hani çok büyük bir klişe vardır; annelerimiz tarlalarda doğurdu, saçını süpürge etti diye.. hah işte biz o nesil değiliz.. biz saçımızı süpürge ederek değil, ebeveynlerimiz kendi saçlarını süpürge ederek büyüttüler bizi.. en azından ben öyle büyütüldüm.. evlilik zaten yeteri kadar ağır bir sorumluluk iken bir de minicik bebeklerin sorumluluğu eklenince gelsin bunalımlar, depresyonlar.. yani kapalı bir anket yap, bir çok anne çocukları olmadan önceki hayatını özlüyordur.. gel gelelim bu çocuklarınızı sevmediğiniz anlamına gelmez.. biz farklı bir kuşağız, belki bir tik daha bencil büyütüldük, verici değil daha alıcıyız.. yani en basitinden kaç tanemizin annesi evlilik yıldönümünü unuttuğu için kocasıyla tartışırdı? ama şimdi işler 30-40 sene önceki gibi değil, bizler de değiliz.. hissettikleriniz son derece normal, bunda vicdan azabı çekeceğiniz ya da çocuklarınızın sevgisini ispatlayacağınız bir durum yok.. ha geçiyor mu derseniz, büyüyüp sizinle sohbet edip size akıl verecek yaşa gelince bir arkadaş kazanıyorsunuz ama sorumluluklarınız da katlanarak artıyor.. bu sefer de onların bunalımları, ergenlikleri, arkadaş sorunları, dersleri giriyor devreye :)
Office; ben bunu bir başka açıdan daha düşünüyorum; bilgi beraberinde ağır bir sorumluluğu getiriyor. Çok klasik "Cahillik mutluluktur" olayı var ya aslında biraz o. Eski zamanların annelerine bakalım kuşak kuşak; bildikleri nelerdi? Dünyaya dair ne kadar neyi biliyorlardı-görüyorlardı? Çocuk gelişimi üzerine kaç farklı yöntem tanıyorlardı? Ya da atıyorum bir emzik varken, ikinci üçüncü dördüncü çeşit ve markası var mıydı? Yarar- zarar kısmına ne kadar hakimdiler? Ya da bilgi bu kadar kişinin fikri altında parçalara bölünmüş müydü, yoksa daha mı tekti?
Şimdi bir de bu bindi annelerin üzerine.
Aslında bildiğimiz kadar kontrolde çırpınırken gebertiyoruz kendi kendimizi. Bu da sevginin bencil kısmı zaten; o akışa bırakıvermeyi milyon çeşit içinde "Hangisinin akışında olmalı?" kısmını düşünürken kolay kolay başaramaz olduk ve bu da kendimizden çalmamızı daha çoğaltan bi etken oldu. Aslında bizim zamanımız en kendini süpürge etmeye meyilli halde.
Ne vardı misal; şekerli su; hiçbir itiraz yoktu; dayadılar geçtiler cokur cokur içtik.
Şimdi? Zararı biliniyor şekerin ve her bir yerden sağlıkla besleme için şekeri tutmaya çalışan anneler var, çocuğunu bunca reklam-sosyal medya- kıyas arasında en sağlıklı halde tutmaya çabalarken o şekeri yememesi için çocuğunun taklalara gelenleri var. Ben çocuğuma ilk çikolata-şekerini belki geçtiğimiz bir iki ay önce verdim ve o yerken yarı yarıya bir suçluluk duygusu ile canımı salladım, annemin böyle bir derdinin olmadığından eminim. :)
Şunu fark ettim ki biraz "Cahil" dediğimiz tarafa geçivermek gerekiyor. Biraz görmeyivermek, bilmeyivermek, amaaan demek gerekiyor. Aslında bu konu benim de kendimi törpülemeye çalıştığım tarafı hızlandıran ve bunda daha kararlı hale getiren bir konu oldu.
Bu kısmı da genel anlatıyorum;
Aynı eziyetli annelikten geçtiğim, kendime "Olmasa mıydı, çocuğum olmasa daha mı iyiydi, benden olmuyor galiba, hem kendimi hem çocuğumu yaktım... Eski günlerimi özledim" kısmında baya eşelendiğim için biliyorum bu anne modelini: "Tüm bilgilerin eşliğinde, mükemmel anne olma yolunda yorgun düşmüş, kendini daha neresinden feda edeceğini şaşmış-feda ettikçe bencilleşmiş, çocuğu için aklındaki doğruyu uygulama çabasında gerilmiş ve derin öfkelere gark olmuş-artık her şeyi işkenceye dönüşmüş, tahammülü tükenmiş, hep bir sorumluluğum var artık bittim ben diyerek belki %30 gitmesi gereken ve bu oranı da yavaş yavaş geri kazanılacak özgürlüğünün, kafasında %95ini yiyen, hayatını artık hep çocuğuna göre yaşamak zorunda olacağını düşünen, oysa çocuğunun da annesine göre rotalar çizeceği kısmını atlayan"
Kendimi iyice sıkıp çocuğumla o kısır döngüye girdiğimizi fark ettikten sonra (Kendi annem-yaşadıklarım-tahliller derken) yavaş yavaş değişme yoluna girdim. Hala arada gel-gitli hissederim ama o da durulacak, annem etkisi diyorum o. Çünkü beynimi her bir araya geldiğimizde güzel yıkar -bakamadın, öyle hasta olacak, öyle yapılmaz, şunu yedirmen lazımdı, bugün şununu yemedi, tamam yemeyiversin canım çocuk bu yemediği zaman olur ama yarın yedirmeye çalışalım, okula başlayınca ayy nasıl delirirsin kim bilir, şimdi gözünün önünde iyi günleri, bunun daha zoru var, ayrılacaksınız- falan fistan diyerekten.
Bunlar sürekli telaffuz edile edile sıkıldım "Kendileri büyüdükçe, dertleri de büyüyor" lafı aynı zamanda annemin en favorilerinden biridir. Ama şunu atlar: Kendileri büyüdükçe, dertleri de büyüyor, akılları da büyüyor, kendilerini savunma mekanızmaları da gelişiyor, hayatta kalmayı öğreniyorlar.
Kendi şartlarında artık dala tutunmayı öğrenmiş birinin altında durup ayaklarından destek olmaya gerek kalmayacağını, sadece bizim "Anne" olarak eskiden beridir bu koruma kollama sürekli çözme çabasında olmaya alışıp kendimizi çoğu kez gereksiz sıkacağımızı, çocuğun 6 yaşında-18 yaşındaki dertlerinin aynı oranda onun çözme kapasitesi dahilinde olduğunu kimse söylemiyor ama :) Biz kendimizi, içinde bulunduğumuz kültür sebebiyle belki, aşırı hırpalamaya çok müsaitiz.
Doğumdan sonra (Ki baya zorlu bir dönemdi oğlumun özel durumları sebebiyle ve annem faktörü altında) delirmelerde gezerken, buradan sevdiğim bir üye (Geldiysen okuduysan seviliyorsun bil. Sen de bilirsin bu üyeyi Office) "Yahu saldım çayıra Mevla'm kayıra tamaaam bu kadaar" demişti. O an sadece bunu duymam gerekiyordu. Sadece bunu. En uçtakinin (sıkıntının), öteki en ucunu düşünmeye ihtiyacım vardı (rahatı).
Bazen sadece bu gerekiyor, bazen sadece "Armut dibine düşer yeaa" gerekiyor, bazen "Boynuz kulağı geçer, amaan kendi halletsin" demek gerekiyor. Biz de ne dertlerden geçtik de hallettik, annelerimiz ne kadar doğruydular?
Çocuklarımızdan çok, bilgimizin ağırlığını taşımaya çalışıyoruz esas.
Benim zamanımıza dair gözlemim daha çok bu yönde.