Eciş bücüş diye bir kelime var, bilirsiniz. Bu kelime en çok ona yakışırdı. Kırış kırış beyaz elleri, buruşmuş yüzü, yemyeşil gözü ve kısacık boyuyla bu ikilemenin tam manasıyla hakkını veriyordu.
En önemlisi bizi çok seviyordu. Bizim de onu çok sevdiğimizi bilmeden, karşılıksız seviyordu…
Ondan geriye sayısız eşya kaldı bize. Bir de Türkçe öğretmenlerinin “soyut” diye anlattıkları elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir sürü şey…
Çocukken her tatilde gittiğimiz o eski ahşap ev, koskoca evde mutfak, yatak odası, yemek odası gibi bütün işlevleri gören o küçücük oda; odanın ortasında intihar eden bir akrebi andıran o teneke soba, sobanın üstünde her sabah dolup boşalan orta boy kazanlar ve bu kazanlardan sobanın üstüne taşıp, odanın içine yayılan yanık süt kokusu…
Sabah ezanında kalkar, aman çocuklar uyanmasın, rahatsız olmasın diye parmak uçlarıyla basardı. Uyandığımızda kahvaltı hazır olurdu. Süt, kaymak, yumurta gibi doğal olan ne varsa bu sofraya koyardı. Yüreğini, emeğini koyardı bu sofraya. Sevgisini koyardı. Tıpkı doğal yiyecekler gibi saf, katışıksız, karşılıksız sevgisini.
Bir köyü köy yapan, ortasından akan çayı ve etrafındaki kavak ağaçlarıdır. O küçük odanın penceresi de çaya bakardı. Hiç bıkmadan, usanmadan akan o çaya…
Diğer kadınlar gibi eline kahvesini alıp, camın kenarına oturup, akan çayı izleyerek ne kadar bahtsız bir kadın olduğunu, ne kadar çileli bir ömür sürdüğünü düşünmedi. Değiştirme şansı olmadığı şeyler için şikâyet etmezdi çünkü.
Dünyası küçük değildi aksine. Her sabah erkenden kalkıp günlük bakımını yapması gereken inekleri, ilgilenmesi gereken bahçesi, yumurtalarını toplaması gerektiği tavukları ve akşamları canı sıkıldığı zaman gidebileceği komşuları vardı.
Yaşlanıp da hasta olup, Ankara yollarına düşene kadar, hiç çıkmamıştı o güzel köyden. Her sabah aynı yatakta uyanıp, aynı odanın içinde, telaşla bir o yana bir bu yana gider, her gün yaptığı işleri daha önce hiç yapmamışçasına büyük bir özenle yapardı. Evinin önünden geçip kahveye giden ya da kahveden gelen aynı insanların ayak sesini, öksürüğünü, arkadaşlarıyla konuşmalarını duyardı.
Yaşlandığını hissetmesinden öte, zamanın geçmesinin pek bir anlamı yoktu onun için. Her gün bir diğerinin aynısıydı çünkü. Bir şeyin bir gün önce, bir gün sonra, ya da o gün içerisinde yaşanmasının veya yaşanmamasının bir önemi yoktu onun için. Evin önündeki kavak ağaçlarının yapraklarını dökmesi, kışın yaklaşması demekti. Yaz ise karşı yakadaki çiçekler açınca gelirdi.
Karlar eriyince çay daha bir coşkulu akar, gürültüsü evin içine kadar gelirdi. Böyle zamanlarda çaydan eskiden çok daha büyük seller geldiğini, evin önündeki köprünün dâhi yıkıldığını anlatırdı. Önceden dinlediğimiz halde, sonunu ezbere bildiğimiz halde, soluk almadan dinlerdik onu.
Doyurması gereken bir kocası vardı bir de. Hiç şakalaşmadığı, hiç bağırmadığı, hep aynı sözleri konuştuğu bir kocası… Onun mutluluğunu kendi mutluluğu bilip, onun kendisini her yönden eksiksiz hissetmesini sağlamak için çabaladığı bir kocası…
Sanki askerlerce kuşatılmış bir kalenin içinde yaşar gibiydi köyünde. İçeride yiyeceğin bitip, kalenin düşmemesi için ömrü boyunca çalıştı.
Basit bir hayattı onunkisi; ama aslında basit olmadığı için bu yazı kaleme alındı.
(ALINTI)