- 21 Ağustos 2011
- 5.186
- 596
- 198
- Konu Sahibi KadinlarKulubu
- #1
Rüya değil gerçek Depremde yıkıntılar arasında kalanlar, tonlarca ağırlığın altında acaba ne yapıyordu? Bu soruyu o günlerde enkazları gördükçe hangimiz sormadık ki? Sefa Cebeci, enkaz altından çıkarılanlardan biri. 12 Kasım depreminde Düzce’deki evinin enkazında tam 105 saat geçirmişti. Bir kolunu kaybetmiş, uzun bir tedavinin ardından Cumayeri’nde kardeşinin yanına yerleşmişti. 45 yaşındaki Sefa hanıma, “Enkaz altında 5 gün boyunca ne yaptınız?” diye sorduk. Yaşadığı dehşeti şöyle anlatıyor:
“Tavanın patladığını gördüm” “Evimiz, Kültür Mahallesi Mansur Bayram Caddesi Işık Apartmanı’ndaydı. Eve taşınalı 27 gün olmuştu. Bir gün önce Sapanca’da şiddetli bir deprem olmuştu. Onu hissetmiştik. Biraz da canımız sıkılmıştı. Uyuyamadığımız için eşim Hüseyin ile TV izliyorduk. Sadece bir uğultu oldu. Birden ayağı kalktık. Boşluğa doğru düşüyorduk. Hüseyin, ‘Bize ne oldu Sefa?’ diye bağırıyordu. Ben düştüm. O da. Elektrikler kesilmediği için oda aydınlıktı. Birden tavanın patladığını gördüm. Deprem olduğunu anlamıştık. Birbirimizi göremiyorduk. ‘Buradan kurtulamayız okuyalım’ dedik. Odanın kapısı benim üzerime yıkılmıştı. Ara ara depremler oluyordu. Hüseyin’in ‘Allah’ dediğini duydum. Sonra vefat etmiş. Alt katımızda 4 üniversite öğrencisi kalıyordu. Onlardan bir tanesinin adı da Hüseyi’ndi. Ona dışarıdan çok bağırdılar. Enkaz altında çocuklarla bir süre konuştuk. Onlara beni kurtarmalarını söyledim. ‘Biz sana gelemeyiz yenge’ dediler. Çocuklara birkaç kez daha bağırdım. Onlar ‘Yenge korkma! köpekler bizi kurtarmaya geldi’ dediler. Sonradan öğrendim o çocuklar da iki-üç gün yaşamışlar.”
“Babam namaz kılıyordu” Sefa Cebeci, “Aslında ben orada çok rahattım” diyor. Nasıl olurdu da enkazın altındayken rahat olduğunu söyleyebilirdi. Bunun cevabını yine Sefa hahım veriyor: “Orada benim yemeğim ve suyum geliyordu.” İyice şaşırtıyordu. Acaba rüya mı görmüştü? “Hayır” diyor ve ekliyor: “Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ölen eşim yanıma geldi, ‘Gel sana birşey göstereceğim’ diyerek elimden tuttu. Biraz yürüdük. Bir odaya girdik. Babam ve komşularımızdan dört kişi oradaydı. Namaz kılıyorlardı. Babamla kucaklaştık. Babamı 3 yaşındayken kaybetmiştim. Onu hiç tanımıyordum. Orada kalmaya başladım. Hergün sabah ve akşam geldiler. Beni orada hiç yalnız bırakmadılar. Böbreklerimde taş vardı. Sürekli ilaç kullanıyordum. Orada da ilaçlarımı içtim. Hüseyin hergün yemek vakitlerinde küçük küçük kaplarda yemek ve su getiriyordu. Hiç aksatmadı. Beni yedirdi içirdi. Dışarı çıktığımda rahatsızlığım bitmişti. Doktorlar hayret ettiler. Çünkü taşlar yoktu. Bulunduğum enkazda 48 ölü vardı. Dördüncü gün ölüler kokmaya başladı. Beyim bana bir şeker verdi. ‘Bunu hiç atmayacaksın’ dedi. Çok değişik bir tadı vardı. O tadı anlatamam. Çıktığımda bile ağzımdaydı. Hastanelerde doktorların verdiği yemeği bile yemedim. Bana hastanede birşeyler yedirmek istediler. Kabul etmedim. Çünkü o tadın ağzımdan gitmesini istemiyordum. Doktorlar, ‘Başka çare yok’ diyerek burnumdan hortumla beni beslediler. Beni kurtarmak için İstanbul’da İtfaiye amiri olan amcaoğlum Mehmet Keleş gelmiş. Onun sesini duyuyordum. Çok aramışlar bulamamışlar. Hatta mezarımı bile açmışlar. Artık enkazları kaldırıyorlar. Şiddetli bir sallantı oldu. Ben deprem oluyor diye çok korktum. Üzerimde bir soğukluk oluştu. Üzerimdeki taşları bir kepçe almaya başladı. Kepçenin ağzı tam boynunum yanına saplandı. Neredeyse boynum kopuyordu. Kepçeyi kullanan çocuk dışarı fırladı, ‘Orada birisi var’ diye bağırdı. Burnum ve yüzümün bir kısmını görmüş. Mehmet, ‘Kim var orada’ diye bağırdı. Onlara ‘Ben varım’ diyerek cevap verdim.
İtfaiye aşağı ışık tutuyordu. Bir ara akü bitti. O sırada dışarıda bekleyen İsrailli bir grup varmış. Galiba onlar ‘Biz çıkaralım. Akümüz var’ demişler ki; Mehmet ‘Kesinlikle olmaz biz çıkaracağız. İsrailliler aşağı inmeyecek. Gidin benim arabamdaki aküyü söküp getirin’ diyordu. Nevzat adlı bir genç elleriyle yüzümü açıyordu. Ondan su istedim. Getirip enseme döktüler. Tekrar su istedim. Vermeyince Mehmet yalvardı ‘Belki son suyudur’ dedi. Ama izin vermediler. Bana getirip süt içirdiler. ‘Su’ dediler. Bu süt dedim. ‘Bunu nasıl biliyor?’ diyerek birbirlerine sordular.” “Beni çıkarıp İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne götürdüler. 17 gün orada tedavi gördüm. Devlet bana yardım etmedi. Hiç kimse arayıp da ‘Bir sıkıntın, bir isteğin var mı?’ diye sormadı. Üstelik hastaneden çıkarken bile Mehmet’in taksisi ile buraya geldim. Bir hayırseverin verdiği prefabrikede oturuyorum. Eve giremiyorum. Geceleri kâbuslar görüyorum. Depremden sonra Düzce’ye iki kez gittim. Bir daha gitmem. Bundan sonra ne yaparım bilmiyorum. Devlet Hastanesi’nden yüzde 80 çalışamaz şeklinde rapor verdiler. Sigortadan malulen emekli olmak istiyorum. Ama onu kabul etmiyorlar. ‘Ankara Eğitim Hastanesi’nden olacak’ diyorlar. Enkaz bile buradan rahattı”. Çıktığı enkazda eşini, kayınpederini ve iki kayınbiraderini bırakan Sefa Cebeci, “Bana ne yaşadın diyenlere bunları anlatıyorum” diyerek özetliyor başından geçenleri. Doğrudur demiyoruz. Tabii yalan da demiyoruz. Sefa Cebeci’nin yaşadıklarına benzer birçok olay, hem 17 Ağustos’ta hem de 12 Kasım’da yaşanmadı mı, anlatılmadı mı?
Ateş topunu gördüm Yüksel Er 41 yaşında. Mali Müşavirlik yapıyor. Türkiye onu “enkaz altında idrarını içerek hayatta kalmayı başaran adam” olarak tanıdı. Evet, 17 Ağustos depremi sırasında çöken evlerinin enkazı altında 97 saat kalan Yüksel Er, susuzluktan takati kesilince yaşamak için idrarını içmeyi bile göze almıştı. Er, enkaz altındaki hayatını şöyle anlattı: “Depremden önceki akşam ailemle birlikte çay bahçesine gitmiştik. Birgün sonra iş görüşmesi için İstanbul’a gidecektim. Saat 22.00 gibi yanlarından kalktım içime doğmuş gibi hepsiyle helalleştim. ‘Sanki ölüme gidiyorsun’ diyerek takıldılar. Onlara ‘belli olmaz’ dedim ayrıldım. Eve gidip biraz uyudum. Onlarda 01.30’da geldiler. Eşim geldiğinde yataktan kalktım. Dörtbuçuk yaşındaki kızım Ayşe Ecem’i yıkadım. Çünkü onu sürekli ben yıkardım. Ona her gece hikaye okurdum. Hikaye çabuk bitti. Yorgundum, atlamıştım. Atladığımı söyledi ve uyudu.
Oğlum Eser ile aramda çok bilgisayar oynadığı için küçük bir tartışma oldu. Sinirlenmiştim ertesi gün yazıhaneye gidip bilgisayar oynamayacağını söyleyerek cezalandırdım. Büyük bir ihtimalle oğlumu kurtaran da o oldu. Çünkü TV izliyordu. Deprem anında uyanık olduğu için birden kendini camdan atmayı düşünmüş. Vazgeçip eşim Işık’ın yattığı üçlü koltuğun önüne kendini atmış. Eşim ile oğlum aynı odada yatıyordu. Ana- oğul orada helalleşmişler. Işık oğluma kendine iyi bakmasını ve iyi eğitim almasını söylemiş.
6-7 saniyede çöktü Kızımın yanında yatıyordum. Depremden birkaç saniye önce birden uyandım. Fütursuzca saate bakıyordum. Tam birkaç saniye önceydi oradan çekildiğimi farkettim. Antreye yürüdüğümü biliyorum. Ama beni hangi güç o tarafa doğru götürdü bilmiyorum. Oğlumun odasına başımı çevirip baktığımda ateş topunu gördüm. Parlak, kartopu şeklinde camın büyüklüğünde bir ateş topu içeriyi aydınlatıyordu. Işığının evle birleştiğini gördüm ve kapı üzerime yığıldı. ‘Salağın biri nükleer başlıklı bir bomba attı, bombalandık’ dedim. Depreme yakalandığımızı düşünemedim. Sonra kıyamet kopuyor sandım. Üzerime uçan kapı ile birlikte sırtüstü yere düştüm. 6-7 saniye içinde 6 katlı 24 daireli bina çöktü. Bizim binada 48 kişi ölmüş. 4’üncü günü 5’inci güne bağlayan gece, “bugün mutlaka çıkmalıyım. Yoksa kendime kıyacağım” diye kendimle hesaplaştım. Yanımda büyük bir cam parçası (komidinin camı) vardı. Elimi denedim elimi kesti. Şah damarımı aradım bulamadım. İntihar edecektim. Allah’ın verdiği canı almak bana düşmez diye düşündüm. Dinen intihar etmenin çok günah olduğunu bildiğim için yapamadım.
Elbiselerim çalınıyor! Çiğli’den gelen Özel Tim görevlisi polisler çalışmalarına 00.30’da çalışmalarına başlamış. Ekibin başı Ergin Erkılıçoğlu adlı bir Özel Timci idi. 4 saate yakın binayı hem kazdı, hem benimle konuştu. Krikolarla betonları kaldırdı. Yattığım yerin arka kısmında gardırop vardı. O kısımdan tıkırtılar geliyordu. Birden irkildim. ‘Eyvah elbiselerimi çalıyorlar’ diye manyakça şeyler düşünmeye başladım. Sonra anladım ki adamlar bana ulaşmak için gardırobu kırıyorlarmış. Ergin benim bulunduğum yere kadar akarsu yatağı gibi dehlizler açmış. Bana geldiğinde tam yüzyüze geldik. Buluştuğum anda sert bir hareketle kolunu tuttum. Saate baktım. ‘Ne yapmak istiyorsun’ dedi. Korkmuştu. ‘Sadece çıkarıldığım saati öğrenmek istiyorum. Beşbuçuk altı mı? Bugün Cumartesi mi?’ dedim. Dondu kaldı.
Sürünerek çıkmamı söyledi. Denedim olmuyordu. Ergin elimden tuttu yukarı çıkıyordum. Bir noktada ayaklarım çıkmadı. ‘Gerekirse ayaklarını kır. Sonuçta bana senin üstün lazım. Ayaklarına platin takılır’ dedi. Ben yapmadım ve ellerimiz birbirinden koptu. Orada kaldım ‘kendime zarar vermeyeceğim. Burada kalacağım’ dedim. İlk yerime döndüm. Ergin eline bir yonga parçası aldı. Beni ikna etmek için sağ bileğini ağaç yongasıyla kesti. ‘Benimde bir ailem ve çocuğum var. Ben burada ölümü senin için göze alıyorum’ dedi. Ben tekrar geri döndüm o andan itibaren onu dinleyeceğimi ve ne isterse yapacağımı söyledim. Çünkü o hareket beni sarsmıştı kendi kendine zarar vermişti. Ben biran önce çıkmak istediğimden onun söylediklerini yapmamıştım. Onu dinleyince adım adım dışarı çıktım. Dışarıda, ‘senin için gösteri yaptım. Az kalsın canımdan ve mesleğimden oluyordum’ dedi. Cuma gecesi çalışmaya başlamıştı. Cumartesi sabahı çıktım 04.35’te beni çıkardı. O benim ikinci hayatımın ebesi oldu. Kendisi ile hâlâ görüşüyoruz. Dışarıda önce oğlumu gördüm. Kameraların ışıkları gözümü aldı. Bir şekilde el şaklatma olayı oldu.”
Daima hatırlayın
Sizlere deprem bölgesinde yaşayanları ve yaşadıklarımı kalemim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Okurlarımızdan yoğun ilgi gören bu dizi için herkese teşekkür ediyorum. Depremzedelerden de acılarını tazelediğimiz için özür diliyorum. Ama sizlerden birşeyi unutmamanızı istiyorum. Ölenleri, ölüm yıldönümlerinde hatırlamayın. Bu alışkanlıktan kurtulmadığımız sürece başımızın dertten felaketten kurtulması mümkün olmayacak.
Rüya ile gelen deprem Asime Genç… Gölcük’teki binlerce depremzededen biri. Ancak onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği deprem öncesi ve sonrasında yaşadıkları. Enkaz altında 54 saat geçiren Asime, 9 yıllık evliliğini ve o evlilikten aldığı meyveleri enkazın altında bırakmıştı. Eşi Turgut, 5 yaşındaki Oğlu Oğulcan’ın ve 8 yaşındaki kızı Cansu’yu kaybetmişti.
Asime’yi Yenimahalle Kazım Karabekir Caddesi’ndeki evlerinin enkazından çıkarılırken görmüştüm. Bu nedenle ona soracak çok sorum vardı. Şirinköy Prefabrike Konutları’ndaki adresini uzun süre aradıktan sonra bulabildim. Kapıda annesi karşıladı. Bir süre sonra annesine yaslanarak Asime geldi. Fakat zihnimde kalan Asime değildi. O olsa bile gördüğüm gibi değildi. Sağ kolu ve sağ ayağı yoktu. Uzun süre yüzüne bakamadım. Nasıl söze başlayacaktım. “Seni çok iyi gördüm Asime” diyemezdim. Desem bile inanır mıydı? Bir süre fotoğraf makinasıyla uğraşıp kendimi ikna ettim. Görüşmeyi kabul etti. “Neyi öğrenmek istiyorsunuz?” deyince, “O geceyi” dedim. Asime bundan sonraki hayatında tek destekçisi olan sol koluna ve sol ayağına yüklenerek oturduğu yerde toparlandı. Anlatacak şey çoktu elbette… “İsterseniz rahmetli eşimin depremden bir gün önce gördüğü rüyadan başlayayım” dedi. “Pazar sabahı evde kahvaltı yaparken Turgut ‘Allah hayretsin bir rüya gördüm’ dedi. ‘Hayırdır’ deyince rüyasını anlattı; ‘Arkadaşımın arabası ile Değirmendere’den geliyorduk. Kerimağa rampasından çıktık. Tam Gölcük’e girerken büyük bir gürültüyle arabayı durdurduk. Kapıları açıp indik Gölcük’te deprem olmuş her taraf yerle bir olmuş. Geldim annemin evinin çatısı yıkılmış. Sen Cansu ile beraber balkonda oturuyordun. Oğlan kayıp, evimiz de yıkıktı. Sonra ben de ölüyorum. O arada uyandım’. Eşimin rüyasını eltime ve çevremdekilere anlattım. Arkadaşlar ‘Hayra alamet değil’ dediler. Eşim rüyasında oğlumla birlikte ölüyordu. Rüya doğru çıktı. Ama kızım da öldü.” Asime, konuştukça daha enteresan şeyler anlatmaya başlıyor; “Depremden 20 gün önce yatıyorduk. Gece saat iki gibi bayağı sallandı. Eşim beni kaldırdı. Sabah ezanına kadar balkonda oturduk. O yaz deprem olacağını bile söylüyorlardı. Hatta o gün 22.30’da bir sallantı olmuş komşularım söylemişti. Ardından 01.00’de de olmuş her ikisini de hissetmedik.”
O gün Hiç susmadan konuşan Asime’nin depremi yaşadığı anı anlatması ise gerçekten insanın içini parçalıyordu. Asime şöyle devam etti: “ O gece aşırı derecede sıcaktı. Eltimde oturuyorduk. Eve gelirken gökyüzüne baktım kapkaranlıktı. Donanmadaki kutlamalar sırasında atılan havai fişekler bile gökyüzünü aydınlatmıyordu. Eve geldik gece geç saatlere kadar oturduk çocukları uyuttum. Turgut yatağa giderken bana veda eder gibi baktı, gülümsedi. Sonra birden ‘Bugün oturma odasında yatayım öksürüyorum sen de rahatsız oluyorsun’ dedi ve yattı. Oğulcan’ı tuvalete kaldırdım. Çişini yapmadı. Gözlerini bile açmadı. Her zaman ‘Beni seviyor musun’ dediğimde cevap verirdi. Bu kez onu bile cevaplamadı. Saat 02.45’ti ben de yattım, daha uyumamıştım büyük bir gürültünün geldiğini hissetim. ‘Deprem mi?’ diye düşündüm. Çocuklarımın yanına gitmek istedim, sağ bacağımı yataktan indirmiştim ki, sol ayağımı indirmeden bina sallanmaya başladı. Çok geçmeden çöktü. Sağ ayağım ve sağ kolumun üzerine yatak odasının kapısı bastı.
Kur’an-ı Kerim dinledim Yarım metrelik bir alanda kalmıştım. Hiç kimsenin sesini alamıyordum. Bir süre sonra bir adamın ‘su, su’ diye bağırmasını duydum. Bu alt kat komşumuz Turgut amcaydı. Ona seslendim. Önce beni erkek zannetti. Kendimi tanıtınca, ‘Kızım hem yukardasın hem de senin sesin duyulur’ diyerek bağırmamı söyledi. Bağırdım, ama kimse duymadı. Artık yapacak tek şey dua etmekti. Başladım dua etmeye. Bu arada enkazdan Kur’an-ı Kerim okuyan bir adamın sesi geliyordu. Son gündü sanıyorum. Turgut amcanın sesi kesildi. Ben de helikopter sesleri duymaya başladım. Sıkışmıştım ağrılarım, sızılarım oluyordu. Ne zaman kurtulacağım ya da öleceğim diye bekliyordum. Susuzluktan kendimden geçmiştim. Serap falan görüyordum. Bir akrabamın evinde buz gibi su içiyordum. Ama bir yandan da titriyordum. Sonra üzerimde kepçenin çalıştığını hissettim. Ağabeylerimin sesini duydum. Kolumun üzerindeki kapıya vurdum ağabeyim ve babam oradaymış. Sonra küçük bir delik açtılar. Bir arkadaş küçük delikten girdi. Kapıyı kaldırdı ve 54 saat sonra beni çıkardılar. Deniz Hastanesi’ne götürdüler. Doktorlar kan grubumu öğrenmeye çalışıyordu. Kan grubumu söyleyince şaşırdılar. Ardından helikopterle Marmara Üniversitesi Hastanesi’ne sevkettiler. Kolumu ve bacağımı kestiler. Üçbuçuk ay hastanelerde kaldım. Yaralarımın mikrop kapması nedeniyle ameliyat üstüne ameliyat oldum. İşte gördüğünüz gibi buradayım.”
O adam kimdi? En çok eşini ve çocuklarını özlediğini söyleyen Asime, depremzedelerin İstanbul halkından maddi ve manevi büyük destek gördüğünü söyleyerek bu satırlardan herkese teşekkür etti. Eşinden kalma 80 milyon maaşla geçinen Asime, sakatlık maaşı için kaymakamlıkla görüşmek istemiş. “Hiçbir sosyal güvence olmayacak” dedikleri için bir daha gitmemiş. Deprem sonrasında devletten hiçbir yardım görmeyen Asime, Hollandalıların verdiği prefabrike evde oturuyor.
Asime’nin anlatacakları bitmişti. Kendisine veda edip ayrılırken, “Hani Kur’an-ı Kerim okuyan adam vardı ya. Ben onu Turgut amca sanıyordum. Geçenlerde gördüm. Turgut amcaya ‘Sen mi okuyordun?’ diye sordum. ‘Ben okuma bilmem kızım. Ben de duydum. O adam kimdi’ dedi”. Gerçekten o adam kimdi?
Son nefesimde elimi tuttu 17 Ağustos’a Dumlupınar Mahallesi Preveze Caddesi 86 Sokak No:16’daki evlerinde yakalanmışlar. “Depremde eşimi kaybettim. Oğlum evde yoktu. Kızım ve görümcem 91 saat sonra enkazdan kurtuldu. Ben 29 saat sonra çıktım” diyerek bir çırpıda özetliyor olup bitenleri. Anlatırken gözleri doluyor. Derin bir iç çektikten sonra, “O gece hava çok sıcaktı. Yatağın içinde sağa sola döne döne uyumuşum. Büyük bir gürültüyle uyandım. Ev sallanıyordu. Derken bina çöktü. Benim ayaklarıma kiriş bastı. Eşim Mehmet’in kafasına beton düştü.. Mehmet seslendi ve elimi sıkıca tuttu ‘Asiye hakkını helal et. Ben kurtulamam sana ve çocuklarıma doyamadım. Onlara iyi bak. Ne olur beni borçlu bırakma’ dedi ve sesi kısıldı. Şehadet getirdiğini duydum. 33 yaşındaydı…” Asiye Hanım evlerini iki ay önce aldıklarını söylüyor. Mehmet çay ocaklarında garson olarak çalışıp bir miktar para biriktirmiş. Eş dosttan da 2 milyar lira borç alıp yıllar sonra bir yuva sahibi olmuşlar. Birkaç da eşya almışlar. Tabii depremde hepsi gitmiş. “Ama kardeş Mehmet’in dediği doğru çıktı biliyormusun?”deyince “Nasıl yani” diye soruyorum. Anlatmaya devam ediyor: “İki ay Kartal Devlet Hastanesi’nde ayaklarım kırık olduğu için tedavi gördüm. Çadıra döndüğümde bir adam geldi. Ev için halıfleks almıştık. Sonra götürürüz diyerek eltimlere bırakmıştık. Onu aldığımız mağaza sahibiydi. ‘Ya 29 milyon borcunuz ya da malımı isterim. Size bir hafta süre’ dedi ve gitti. Koltuk değneklerine yaslanarak halıfleksi götürdüm teslim ettim. Bu ay sonunda da 30 milyon halı borcumuz var. Halılar evde gitti. Keşke dursaydı, onu da verirdim..
Enkazda 91 saat “Peki Ebru na
…
“Tavanın patladığını gördüm” “Evimiz, Kültür Mahallesi Mansur Bayram Caddesi Işık Apartmanı’ndaydı. Eve taşınalı 27 gün olmuştu. Bir gün önce Sapanca’da şiddetli bir deprem olmuştu. Onu hissetmiştik. Biraz da canımız sıkılmıştı. Uyuyamadığımız için eşim Hüseyin ile TV izliyorduk. Sadece bir uğultu oldu. Birden ayağı kalktık. Boşluğa doğru düşüyorduk. Hüseyin, ‘Bize ne oldu Sefa?’ diye bağırıyordu. Ben düştüm. O da. Elektrikler kesilmediği için oda aydınlıktı. Birden tavanın patladığını gördüm. Deprem olduğunu anlamıştık. Birbirimizi göremiyorduk. ‘Buradan kurtulamayız okuyalım’ dedik. Odanın kapısı benim üzerime yıkılmıştı. Ara ara depremler oluyordu. Hüseyin’in ‘Allah’ dediğini duydum. Sonra vefat etmiş. Alt katımızda 4 üniversite öğrencisi kalıyordu. Onlardan bir tanesinin adı da Hüseyi’ndi. Ona dışarıdan çok bağırdılar. Enkaz altında çocuklarla bir süre konuştuk. Onlara beni kurtarmalarını söyledim. ‘Biz sana gelemeyiz yenge’ dediler. Çocuklara birkaç kez daha bağırdım. Onlar ‘Yenge korkma! köpekler bizi kurtarmaya geldi’ dediler. Sonradan öğrendim o çocuklar da iki-üç gün yaşamışlar.”
“Babam namaz kılıyordu” Sefa Cebeci, “Aslında ben orada çok rahattım” diyor. Nasıl olurdu da enkazın altındayken rahat olduğunu söyleyebilirdi. Bunun cevabını yine Sefa hahım veriyor: “Orada benim yemeğim ve suyum geliyordu.” İyice şaşırtıyordu. Acaba rüya mı görmüştü? “Hayır” diyor ve ekliyor: “Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ölen eşim yanıma geldi, ‘Gel sana birşey göstereceğim’ diyerek elimden tuttu. Biraz yürüdük. Bir odaya girdik. Babam ve komşularımızdan dört kişi oradaydı. Namaz kılıyorlardı. Babamla kucaklaştık. Babamı 3 yaşındayken kaybetmiştim. Onu hiç tanımıyordum. Orada kalmaya başladım. Hergün sabah ve akşam geldiler. Beni orada hiç yalnız bırakmadılar. Böbreklerimde taş vardı. Sürekli ilaç kullanıyordum. Orada da ilaçlarımı içtim. Hüseyin hergün yemek vakitlerinde küçük küçük kaplarda yemek ve su getiriyordu. Hiç aksatmadı. Beni yedirdi içirdi. Dışarı çıktığımda rahatsızlığım bitmişti. Doktorlar hayret ettiler. Çünkü taşlar yoktu. Bulunduğum enkazda 48 ölü vardı. Dördüncü gün ölüler kokmaya başladı. Beyim bana bir şeker verdi. ‘Bunu hiç atmayacaksın’ dedi. Çok değişik bir tadı vardı. O tadı anlatamam. Çıktığımda bile ağzımdaydı. Hastanelerde doktorların verdiği yemeği bile yemedim. Bana hastanede birşeyler yedirmek istediler. Kabul etmedim. Çünkü o tadın ağzımdan gitmesini istemiyordum. Doktorlar, ‘Başka çare yok’ diyerek burnumdan hortumla beni beslediler. Beni kurtarmak için İstanbul’da İtfaiye amiri olan amcaoğlum Mehmet Keleş gelmiş. Onun sesini duyuyordum. Çok aramışlar bulamamışlar. Hatta mezarımı bile açmışlar. Artık enkazları kaldırıyorlar. Şiddetli bir sallantı oldu. Ben deprem oluyor diye çok korktum. Üzerimde bir soğukluk oluştu. Üzerimdeki taşları bir kepçe almaya başladı. Kepçenin ağzı tam boynunum yanına saplandı. Neredeyse boynum kopuyordu. Kepçeyi kullanan çocuk dışarı fırladı, ‘Orada birisi var’ diye bağırdı. Burnum ve yüzümün bir kısmını görmüş. Mehmet, ‘Kim var orada’ diye bağırdı. Onlara ‘Ben varım’ diyerek cevap verdim.
İtfaiye aşağı ışık tutuyordu. Bir ara akü bitti. O sırada dışarıda bekleyen İsrailli bir grup varmış. Galiba onlar ‘Biz çıkaralım. Akümüz var’ demişler ki; Mehmet ‘Kesinlikle olmaz biz çıkaracağız. İsrailliler aşağı inmeyecek. Gidin benim arabamdaki aküyü söküp getirin’ diyordu. Nevzat adlı bir genç elleriyle yüzümü açıyordu. Ondan su istedim. Getirip enseme döktüler. Tekrar su istedim. Vermeyince Mehmet yalvardı ‘Belki son suyudur’ dedi. Ama izin vermediler. Bana getirip süt içirdiler. ‘Su’ dediler. Bu süt dedim. ‘Bunu nasıl biliyor?’ diyerek birbirlerine sordular.” “Beni çıkarıp İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne götürdüler. 17 gün orada tedavi gördüm. Devlet bana yardım etmedi. Hiç kimse arayıp da ‘Bir sıkıntın, bir isteğin var mı?’ diye sormadı. Üstelik hastaneden çıkarken bile Mehmet’in taksisi ile buraya geldim. Bir hayırseverin verdiği prefabrikede oturuyorum. Eve giremiyorum. Geceleri kâbuslar görüyorum. Depremden sonra Düzce’ye iki kez gittim. Bir daha gitmem. Bundan sonra ne yaparım bilmiyorum. Devlet Hastanesi’nden yüzde 80 çalışamaz şeklinde rapor verdiler. Sigortadan malulen emekli olmak istiyorum. Ama onu kabul etmiyorlar. ‘Ankara Eğitim Hastanesi’nden olacak’ diyorlar. Enkaz bile buradan rahattı”. Çıktığı enkazda eşini, kayınpederini ve iki kayınbiraderini bırakan Sefa Cebeci, “Bana ne yaşadın diyenlere bunları anlatıyorum” diyerek özetliyor başından geçenleri. Doğrudur demiyoruz. Tabii yalan da demiyoruz. Sefa Cebeci’nin yaşadıklarına benzer birçok olay, hem 17 Ağustos’ta hem de 12 Kasım’da yaşanmadı mı, anlatılmadı mı?
Ateş topunu gördüm Yüksel Er 41 yaşında. Mali Müşavirlik yapıyor. Türkiye onu “enkaz altında idrarını içerek hayatta kalmayı başaran adam” olarak tanıdı. Evet, 17 Ağustos depremi sırasında çöken evlerinin enkazı altında 97 saat kalan Yüksel Er, susuzluktan takati kesilince yaşamak için idrarını içmeyi bile göze almıştı. Er, enkaz altındaki hayatını şöyle anlattı: “Depremden önceki akşam ailemle birlikte çay bahçesine gitmiştik. Birgün sonra iş görüşmesi için İstanbul’a gidecektim. Saat 22.00 gibi yanlarından kalktım içime doğmuş gibi hepsiyle helalleştim. ‘Sanki ölüme gidiyorsun’ diyerek takıldılar. Onlara ‘belli olmaz’ dedim ayrıldım. Eve gidip biraz uyudum. Onlarda 01.30’da geldiler. Eşim geldiğinde yataktan kalktım. Dörtbuçuk yaşındaki kızım Ayşe Ecem’i yıkadım. Çünkü onu sürekli ben yıkardım. Ona her gece hikaye okurdum. Hikaye çabuk bitti. Yorgundum, atlamıştım. Atladığımı söyledi ve uyudu.
Oğlum Eser ile aramda çok bilgisayar oynadığı için küçük bir tartışma oldu. Sinirlenmiştim ertesi gün yazıhaneye gidip bilgisayar oynamayacağını söyleyerek cezalandırdım. Büyük bir ihtimalle oğlumu kurtaran da o oldu. Çünkü TV izliyordu. Deprem anında uyanık olduğu için birden kendini camdan atmayı düşünmüş. Vazgeçip eşim Işık’ın yattığı üçlü koltuğun önüne kendini atmış. Eşim ile oğlum aynı odada yatıyordu. Ana- oğul orada helalleşmişler. Işık oğluma kendine iyi bakmasını ve iyi eğitim almasını söylemiş.
6-7 saniyede çöktü Kızımın yanında yatıyordum. Depremden birkaç saniye önce birden uyandım. Fütursuzca saate bakıyordum. Tam birkaç saniye önceydi oradan çekildiğimi farkettim. Antreye yürüdüğümü biliyorum. Ama beni hangi güç o tarafa doğru götürdü bilmiyorum. Oğlumun odasına başımı çevirip baktığımda ateş topunu gördüm. Parlak, kartopu şeklinde camın büyüklüğünde bir ateş topu içeriyi aydınlatıyordu. Işığının evle birleştiğini gördüm ve kapı üzerime yığıldı. ‘Salağın biri nükleer başlıklı bir bomba attı, bombalandık’ dedim. Depreme yakalandığımızı düşünemedim. Sonra kıyamet kopuyor sandım. Üzerime uçan kapı ile birlikte sırtüstü yere düştüm. 6-7 saniye içinde 6 katlı 24 daireli bina çöktü. Bizim binada 48 kişi ölmüş. 4’üncü günü 5’inci güne bağlayan gece, “bugün mutlaka çıkmalıyım. Yoksa kendime kıyacağım” diye kendimle hesaplaştım. Yanımda büyük bir cam parçası (komidinin camı) vardı. Elimi denedim elimi kesti. Şah damarımı aradım bulamadım. İntihar edecektim. Allah’ın verdiği canı almak bana düşmez diye düşündüm. Dinen intihar etmenin çok günah olduğunu bildiğim için yapamadım.
Elbiselerim çalınıyor! Çiğli’den gelen Özel Tim görevlisi polisler çalışmalarına 00.30’da çalışmalarına başlamış. Ekibin başı Ergin Erkılıçoğlu adlı bir Özel Timci idi. 4 saate yakın binayı hem kazdı, hem benimle konuştu. Krikolarla betonları kaldırdı. Yattığım yerin arka kısmında gardırop vardı. O kısımdan tıkırtılar geliyordu. Birden irkildim. ‘Eyvah elbiselerimi çalıyorlar’ diye manyakça şeyler düşünmeye başladım. Sonra anladım ki adamlar bana ulaşmak için gardırobu kırıyorlarmış. Ergin benim bulunduğum yere kadar akarsu yatağı gibi dehlizler açmış. Bana geldiğinde tam yüzyüze geldik. Buluştuğum anda sert bir hareketle kolunu tuttum. Saate baktım. ‘Ne yapmak istiyorsun’ dedi. Korkmuştu. ‘Sadece çıkarıldığım saati öğrenmek istiyorum. Beşbuçuk altı mı? Bugün Cumartesi mi?’ dedim. Dondu kaldı.
Sürünerek çıkmamı söyledi. Denedim olmuyordu. Ergin elimden tuttu yukarı çıkıyordum. Bir noktada ayaklarım çıkmadı. ‘Gerekirse ayaklarını kır. Sonuçta bana senin üstün lazım. Ayaklarına platin takılır’ dedi. Ben yapmadım ve ellerimiz birbirinden koptu. Orada kaldım ‘kendime zarar vermeyeceğim. Burada kalacağım’ dedim. İlk yerime döndüm. Ergin eline bir yonga parçası aldı. Beni ikna etmek için sağ bileğini ağaç yongasıyla kesti. ‘Benimde bir ailem ve çocuğum var. Ben burada ölümü senin için göze alıyorum’ dedi. Ben tekrar geri döndüm o andan itibaren onu dinleyeceğimi ve ne isterse yapacağımı söyledim. Çünkü o hareket beni sarsmıştı kendi kendine zarar vermişti. Ben biran önce çıkmak istediğimden onun söylediklerini yapmamıştım. Onu dinleyince adım adım dışarı çıktım. Dışarıda, ‘senin için gösteri yaptım. Az kalsın canımdan ve mesleğimden oluyordum’ dedi. Cuma gecesi çalışmaya başlamıştı. Cumartesi sabahı çıktım 04.35’te beni çıkardı. O benim ikinci hayatımın ebesi oldu. Kendisi ile hâlâ görüşüyoruz. Dışarıda önce oğlumu gördüm. Kameraların ışıkları gözümü aldı. Bir şekilde el şaklatma olayı oldu.”
Daima hatırlayın
Sizlere deprem bölgesinde yaşayanları ve yaşadıklarımı kalemim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Okurlarımızdan yoğun ilgi gören bu dizi için herkese teşekkür ediyorum. Depremzedelerden de acılarını tazelediğimiz için özür diliyorum. Ama sizlerden birşeyi unutmamanızı istiyorum. Ölenleri, ölüm yıldönümlerinde hatırlamayın. Bu alışkanlıktan kurtulmadığımız sürece başımızın dertten felaketten kurtulması mümkün olmayacak.
Rüya ile gelen deprem Asime Genç… Gölcük’teki binlerce depremzededen biri. Ancak onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği deprem öncesi ve sonrasında yaşadıkları. Enkaz altında 54 saat geçiren Asime, 9 yıllık evliliğini ve o evlilikten aldığı meyveleri enkazın altında bırakmıştı. Eşi Turgut, 5 yaşındaki Oğlu Oğulcan’ın ve 8 yaşındaki kızı Cansu’yu kaybetmişti.
Asime’yi Yenimahalle Kazım Karabekir Caddesi’ndeki evlerinin enkazından çıkarılırken görmüştüm. Bu nedenle ona soracak çok sorum vardı. Şirinköy Prefabrike Konutları’ndaki adresini uzun süre aradıktan sonra bulabildim. Kapıda annesi karşıladı. Bir süre sonra annesine yaslanarak Asime geldi. Fakat zihnimde kalan Asime değildi. O olsa bile gördüğüm gibi değildi. Sağ kolu ve sağ ayağı yoktu. Uzun süre yüzüne bakamadım. Nasıl söze başlayacaktım. “Seni çok iyi gördüm Asime” diyemezdim. Desem bile inanır mıydı? Bir süre fotoğraf makinasıyla uğraşıp kendimi ikna ettim. Görüşmeyi kabul etti. “Neyi öğrenmek istiyorsunuz?” deyince, “O geceyi” dedim. Asime bundan sonraki hayatında tek destekçisi olan sol koluna ve sol ayağına yüklenerek oturduğu yerde toparlandı. Anlatacak şey çoktu elbette… “İsterseniz rahmetli eşimin depremden bir gün önce gördüğü rüyadan başlayayım” dedi. “Pazar sabahı evde kahvaltı yaparken Turgut ‘Allah hayretsin bir rüya gördüm’ dedi. ‘Hayırdır’ deyince rüyasını anlattı; ‘Arkadaşımın arabası ile Değirmendere’den geliyorduk. Kerimağa rampasından çıktık. Tam Gölcük’e girerken büyük bir gürültüyle arabayı durdurduk. Kapıları açıp indik Gölcük’te deprem olmuş her taraf yerle bir olmuş. Geldim annemin evinin çatısı yıkılmış. Sen Cansu ile beraber balkonda oturuyordun. Oğlan kayıp, evimiz de yıkıktı. Sonra ben de ölüyorum. O arada uyandım’. Eşimin rüyasını eltime ve çevremdekilere anlattım. Arkadaşlar ‘Hayra alamet değil’ dediler. Eşim rüyasında oğlumla birlikte ölüyordu. Rüya doğru çıktı. Ama kızım da öldü.” Asime, konuştukça daha enteresan şeyler anlatmaya başlıyor; “Depremden 20 gün önce yatıyorduk. Gece saat iki gibi bayağı sallandı. Eşim beni kaldırdı. Sabah ezanına kadar balkonda oturduk. O yaz deprem olacağını bile söylüyorlardı. Hatta o gün 22.30’da bir sallantı olmuş komşularım söylemişti. Ardından 01.00’de de olmuş her ikisini de hissetmedik.”
O gün Hiç susmadan konuşan Asime’nin depremi yaşadığı anı anlatması ise gerçekten insanın içini parçalıyordu. Asime şöyle devam etti: “ O gece aşırı derecede sıcaktı. Eltimde oturuyorduk. Eve gelirken gökyüzüne baktım kapkaranlıktı. Donanmadaki kutlamalar sırasında atılan havai fişekler bile gökyüzünü aydınlatmıyordu. Eve geldik gece geç saatlere kadar oturduk çocukları uyuttum. Turgut yatağa giderken bana veda eder gibi baktı, gülümsedi. Sonra birden ‘Bugün oturma odasında yatayım öksürüyorum sen de rahatsız oluyorsun’ dedi ve yattı. Oğulcan’ı tuvalete kaldırdım. Çişini yapmadı. Gözlerini bile açmadı. Her zaman ‘Beni seviyor musun’ dediğimde cevap verirdi. Bu kez onu bile cevaplamadı. Saat 02.45’ti ben de yattım, daha uyumamıştım büyük bir gürültünün geldiğini hissetim. ‘Deprem mi?’ diye düşündüm. Çocuklarımın yanına gitmek istedim, sağ bacağımı yataktan indirmiştim ki, sol ayağımı indirmeden bina sallanmaya başladı. Çok geçmeden çöktü. Sağ ayağım ve sağ kolumun üzerine yatak odasının kapısı bastı.
Kur’an-ı Kerim dinledim Yarım metrelik bir alanda kalmıştım. Hiç kimsenin sesini alamıyordum. Bir süre sonra bir adamın ‘su, su’ diye bağırmasını duydum. Bu alt kat komşumuz Turgut amcaydı. Ona seslendim. Önce beni erkek zannetti. Kendimi tanıtınca, ‘Kızım hem yukardasın hem de senin sesin duyulur’ diyerek bağırmamı söyledi. Bağırdım, ama kimse duymadı. Artık yapacak tek şey dua etmekti. Başladım dua etmeye. Bu arada enkazdan Kur’an-ı Kerim okuyan bir adamın sesi geliyordu. Son gündü sanıyorum. Turgut amcanın sesi kesildi. Ben de helikopter sesleri duymaya başladım. Sıkışmıştım ağrılarım, sızılarım oluyordu. Ne zaman kurtulacağım ya da öleceğim diye bekliyordum. Susuzluktan kendimden geçmiştim. Serap falan görüyordum. Bir akrabamın evinde buz gibi su içiyordum. Ama bir yandan da titriyordum. Sonra üzerimde kepçenin çalıştığını hissettim. Ağabeylerimin sesini duydum. Kolumun üzerindeki kapıya vurdum ağabeyim ve babam oradaymış. Sonra küçük bir delik açtılar. Bir arkadaş küçük delikten girdi. Kapıyı kaldırdı ve 54 saat sonra beni çıkardılar. Deniz Hastanesi’ne götürdüler. Doktorlar kan grubumu öğrenmeye çalışıyordu. Kan grubumu söyleyince şaşırdılar. Ardından helikopterle Marmara Üniversitesi Hastanesi’ne sevkettiler. Kolumu ve bacağımı kestiler. Üçbuçuk ay hastanelerde kaldım. Yaralarımın mikrop kapması nedeniyle ameliyat üstüne ameliyat oldum. İşte gördüğünüz gibi buradayım.”
O adam kimdi? En çok eşini ve çocuklarını özlediğini söyleyen Asime, depremzedelerin İstanbul halkından maddi ve manevi büyük destek gördüğünü söyleyerek bu satırlardan herkese teşekkür etti. Eşinden kalma 80 milyon maaşla geçinen Asime, sakatlık maaşı için kaymakamlıkla görüşmek istemiş. “Hiçbir sosyal güvence olmayacak” dedikleri için bir daha gitmemiş. Deprem sonrasında devletten hiçbir yardım görmeyen Asime, Hollandalıların verdiği prefabrike evde oturuyor.
Asime’nin anlatacakları bitmişti. Kendisine veda edip ayrılırken, “Hani Kur’an-ı Kerim okuyan adam vardı ya. Ben onu Turgut amca sanıyordum. Geçenlerde gördüm. Turgut amcaya ‘Sen mi okuyordun?’ diye sordum. ‘Ben okuma bilmem kızım. Ben de duydum. O adam kimdi’ dedi”. Gerçekten o adam kimdi?
Son nefesimde elimi tuttu 17 Ağustos’a Dumlupınar Mahallesi Preveze Caddesi 86 Sokak No:16’daki evlerinde yakalanmışlar. “Depremde eşimi kaybettim. Oğlum evde yoktu. Kızım ve görümcem 91 saat sonra enkazdan kurtuldu. Ben 29 saat sonra çıktım” diyerek bir çırpıda özetliyor olup bitenleri. Anlatırken gözleri doluyor. Derin bir iç çektikten sonra, “O gece hava çok sıcaktı. Yatağın içinde sağa sola döne döne uyumuşum. Büyük bir gürültüyle uyandım. Ev sallanıyordu. Derken bina çöktü. Benim ayaklarıma kiriş bastı. Eşim Mehmet’in kafasına beton düştü.. Mehmet seslendi ve elimi sıkıca tuttu ‘Asiye hakkını helal et. Ben kurtulamam sana ve çocuklarıma doyamadım. Onlara iyi bak. Ne olur beni borçlu bırakma’ dedi ve sesi kısıldı. Şehadet getirdiğini duydum. 33 yaşındaydı…” Asiye Hanım evlerini iki ay önce aldıklarını söylüyor. Mehmet çay ocaklarında garson olarak çalışıp bir miktar para biriktirmiş. Eş dosttan da 2 milyar lira borç alıp yıllar sonra bir yuva sahibi olmuşlar. Birkaç da eşya almışlar. Tabii depremde hepsi gitmiş. “Ama kardeş Mehmet’in dediği doğru çıktı biliyormusun?”deyince “Nasıl yani” diye soruyorum. Anlatmaya devam ediyor: “İki ay Kartal Devlet Hastanesi’nde ayaklarım kırık olduğu için tedavi gördüm. Çadıra döndüğümde bir adam geldi. Ev için halıfleks almıştık. Sonra götürürüz diyerek eltimlere bırakmıştık. Onu aldığımız mağaza sahibiydi. ‘Ya 29 milyon borcunuz ya da malımı isterim. Size bir hafta süre’ dedi ve gitti. Koltuk değneklerine yaslanarak halıfleksi götürdüm teslim ettim. Bu ay sonunda da 30 milyon halı borcumuz var. Halılar evde gitti. Keşke dursaydı, onu da verirdim..
Enkazda 91 saat “Peki Ebru na
…