‘Pop çağı ateşi’ söndü
Duvardaki sahipsiz cümleler, sloganlar, bağırışlar, vicdan çağrıları, öfke sesleri yetim kalmış bir halde yok olmayı bekliyorlardı. Ya seksen kuşağı olarak biz ne yaptık? Bütün bu vicdanı, ahlakı, insafı çökmüş yılları yaşarken, yükselen değerlerin peşine düşüp bir şarkı tutturduk.
Televizyonumuzdaki tek kanalın yerli veya ecnebi film yayınlama günlerinden biri olmayınca, bir diskoda çay düzenleyen arkadaşımın sattığı biletlerden bir tane almak o gece için oldukça iyi bir plan gibi geldi. Akşamın ilerleyen saatlerinde Taksim’le Harbiye arasındaki diskotekte, yanıp sönen ışıkların altında dans etmeye başlamıştık. Acid’cilerin danslarına uzaktan bakmayı yeğleyen break dance’çılar, sıra buldukları vakit aynı coşkuyla diskonun dans pistinde kendilerinden geçtiler. Tüm bunlar sürerken sıra başka bir adama geldiğinde, dans pistinde, müzik üzerinden yabancılaşmanın, düşmanlıkların son bulduğu çizgi başlıyordu.
Michael Jackson söylemeye başlayınca hepimizin ritmi ortak duygular üzerinden gelişiyordu...
Böyle bir geçmiş zaman anısı anlatmaya başladığımda yeni kuşaklara pek çok şey için açıklama getirmek lüzumu doğuyor. İşin ilginç tarafı aramızda yüzyıllık bir kuşak aralığı yok. Bu kadar yakın zaman aralıklarına rağmen, iki kuşak arasındaki böylesi sosyolojik / kültürel / gündelik yaşam algıları arasındaki farklar, şımarık ve tehditkar sosyoloji ilminin yakın zamana kadarki ezberleri üzerinden izahı zor bir olaya dönüşüyor.
Seksenli yıllar ve biz...
Evet, televizyonumuzda tek bir kanal vardı ve belli saatlerde yayın yapıyordu. Evet, çay düzenlemek gibi bir eğlence alışkanlığımız vardı. Evet diskoteklerde ışıklar altında dönem dansları ediliyordu. Acid ve break dance meselesi başka zamana kalsın. Başka bir tartışmanın konusu.
Elbette Michael Jackson diye de bir adam vardı ve şapkasıyla, beyaz çorabıyla, eldivenleriyle, kısa paçalı pantolonuyla, makosenleriyle ve danslarıyla ve her hareketiyle, diskoteklerin pistlerinde sallanan adamların hayallerinin en başında duruyordu. Hayata ilişkin bir cümle kurabilecek yaşa geldiğimde, bizim mahallenin duvarlarına yazılmış cümlelerin üzerlerinin kaba saba bir boyayla kapatıldığını gördüm.
Kapatılan cümlelerin okunur tarafları ya da üzeri boyayla örtülmesi unutulan taraflar hep ilgimi çekti. Sonradan öğrendim ki seksenli yıllar bizim ülkemizde başlarken bu cümlelerin sahipleri cezaevlerine kapatılıp, şehirlerimizden, evlerimizden uzaklaştırılmışlar.
‘Yırtma’ heveslisi bir nesil
Duvardaki sahipsiz cümleler, sloganlar, bağırışlar, vicdan çağrıları, öfke sesleri yetim kalmış bir halde yok olmayı bekliyorlardı. Seksenli yıllar başladığında artık böyle cümle kurabilmenin imkanlarının da ortadan kalktığını öğrenmiş olduk.
Bu durumun ülkemize has bir durum olmadığını, dünyanın diğer pek çok ülkesinde de aslında hayat üzerinden bir şeyler söylemek isteyen insanların aynı acımasız sona maruz kaldıklarını da bir vesile öğrendim.
Büyüklerimizin istediği gibi (sahiden devlet büyüklerimiz ne çok şey isteyip dururlar) apolitik, Türk, muhafazakar, yırtma heveslisi vatandaşlar olduk. Evren Paşa’nın da, Özal’ın da, Ronald Reagan’ın da, Margaret Thatcher’ın da, Helmut Kohl’ün de, Gorbaçov’un da istediği farklı değildi aslına bakarsanız.
Her şey istendiği gibi oldu; işçiler, öğrenciler, sendikal hareketler, inanç grupları, etnik gruplar, insan hakları örgütlenmeleri hizaya getirildiler. Hizaya gelmeyenlerin eylemlerine terör adı verildi ve bu terör çabaları da güçlü militer kurumlar eliyle, demir yumruklarla susturuldu.
‘Felicita Mehmet’li yıllar
Bugün seksenler üzerinden konuşulanlar mizah içerikli. O yıllara bakıp da ne kadar absürt durumlar, olaylar, kahramanlar, yaşam tarzları olduğundan hareketle eğlenceli söyleşiler kotarılıyor. Hayır kardeşim, durum sandığınız gibi değil! Bu zaman dilimi bir hayli trajik sosyolojik evrelere karşılık geliyor. Şahsen benim içinde bulunduğum kuşak kendini en çok ‘Felicita Mehmet’le özdeşleştirdi. Televizyona çıkma fırsatı bulan evsiz barksız genç adamla.
Ertürk Yöndem kalktı mikrofonu dayadı bu evsiz çocuğa. Mehmet de uzatılan mikrofona, kendisini sokağa düşüren, evinden barkından eden adaletsizliği, sosyal çözülmeyi, ekonomik vicdansızlığı anlatacak durumda olmadığından, kalkıp Al Bano - Romina Pover ikilisinin ‘Felicita’ şarkısını söyledi.
Mehmet kardeşimiz kafadan atarak, tutarak Felicita şarkısını tutturunca, biz de ekran başında düğümlenen boğazımızı açmak için yalnız başımıza odalara sığındık.
Hepimiz hayatımız boyunca Mehmet gibi yaptık. Bütün bu vicdanı, ahlakı, insafı çökmüş yılları yaşarken, yükselen değerlerin peşine düşüp bir şarkı tutturduk. Sonra Mehmet öldü sessiz sedasız. Mehmet öldü, sosyal adaletsizlikler, kapitalizm tanrıları aramızdan bir sürü Mehmet aldı.
Herşeye rağmen siyahtı
Öyle böyle zaman akarken tutunduğumuz adamlardan biri de Michael Jackson oldu. Son dönemlerde beyazlaması, çocuk tacizciliği, ‘anormal’ davranışları filan üzerinden sağlıksız adam muamelesi gören bu yarı insan - yarı tanrı, bir dönemin bütün gençliğini tek el hareketiyle oradan oraya savuruyordu.
Öyle ya da böyle siyahtı Michael. Öyle ya da böyle şarkılarında bir takım durumlara kafayı takıyordu.
Öyle ya da böyle kendi tarzıyla, dansıyla, kendi hakikatleriyle varoluyordu dünyamızı saran acımasız beyazlığın içinde. Bu az bir şey değildir.
Bugün bakıldığında anlamsız ve değersiz gibi duran bunca şey, seksenli yıllar için az değildir.
O yüzdendir ki hepimiz bir tarafından, bir parçacık Michael olabilmenin yollarını arıyorduk.
Moonwalk’la, olmazsa şapkasıyla, olmazsa diğer danslarıyla...
Neticede yere basmadan yürüyebilen bir efsaneden söz ediyoruz. Bizim kuşak yere basmadan yürümeyi öğrenmek için az çabalamadı. Bizim kuşak biraz Michael’dır bu açıdan.
Onun travmaları bizim travmalarımızdır. Onca siyahla birlikte, çocuklarla, cezaevlerindeki mahkumlarla, beyaz hayatın dışarıya ittiği ötekilerle şarkılar söyleyen Michael, sonrasında havadaki mikroplardan korunmak için maske taktı.
Biz de maske taktık. Bizim ahlakımız ve vicdanımız da gerçekte ancak onunki kadardı.
Bizim ülkemizde de Michael’in beyazlamasından mütevellit sosyolojik çıkarım yapma meraklısı çok adam vardır. Zenci metaforunun kullanışlığı ne yazık ki ortak klişelerde boğulmamıza sebebiyet veriyor.
Mesele o kadar basit değil diyorum ben. Korkuları sömürülen bir dünyada yaşıyoruz seksenli yıllardan itibaren. O duvarlarda bir iddia dile geliyordu. Kahrolsunlar ve yaşasınlar arasında bir idealin, bir vicdanın temennisi yayılıyordu sokaklara. Daha iyi bir dünyanın sözleri, kızıl ve siyah boyalarla duvarlarda boy gösteriyordu.
Olmadı. Sildiler. Şimdilerde böylesi bir insani gayretin peşine düşen adam sayısı da bir hayli az.
İnsanlar ruhlarındaki ve zihinlerindeki farklılıklar kazınarak (kazınamayanlar aramızda yoklar) birbirine benzeştirmeye çalışılıyor.
Michael bir devri kapattı
Michael Jackson bir benzeştirme hareketinin idolü müydü, yoksa bir çeşit bireysel varolma kaygısı mıydı? Bu soruyu bir çırpıda yanıtlamak zor. Ama bir kez daha tekrarlayayım; dünyanın önemli bir parçası için yarı insan-yarı tanrı oldu. Bir inanma ve benzeme ihtiyacına karşılık geldi. Pop Çağı diye bir şey varsa işte onun mücessem hali bu adam oldu.
Bütün bunlardan sonra bir kere daha söylenebilir ki; seksenli yıllar Michael Jackson yıllarıdır ve bu kuşak bir tarafıyla Michael’dır. Mahallemizdeki Mehmetler de o dönemde kolayca Michael olabiliyordu.
O dönem bitti.
Bitmeseydi eğer Michael Jackson bu kadar kendi başına, bu kadar kimsesiz ve sessiz ölmezdi. Kurt Cobain, Elvis, Freddy Mercury hatta Farrah Fawcett filan nerde bekliyorsa sanırım oraya gitti.
Peter Pan öldü işte...
‘Ben ölmeyeceğim, çünkü Peter Pan’ım’ diyordu soranlara. Öldü işte. Peter Pan her şeyden habersiz başka şehirlerin çatılarında dolanırken Michael öldü.
Kendisine seçtiği roman kahramanının Peter Pan olması çok dikkatimi çekiyor. Hep çocuk kalmak isteyen adamın, buna rağmen çocukluğunu ve elbette masumiyetini yitirme süreçlerini çok can yakıcı buluyorum.
Çocukluğumuz, o uzak ülke, artık geri dönülemeyecek kadar geride kaldı. Masumiyetlerimiz ve ucu açılmamış hayallerimizde o ülkede duruyor.
Michael’ın beyhude bir gayretle çocuk kalmaya çalışırken bir tacizci olarak anılması hayatın trajik yüzüne karşılık geliyor.
Peter Pan oldu mu, olmadı mı bilinmez. Ama öldü diyoruz işte.
O ölünce, teorik olarak kapanmış bir devir, fiilen de kapandı.
Michael ölünce, seksen kuşağı da ölmüş sayıldı.
TARIK TUFAN