de geçen zamanın değerini. Her şeye çok kolay sahip olmuştum hayatımda oysa. En iyi okulları bitirmiş, istediğim ve severek yaptığım öğretmenlik mesleğimle hayatta olmak istediğim yerdeydim. Çok mutlu bir evliliğimiz vardı babanla, aynı bugün olduğu gibi. Anlayacağın bir tek sen yoktun ortalıkta.
Mayıs 2003 oldu, geçen üç ay bir şey anlamadım. Sadece ‘acaba’lar ile yordum kendimi.
Temmuz ayında heyecanlanmaya başladım sanki çok yaklaşmışım gibi varlığına. Eylül, ekim derken daraldım. Yeni seneye yine aynı dilekle, seninle ama sensiz girdim…
Matematikçiyim ya çift sayıları severim. 2004 bizim yılımız olacaktı. Mart ayında, talihsizlik bu ya baban bel fıtığı ameliyatı oldu. Günlerce yatmak zorunda kaldı. Çok şükür her şey yolunda gitti.
O zaman aralığında konu başlıkları değişti sadece yaşantımızda. Sağlıklı günler ve gelecek için yoğunlaştık dağarcığımızda. Ama sen hep yüreğimdeydin inan bana. Her yeni başlayan günde, her sevinçli haberde, uçan kuşta, yağan yağmurda, seninle konuştum içimden. Ne çok sevdiğimi söyledim sana defalarca, her ne kadar sen cevap vermesen de bana…
Mayıs 2004, yeni bir doktora gittik. Her şey yeniden başladı, geçen bir buçuk seneyi arkamızda bırakarak. Tahliller, kontroller, ne kadar teknik varsa güncel olan hepsini sıraladık birer birer. Eş dost, akraba kim varsa halden anlayan moral verdiler bana.
Avunmadım annem, avunmuş numarası yaptım hep. Güler yüzlü olmaya çalıştım annem, içten içe hep ağlayarak. Çok kızdı baban bana kendimi yıpratıyorum diye, ama içtiğim onca ilacın içinde psikolojik açıdan beni rahatlatacak, olumlu düşünmemi sağlayacak, sana gerçekten bir gün kavuşacağımın garantisini verecek yoktu bir tanesi valla.
Denenmiş tüm yolların ertesinde, unutmayacağım bir 8 Aralık günü, bu işin doğal yolla asla olamayacağını öğrendik, hani o çok umutlandığım çift yıl olan 2004’ün son ayında. Böylece, sensiz ama her an seninle geçen iki seneyi hiç istemeden, korkarak çektirmek zorunda kaldığım rahim filminin olumsuz sonucuyla kapatarak.
Ocak 2005, yeni adres, yeni doktor, yeni umut, yeni başlangıç ama beraberinde eski tüm kötü, olumsuz anılar, anlar…
Evde çekmecelerde biriken onlarca gebelik testi çubukları. İkinci pembe çizgiyi görebilmek için yaptığım mikroskobik incelemeler. Sürekli aynı yere bakınca sanki çifti varmış gibi çocukça kendini kandırmalar…
Her negatif sonuçtan sonra uğursuz diye bir daha uğramadığım semt eczaneleri. Her şeyin ötesinde sıkıntı, huzursuzluk, yenilgi, hırs, başkalarından duymak istemeden duyduğum müjdeler, benden gizli üzülmeyeyim diye konu ile ilgili kapı aralığında fısıldaşmalar, sayfaları yazmaktan biten ajandalar, 2003-2004 takvimlerinde işaretlenmiş onca detaylar, okumaktan ezberlenen ilaç prospektüsleri…
Ama her şeyde sen, yine sen, hep sen…
‘Tüp bebek yapalım’ dedi birileri. Adı hiç hoşuma gitmedi ama kabul ettim. Hem belki bir değil, birden fazla oluverirsiniz diye de çaktırmadan sevindim. Derhal ilaç hazinemize yenileri eklendi. Hatta kendi kendime iğne yapmayı da bu sayede öğrendim. Normalde fazla çalışan yumurtalıklarım, aldığım hormonlarla turbo moduna girdiler. Tedavinin son günlerinde ağırlıktan neredeyse yürüyemez oldum.
Bir cuma akşamı saat 12 civarı son çatlatma iğnemi olmam gerekiyordu. Olur da yanlış bir şey olur diye cesaret edemedim. Nöbetçi eczaneler yapmadılar. Hastaneler doktor reçetesi yok diye kabul etmediler. Elimizde iğne, arabada babanla öyle oturup güldük ağlanacak halimize. Bir semt kliniğinde iğne olup eve geldiğimizde saat biri geçiyordu.
Pazar sabahı daha herkes uyurken, biz yine yollarda yumurta toplatmaya gittik. Aynı saatte belki birisi bir yerlerde kendi tavuğundan yumurtalarını toplarken, ben genel anestezi altında mışıl mışıl uyuyordum.
Gözümü açtığımda her şey bitmiş, doktorumla baban sohbet ediyorlardı. Biliyor musun tam 34 tane hem de, ne demekse iyi kalitede yumurta toplanmış.
Baban ise ayrı bir odada kendine ait ‘materiyal’i (kabın üstünde öyle yazıyormuş )vermek için, epey komik şeyler yaşamış. Belki ilerde bir gün sana anlatır. Kendinden önce odadan çıkan kelli felli, esmer çok kıllı adamı görünce korkup gidip embriyologla bile görüşmüş, hani olur da maazallah materyaller karışır mı diye FPRIVATE Tabi böyle bir endişesi olduğu için üstüne bir de azarlanmış.
Böylece sana bir adım daha yaklaşmış olmanın huzuruyla eve geldik annem. Ama benim yumurtalıklarım birkaç gün daha sayıca çoğalmaya ve sağlığımı tehdit etmeye devam ettiler. Vücudum ödem yaptı, neredeyse hastanelik oluyorduk. Korkudan iyileştim.
Üç gün sonra telefon geldi. “Müjde! 14 tane bebeğiniz oldu” dedi birisi. Nasıl yani?..
Ertesi gün, bir arife günü, birkaç günlüğüne benden ödünç aldıkları seni, bana geri vermeye gittik. Eve döndüğümüzde artık iki kişi değildi nüfusumuz. Sen ve diğer üç kardeşin de içimdeydiniz. Sıcacık… Diğer kalan on taneniz de eksi bilmem kaç derecede uyutuldunuz.
Zaman hepten geçmez oldu. Bir sonraki on günü on değil sanki, yüz sayarak geçirdim. Hissetmeye çalıştım hep seni, konuştum senle. ‘Sakın beni yalnız bırakma’ diye hep yalvardım içimden.
B-HCG için kan verip sonucu beklemek ise en zoruydu her şeyin. 19,42 gibi çok düşük bir test sonucuyla yıkılmışken, yine de cesaretimi toplayıp doktoru aradım bir ara. ‘Tebrikler, hamilesiniz’ dediğini ise ancak kapatınca anladım telefonu. Çok küçük olduğun için zaten ancak o kadar çıkarmış bu oran. Bana kalsa her gün kan vereceğim. Nasıl üç gün beklerim?
Bir sonraki oran 96 oldu, haftasına 361 ve sonrasında 15 bin küsur. Bu arada sen yalnız olmak istemişsin içerde. Diğer kardeşlerini çokoprens almaya yollamışsın bakkala.
Evet annem, beraberiz artık. Hep buraya kadar hayal etmişim, hamile kalamadığım için kalmanın ötesine hiç geçememişim ki… Bir anda boşluğa düştüm. Sevinmek, heyecanlanmak, coşmak, hiçbir güdüm kalmadı. Ta ki gebeliğimin 7. haftasında kalbinin atışını duyana dek…
Şubat 2005, yine kar var dışarıda. “Fış fış kayıkçı, kayıkçının küreği, pıt pıt atar yüreği” şarkısı sardı tüm bedenimi. ‘İlk 12 hafta’ dedi doktor. ‘Mart sonunu bulalım, ondan sonra her şey yoluna girecek.’ Halbuki, Mart ayını sevmem, hep çok uzun gelir bana. Hem baban da ameliyat olmuştu yine soğuk bir Mart sabahında.
23 Mart, on bir haftalık olduk. Ayın 28 inde on ikinci hafta doluyor, yaşasın! Bir beş gün daha anneciğim…
Kontrolümüz var bugün. İlk defa huzurluyum bu kadar, ilk defa soru işaretlerimi yanıma almadan çıkıyorum evden. Hava pırıl pırıl. Bahar gelmiş…
Muayene odası, doktor, hemşire ablamız, sen ve ben. Baban içerde, birazdan gelecek seni görmeye.
***********
Sessizlik, karanlık, sıcak çok sıcak…
Neredesin annem?
Niye öyle miniciksin?
Niye hareket etmiyorsun?
Uyuyor musun yoksa?
***********
‘Eşinizi çağıralım mı’ diye sordu doktor, ‘Yok, gerek yok. Ben hallederim. O üzülmesin.’ Anlamış halbuki kimse onu çağırmayınca.
Akşamüstü saat beş suları. Yine bir ameliyat odası. Yanıyorum alev alev. Kıpkırmızıyım. Çıtım çıkmıyor. Doktorun eli elimde, onunki buz gibi…
Uyandım… Ağlıyorum sessizce. Eve geliyoruz vakitlice. Anneannen, deden gelmiş moral vermeye. Anneannen sıkıntısından otuz kap yemek pişirmiş, kim yiyecekse ve hangi moralle. Yetmemiş süpürgeyi açmış evi kazıyor. Baban balkonda dedene ağlıyor.
Ertesi gün babaannen, deden ve amcan geldiler İzmir’den. Şöyle yalnız kalıp böğüre böğüre ağlayacaktım oysa ben. Sustum, sessizce aktı yaşlar. Neden sonra tahriş oldu yanaklarım tuzdan.
Birileri bir yerlerde bir şeyler konuşup duruyor. Durmadan telefonlar geliyor. Ama halim yok, içim acıyor benim, ilgilenmiyorum. Hatta babanın cep telefonunu kurcalarken doktorla mesajlaşmalarını okuyorum hiçbir anlam vermeden. “Ya doktor bey, doğru söyleyin eşime bir şey olacak mı? Çok korkuyorum.” Sormuyorum bile ‘bu ne demek’ diye.
Birkaç gün sonra yine doktordayız. Cin gibiyim. Elimde padişah fermanı kadar bir soru listesi geleceğe dair. Daha ağzımı açmadan bir beyaz uzatıyor doktor elime. ‘Çok korkuttun bizi’ diyor. ‘Ama çok şükür her şey yolunda.’
Onun dediklerini anlamaya çalışırken kağıttaki “patoloji raporudur” yazısını görüyorum. Ne alaka?..
Bir anda kaset geri sarmaya başlıyor. Bir tek seni almamışlar içimden anneciğim. Ben seni kaybettim diye ağlarken günlerdir, diğer herkes benim için ağlıyormuş meğer.
Neyse, sonuçlar temiz çıkıyor ve ben yine allak bullak, üstelik suçluymuşum gibi bir ifadeyle eve dönüyorum.
Zaman geçmiyor. Ne yapacağım şimdi ben? Daha deneyecek bir şey kalmadı ki. Yoksun işte. Kabul edemiyorum. Yenemiyorum hırsımı, seni istiyorum ben. Ağlıyorum durmadan, ağlıyorum. Yastığımın bir tarafı hep yaş…
Beklemek ne demek bilir misiniz?
Otobüs beklemek, sıra beklemek, hafta sonunu beklemek değil ama benim anlatacağım. Daha uzun. Daha yorucu. Daha yıpratıcı. Hiç yılmadan, hiç usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan bir bebeğe kavuşacağınız o anı beklemek…
Her yeni başlangıçtan sonra yine olumsuzu yaşamak, sevenlerinizin sizi avutmak için söylediği sözlere avunmuş gibi yapmak, eşinize bile göstermeden saatlerce ağlamak, gecelerce düşünmek ve sonra tekrar gücünüzü toplayıp yeni bir ümitle her şeye yeniden bir daha, bir daha, bir daha başlamak…
3 sene, yani 36 ay, yani 13140 gün bunu tekrar tekrar yaşamak…
Şubat 2003’te yüreğime düştün annem sen. Ayın 7’si, bir Cumartesi günüydü. Kar yağıyordu dışarıda, fırtına vardı. Ben sabahın sekiz buçuğunda taksi ile koşarak gittim doktora, sanki geç kalıyormuşum gibi seninle olan randevuma. Sabırsızdım çok. Bir an önce seni görmek, seni duymak, seni koklamak için vakit kaybetmemeliydim.
O an bilmiyordum belki de geçen zamanın değerini. Her şeye çok kolay sahip olmuştum hayatımda oysa. En iyi okulları bitirmiş, istediğim ve severek yaptığım öğretmenlik mesleğimle hayatta olmak istediğim yerdeydim. Çok mutlu bir evliliğimiz vardı babanla, aynı bugün olduğu gibi. Anlayacağın bir tek sen yoktun ortalıkta.
Mayıs 2003 oldu, geçen üç ay bir şey anlamadım. Sadece ‘acaba’lar ile yordum kendimi.
Temmuz ayında heyecanlanmaya başladım sanki çok yaklaşmışım gibi varlığına. Eylül, ekim derken daraldım. Yeni seneye yine aynı dilekle, seninle ama sensiz girdim…
Matematikçiyim ya çift sayıları severim. 2004 bizim yılımız olacaktı. Mart ayında, talihsizlik bu ya baban bel fıtığı ameliyatı oldu. Günlerce yatmak zorunda kaldı. Çok şükür her şey yolunda gitti.
O zaman aralığında konu başlıkları değişti sadece yaşantımızda. Sağlıklı günler ve gelecek için yoğunlaştık dağarcığımızda. Ama sen hep yüreğimdeydin inan bana. Her yeni başlayan günde, her sevinçli haberde, uçan kuşta, yağan yağmurda, seninle konuştum içimden. Ne çok sevdiğimi söyledim sana defalarca, her ne kadar sen cevap vermesen de bana…
Mayıs 2004, yeni bir doktora gittik. Her şey yeniden başladı, geçen bir buçuk seneyi arkamızda bırakarak. Tahliller, kontroller, ne kadar teknik varsa güncel olan hepsini sıraladık birer birer. Eş dost, akraba kim varsa halden anlayan moral verdiler bana.
Avunmadım annem, avunmuş numarası yaptım hep. Güler yüzlü olmaya çalıştım annem, içten içe hep ağlayarak. Çok kızdı baban bana kendimi yıpratıyorum diye, ama içtiğim onca ilacın içinde psikolojik açıdan beni rahatlatacak, olumlu düşünmemi sağlayacak, sana gerçekten bir gün kavuşacağımın garantisini verecek yoktu bir tanesi valla.
Denenmiş tüm yolların ertesinde, unutmayacağım bir 8 Aralık günü, bu işin doğal yolla asla olamayacağını öğrendik, hani o çok umutlandığım çift yıl olan 2004’ün son ayında. Böylece, sensiz ama her an seninle geçen iki seneyi hiç istemeden, korkarak çektirmek zorunda kaldığım rahim filminin olumsuz sonucuyla kapatarak.
Ocak 2005, yeni adres, yeni doktor, yeni umut, yeni başlangıç ama beraberinde eski tüm kötü, olumsuz anılar, anlar…
Evde çekmecelerde biriken onlarca gebelik testi çubukları. İkinci pembe çizgiyi görebilmek için yaptığım mikroskobik incelemeler. Sürekli aynı yere bakınca sanki çifti varmış gibi çocukça kendini kandırmalar…
Her negatif sonuçtan sonra uğursuz diye bir daha uğramadığım semt eczaneleri. Her şeyin ötesinde sıkıntı, huzursuzluk, yenilgi, hırs, başkalarından duymak istemeden duyduğum müjdeler, benden gizli üzülmeyeyim diye konu ile ilgili kapı aralığında fısıldaşmalar, sayfaları yazmaktan biten ajandalar, 2003-2004 takvimlerinde işaretlenmiş onca detaylar, okumaktan ezberlenen ilaç prospektüsleri…
Ama her şeyde sen, yine sen, hep sen…
‘Tüp bebek yapalım’ dedi birileri. Adı hiç hoşuma gitmedi ama kabul ettim. Hem belki bir değil, birden fazla oluverirsiniz diye de çaktırmadan sevindim. Derhal ilaç hazinemize yenileri eklendi. Hatta kendi kendime iğne yapmayı da bu sayede öğrendim. Normalde fazla çalışan yumurtalıklarım, aldığım hormonlarla turbo moduna girdiler. Tedavinin son günlerinde ağırlıktan neredeyse yürüyemez oldum.
Bir cuma akşamı saat 12 civarı son çatlatma iğnemi olmam gerekiyordu. Olur da yanlış bir şey olur diye cesaret edemedim. Nöbetçi eczaneler yapmadılar. Hastaneler doktor reçetesi yok diye kabul etmediler. Elimizde iğne, arabada babanla öyle oturup güldük ağlanacak halimize. Bir semt kliniğinde iğne olup eve geldiğimizde saat biri geçiyordu.
Pazar sabahı daha herkes uyurken, biz yine yollarda yumurta toplatmaya gittik. Aynı saatte belki birisi bir yerlerde kendi tavuğundan yumurtalarını toplarken, ben genel anestezi altında mışıl mışıl uyuyordum.
Gözümü açtığımda her şey bitmiş, doktorumla baban sohbet ediyorlardı. Biliyor musun tam 34 tane hem de, ne demekse iyi kalitede yumurta toplanmış.
Baban ise ayrı bir odada kendine ait ‘materiyal’i (kabın üstünde öyle yazıyormuş )vermek için, epey komik şeyler yaşamış. Belki ilerde bir gün sana anlatır. Kendinden önce odadan çıkan kelli felli, esmer çok kıllı adamı görünce korkup gidip embriyologla bile görüşmüş, hani olur da maazallah materyaller karışır mı diye FPRIVATE Tabi böyle bir endişesi olduğu için üstüne bir de azarlanmış.
Böylece sana bir adım daha yaklaşmış olmanın huzuruyla eve geldik annem. Ama benim yumurtalıklarım birkaç gün daha sayıca çoğalmaya ve sağlığımı tehdit etmeye devam ettiler. Vücudum ödem yaptı, neredeyse hastanelik oluyorduk. Korkudan iyileştim.
Üç gün sonra telefon geldi. “Müjde! 14 tane bebeğiniz oldu” dedi birisi. Nasıl yani?..
Ertesi gün, bir arife günü, birkaç günlüğüne benden ödünç aldıkları seni, bana geri vermeye gittik. Eve döndüğümüzde artık iki kişi değildi nüfusumuz. Sen ve diğer üç kardeşin de içimdeydiniz. Sıcacık… Diğer kalan on taneniz de eksi bilmem kaç derecede uyutuldunuz.
Zaman hepten geçmez oldu. Bir sonraki on günü on değil sanki, yüz sayarak geçirdim. Hissetmeye çalıştım hep seni, konuştum senle. ‘Sakın beni yalnız bırakma’ diye hep yalvardım içimden.
B-HCG için kan verip sonucu beklemek ise en zoruydu her şeyin. 19,42 gibi çok düşük bir test sonucuyla yıkılmışken, yine de cesaretimi toplayıp doktoru aradım bir ara. ‘Tebrikler, hamilesiniz’ dediğini ise ancak kapatınca anladım telefonu. Çok küçük olduğun için zaten ancak o kadar çıkarmış bu oran. Bana kalsa her gün kan vereceğim. Nasıl üç gün beklerim?
Bir sonraki oran 96 oldu, haftasına 361 ve sonrasında 15 bin küsur. Bu arada sen yalnız olmak istemişsin içerde. Diğer kardeşlerini çokoprens almaya yollamışsın bakkala.
Evet annem, beraberiz artık. Hep buraya kadar hayal etmişim, hamile kalamadığım için kalmanın ötesine hiç geçememişim ki… Bir anda boşluğa düştüm. Sevinmek, heyecanlanmak, coşmak, hiçbir güdüm kalmadı. Ta ki gebeliğimin 7. haftasında kalbinin atışını duyana dek…
Şubat 2005, yine kar var dışarıda. “Fış fış kayıkçı, kayıkçının küreği, pıt pıt atar yüreği” şarkısı sardı tüm bedenimi. ‘İlk 12 hafta’ dedi doktor. ‘Mart sonunu bulalım, ondan sonra her şey yoluna girecek.’ Halbuki, Mart ayını sevmem, hep çok uzun gelir bana. Hem baban da ameliyat olmuştu yine soğuk bir Mart sabahında.
23 Mart, on bir haftalık olduk. Ayın 28 inde on ikinci hafta doluyor, yaşasın! Bir beş gün daha anneciğim…
Kontrolümüz var bugün. İlk defa huzurluyum bu kadar, ilk defa soru işaretlerimi yanıma almadan çıkıyorum evden. Hava pırıl pırıl. Bahar gelmiş…
Muayene odası, doktor, hemşire ablamız, sen ve ben. Baban içerde, birazdan gelecek seni görmeye.
***********
Sessizlik, karanlık, sıcak çok sıcak…
Neredesin annem?
Niye öyle miniciksin?
Niye hareket etmiyorsun?
Uyuyor musun yoksa?
***********
‘Eşinizi çağıralım mı’ diye sordu doktor, ‘Yok, gerek yok. Ben hallederim. O üzülmesin.’ Anlamış halbuki kimse onu çağırmayınca.
Akşamüstü saat beş suları. Yine bir ameliyat odası. Yanıyorum alev alev. Kıpkırmızıyım. Çıtım çıkmıyor. Doktorun eli elimde, onunki buz gibi…
Uyandım… Ağlıyorum sessizce. Eve geliyoruz vakitlice. Anneannen, deden gelmiş moral vermeye. Anneannen sıkıntısından otuz kap yemek pişirmiş, kim yiyecekse ve hangi moralle. Yetmemiş süpürgeyi açmış evi kazıyor. Baban balkonda dedene ağlıyor.
Ertesi gün babaannen, deden ve amcan geldiler İzmir’den. Şöyle yalnız kalıp böğüre böğüre ağlayacaktım oysa ben. Sustum, sessizce aktı yaşlar. Neden sonra tahriş oldu yanaklarım tuzdan.
Birileri bir yerlerde bir şeyler konuşup duruyor. Durmadan telefonlar geliyor. Ama halim yok, içim acıyor benim, ilgilenmiyorum. Hatta babanın cep telefonunu kurcalarken doktorla mesajlaşmalarını okuyorum hiçbir anlam vermeden. “Ya doktor bey, doğru söyleyin eşime bir şey olacak mı? Çok korkuyorum.” Sormuyorum bile ‘bu ne demek’ diye.
Birkaç gün sonra yine doktordayız. Cin gibiyim. Elimde padişah fermanı kadar bir soru listesi geleceğe dair. Daha ağzımı açmadan bir beyaz uzatıyor doktor elime. ‘Çok korkuttun bizi’ diyor. ‘Ama çok şükür her şey yolunda.’
Onun dediklerini anlamaya çalışırken kağıttaki “patoloji raporudur” yazısını görüyorum. Ne alaka?..
Bir anda kaset geri sarmaya başlıyor. Bir tek seni almamışlar içimden anneciğim. Ben seni kaybettim diye ağlarken günlerdir, diğer herkes benim için ağlıyormuş meğer.
Neyse, sonuçlar temiz çıkıyor ve ben yine allak bullak, üstelik suçluymuşum gibi bir ifadeyle eve dönüyorum.
Zaman geçmiyor. Ne yapacağım şimdi ben? Daha deneyecek bir şey kalmadı ki. Yoksun işte. Kabul edemiyorum. Yenemiyorum hırsımı, seni istiyorum ben. Ağlıyorum durmadan, ağlıyorum. Yastığımın bir tarafı hep yaş…
Son düzenleme: