Kimya Hatun'un hayatını roman olarak ele almış, başlıca üç kitap vardır arkadaşlar:
1) Kimya hatun: Saide kuds
2) Aşk: Elif Şafak
3) Bab-ı Esrar:Ahmet Ümit
Bunlardan en sonuncusu Bab-ı Esrar'dır...
Siade Kuds'un ele aldığı "Kimya Hatun" kitabı; onun ilk eseridir.
2006 Parvin Etesami Edebiyat ödülünü almıştır.
Fakat şunu söylemeliyim ki, bu kitap gerekli araştırma yapılmadan, hatta bazı karakterler çarpıtılarak anlatılmıştır.
Belki de, Farsça'dan dilimize yapılan çeviri eksikliklerinden ötürü, edebi değeri düşüktür.
Öncelikle bu üç kitap arasında, en değerli araştırmayı yapmış ve tarihi kaynaklara sadık kalmış olan roman, Elif Şafak 'ın Aşk adlı eseridir.
Saide Kuds'un romanında ise, bazı karakterlerin tamamen çarpıtılması söz konusudur...
Bu konuda, hiç bilgisi olmayan arkadaşlar lütfen düşünçelerini olgunlaştırmak için tek bir kitaba bağlı kalmasınlar...
"1- Kitapta anlatılanlar gerçekten tarihi belgelere mi dayanıyordur; yoksa Saide Kuds, bu dünyaya mal olmuş isimleri kullanarak, kendi romanını mı yazmıştır?
2- Kimya Hatun Kerra'nın öz kızı mıdır? (Kimya Hatun'da yazdığı gibi)
Yoksa onu eğitsin diye, 12 yaşında Mevlana'ya velatlık olarak verilen ve hayaletlerle konuşma yeteneği olan bir köylü kızı mı? (Aşk'da yazdığı gibi)
3- Kimya Şems'le istemeyerek mi evlenmiştir? (Kimya Hatun)
Yoksa, Şems'e aşık olup onunla evlenmeye can mı atmıştır? (Aşk)
4- Kimya Alaeddin ile gerçekten bir ilişki yaşıyor muydu? (Bab-ı Esrar'da Şems onları sevişirken yakalamıştı)
Yoksa Kimya'nın, Alaeddin'e hiç mi ilgisi yoktu? (Aşk)
5- Kimya nasıl öldü? Hastalanarak mı? Şems'in boğazını sıkmasıyla mı?
6- Mevlana bu kadar pasif biri miydi?"
(Alıntı)
Öncelikle ben, Saide Kuds'un romanını hiç beğenmediğimi belirtmeliyim.
Önyargılı yazılmış bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Yazarın ilk kitabı olmasından dolayı, biraz tecrübesizce yazılmış...
Mantık hataları oldukça fazla.
Mesela, o dönemde domates, henüz yiyecek olarak bilinmiyordu.
18. Yüzyıla kadar domates, bir süs bitkisi olarak kullanılıyordu.
Üstelik Anadolu'da domates diye bir sebzeden kimse haberdar değilken; yazar roman kahramanlarına afiyetle bunu yediriyor...
Mevlana ve Şems olayında, çarpıklıklar olduğu iddia ediliyor bu kitapta.
"Şems-i Tebrizi ile Mevlana'nın buluşması çok önceden müjdelenmiş bir olay olarak bilinir.
Evet; bu iki Allah eri, uzun süre bir odada yalnız kalmışlardır, ama burdaki önemli nokta; Eflaki Dede' nin kayıtlara geçirdiği kadarıyla, hiç konuşmamış, kıpırdamamış, uyumamış sadece birbirlerinin gözlerinin içine bakmışlardır.
( Kimya hatunda: çarpık ilişki olarak yansıtılmaya çalışılmış )
Bu geçici inzivadan sonra, Mevlana müjdelenmiş kişiyi bulmuş ve içindeki Allah aşkı inanılmaz derecede artmıştır, şiirler yazmış canlı cansız bütün varlıklara Allah aşkını anlatmıştır.
Tabiki medreseye gitmemeye başlamış, öğrencilerle ilgilenmemeye başlamış.
Şems-i Tebrizi' nin, Konya'yı terketmesinin sebebi ise; Mevlana'daki bu değişimleri kaldıramayan bazı fanatik grupların, Semsi'yi tehdite varan davranışlarındandır.
Konya' yı terkeden Tebrizi'nin ardından, deliye dönen Mevlana'nın durumunu gören mürşitleri, yaptıklarından ötürü pişman olmuşlar ve Mevlana' nın huzurunda kendisinden özür dilemişlerdir.
Bunun üzerine Mevlana; en büyük oğlunu gönderir ve Şems-i Tebrizi' yi Bağdat yakınlarında bulur, geri dönmesi için onu ikna eder ve Şems geri döner.
Mevlana "ahiret güneşi" olarak adlandırdığı Tebrizli derviş Şems-i Tebrizi' yi evinden bir kişiyle evlendirirse, evine girip çıkmasından çevre halkının rahatsız olmayacağını düşünür ve Kimya Hatun'la evlendirir.
Kimya Hatun'un, bilindiği gibi Mevlana'nın küçük oğlu Aleaddin'le yakınlığı vardır. Evlendikten sonra da, anonim kaynaklardan bilindiği kadarıyla Kimya Hatun Aleaddin'le görüşmeye devam eder.
Şems-i Tebrizi, bunu bildiği halde sabrın ve hoşgörünün arkasına sığınır ve karısı Kimya Hatun' u uyarmakla yetinir.
Artık Kimya ile Aleaddin'in görüşmeleri dayanılmaz bir hal aldığı günlerden birinde, Şems bu iki yasak sevgiliyi dolunayın aydınlattığı bir ağaç gölgesinde farkeder.
Sabırlı ve hoşgörülü olmaya çalışır ve görmemiş gibi evine gider, eve vardığında Kimya Hatun'un hala eve gelmediğini görür.
Fazla gecikmeden eve gelen Kimya Hatun' la konuşmak isteyen Şems'i yanlış anlar ve çığlık atmaya başlar.
Şems ise, bu yasak görüşmelerin duyulmamasını istediği için, karısının susması için onun ağzını kapatır; fakat Kimya Hatun susmak bilmez Şems de gücüne hakim olamaz ve Kimya Hatun' un boynunu istemeden kırar.
Aleaddin başta olmak üzere, birçok Şems düşmanı; tekrar Şems'i tehdit etmeye başlar ve bir gece vakti Şems' i Aleaddin'in olduğu yedi (7) kişilik bir gurup bıçaklayarak öldürür.."
(Alıntı)
Tabii bu durum bazı kaynaklara göre daha farklıdır.
Bir çok kaynakta, Şems'in Kimya Hatunu öldürmediği; Kimya'nın bir hastalık yüzünden öldüğü belirtilmektedir.
Bab-ı Esrar isimli kitaba değerlendirecek olursak, bu konuda Melahat Ürkmez'in araştırmaları bize çok güzel ışık tutar...
"Öyle gizler, öyle aşklar ve öyle sırlar vardır ki, ne çözülür ne çözümlenir. Menakıplerde süslenir, katmerlenerek söylenir gider, unutulamaz bir türlü. İşte, Şems’in Kimya Hatun aşkı da bunlardan sadece bir tanesi. Yedi yüz yıldır söylene gelmiş, bir yedi yüz yıl daha söyleneceğe benziyor.
Kasım 2008 tarihinde yayımlanan Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar adlı romanı bildiğim kadarıyla en sonuncusu. Önce eleştirimi yaparak kitap hakkında birkaç görüşümü paylaşmak istiyorum.
Bab-ı Esrar’ı okuyunca bir kez daha anladım ki, tarihi bir roman yazarken iyi bir araştırma yaparak sağlam kaynaklara atıfta bulunulmalı. Ahmet Ümit iyi bir araştırma yapmış ancak yeterli bir araştırma yapamamış. Bunlardan birkaçını aktaracak olursak;
Sayfa 157; “… Günler, haftalar, aylar boyunca bir odada iki kişilik yalnızlığı yaşadılar. Günler sonra kapı açılıp, ikisi de dünyaya merhaba dediğinde ne Şems eski Şems’ti, ne Celâleddin eski Celâleddin. Namazı, vaazı, medresedeki derslerini bıraktı Mevlâna”
Sayfa 239; “…biliyorsunuz, Celâleddin Rûmî, Şems’le karşılaşmadan önce önemli bir mutasavvıftı. Namaz kılar, oruç tutar, camide vaaz, medresede ders verirdi. Ama Şems’le karşılaşmasının ardından bunları bıraktı”
Sayfa 238; “… Aslında bu ahşap sanduka, Mevlâna Celâleddin Rumî’nin sandukasıydı. Rûmî vefat edince, onu defnetmek için babasının yanına getirdiler. Ve oğlunun geldiğini hisseden baba Sultanü’l-Ulema Bahaaddin Veled, büyük bir saygıyla mezarından kalkarak onu selamladı”
Sayfa 364; Hallac-ı Mansur inancının doruğuna ulaştığı, ilâhi aşkından sarhoş olduğu bir anda ‘Ene’l Hak’ diye bağırmaya başlamıştı. Yani ‘ben Tanrıyım’ diyordu. Ortodoks İslâm’a bağlı Abbasi hanedanları bu inanmış sufiyi hemen tutukladılar, yıllarca hapishanelerde tuttuktan sonra halkın gözü önünde, ellerini ayaklarını kesip derisini yüzerek öldürdüler”
Bu yanlışlıkları düzeltecek olursak; Hz.Mevlâna Şems ile halvetten sonra namaz kılmayı, oruç tutmayı bırakmamıştır. Hatta menakıp kitaplarında halvet halindeyken eşi Kerra Hatun’un ne yaptıklarını merak edip anahtar deliğinden uzun süre baktığını, duvarın yarılıp içinden birkaç kişinin odaya girdiğini, ellerinde bir demet gül getirdiklerini, ezan okununca Şems’in Mevlâna’ya siz imam olunuz dediğini Mevlâna’nın da imam olup duvardan gelenlerle birlikte cemaat olup namaz kıldıkları yazılır. Halvet sonrasında kapı açılıp da camide ve medresede vaazı bıraktığına gelince, bu da yanlıştır. Hatta Şems’te vaaz vermiştir. Şems’in Makalat isimli kitabı vaaz ve sohbetlerini dinleyenlerin tuttuğu notlardan oluşmuş bir kitaptır. Fihi Mâ Fih, Mecâlis-i Seb’a, Mektubat’ta Mevlâna’nın vaaz, sohbet ve konuşmalarından oluşmuş kitaplardır.
Bir televizyon programında Prof.Dr.Şerafeddin Gölcük’e, namazı bırakma hususundaki söylentileri sormuştum. Melâhat hanım müzede sergilenen Pir’in seccadelerinin üzerindeki secde yapılırken diz ve baş kısımların geldiği yerlerdeki aşınmalar kıldığının bir ispatı olmaya yeter demişti.
Hz.Mevlâna’nın cenazesinin gelirken, babasının ayağa kalkmış olması da tamamen yanlıştır. Abdulvahid adındaki mimarın yaptığı ve Mevlâna’nın kabri üstünde bulunan 2.65 m yüksekliğindeki ceviz oyma sanduka babasının mezarı üzerine nakledilip, Kanuni Sultan Süleyman’ın devrin en meşhur ustalarına yaptırdığı mermer sanduka Mevlâna’nın mezarı üzerine koyulmuştur. Böylece babasının mezarının yüksek görünmesinin yani ayağa kalkmış denmesinin sebebi budur.
Hallac-ı Mansur darağacında asılarak öldürülmüş bir aşk şehididir, romandaki gibi derisi yüzülerek öldürülmemiştir. Derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’dir.
Yukarıda değindiğim türden yanlışlıkları düzelterek okunursa akıcı, sürükleyici bir roman. Fantastik, polisiye tarzında kurgulanmış.
Saide Kuds’un Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin Hareminden Kimya Hatun” adlı romandaki nefret ettirici satır aralarına kıyasla çok daha zevkle okunacak bir kitap."
(Alıntı: Araştırmacı yazar Melahat ürkmez )
Bu konudaki takdiri, sizlerin yorumuna bırakıyorum. Ben her üç kitabı da değerlendirdiğimde, Elif Şafak'ın aşk isimli romanının gerçeklere daha sadık kalınarak kaleme alındığını düşünüyorum.
Allah erlerini, bu kadar kolay sapıklıkla addebilecek bir yazarın, görüşlerini olduğu gibi kabul edemediğim için, bir kaç incelemeyi taktidirinize sunnuyorum...
Sevgiler...