• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Doğan Cüceloğlu yazıları

Kazen

Yönetim
Administrator
14 Kasım 2001
21.330
2
69.487
1.623
Akatlarda yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?


Sohbet ediyor musunuz?

Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.

Kaç yaşında?

On yedi yaşında.

Mesela ne diyorsunuz?

Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.

Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.

Evet.

Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.

Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.

Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.

Kadın haklı olarak neden bahsediyorsunuz, diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

***

Öğrencileri ve anababaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte anababalar da oturdu.

Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor? diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

Adın ne?

Selim.

Kaç yaşındasın?

On iki.

Bugün ayın kaçı?

24 Aralık 2008. (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?

Anladığını belirtmek için başını salladı.

Lütfen gözünü aç.

Selim, gözünü açtı.

Bugünün tarihini söyler misin?

24 Aralık 2028.

Kaç yaşındasın?

Otuz iki.

Ne iş yapıyorsun?

İç mimarlık.

Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selimin söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

Nerede çalışıyorsun?

New York, Manhattanda.

Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.

Evli misin?

Hayır.

Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?

Kızların hepsi evlendi.

Gülüşmeler..

Çalıştığın yere beni götürür müsün?

Ofisim, Manhattanda 86 katlı bir binanın 42. Katında.

Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.

Burası home office, dedi.

İçeri girdikten sonra açıkladı:

Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.

Selim, salonda neler var?

Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.

Duvarlarda ne var?

Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.

Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?

Annem ar, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.

En küçük sen misin?

Evet.

Selim, bu fotğrafa baktığında, içinde keşke! duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir keşkenin sesini duyuyor musun?

Hiç beklemeden Evet, dedi.

Haydi, anlat bize, dedim.

Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.

Babaya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

Selime teşekkür ettim. Ve sordum:

Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?

Hayır!

Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?

Olanla ilgili olarak konuştuk.

Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?

Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.

***

Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir.

Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.

Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.

Türkiyenin aydınlık geleceğinde anababaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.

Doğan Cüceloğlu
26.06.2011
 
Son düzenleyen: Moderatör:
Çevrenizde Çoğunlukla Soğuk, Bıkkın, Küskün, Kötümser ve Öfkeli İnsanlar Görüyor musunuz ?

Değerli okurlar belki biliyorsunuzdur, değişik meslek gruplarına, anababalara, üniversite öğrencilerine, işyerlerine takvimim elverdiği ölçüde seminer ve konferanslar veriyorum. Son zamanlarda seminerlerimde aşağıdaki soruyu soruyorum,

“Günlük çevrenizde, otobüslerde, kaldırımlarda, işyerlerinde, devlet dairelerinde, okullarda, hastanelerde, çoğunlukla hangi tür insanı görüyorsunuz?

A: Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar

B: Neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin insanlar.”

Katılımcıların büyük bir çoğunluğu ‘A’ için el kaldırıyor. Sekiz yüz kişilik salonda bazen üç dört kişi ‘B’ için el kaldırınca salondakilerin çoğu gülerek, ‘Siz nerede yaşıyorsunuz,’ diye onlara laf atıyor. Belki yirmi otuz kişilik bir grup el kaldırmıyor, sessizce sağa sola bakınıyorlar.

Bana bu soru sorulsaydı, ben de ‘A’ için elimi kaldırırdım; çevremde soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanları çoğunlukta görüyorum.



Aklıma gelen ilk sorunun yanıtını böylece almış oluyorum. Nedir aklıma gelen ilk soru: “Acaba doğru mu görüyorum, yoksa ben mi yanlış algılıyorum?”

“Demek ki doğru algılıyorum,” diyorum kendime; böyle gören sadece ben değilim. Aklıma gelen ikinci soru şu: Çevremde gördüğüm böyle soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanları kim yetiştiriyor? Bu insanlar hangi ortamın ürünü?

İnsanlar arası ilişkiler ve iletişim konusunda uzmanlaşmış bir bilim insanı olmaya gerek yok bunun cevabını vermek için: Aile. Bana göre bu ülkedeki ailelerin çoğu soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insan üretim fabrikası. Aile deyince karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze içine alan bir kapsam içinde tanımlıyorum.

Kendimi bu ülkenin geleceğine hizmet etmek isteyen bir bilim insanı olarak görüyorum. Böyle karamsar duygulu bir yazı yazdığım için üzgünüm. Dürüstçe algıladığım gerçekleri olduğu gibi yazmak istiyorum. Değişimin ancak gerçekler üzerine inşa edilebileceğine inanıyorum.

Ve evet gerçekten böyle görüyorum: Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze oluyorlar ve kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli nesiller yetiştiriyorlar.

Bu noktada üçüncü ve dördüncü soru aynı anda aklıma geliyor; üçüncü soru ‘Nasıl?’, ikincisi de ‘Niçin?’ sorusu.

Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli anne-baba-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze aileye doğmuş olan o muhteşem potansiyeli, o insan bebeğini ‘nasıl’ etkiliyor, neler yapıyor, söylüyor ki, zaman içinde o muhteşem bebek kendilerinin aynısının tıpkısı oluyor.

Ve ‘niçin’ böyle yapıyorlar? Niçin kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar yetiştiriyorlar? O aileye doğmuş olan çocuğun neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin bir insan olarak yetiştirilmesi mümkün iken ‘neden’ onu da kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar olarak yetiştiriyorlar?

***

Buraya kadar okuduysanız Türkiye’deki insan manzaralarıyla siz de ilgileniyorsunuz demektir. Sanırım aşağıda yazacaklarım da ilginizi çekecektir.

4 Mayıs 2013 Cumartesi günü Ulus’taki Prof. Dr. Aykut Barka Deprem Parkı’na gittim. Beşiktaş Belediyesi güzel bir mekân yapmış ve Beşiktaş’ta oturduğunuzu gösteren Kentli Kartınız var ise, aldığınız yiyecek ve içeceklere yüzde elli indirim uyguluyorlar.

Güneşli bir günde açık havada oturdum kitabımı okudum bir süre, sonra kendime sahanda yumurta ve çay aldım.

Sağımda ilerdeki masada bir büyükbaba ve büyükanne iki yaşlarındaki kız torunlarıyla gelmişler. Uzun süre çocuk sandalyesinde oturtulduktan sonra torun aşağı inmek istedi. Büyükanne nihayet indirdi ve çocuğu dedeye emanet ederek kendisi bir yerlere gitti. Kız çocuğu ayakta durmaktan, yürüyebilmekten, hareket edebilmekten çok mutluydu; kuşlar gibi kollarını çırpıp olduğu yerde zıplıyor ve yüzü gülücükler saçıyordu. Yürümek istiyor, bütün istediği yürümek ve çevrede tehlikeli hiç bir şey yok.

Dede, sürekli, “Hayır!” “Gitme!” “Dokunma!” “Gel buraya!” demeye başladı. İri yarı bir erkek garson çocuğun yanından geçerken dede, “Bak bu abi sana kızıyor; gel yanıma!” demeye başladı. Bütün yapmak istediği gezmek, görmek, yaşamın o an sunduğu olanakları görmek ve keşfetmek. Ama yasak.

İçimde öfke var; ne yapacağımı bilemiyorum, ama düşünüyorum: o anda bu ortamı yöneten dedenin kültürünün özünü keşfettim: Çocuk olarak ortamı özgürce keşfetmek, gönlünce yaşamak, mutlu olmak, kendin olmak yasak ve tehlikelidir. Çocuğa çok saygısız ve sevgisiz biriydi. Kendisine sorsan bunu kesinlikle kabul etmez, ama bence bu dede, o anda çok saygısız ve sevgisiz davranıyordu.

Peki, nereden biliyorum bu dedenin sevgisiz olduğunu?

Bakın, saygı ve sevgi içindeki bir dede bence nasıl davranırdı?

Saygı duyan bir dede çocuğun etrafı keşfetme, gezme ve görme isteğine saygılı davranır ve çocuk gezerken onun arkasından kendisi yavaş yavaş yürürdü. Çocuk bir şeye baktığı zaman dede ona baktığı şeyin ne olduğunu söylerdi: “Evet, kuş dala konmuş . Kedi ona bakıyor. Bak sana bakanlar gülümsüyor, çünkü sen çok şirin bir kızsın, seni seviyorlar,” diyerek dede çocuğun arkasından yavaş yavaş yürür ve dünyayı ona anlaşılacak ve dost bir yer yapmaya çalışırdı.

Sevginin iki göstergeci vardır: emek ve zaman vermek. Peki, niçin insan sevdiğine emek ve zaman verir? Yani sevginin niyeti nedir? Sevginin niyeti geliştirmek ve sevdiğinin olabileceğinin en iyisi olmasına yardım etmektir. Dünyayı keşfetmesine izin verilen ve kendiyle dünya arasında anlamlı bir ilişki kurabilecek gücü olduğuna inanan çocuk, çocukluğunu doya doya yaşar. Olgun ve yetkin bir yetişkin olur. İşte böyle yetiştirilen çocuklar neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin insanlar olurlar.

Peki, anlattığım şekilde davranan dede nasıl bir insan yetişmesine yol açıyor?

Söyledikleriyle verdiği mesajlar şunlar: “Dünya tehlikelerle dolu ve senin bunları anlamaya ve baş etmeye gücün yok. Merak etmek, keşfetmeye çalışmak iyi bir şey değil. Dünyaya, yaşama, insanlara ve kendine güvenme. Büyüklerin dediğinden başka hiçbir şey yapma; yanımdan ayrılma. İçinden gelen mutluluk önemsiz, sakın ona uyma. Yaşam coşkusunu yaşamaya hakkın yok; hatta o coşku geldiği zaman kork ve onu kontrol et. Hayatını yönetemezsin; otoriteye itaat senin yapabileceğin en akıllı davranış olur. Hiç unutma: Yaşamak yasak ve tehlikelidir.”

Çevrenizde çoğunlukla soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar görüyor musunuz?

Gördüğünüz insanların her birinin arkasında bir ailede yaşanmış çocukluk geçmişi var. Aile deyince karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze içine alan bir kapsam içinde tanımlıyorum.

Ve bu konuyu ele almanın zamanı geldi, diyorum.

Benimle hem fikir misiniz?

Doğan Cüceloğlu
06.05.2013
 
Akatlarda yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?


Sohbet ediyor musunuz?

Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.

Kaç yaşında?

On yedi yaşında.

Mesela ne diyorsunuz?

Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.

Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.

Evet.

Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.

Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.

Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.

Kadın haklı olarak neden bahsediyorsunuz, diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

***

Öğrencileri ve anababaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte anababalar da oturdu.

Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor? diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

Adın ne?

Selim.

Kaç yaşındasın?

On iki.

Bugün ayın kaçı?

24 Aralık 2008. (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?

Anladığını belirtmek için başını salladı.

Lütfen gözünü aç.

Selim, gözünü açtı.

Bugünün tarihini söyler misin?

24 Aralık 2028.

Kaç yaşındasın?

Otuz iki.

Ne iş yapıyorsun?

İç mimarlık.

Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selimin söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

Nerede çalışıyorsun?

New York, Manhattanda.

Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.

Evli misin?

Hayır.

Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?

Kızların hepsi evlendi.

Gülüşmeler..

Çalıştığın yere beni götürür müsün?

Ofisim, Manhattanda 86 katlı bir binanın 42. Katında.

Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.

Burası home office, dedi.

İçeri girdikten sonra açıkladı:

Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.

Selim, salonda neler var?

Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.

Duvarlarda ne var?

Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.

Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?

Annem ar, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.

En küçük sen misin?

Evet.

Selim, bu fotğrafa baktığında, içinde keşke! duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir keşkenin sesini duyuyor musun?

Hiç beklemeden Evet, dedi.

Haydi, anlat bize, dedim.

Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.

Babaya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

Selime teşekkür ettim. Ve sordum:

Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?

Hayır!

Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?

Olanla ilgili olarak konuştuk.

Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?

Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.

***

Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir.

Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.

Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.

Türkiyenin aydınlık geleceğinde anababaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.

Doğan Cüceloğlu
26.06.2011

Kaynak :
çok beğendim, belki baba gözyaşlarını tuttu ama ben gerçekten tutamadım selim için ve babası için :(( umarım biz de çocuklarımızla bu keşkeleri yaşamayız.
 
Son düzenleyen: Moderatör:
Çevrenizde Çoğunlukla Soğuk, Bıkkın, Küskün, Kötümser ve Öfkeli İnsanlar Görüyor musunuz ?

Değerli okurlar belki biliyorsunuzdur, değişik meslek gruplarına, anababalara, üniversite öğrencilerine, işyerlerine takvimim elverdiği ölçüde seminer ve konferanslar veriyorum. Son zamanlarda seminerlerimde aşağıdaki soruyu soruyorum,

“Günlük çevrenizde, otobüslerde, kaldırımlarda, işyerlerinde, devlet dairelerinde, okullarda, hastanelerde, çoğunlukla hangi tür insanı görüyorsunuz?

A: Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar

B: Neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin insanlar.”

Katılımcıların büyük bir çoğunluğu ‘A’ için el kaldırıyor. Sekiz yüz kişilik salonda bazen üç dört kişi ‘B’ için el kaldırınca salondakilerin çoğu gülerek, ‘Siz nerede yaşıyorsunuz,’ diye onlara laf atıyor. Belki yirmi otuz kişilik bir grup el kaldırmıyor, sessizce sağa sola bakınıyorlar.

Bana bu soru sorulsaydı, ben de ‘A’ için elimi kaldırırdım; çevremde soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanları çoğunlukta görüyorum.



Aklıma gelen ilk sorunun yanıtını böylece almış oluyorum. Nedir aklıma gelen ilk soru: “Acaba doğru mu görüyorum, yoksa ben mi yanlış algılıyorum?”

“Demek ki doğru algılıyorum,” diyorum kendime; böyle gören sadece ben değilim. Aklıma gelen ikinci soru şu: Çevremde gördüğüm böyle soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanları kim yetiştiriyor? Bu insanlar hangi ortamın ürünü?

İnsanlar arası ilişkiler ve iletişim konusunda uzmanlaşmış bir bilim insanı olmaya gerek yok bunun cevabını vermek için: Aile. Bana göre bu ülkedeki ailelerin çoğu soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insan üretim fabrikası. Aile deyince karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze içine alan bir kapsam içinde tanımlıyorum.

Kendimi bu ülkenin geleceğine hizmet etmek isteyen bir bilim insanı olarak görüyorum. Böyle karamsar duygulu bir yazı yazdığım için üzgünüm. Dürüstçe algıladığım gerçekleri olduğu gibi yazmak istiyorum. Değişimin ancak gerçekler üzerine inşa edilebileceğine inanıyorum.

Ve evet gerçekten böyle görüyorum: Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze oluyorlar ve kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli nesiller yetiştiriyorlar.

Bu noktada üçüncü ve dördüncü soru aynı anda aklıma geliyor; üçüncü soru ‘Nasıl?’, ikincisi de ‘Niçin?’ sorusu.

Soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli anne-baba-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze aileye doğmuş olan o muhteşem potansiyeli, o insan bebeğini ‘nasıl’ etkiliyor, neler yapıyor, söylüyor ki, zaman içinde o muhteşem bebek kendilerinin aynısının tıpkısı oluyor.

Ve ‘niçin’ böyle yapıyorlar? Niçin kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar yetiştiriyorlar? O aileye doğmuş olan çocuğun neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin bir insan olarak yetiştirilmesi mümkün iken ‘neden’ onu da kendileri gibi soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar olarak yetiştiriyorlar?

***

Buraya kadar okuduysanız Türkiye’deki insan manzaralarıyla siz de ilgileniyorsunuz demektir. Sanırım aşağıda yazacaklarım da ilginizi çekecektir.

4 Mayıs 2013 Cumartesi günü Ulus’taki Prof. Dr. Aykut Barka Deprem Parkı’na gittim. Beşiktaş Belediyesi güzel bir mekân yapmış ve Beşiktaş’ta oturduğunuzu gösteren Kentli Kartınız var ise, aldığınız yiyecek ve içeceklere yüzde elli indirim uyguluyorlar.

Güneşli bir günde açık havada oturdum kitabımı okudum bir süre, sonra kendime sahanda yumurta ve çay aldım.

Sağımda ilerdeki masada bir büyükbaba ve büyükanne iki yaşlarındaki kız torunlarıyla gelmişler. Uzun süre çocuk sandalyesinde oturtulduktan sonra torun aşağı inmek istedi. Büyükanne nihayet indirdi ve çocuğu dedeye emanet ederek kendisi bir yerlere gitti. Kız çocuğu ayakta durmaktan, yürüyebilmekten, hareket edebilmekten çok mutluydu; kuşlar gibi kollarını çırpıp olduğu yerde zıplıyor ve yüzü gülücükler saçıyordu. Yürümek istiyor, bütün istediği yürümek ve çevrede tehlikeli hiç bir şey yok.

Dede, sürekli, “Hayır!” “Gitme!” “Dokunma!” “Gel buraya!” demeye başladı. İri yarı bir erkek garson çocuğun yanından geçerken dede, “Bak bu abi sana kızıyor; gel yanıma!” demeye başladı. Bütün yapmak istediği gezmek, görmek, yaşamın o an sunduğu olanakları görmek ve keşfetmek. Ama yasak.

İçimde öfke var; ne yapacağımı bilemiyorum, ama düşünüyorum: o anda bu ortamı yöneten dedenin kültürünün özünü keşfettim: Çocuk olarak ortamı özgürce keşfetmek, gönlünce yaşamak, mutlu olmak, kendin olmak yasak ve tehlikelidir. Çocuğa çok saygısız ve sevgisiz biriydi. Kendisine sorsan bunu kesinlikle kabul etmez, ama bence bu dede, o anda çok saygısız ve sevgisiz davranıyordu.

Peki, nereden biliyorum bu dedenin sevgisiz olduğunu?

Bakın, saygı ve sevgi içindeki bir dede bence nasıl davranırdı?

Saygı duyan bir dede çocuğun etrafı keşfetme, gezme ve görme isteğine saygılı davranır ve çocuk gezerken onun arkasından kendisi yavaş yavaş yürürdü. Çocuk bir şeye baktığı zaman dede ona baktığı şeyin ne olduğunu söylerdi: “Evet, kuş dala konmuş . Kedi ona bakıyor. Bak sana bakanlar gülümsüyor, çünkü sen çok şirin bir kızsın, seni seviyorlar,” diyerek dede çocuğun arkasından yavaş yavaş yürür ve dünyayı ona anlaşılacak ve dost bir yer yapmaya çalışırdı.

Sevginin iki göstergeci vardır: emek ve zaman vermek. Peki, niçin insan sevdiğine emek ve zaman verir? Yani sevginin niyeti nedir? Sevginin niyeti geliştirmek ve sevdiğinin olabileceğinin en iyisi olmasına yardım etmektir. Dünyayı keşfetmesine izin verilen ve kendiyle dünya arasında anlamlı bir ilişki kurabilecek gücü olduğuna inanan çocuk, çocukluğunu doya doya yaşar. Olgun ve yetkin bir yetişkin olur. İşte böyle yetiştirilen çocuklar neşeli, şevkli, cana yakın, iyimser ve sakin insanlar olurlar.

Peki, anlattığım şekilde davranan dede nasıl bir insan yetişmesine yol açıyor?

Söyledikleriyle verdiği mesajlar şunlar: “Dünya tehlikelerle dolu ve senin bunları anlamaya ve baş etmeye gücün yok. Merak etmek, keşfetmeye çalışmak iyi bir şey değil. Dünyaya, yaşama, insanlara ve kendine güvenme. Büyüklerin dediğinden başka hiçbir şey yapma; yanımdan ayrılma. İçinden gelen mutluluk önemsiz, sakın ona uyma. Yaşam coşkusunu yaşamaya hakkın yok; hatta o coşku geldiği zaman kork ve onu kontrol et. Hayatını yönetemezsin; otoriteye itaat senin yapabileceğin en akıllı davranış olur. Hiç unutma: Yaşamak yasak ve tehlikelidir.”

Çevrenizde çoğunlukla soğuk, bıkkın, küskün, kötümser ve öfkeli insanlar görüyor musunuz?

Gördüğünüz insanların her birinin arkasında bir ailede yaşanmış çocukluk geçmişi var. Aile deyince karı-koca-büyükanne-büyükbaba-amca-dayı-hala-teyze içine alan bir kapsam içinde tanımlıyorum.

Ve bu konuyu ele almanın zamanı geldi, diyorum.

Benimle hem fikir misiniz?

Doğan Cüceloğlu
06.05.2013

Her ikisinide beğendim ama en çok bunu beğendim
Bende o çocuk gibi yetiştirildim.
Umarım çocuklarımızı ve torunlarımızı öyle yetiştirmeyiz
 
Yan masaya üç yetişkin bayan geldi, giyimlerinden geleneksel bir aile yapısı içinde büyüdükleri izlemini edindim. Heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladılar, okuduğum kitabı takip edemez, okuduklarımı anlayamaz hale geldim, ister istemez konuşulanlara kulak misafiri oldum.

Kadın yirmilerin sonunda gösteriyor ve kocasıyla yoğun geçimsizlik halleri yaşıyor. Dört beş aylık bir bebekleri var. Her iki ailenin onayıyla tanışır tanışmaz evlenmişler. Kadın “birbirimizi pek tanıma imkânı bulamadan evlendik,” dedi.

Evlendikten hemen sonra hamile kalmış ve hamileliğinin dördüncü, beşinci ayından itibaren kocası gittikçe sinirli bir hal almaya başlamış. Hatta kadın daha hamileyken iki kere dava açıp, boşanmaya kalkmış. Her şeye çabucak kızmaya, her şeyde bir eksik, bir kusur bulmaya, burnundan solumaya, kızınca evi terk edip geceyi dışarıda geçirmeye başlamış. Sinirlenince eline ne geçerse fırlatıp, eşyaları kırıp, döküyormuş. Bir keresinde yemek yerlerken masayı kaldırıp ters yüz etmiş yere çarpmış. Kadın ne yapsa kocasının gözüne batıyormuş, çocukla da hiç ilgilenmiyormuş.

Kadın bir ara niye “bu kadar öfkeleniyor anlayamıyorum, hiçbir kabahatim yok, namussuzluk yapmadım, hırsızlık yapmadım, bizim evde yalnızca bunlar kızma nedenidir, bir türlü anlamıyorum,” dedi.



Arkadaşları, “ama sen de hiç alttan almıyorsun, biraz alttan al, bak zamanla nasıl yola gelecek. Ah, ah biz de neler neler yaşadık, alttan almasak bizim evliliğimiz yürür müydü sanıyorsun, sen alttan aldıkça, zamanla o da yola girecek, aslında çok iyi bir insan,” dediler.

Kadın, “haklısınız, kötü bir insan diyemem. Ama ben alttan almayı beceremiyorum. Ne düşünürsem onu söylüyorum. Benim ailemde annem baskın, sözü dinlenen, çekinilen kişiydi, babam çok mülayimdi ve üç erkek kardeşimin hiç birinde kocamda gördüğüm davranışları görmedim,”dedi.

Nitekim bir keresinde kocasının, “bu evde erkek benim, sen erkek gibi konuşmak ve hareket etmekten vazgeç, bir evde iki erkek olmaz”, dediğini aktardı.

Karşısındaki bayanlar onu dinliyor, bazen teselli ediyor, bazen akıl veriyor ve bazen de onun acısına ortak olmaya çalışıyorlardı. Sohbet esnasında birbirlerine sık sık, “ortada ayrılık için hiçbir sebep yok, aldatma, şiddet, içki, kumar yok,” diyorlardı.

Bu arada duygulardan hiç söz edilmiyordu. Ne kadın sözünü etti, ne de dostları sorguladı, karı ve kocanın birbirini sevip sevmediğini.

Çocuk şimdi beş aylık, ama adam evi yine terk etmiş, “iki aile toplansın, ben senden boşanmak istiyorum, bunu herkes duysun, sen selamet, ben selamet”, diyormuş.

Kadın da “o beni istemezse ben onu hiç istemem, ben mutlu olmak için evlendim, gerekirse boşanırız. Ama ortada hiç bir sebep yok,” diyor.

Arkadaşları tekrar onaylıyorlar, “gerçekten ortada hiç bir sebep yok”.

Hem ister istemez kulak misafiri oluyorum, hem de acaba neden bu adam kızıyor, onu anlamaya çalışıyorum. Öyle görülüyor ki, ne kadın ne de erkek oturup insan insana iç dünyalarını paylaşmıyorlar.

Düşünüyorum, neden paylaşmıyorlar?

İç dünyalarını paylaşabilmeleri için kadın-insan ile erkek-insanın insan insana konuşabilmesi gerekir. Ama bu tür bir bilincin gelişmesi kendiliğinden olmaz. ‘Herif’ ve ‘karı’ olarak evlendirilmeye yönlendirilen insanların yetiştiği bir toplumun kültüründen söz ediyoruz. Herif herifliğini, karı karılığını yaparken, yaşamın anlamının ve duyguların oluştuğu kaynak olan insanın özü, CAN, yalnız ve öksüz bırakılmış oluyor.

Erkek ve kadın roller içinde, canları bir tarafa koymuş kişilerde rollerde bir aksama, bekleneni bulamama durumu olunca öfke, hayal kırıklığı, bunalım olmadan olur mu?

***

İçim sızladı. Tabii evdeki o beş aylık masum yavruyu düşündüm. Ve yıllar önce bunalmış, hırçın koca olarak kendimi düşündüm. Amerikalı eşim Emily’nin kafa karışıklığını, hırçınlaşmasını, gittikçe daha öfkeli ve olumsuz bir kadın haline gelmesini hatırladım.

Kalkıp, masaya varıp, kendimi tanıtıp, iki kitap okumalarını söylemek geldi içimden: İlk, benim İnsanı Ararken Damdan düşen Psikolog kitabını hem kendisinin hem kocasının okumasını istediğimi söylemek istedim.

Daha sonra Keşkesiz Bir Yaşam İçin İletişim kitabımı okumalarını ve insanın hem YÜZ hem de CAN olduğunu anlamaları gerektiğini söylemek istedim. CAN’ların konuşmadığı, YÜZlerden ibaret bir evlilik kurmuşlar. CAN’lar bunalmış, ama farkında değiller.

Gözümün önünde üç CAN’ın (çocuk, kadın ve kocası) yavaş yavaş paketlenip çöplüğe atılmaya hazırlanmasını görmek bana müthiş acı verdi. Asık suratlı, öfkeli, mutsuz, soğuk, bıkkın ve umutsuz insanlar seline üç damla daha eklenmiş, kim farkına varacak ki! Bunlar tesadüfen yan masada oturanlardan duyduklarım; ya bu hafta içinde ülkem de kaç ömür çöplüğe atılmak üzere paketlenmekte?

Biri, “namussuzluğum, hırsızlığım yok”, demenin ötesinde başka hiçbir mutsuzluk nedeni göremezken, öbürü bana ne oluyor, niye böyle öfkeleniyorum demek yerine karmakarışık bir kafa ile ayrılıp gitmekten başka bir şey düşünemiyor. Oturup iki insan olarak özleriyle, canlarıyla konuşamıyorlar. Dostlar da, “ama ayrılık için ortada hiç bir sebep yok,“ demenin ötesinde bir katkıda bulunamıyorlar.

Şükürler olsun, hiç olmazsa acımı yazabiliyorum. Hiç olmazsa kitap yazacak bilgim ve deneyimim var. Ne mutlu bana ki her hafta televizyonda paylaşabilme fırsatım var.

Ve yine şükürler olsun okuyan, okuduklarını paylaşan, beni yazmaya teşvik eden, yüreklendiren sizler varsınız. Sizler CANsınız, sizler dostsunuz.

İyi ki varsınız!

Doğan Cüceloğlu
10.03.2013
 
kendisi ile tanışma fırsatı da yakalamış olduğum harika insan <Doğan Cüceloğlu.
ilk yazıyı kendi ağzından da dinlemiştim.çok etkilemişti beni,belki de şimdi oğlumu yetiştiriken ilkelerimden biri oldu,evladınızın iyiliği için,bu kötü ve acımzsız dünyada özgürce kendine yetebilen ve kişiliği otrumuş birey olabilmesi için,,onu koruyacak ailesi yanındayken bırakın da tanımaya çalışsın dünyayı..ben ne olursa olsun,güleryüzlü ve umutlu kısımdayım,öyle yetiştirildim,büyük ailemden de böyle gördüm,teyseler dayılar halalar vs..oğlumu da böyle yetiştirmeye çalışıyorum. eşimse diğer kısımdan..:)sanırım oğlum karışımımız olacak:)
son yazıya gelince ben de ilk defa okudum..gerçekten ilgi çekici ve üzerine çok düşünülmesi gereken bir yazı.. hele ki kk da aynı diyalogların devamlı yaşandığını varsayarsak..
herkes öncelikle kendi CAN ıyla görüşüp hesaplaşmalaı,barışmalı,dost olmalı..
ayrıca yeniden insan ,insana kitabını da tavsiiye ederim..
 
Bir insanın herkese eşit davranması onun adil davrandığını göstermez.

Bir öğretmen düşünün, sınıfındaki bütün öğrencilere eşit davranmayı erdemli bir davranış olarak gördüğü için kız erkek, zengin fakir, tembel çalışkan, utangaç arsız farkı gözetmeden eşit davranıyor.

Bana göre bu öğretmen öğrencilerine şunu söylüyor: “Sizin kim olduğunuz, nerede yetiştiğiniz, nasıl hissettiğiniz, ne olmak istediğiniz umurumda değil. Sizler benin için yoksunuz. Benim için bir ‘öğrenci’ kalıbı vardır ve ben bu kalıba konuşurum. O kalıp içinde herkes birbirine eşittir.”

Bu öğretmen annesi babası okuyup yazması olmayan Ayşe ile ana babası üniversite mezunu olan Zehra’yı eşit görecektir. Ayşe okula başlayıncaya kadar hiç kitap görmediği halde, Zehra’ya küçük yaşta hikâye kitapları okunmuş ve daha beş yaşındayken Zehra kendi kitaplarını okumaya başlamış biridir. Bir ev ödevi için Zehra’ya 15 dakika yeterken Ayşe iki saat uğraşmıştır; hem de bütün dikkatini vererek.

Zehra’nın evde kendi odası vardır, odasında masası vardır, kitaplarını koyacağı kitaplığı vardır ve misafir geldiğinde veya salonda annesi ya da babası televizyon seyrederken kendi odasında istediği gibi, istediği kadar çalışabilir.

Ayşe tek göz bir odada tüm aileyle birlikte iken bir köşede çalışmak zorundadır. Misafir geldiği zaman onlara çay götürmek Ayşe’nin işidir. Çayları verdikten sonra mutfak dedikleri o küçücük ortamda ödevlerini yapmak için kendine bir yer bulmakta ona kimse yardım etmemektedir. Ama çok gayretli, çok şevklidir. Öğretmenini can kulağıyla dinleyerek, derslerine çok çalışarak, kendinden beklenenin en iyisini yapmaya gayret ederek öğrenciliğini sürdürmektedir.

Ayşe ve Zehra’ya eşit davranan öğretmen bence adil değildir. Adil davranmaya önem veren öğretmen öğrencilerinin aile ortamıyla ilgili bilgi edinmeye çabalar. Ana babalarıyla tanışmaya çabalar. Öğrencinin içinde büyüdüğü büyük resmi öğrenmek için çabalar. Çabalar. Yapabileceği budur; elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak çabalamak.

Peki, üstün zekâlı ve vasat zekâlı bir öğrenciye eşit davrandığı zaman öğretmen adil oluyor mu? Bence hayır. Öğretmen her bir öğrenci neredeyse orada o haliyle öğrenciye kabul edip değerlendirmeli. Üstün zekalıya üç, vasat zekalı bir öğrenciye on dakikasını veren öğretmen eşit davranmıyor, ama daha adil davranmış oluyor.

Bu öğretmen başarıyı John Wooden’ın gözüyle tanımlarsa, davranışlarını ona göre ayarlar: “Başarı bir iç huzurudur; elinden gelenin en iyisini yapmaya tüm benliğiyle, tüm içtenliğiyle gayret etmiş olmayı bilmekten gelen bir iç huzuru.”

Öğretmenin hedefi tüm öğrencilerinin kendilerini başarılı hissetmesine çabalamaktır.

Aynı şekilde bir okul müdürünün hedefi tüm öğretmenlerinin kendilerini başarılı hissetmelerine çalışmak olmalıdır.

Bir okul müdürü düşünün: bütün öğretmenlerine eşit davranmaktadır. Onun gözünde işini mış gibi yapan ‘yüz öğretmen’ ile işini gönülden yapan ‘can öğretmen’ birdir. ‘Öğretmen öğretmenliğini yapsın, başka şeye burnunu sokmasın,’ diyen müdür öğretmenlere, “Sizin kim olduğunuz, nerede yetiştiğiniz, nasıl hissettiğiniz, ne olmak istediğiniz umurumda değil. Sizler benin için yoksunuz. Benim için bir ‘öğretmen’ kalıbı vardır ve ben bu kalıba konuşurum. O kalıp içinde herkes birbirine eşittir,” demektedir.

Peki, bir kişinin –öğretmen, müdür, doktor, yazar, polis, anne, baba, şoför, vb- adil ya da eşit davrandığını nereden bileceğiz?

Adil ya da eşit davrandığını bilemeyiz. Ama adil davranmak niyeti içinde çabaladığını görebiliriz.

Nasıl mı?

Onunla sohbet ederek. Öğretmenle sohbet ettiğimizde dikkat edeceğimiz şey, büyük resmi işin içine katıyor mu öğrencisini değerlendirirken? Sadece sosyal roller içinde, ‘öğrenci’ kalıbı içinde mi görüyor, yoksa resmi büyütüp onunla ilgili diğer boyutları da – ana babanın eğitimi, mesleği, çevresi, öğrencinin gayreti, çabası, ilerde ne olmak istediği – hesaba katıyor mu?

Okul müdürünün umurunda mı büyük resim?

Büyük resim hesaba katılarak adil davranmak garantisi yok, ama o yönde çaba göstermek uzun vadede daha adil bir ortam yaratabilir.

Ana babaların, öğretmenlerin, yöneticilerin, adil olmayı umursamadan eşit davrandığı bir toplum zalim bir toplumdur. Bu toplumda yasalar vardır, ama adalet yoktur.

Doğan Cüceloğlu (14/07/2013)
 
Bu yaz Çeşme, Ilıca yakınlarında birçok tatil sitesinin bulunduğu bir yörede kalıyorum. Sabahleyin erken saatte yürüyüşe çıktım. Benim gibi yürüyüşe çıkmış insanlar karşımdan geliyorlar. Yol dar, tek tük geçen araçlar arkamdan gelirken, karşımdan gelirken iyice yolun kenarına çekilmem gerekiyor. Sabahleyin erken saatte yürümek isteyişimin nedenlerinden biri de yoldaki trafiğin sabah daha az olması.

Benim gibi o saatte yürüyüşe çıkmış olan insanlar var ve karşımdan gelen ilk insan beni görmemeye, bana bakmamaya özen gösterdi. Ben baktım fakat o bakmadığı için ısrarla, &#8220;Günaydın!&#8221; deme &#8216;arsızlığını&#8217; göstermedim.

Günaydın deseydim, &#8220;bak ben medeniyim, sana günaydın diyorum, biraz medeniyet öğren, insan bu durumlarda birbirine günaydın demeli,&#8221; biçiminde yorumlanacağından çekindim. Selamlaşmadan birbirimizi geçtik gittik.

İkinci kişi de karşımdan geldiğinde aynı şekilde davrandı. Kasten bakmadı, selamlaşmadık; geçtik, gittik.

Karşımdan gelen üçüncü kişi baktım şortu, yürüyüş ayakkabısı, şapkası ve penyesiyle yabancı görünümlü birisiydi. Yaklaşınca döndü, bana baktı, birbirimize gülümsedik, günaydınlaştık.

Dördüncü kişi altında şalvar mı, iç donu mu, üstünde fanila mı, gömlek mi belli olmayan bir giyiniş içerisinde yürüyüşe çıkmış birisiydi. Ayrıca yürüyüşünden görüyorsunuz ki bu tip yürüyüşlere alışık olan birisi değil; paytak paytak bir yürüyüşü var. Onun da yüzü asıktı, soğuk bir yüz ifadesi vardı ve öfkeli görünüyordu. O da bakmadı, bakmadan birbirimizi geçip gittik.

Karşılaştığım dört kişiden bir tanesiyle selamlaşabildim. Diğerleri bakmamaya, selamlaşmamaya özen gösterdi.

Bunun bende uyandırdığı duygu doğal olarak olumsuz. &#8220;İyi ki bu toplumun vatandaşıyım, iyi ki aynı tarihi paylaşıyoruz, iyi ki bu insanlarla aynı kader için savaşmaya hazırım,&#8221; duygusu değil.

Olumsuz bir duygu.

İnekler bile tarlalarda birbirlerine böğürerek selam verirlerken, ben nasıl bir toplumun üyesiyim ki, inekler kadar bile olamadık, duygusu.





Ama bir bilim insanı olarak ben o duyguların içerisine girmekten ziyade kafamı zorluyor ve şu soru üzerine durmaya özen gösteriyorum: Bu neden böyle oluyor?

Bu insanlar başka bir toplumda, başka koşullar içerisinde yetişmiş olsalardı, yukarıda sözünü ettiğim modern giyimli bey gibi onlar da birbirlerine bakan, gülümseyen insanlar olacaklardı. Neden şimdi böyle davranıyorlar, böyle davranma ihtiyacını neden hissediyorlar?

Bu önemli bir soru olarak karşımda duruyor ve üzerinde düşünmeye değer görüyorum.

Sizleri de bu gözlemin ve sorunun üzerinde düşünmeye davet ediyorum.

Sizin bu konu üzerinde düşünmenizi ve paylaşmanızı önemsiyorum, etkilemekte istemiyorum, ama kendi düşüncelerimi paylaşmaya izninizle devam etmek istiyorum.

*

Bir toplumda, günün değişik zamanlarında insanlar karşılaştığı zaman birbirlerine &#8216;günaydın,&#8217; &#8216;iyi günler,&#8217; &#8216;iyi akşamlar,&#8217; &#8216;iyi geceler&#8217; demelerini o toplum için bir toplumsal başarı olarak görüyorum. Çünkü insanların birbirlerine &#8216;günaydın,&#8217; &#8216;iyi günler,&#8217; &#8216;iyi akşamlar,&#8217; &#8216;iyi geceler&#8217; demesi toplumsal huzuru gösterir ve bir toplumun toplum olarak birlikte yaşayabilme gücünün en önemli göstergesi toplumsal huzurdur.

Toplumsal huzur tek tek bireyleri aşar. Burada toplumsal çerçeve, toplumun kültürünün dokusu içerisinde değerlendirilmesi gereken bir durum var.

Toplumumuz değişik alt gruplara ayrılmış; büyük bir bütünün parçası olmaktan ziyade, bu alt grubun parçası olarak kimliğini tanımlıyor. Savaş olmadıkça büyük kimliğimizi pek umursamıyoruz.

İnsan zihni ve düşünmesi alanında çalışma yapmış olan psikoloji profesörü Yılmaz Özakpınar bir çalışmasında, şöyle bir gözlem yapıyor:

&#8220;Türk kültürü, yani Türk milletinin hayatı, birbirine uyan uymayan her türlü kültür öğesinin bir arada bulunduğu bir panayır yerini andırıyor; bu görünüm, kültür zenginliğinin değil, manevi parçalanmanın işaretidir. s.80-82.&#8221;
Özakpınar, Yılmaz. (2003). İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü. İstanbul: Ötüken Neşriyat. 3. Baskı. ISBN: 975-437-303-5

&#8216;Bu neden böyle,&#8217; sorusu tarih ve sosyoloji alanlarında ele alınmalı ve irdelenmeli. Bu yazımda ben kendi gördüğüm, bireysel gerçekliğim içindeki gözlemlerden söz ediyorum.

Bu bireysel gerçekliğim içinde, mesela öyle ortamlar düşünebiliyorum ki, bu ortamda birinde, &#8216;Günaydın!&#8217; demek diğerlerine küfür etmiş gibi anlaşılabilir.

Yine öyle ortamlar düşünebiliyorum ki içeri girip, &#8216;Selamünaleyküm!&#8217; dediğinizde onlara hakaret etmişsiniz şeklinde anlaşılabilir.

Başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. O dönemde İstanbul&#8217;da, Cihangir&#8217;de oturuyordum. Sabahleyin yolda durdurduğum bir taksiye bindim. Alışkanlığımdır taksiye binip kapıyı kapattıktan sonra ilk olarak günün saatine göre &#8220;iyi akşamlar,&#8221; &#8220;iyi günler&#8221; veya &#8220;günaydın,&#8221; derim.

Şoföre &#8220;Günaydın,&#8221; dedim. Şoför hafifçe geriye döndü dedi ki, &#8220;ya Allah&#8217;ın selamı varken böyle batı taklidi selam vermek nereden çıktı?&#8221;

Daha dikkatlice bakınca farkına vardım, şoför kılık kıyafetiyle ve sakalının biçimiyle, &#8216;ben dindarım ey millet, farkına varın!&#8217; diye bağıran biri

Ve cevap olarak bana, &#8220;Aleykümselam!&#8221; dedi. Kendi varoluşuyla tutarlı davranıyordu ve dürüst bir insan olarak hareket ediyordu.

Bir şey söylemedim, gülümsedim ve yolumuza devam ettik.

Benim ona &#8220;Günaydın,&#8221; demem bir tavır koyma, bir dünya görüşünü ona dayatma olarak algılamıştı.

*

İletişim konusunda konuşurken iletişimde mesajların iki türünden söz ederiz: içerik mesajları ve ilişki mesajları. &#8220;Bugün hava çok sıcak,&#8221; &#8220;dışarıda yağmur yağıyor,&#8221; &#8220;sanırım orada dört metrelik bir duvar var,&#8221; gibi sözler içerik ifade eder; yani nesnelere, olgulara, davranışlara, duygulara işaret eder.

İlişki mesajları ise iki insanın birbiriyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu ifade eder. İki insan birbirinin arkadaşı mı, birbirlerine yakınlar mı yoksa uzaklar mı, hasımlar mı, birbirlerini seviyorlar mı yoksa birbirlerinden korkuyorlar mı, kim güçlü kim güçsüz? İlişki mesajları bu soruları açıklığa kavuşturur.

O nedenle, normal bir toplumsal ortamda, bir insana &#8220;Günaydın,&#8221; dediğiniz zaman, &#8216;ben sana insan olarak değer veriyorum,&#8217; mesajını alır. O da size &#8220;Günaydın,&#8221; dediğinde, karşılıklı olarak birbirinize değer verdiğinizi anlamış olursunuz.

Yukarıda anlattığım türden sosyal etkileşimlerde, yani taksi şoförüyle benim aramdaki etkileşimde, ilişki mesajı farklı bir anlama bürünmüş oluyor. Bir nevi tavır koyma, karşıdakini ötekileştirme, uzaklaştırma, ona ders verme, nasihat etme anlamına geliyor.

Kendi bütünlüğünü bulmuş ve bizim şimdi uygar ilişkiler içerisinde yaşayan toplumlar dediğimiz toplumlarda birisi &#8220;günaydın&#8221; (&#8220;GutenTag,&#8221; &#8220;good morning,&#8221; &#8220;bonjour,&#8221; &#8220;buenos días,&#8221; &#8220;Buongiorno,&#8221; &#8220;Ohayoo gozaimasu&#8221;) dediğinde karşıdaki herhangi bir şekilde bunu tavır koyma, nasihat etme, ötekileştirme olarak algılamaz. Çünkü toplumda paylaşılan genel çerçeve böyle bir yoruma ihtiyaç göstermez.

Ama toplum alttan alta bölünmüş, kopukluklar oluşmuşsa o zaman bu kopukluklar, bu bölünmüşlükler, ötekileştirme kavramları içerisinde mesajların yorumlanma ihtimali artar.

Şimdi şöyle bir durum düşünün; bir ortama giriyorum ve &#8220;günaydın&#8221; diyorum. Bu ortamda bulunan insanlara ben &#8220;günaydın&#8221; dediğim zaman onlar benim şöyle bir mesaj vermeye çalıştığımı düşünüyorlar:

Siz medeniyetten nasibini alamamış yobazlar, medeni insanlar gibi konuşun, bak ben size bunun örneğini veriyorum. Yobazlıktan, bağnazlıktan vazgeçin. Yeni bir çağ başladı, o çağa ayak uydurun, o çağın gereklerini yapın. Birbirinize günaydın deyin, Türkçe konuşmaya özen gösterin, doğru olan budur.

&#8220;Günaydın&#8221; diyen bunu demek istedi mi, istemedi mi? Bilmiyoruz, o ayrı bir konu. Burada sosyal çatlamadan dolayı oluşmuş bir algı kalıbından söz ediyoruz. Acı olan şu: son derecede masum bir kişi ortama girip &#8220;günaydın&#8221; dediği zaman sosyal ortam, sosyal algılama zemini öyle oluşmuş olabilir ki oradaki kişiler benim yukarıda saydığım mesajları alıyor olabilirler. O nedenle daha konuşmanın başından husumet, öfke, kin zaman içinde birikmeye başlar.

Şimdi başka bir ortam düşünün. Yine ben veya benim gibi birisi yine gayet masumane bir şekilde &#8220;selamünaleyküm&#8221; diyebilir. Ve karşımdaki kişiler, diğerleri şöyle anlıyor olabilir:

Ey siz dinini unutmuş, özünü kaybetmiş insanlar. Müslüman gibi yaşayın, gâvurlaşmayın. Batılıların taklidi bir yaşam içerisinde olmaktan vazgeçin, hesap gününü unutmayın, hangi çağda yaşarsanız yaşayın o hesap günü gelecek ve sizden hesap sorulacaktır. İmanınızdan, dininizden vazgeçmeyin.

Toplum temel çatlakları sadece sözel etkileşimler de değil kılık kıyafette de kendini gösterir. Başı açık, böyle renkli bir penye giymiş, mini etekli bir genç kız bir ortama girdiğinde yukarıda söylediğim şeylerin hepsini söylemiş kabul edilebilir.

Öbür yandan türbanlı, kapalı giyimli bir genç kız başka bir ortama girdiği zaman sırf giyimi nedeniyle yukarıda söylemiş olduğum tüm mesajları söylemiş kabul edilebilir.

Bu tür etkileşimler toplumda kaçınılmaz olduğundan ve her gün olup bittiğinden zaman içerisinde o toplumda sürekli bir husumet, öfke, ötekileştirme sürer gider. Bu tür sosyal ortamlarda en masum ifadeler tavır koymak olarak anlaşılabilir.

İki kişi sabah yolda birbirini görmemek için bakmıyorsa, belirli bir bilinç içerisinde birbirine bakmayıp selam vermeme çabası içerisine giriyorlarsa bunun bir nedeni olmalı. Toplumdaki hangi çatlak içerisinde, hangi öteki gruptan, hangi aşiretten, cemaatten olduğunu belli etmek istemiyorsan ağzını açmazsın. Bakmazsın, görmemiş gibi yaparsın. Bu uzun vadede bir toplumu bölünmeye, kine, nefrete, çatışmaya götürür; barış ve huzuru yok eder.

Toplumsal yaşam içerisinde günde binlerce etkileşim kurarız. Bunlardan kaç tanesinde ötekileştiriyoruz ya da ötekileştiriliyoruz?

Bunu üzerinde önemle durması gereken bir konu olarak görüyorum
dogancuceloglu.net/
 
Back
X