Cezmi Ersöz Şiirleri

Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak
“Başımı masaya koymuş öyle duruyordum. Niye durduğumu bilmiyorum.
Büyük bir gürültüyle kapı açıldı. Hiç tanımadığım adamlar beni aldılar, kapıyı kapattılar... Kolumdan tutmuşlar, gidiyoruz. Nereye gidiyoruz ben de bilmiyorum.
Uzun bir yer. Her tarafım ağrıyor. Başım dönüyor, dinlene dinlene gidiyoruz. Beni bir yere koydular, önümde cam var. Camda bazı gölgeler var. Sanki bana bakıyorlar. Bu arada aynı odada birlikte kaldığım arkadaşım diğer yandan çıkı-
yor, kolumda tutup iyice cama yanaştırıyor beni.
Sonradan adını öğrendiğim bir telefonu bana veriyor. Nasıl tutulduğunu öğretiyor. Bazı sesler geliyor, sesleri anlamıyorum. Gölgeler ağlıyor mu acaba? Bir şeyler konuşuyoruz. Ne konuştuğumuzu bilmiyorum. Ama gölgeler devamlı ağlıyor, ilk defa gölgelerin ağladığını gördüm... Bense gölgelerin ağlayışına gülüyorum...
Demin telefonlu yerde olan arkadaş benden evvel gelmiş. Beni tuttu, hemen yukarıya çıkardı, yatağın oraya getirdi. Bana niye ağladığımı sordu.
Ben de ona ağlamadığımı, camdaki gölgelere güldüğümü söyledim. O bana camdaki gölgeleri anlattı. O zaman iyi anlamamıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum,
o gölgeler gölge değil, gerçekmiş, o gölgeler annem, kız kardeşim ve teyzemmiş.
Onlarla kendisi de konuşmuş yan tarafta. Meğer ben o gölgelere gülmemiş, onlar-la birlikte bende ağlamışım...”
Aylardır sürdürdüğü ölüm orucunun sonunda belleğini yitiren ve ardından tahliye olan Dursun Ali işte böyle söylüyor, ilk defa gölgelerin ağlayışını görmüş. Ama sonra anlamış ki o gölgeler onu Kandıra F Tipi Cezaevi’nde ziyarete gelen annesi, kız kardeşi ve teyzesiymiş...
Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Belleklerini tamamen yitirenleri ve sağlıkları geri dönüşsüz bir biçimde bozulanları ceza evlerinden tahliye ediyorlar. Tahliye olanların birçoğu Küçükarmutlu’ya geliyor ve oradaki yakınlarının ya da arkadaşlarının evinde ölüm orucuna devam ediyor...
Bugün 8 Temmuz, Pazar... Ve ben Küçükarmutlu’dan akşamın geç saatin-
de döndüm evime... Neredeyse bütün gün oradaydım. Zehra’nın yaklaşık bir hafta önce son nefesini verdiği o yoksul evdeydim. O yoksul evin adı şimdi ”direniş evi” olmuş. Direniş evini gezmek yürek ister, sabır ister... Evin her odasında her an ölüme biraz daha yaklaşan, her yaştan direnişçiler var.
Başları kırmızı bantlı... kimi attık ayağa kalkamayacak kadar bitkin...
Kimisi duvarlara tutunarak yürüyor... Kimisi direnişe yeni başladığı için diğerlerine yardımcı oluyor...
Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Evi kutsal bir mabetmişçesine saygıyla seyrediyorlar. Konuşurken seslerini alçaltarak konuşu-
Yolar. Yüzlerinde ansızın solgun ama cesur bir hüzün beliriyor. Sonra evin içinden bir adam çıkıyor ve elindeki kağıttan yüksek sesle, yarım saat önce bir direnişçinin daha şehit olduğunu duyuruyor. Gözler hafifçe kısılıyor. İnsanlar
ansızın uzaktan gelen bir yankıya doğru başlarını çeviriyorlar. Kısa ama çok derin bir sessizlik, kalplerin ortasına büyük bir gürültüyle düşüyor. Bu derin sessizlikte sadece çocukların yaktığı otların cızırtısı duyuluyor...
Sonra yeniden konuşmaya, hayatı yorumlamaya başlıyor insanlar... Buralarda ölüm çok farklı algılanıyor. Buralarda insanlar ölüme doğal bir son gibi bakıyorlar. Buralarda hiçbir şey kesintiye uğramıyor. Hayat,ölüm ve çocuk- luk, buralarda her şey kesintisiz bir biçimde, aynı büyülü nehre akıyor. Her şey bir çember çiziyor sanki. Ölenler yeniden ağlıyor... Yeniden doğanlar ölmeye başlıyor ... Hayat ölüme, ölüm hayata aynı anda karışıyor...
Arkadaşları başı bantlı bir direnişçiyi, önce alnından, sonra yüzünün her yerinden derin bir sevgiyle öpüyorlar. Direnişçi gururlu olduğu kadar da utan-
gaç... Bileklerini ve boynunu görüyorum. Küçük bir çocuğunkinden daha ince. Kırıldı kırılacak... O incecik bilekleriyle, suyu çekilmiş elleriyle dostlarına, yoldaşlarına sarılıyor o da.Yakınma, korku, suçluluk korkusu , acındırma, o sahte duyguların hiç biri yok yüzlerinde...
Ve hayatta kalacak olanlarla ölecek olanlar birbirlerine öyle yoğun bir sevgiyle sarılıyorlar ki, işte o anda hayatla ölüm arasındaki o kesintisiz akışı görüyorum. Hayat ölümü alnından öpüyor... Ölüm hem gururlu, hem baş eğmez, hem de küçük bir çocuk gibi utangaç ve masum...Ve her şey birleşip o büyülü nehre akıyor usulca. Ve o nehir sonsuzluğa akıyor. İşte bu yüzden korkmuyorlar.
Birer birer ölmekten. Çünkü onlar bir kere sonsuzluğa inanmışlar. Bin bir çeşit kentli kuşkunun pençesinde yaşayan ben bile işte o an inanıyorum: Bu çocuklar bir gün kazanacaklar... Sonsuzluk tükenmez çünkü...
Bu ülkenin en cesur çocukları...
Bu devletin, bu otoriter zihniyetin, bu sistemin, gözlerimizi bu dünyaya açtığımızdan itibaren ailede, sokakta, okulda, fabrikada, orduda, işyerlerinde ruhumuzu ve bedenimizi ne denli tahrip ettiğini, bizi her geçen gün biraz daha köleleştirmek için hangi yöntemleri denediğini, bizi her an her saniye kendimi- zin olmaktan çıkarmak için olmadık yollara baş vurduğunu, bir kez daha söyle-
meme gerek var mı? Her şey çok gizli yapılsa da aslında çok açık değil mi?...
Koca bir cezaevi bu ülke. Yaptıkları bütün zulüm yanlarına kar kalıyor.
Bütün kapıları birer birer kapatıyorlar üzerimize. Koca bir kışla bu ülke...
Herkesi tek tek şu otoriter yapının gönüllü kölesi, koşulsuz savunucusu, herkesi tek tek bu kışlanın kendisi olmaktan çıkarılmış bekçisi haline getirmeye çalışıyorlar...
Neden ceza evlerini hücrelere dönüştürüyorlar,kendisi olarak kalmak için direnen ve baş kaldıran bu çocukların üzerine inanılması güç bir vahşetle gidi-
yorlar dersiniz?
Çünkü en çok bu çocuklar her şeyi gördü... Her şeyi görenlerden ve bilen-
lerden çok korkar bu devlet... Ve onları yok etmek ister...
19 Aralık operasyonundan ağır yanıklarla kurtulan bir genç kız o vahşet gecesini şöyle anlatıyor.
“Sabaha karşı büyük bir gürültüyle uyandık...
matkaplarla koğuşun tavanını deliyorlardı. Uyandık ve ne yapacağımızı bilemedik, çünkü mazgallardan durmadan ateş ediyorlardı. Sonra deldikleri yerlerden üzerimize bir şeyler serptiler...Saçlarımız tutuştu önce... Sonra ben elimi yüzüme götürdüm. Yüzümün derisi ateşle eriyen plastik poşet gibi elime yapışıyordu... Arkadaşlarımız gözlerimizin önünde can çekişerek öldüler... her şeyi gördük...her şeyi...”
Evet onlar her şeyi gördüler. Üzerine kimyasal madde atan bu vahşeti gördüler...
Günlerdir bir gazetede yayınlanan o fotoğrafa bakıyorum... Operasyondan sonra cezaevi avlusuna çıkarılan kadın mahkumların yüzlerindeki o ürpertici hüzne bakıyorum. Etrafları, gaz maskeli ve otomatik tüfekli askerlerle çevrilmiş. Kadın mahkumların yüzleri yanık ve yara içinde... Güçlükle soluk alıp veriyor-
lar besbelli... Elbiseleri ıslanmış... Onu da öğrendik. O kimyasal madde insanın derisini yakıyor, ama elbiselere bir şey yapmıyormuş...
Kadın mahkumların yüzlerine bakıyorum. O yüzleri maskeyle gizlenmiş askerlerin bakışlarına... Askerler... Askerler... Nasıl yaparsınız böyle bir vahşe-
ti?... Askerler... Askerler... Halkınız sizi hiç affetmeyecek, der gibi bakıyorlar sanki...
Halk neredeydi peki? Hadi halk ortada yoktu, halkın aklını ve ruhunu medya esir almıştı. Peki, o vahşeti yapan askerlerin vicdanı nereye gitmişti?
Kalpleri neredeydi? Acıma ve şefkat duygularını kim ipotek altına almış-
tı?
Peki mahkumlar bir birini yaktı, onlar örgüt emriyle kendilerini yakıyor diyen aydınlar, okumuş yazmışlar, devletin ve medyanın yalanlarına hemen inanmaya neden bu kadar hazırdılar? Peki, onlar neden hücrelere girmemek için canlarını ortaya koyanlara değil de, devlete ve medyaya hemen inanıyorlardı? Yoksa onlarda mı devlet gibi her şeyi bilen ve görenlerden çok korkuyorlardı? Neden kalpleri yenilgiye bu denli hazırdı? Neden başkaldırı ve isyandan bu denli ürküyorlardı? Neden ”ölüm” kelimesinden bu denli tiksiniyorlardı? Yoksa onlar da mı artık sadece şimdiki zamana inanıyorlardı? Yaşamak için ölmeyi neden artık örmezden geliyorlardı? Ölüm yokmuş gibi yaşanabilir miydi? İnsana kölelik dayatılıyorsa, insana kendisi olmaktan çıkartılmak dayatılıyorsa, ölüm o büyülü nehre karışır ve orada yeniden doğmak üzere bekleyişe geçer. O bekleyiş bütün denizleri ansızın aydınlatır. Denizlerdeki bütün yaraları sarar o aydınlık. Ve böylesi ölümler hayatlarımızı aydınlatır. O tutsak, o yaralı, o boğucu hayatla- rımızı...Bu köleliğe hayır, diyen ölümler dünyanın en anlamlı ölümleridir. Bu anlamlı ölümler, biz yaşayanların hayatlarına sonsuz ve derin anlamlar katar. Bu anlamlar kalplerimizin kilitli kapılarını açar. Yıllardır kilitli olup ta artık açılan bu kapılardan girer bu kez de gün ışığı... O taze bahar serinliği kapımızdan içeri girer... Bu yeni ışık kalbimizi aydınlatınca, nasıl ölmemiz gerektiğini yeniden düşünürüz. Aslında nasıl öleceğimizi nasıl yaşadığımız gösterir. Hayatta en çok neyi istiyorsak, o yüzden ölürüz... En çok neyi arıyorsak o yolda ölürüz... Para ve güç istiyorsak o yolda...
Özgürlük ve erdem istiyorsak o yolda ölürüz. Köleliğe razıysak o yolda...
Kimsek o yolda ölürüz... Ve nasıl öldüğümüz hayatımızı yeniden aydınla-
tır...
Hayatımızın elle tutulur bir anlamı yoksa anlamsız bir ölüm bizi bekliyor demektir.
Bugün 8 Temmuz, Pazar... Bugün hep Küçükarmutlu’daydım. Hücrelere karşı çıkanların ölmeye yattıkları direniş evinin bahçesinde kitaplarımı imzala-
dım. Ve aralarda Zehra’nın fotoğrafına baktım sık sık... Zehra’nın yüzünde yaklaşan ölümün hüznü ve soyluluğu vardı. Oradan geçen herkese el sallıyordu. Hoşça kalın kardeşlerim, diyordu. Yüzünde o masum, o kırılgan tebessüm vardı. Hoşça kalın, diyordu.Hoşça kalın, ben sonsuzluğa karışıyorum, ama sız yine de yaşadığınız hayata bir kez daha, iyice bakın, diyordu. Ne kadar anlamlı, ne kadar cesur yaşarsanız , o kadar anlamlı ve cesur ölürsünüz, diyordu.
Zehra kızım benim... Güzel gözlü yoldaşım... o kısacık ömründe bu hayat hakkındaki her şeyi bildin ve gördün sen... Ve şimdi sana öldü gözüyle bakanlar öyle çok yanılıyorlar ki... Sen şimdi sonsuzluk nehrindesin... Ölümün ardından hayatın anlamı binlerce kez çoğalacak... O cesur ifaden binlerce kilitli kalbi açacak...
İnan Zehra, hayatına ve ölümüne inandığın gibi inan... Sizin çocuklar kazanacaklar bu hayatı... Özgürlüğün ve erdemin çocukları... Bu hayatı, o yoksul, o suyu çekilmiş parmaklarıyla ölürken bile zafer işareti yapan çocuklar kazanacak...
Direnerek öldüğün o yoksul semtteki o emekçi, o kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığı için sonsuzluğa ve özgürlüğe herkesten çok inanan bu insanlara inandığın gibi inan... İnan Zehra, sizin çocuklar kazanacak...
Sizin çocuklar, diyorum, Çünkü ben ve benim gibiler sizleri anlar ve sever, sizlere özenir, bağrına basmak ister... Ama kaybedecek şeyleri olduğu için sonuna dek sizlerle olamaz... O birer birer karıştığınız büyülü ve sonsuz nehri görür de yine de biraz uzak durur... Özgürlüğün ve erdemin bedelini sizler ödersiniz... Bizler gibiler sadece etkilenir ve yazar...
Sonsuzluğa akan kanınız parçalanmış hayatımızı aydınlatır aydınlatması-
na, ama o ürkek, o doyumsuz parmaklarımız gizlice tutunur o kentli, o şimdiki zamana kilitlenmiş o zavallı, gelgeç hırslara... Ama inan Zehra, ölümlerinizle, o kısacık ama dopdolu ömürlerinizle bizlere öğretecek daha çok bilgeliğiniz var. Bugün 8 Temmuz, Pazar... Bugün cezaevlerinden tahliye edilen mahkum- lar getirildiler buraya. Bir çoğu belleğini yitirmişti. Bugün sanki bir kıyametti yaşadığım. Mahkumların bazıları çocukluğuna geri dönmüştü. Kimi oyuncakla-
rını geri istiyordu, kimi onca karamanlıklardan sonra hiç olmayan topunu, hiç olmayan bebeğini geri istiyordu...
Tahliye olan bir mahkum onca yıllık eşine, baba, bir diğeri eşine, annem, neredesin annem, diyordu...
Onlar belleklerinden kurtulmuştu... Benimse belleğim durmaksızın acıyla zonkluyordu. Bilmekten ve yine de bir şey yapmamaktan. Görmekten ama yine de bir şey yapmamaktan zonkluyordu... Burada ölüm hayata, hayat ölüme karışı-
yordu. Her şey kesintisiz akıyordu burada. Nehirler okyanusa, okyanuslar nehir-
lere karışıyordu. Burada herkes hayatını ölümünün aynasında seyrediyordu. Burada herkes ölümünü, ömrünü sevdiği kadar seviyordu...
Bugün 8 Temmuz, Pazar’dı ... Ve Küçükarmutlu’daki cem evinde akşama doğru, ölüm orucunda hayatını yitirenlerin çocuklarının sünnet düğünü vardı. Dedim ya, burada her şey hiç kesilmeden akıyor diye... Sünnet edilecek çocukla-
rın yataklarına, belki birkaç saat yada birkaç gün sonra ölecek olan direnişçileri
de yatırdılar. Hayata merhaba diyenlerle, hayata elveda diyenler aynı yatakta yatıyordu burada... Gördüm, belki birazdan ölecek olan insanlarla, birazdan sünnet edilip bu hayata karışacak olan çocukların el ele tutuşup birbirlerine gülümsediklerini gördüm... Sahnede sesine vurgun olduğum İlkay Akkaya ”Kırmızı Gül Demet Demet “ türküsünü söylüyordu. Ve sonuna dek direnen, o suyu çekilmiş parmaklarla son kez zafer işareti yapıyordu...
Gölgeler kanıyordu... Evet, anneler, kız kardeşler, babalar,çocuklar, teyzeler kanıyordu burada...
Bu ülkenin en cesur çocukları özgürlük için, erdem için canlarını veriyor-
du... Ve canları kadar kıymetli belleklerini veriyordu. Ve bu yüzden bellekleri kanıyordu... Anneler, kız kardeşler, babalar,çocuklar, teyzeler kanıyordu...
Onurun ve kişiliğin pazara çıkarıldığı bu ülkede, bu çocuklar onurları ve kişilikleri için en sevdikleri insanların cezaevi önlerinde kanayışlarına tanık olu-
Yordu...
Bu ülkede usul usul, gizli gizli tarih yazıyordu... Türkiye en kırılgan döneminden geçiyordu. Bir tarafta emret komutanım diyerek koğuşları gaz maskeli terk edip koğuş arkadaşlarını devlete teslim edenler, bir tarafta, bunlar örgütün emriyle kendini yakıyor, diyenler vardı... Ve burada sünnet edilen çocukların ellerine dokunurken bu hayata veda eden o cesur zafer parmaklar vardı...
İnsan nasıl yaşamak isterse öyle ölür... Kimi teslimiyetle, hazır olda, sürü-
nerek, el etek öperek... Kimi sonuna dek başeğmeden, sürünmeden, hayata ve yeniden doğuşa el vererek, erdemle ve onurlu ölür... Ve bu ölümler başkaların hayatını aydınlatır...
Bugün gördüm... Belki birkaç saat, belki birkaç gün sonra ölecek olan yoldaşlarının alınlarından sonsuz bir sevgiyle öpen insanları gördüm...
Bugün o yürekli alınlarında kırmızı bantlı genç insanları gördüm... Hem utangaç, hem mağrur, o yiğit gençleri gördüm...
O sarılmaları, o kucaklaşmaları gördüm... İnan Zehra, sizin oralarda her şey durmadan, aksamadan kesintisiz akıyordu...
Sen bunu çok iyi bildiğin için öldükten sonra bile böyle güzel, böyle anlamlı bakıyorsun ya bize...
Bir kez de benden duy öyleyse...
İnan Zehra sizin çocuklar kazanacak bu hayatı...
Bu köleliğe hayır, diyen ölümler dünyanın en anlamlı ölümleridir. Bu anlamlı ölümler, biz yaşayanların hayatlarına sonsuz ve derin anlamlar katar. Bu anlamlar kalplerimizin kilitli kapılarını açar. Yıllardır kilitli olup da artık açılan bu kapılardan girer bu kez de gün ışığı... O taze bahar serinliği kapılarımızdan içeri girer... Bu yeni ışık kalbimizi aydınlatınca, nasıl ölmemiz gerektiğini yeniden düşünürüz. Aslında nasıl öleceğimizi nasıl yaşadığımız gösterir.
Cezmi Ersöz
 
Varoluşçu Boyacı
Ahmet Oktay’la, rahmetli Edip Cansever’in şiir tiplerini konuşuyorduk. Oktay’a göre, Edip Cansever’in yarattığı şiir tiplerini gerçek hayatta bulmamız pek olanaklı değildi. Çünkü bu tipler öncelikle duyarlı, yetkin bir gözlem gücüne sahip, kendilerinin ruhsal analizini titizlikle gerçekleştiren, dahası, bilgili ve kültürlü kişilerdi. Böylesine gelişkin bir oltacı, garson, otelci, gül satıcısı, genelev kadını vb. görmek, hiç kuşkusuz mümkün değildi. Biz de katıldık bu görüşe, sonuçta, bu tiplerin Edip Cansever’in kendi düşüncesini açıklamak için kullandığı motif tipler olduğuna karar verdik. Bu kişiler, Edip Cansever’in düşünce katlarından başka bir şey değildi; dahası, konuşan, Edip Cansever’in kendisiydi...
Her şey buraya kadar iyi hoş da, siz, ayakkabılarınızı boyattığınız boyacının kültürlü bir varoluşçu olduğunu öğrenirseniz ne yaparsınız? Tabii ben da şaşırdım. Ve aklıma Edip Cansever’in yarattığı şiir tiplerinin gerçek olabileceği geldi. Demek böyle insanlarla karşılaşmak hiç de olanaksız değildi.
Genellikle ayakkabı boyacılarıyla sıradan şeyler konuşulur. Ben de Taksim’deki bir boyacıya, "Nerelisin? Nerede oturuyorsun? Nasıl geçiniyorsun?" gibi sıradan şeyler sordum. Adının Hayri Tonozlu (58) olduğunu öğrendiğim ayakkabı boyacısı sorularıma, "Hususi hayatım sizi niye ilgilendiriyor? Öyle olmuş, böyle olmuş, ne fark eder?" diye cevap verdi. Onun ciddi bir boyacı olduğunu düşünerek, farklı şeyler sormaya başladım. "Eskiden İstanbul’da ne kadar seçkin yerler varmış, şimdi hiçbiri kalmadı. Her şey yozlaştı," dedim. Hayri Bey, bunun üzerine "Evet, Markiz, Baylan, High-life vardı. Ben eskiden hep High-life’e giderdim," demez mi, şaşırıp kalmıştım. Ama Hayri Bey, hem ayakkabımı boyuyor, hem de İstanbul’un sanatçı mekânlarını anlatıyordu. Bir ara "Siz hangi felsefi ekole yakınlık duyarsınız?" dedi. Onun hafife alma isteği, şaşkınlığımı bastırdı, "eksistansiyalistim," dedim. Hayri Bey’in gözlerinin içi güldü: "Ne güzel, ben de varoluşçuyum," dedi. Elimde olmayarak ayağımı boya sandığının üzerinden çektim. Şaşkınlığım henüz geçmemişti; ama o devam ediyordu: "Bakın, varoluşçuluk deyince akla hemen Sartre gelir; oysa Sartre, parlak cümleler, gösterişli buluşlardan başka bir şey değildir. Gerçekte varoluşçuluğu sistemleştiren Heidegger'dir. Sartre, Heidegger’in yanında garnitürden başka bir şey değildir."
Bir şok yaşıyorum âdeta. Zaman kazanıp Hayri Bey’in üstüne başına bakmaya çalıştım. Üstünde siyah bir kaban vardı. Pantolonu yazlıktı ve çok eskimişti. Başında limon küfü renginde yazlık, keten bir şapka vardı; yüzü çökmüştü. Eğer çok dikkatli bakılırsa gözlerinde olgunluk ve zekâ belirtisi bir ışık fark edilebiliyordu.
Hayri Bey’le tartışamayacak kadar donatımsızdım. Heidegger’in hiçbir kitabını okumamıştım. Çünkü Hayri Bey gibi Almanca bilmiyordum. Bu arada Hayri Bey, canlı el kol hareketleriyle varoluşçuluğu tanımlamaya çalışıyordu bana. Her şey bir yana, beni tanıdığına sevinmişti. Hiç değilse bazı ortak bilgilere sahiptik. Bir ara "Başlangıcından bugüne kadar felsefe bir arpa boyu yol katetmiştir," dedi. Artık her şey kabulümdü. "Ya öyle mi?" demekle yetindim. Ayakkabı boyacılarını hafife almanın cezasını çekmeye hazırdım. Beriki devam ediyordu: "Kant ne yaptı, insan beynini 12 kategoriye ayırmaktan başka? Spinoza yok güzellikmiş, yok ahlâkmış, bir yığın metafizik şey attı ortaya. Dogmatikler keza öyle..."
Bir ara Hayri Bey’e Marksist felsefeyi soracak oldum. Önce kısa bir açıklama yaptı. Daha sonra Marksist felsefenin ferdi yanının olmadığını iddia etti. Daha sonra söz Troçki ile Lenin’e geldi. "Bunların ikisi de aynıdır. Aralarında hizipleşme vardır o kadar. Bu kişiler, şartlar neyi gerektirirse onu yaparlar. Yaratıcı değildirler."
Varoluşçu Boyacı: "Kendi kendimizi yaratmanın imkânı bizim elimizdedir"
"Unutmadan söyleyeyim, ben Kapital’i de okudum, Kapital çok sıkıcıdır. Rakamlar, misaller falan filan."
Cezamın hiç de hafif olduğunu sanmıyordum. Bu işkence ne zaman bitecek, diye düşünüyordum. Başlangıcından bugüne kadar felsefede bir arpa boyu yol alınmadığını söyleyen Hayri Bey, Nietzsche ve Kafka’nın, bilmeden varoluşçu felsefeye katkıda bulunduklarını iddia ettikten sonra bana, "Peki siz varoluşunuzu gerçekleştirdiniz mi?" diye sordu. Afalladığımı görünce konuşmasına devam etti: "Kendi kendimizi yaratmanın imkânı bizim elimizdedir," dedi. Bir ara üstün insan teorisiyle, varoluşçu düşünce arasında yakınmaya başlamıştı. Her şeyi oluruna bırakmıştım.
Hayri Bey’in felsefe bilgisinin altında daha fazla ezilmemek için sık sık konuyu değiştiriyordum. Sözü dönüp dolaştırıp güncel bir konuya getirdim. Türkiye’de son günlerde sık sık konuşulan irticayı nasıl değerlendirdiğini sordum ona. "Bakın bu politik sahaya girer. Din, yöneticilerin işine geliyor. Böylelikle halkı daha kolay isteklerine boyun eğdiriyorlar. Aslında din bir imajdır ve insan, kendisi yaratır bu imajı; insan yine düşünmelidir ve yoğunlaşmalıdır, ama düşüncesinin içinde Allah, peygamber gibi imajları çıkarmalıdır. En eski din olan Budizm 5000 yıllıktır. Musevilik 3000, Hıristiyanlık 2000, İslamiyet ise 1400 yıllıktır; ama insanlığın tarihi 50 000 yıllıktır. Peki 45 000 yıldır ne oldu, onu soran yok. Ne yazık ki milyonlarca insan dine inanıyor ve onlara kimse ışık tutmuyor. İşin doğrusu din zararlı bir şeydir. Ama insan bir şeye inanmak zorunda. İnançsız olmak da benim hayatımı hafifletiyor."
Hayri Bey’in dünya görüşüne hiçbir idealist ve metafizik düşünce sızmamış. Kader, şans gibi toplumsal yaşantımızı yönlendiren kavramlarla hiçbir alışverişi yok, öyle ki bir ara bu durumu "ideolojinin ölümü" diye nitelendirdim.
Hayri Bey felsefe bilgisinin yanı sıra, geniş edebiyat bilgisine sahip, en çok O’Henry’yi sevdiğini söylüyor. O’Henry’nin, Quartet’ini, Viyana’da sinemaya uyarlanmış haliyle seyretmiş ve hayran kalmış. Dostoyevski, Hayri Bey’in başucu yazarıymış. Tolstoy, Bernard Shaw, Jean Jacques Rousseau ve Voltaire’i ilgiyle okuyormuş.
Hayri Bey, özel hayatların öyle rastgele anlatılmasına karşı; ama bu kadar uzun konuştuktan sonra, beni kırmayarak hayatının bazı dönemlerini bana kısaca anlattı. Hayri Bey, genç yaşında Avrupa’ya gitmiş. Almanya’da yaklaşık 14 yıl kalmış, bu süre içinde devlet dairelerine, hastanelere cam çerçeve monte etmiş. Daha sonra Avusturya ve İsviçre’de kalan Hayri Bey, buralarda uzun süre Dolçe Vita bir hayat sürmüş. "Avrupa’da hayat o kadar güzel ki, kopmak imkânsızdı. İnsanı hep içine çekerdi. Bu yüzden az kalsın sağlığımı kaybediyordum," diyor. 1975 yılında İstanbul’a dönmüş Hayri Bey. Kendisi kabul etmese de, şimdiki hayatı tam bir sefalet. Ayda yaklaşık 50 bin lira kazanıyor, kaldığı otele günde 1200 lira veriyor, otel parası olmadığı günler parklarda yatıyormuş. Almanya’dan getirdiği bir miktar parayı harcadığı için bu durumu kaçınılmaz buluyor. "Her şey olması gerektiği gibi," diyor. "Dolçe Vita yaşamaktan, evlenmeye zaman bulamadım," derken bile, kimsesizliğinin nedenini başkasında aramaya çalışmıyordu.
Hayri Bey, beni bilgisiyle olduğu kadar, kişiliğiyle de etkilemişti. Ayakkabılarımın boyanması bitmişti. Parayı uzattım. Teşekkür etti. Yeniden görüşmek üzere vedalaşırken, bir daha hiçbir ayakkabı boyacısını hafife almamaya söz veriyordum.
Cezmi Ersöz
 
Kimi sevsem, onun hep uzakta bir sevdiği vardı, unutamadığı iLk aşkı ya da onu terkedip giden sevgiLisi..
Kimi derinden sevsem, o bir başkasını derinden hatırLardı. ÖyLesine çok sevdimki onLarı, başkaLarına duydukLarı sevgiyi anLatmaLarını, sessizce, içim acıyLa kanayarak dinLedim..
Beni yitirmekten hiç korkmadıLAr; çünkü onLara göre fazLa iyiydim; bu yüzden iLk anda vazgeçebiLirLerdi benden..
Beni terk edenLerden tek bir isteğim oLurdu. "Ne oLur, bir daha beni aramayın! Çünkü ben koLay unutamıyorum.. Çünkü ben size duyduğum o akıL dışı aşk yüzünden kendimi dağıtıyorum..
BöyLe derdim onLara ama yine de ararLardı beni... SoLuksuz ve umutsuz kaLdıkLarı bir gece mutLaka akıLLarına ben geLirdim...
O, "YEDEK SEVGİLİ".... benn ...
Cezmi Ersöz'ün Derinligine Kimse Sevgili Olamadı Adlı Kıtabının Arka Kapagıdır.
 
Hayat kitaplarda yazılan gibi değilmiş.Kitaplarda her kelimenin altında başka bir kelime gizliymiş. Her yüzün altında başka bir yüz... Böyle gidiyormuş, bunun sonu yokmuş.Geçte olsa şimdi anlıyorum. Beni aşar bu kelimelerin altındaki kelimeler, bu yüzlerin altındaki yüzler...Ben içimdeki acıya bakarım. İçimdeki enayiliğe bakarım.Evet, kelimelerin altındaki kelimeyi, yüzlerin altındaki yüzü biliyorum ama, ben seni içimde hissederken , sana inanmişken şehrin her tarafında yanan bir ışık vardı. Yollarda, bahçelerde hiç durmadan yanan bir işık... Sen bu hayatta her şeyi benden iyi bilirsin.Öyleyse açıkla seni içimde hissettiğim her an hayatı aydınlatan bu ışığı... Yollarda,bahçelerde,evlerde gece ve gündüz durmadan yanan bu ışığı...Hadi bana böyle bir ışığın hiç olmadığına inandır beni.Enayisin de bana. Çoçuklardan,sarhoşlardan,budalalardan bile daha enayi..Dünyayı,insanları,hayatları göründüğü gibi sandığım için..Her şeyi göründüğü gibi olduğuna inandığım ve öyle sevdiğim için enayisin de...Ama açıkla bana bu ışığı...
CEZMİ ERSÖZ
 
Benim kaderim bu,
öylece karşına oturup seyrediyorum
yüzünden geçen zamanları...
Küçük bir çocuk olan yüzün
annesinin kalbinin kapılarında kalmış...
Kırgın düşlerinde sakladığın...
İlk gençlik oluyor sonra yüzün
öyle eksik, öyle yarım kalmış büyümelerden durgun...
Sevdayla ışıyan,
çaresiz aşkların şiirlerinde mısra mısra yaşlanan yüzün...
Benim kaderim bu
öylece karşına oturup
seyrediyorum zamanın içinden geçen yüzlerini...
Bana sevdalı bir yüzün vardı eskiden
o şimdi yalnız içimde saklı...
CEZMİ ERSÖZ
 
Yüzünü aradın sen hep
en çok sevmek isterken bile...
Bir bulsan yüzünü
bir bulsan insanlara dağıtılmış hasretini
İstediğin gibi sevecektin
Oysa utandın, utandın kendin oldukça
en çok severken bile
Sevdiğinin kişiliğine girdin bu yüzden
Ne söylesen hep eksik kaldı
Sahipsiz utancın gibi eksik kaldı
Delice sevmeyi istedin aslında sen hep
ama ne zaman böyle sevsen
deli sevgini senden çaldılar
Ne zaman söylesen sevgini, seni seninle böyle
yüzünü araken bıraktılar...
kıstın ateşini, küçülttün kanatlarını
çekildin en arka odana
Gölgelerini bıraktın pencerelere
Ah bu hayattan sana kalan
sadece deli sevgini özlemekti...
Sana kalan,
bu hayatta kendini delice özlemekti...
CEZMİ ERSÖZ
 
merhaba arkadaşlar.mevzu bahis cezmi ersöz oldugunda akan sular durur bende..benliğini bu kadar çözmüş hayatı bu kadar algılayabilmiş bir insanı okumakdan zevk alıyorum.. gerek şiirleri gerek öyküleri gerek yazıları beni kendime getirir.kendimi tanımamı sağlayann yazılarıdır.bende paylaşım yapmak isterim burdan.herkes cezmi ersözü okumalı diyorum sevgiler.a.s.
 
Bir Pusu Düzenliyor Herşeyi
Aşk değil bu merhamet
akşamın durmayan atlarından anlıyorum bunu
zaman boşluklarında dönmeyen başımdan

ıki sayıklama arasına bir günü sıkıştırıyorum

Biliyorum, aşk değil bu merhamet
sözgelimi bir tramvay özlüyor beni
zihni karışıyor bir ırmağın
denizin çukurlarına saklamak geliyor içimden
bütün çalar saatleri...

Çünkü bir pusu düzenliyor her şeyi
av ve ölüm mevsimlerini

Bense yanımda huysuz bencil bir çocuk
bir ikindi vakti
açık bırakılmış o pencereyi düşlüyorum

Yavaş yavaş ölüyor bütün romantikler
hızla iyileşmiyor aşk yaraları...
 
Bu Kadar Sevmedim ki
Dönemem terk ettiğim hiç bir yere
Dolaşıp duruyorum sokaklarda
Dilimde o son duam
Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki
Sonsuzluk gibi çıkıyordu
Bu söz içimden
Umutsuz bir yakarış gibi
Hiç bitmeyecek bir hasret gibi
Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki
 
Hadi Bulun En Zayıf Yerimi
ınsan kendisini merak etmeli;
hem de ölümüne merak etmeli.
Gün bitti işte...
Kim farkında bunun senden
başka...
Herkes bu yenilgiyi nasıl da
rahat kabulleniyor...

Vaatlerini tutmadı gün.
Kimse kendisini merak etmedi.
Sabırsızlığın bundan;
bundan çocuksu hasretin...
Kabullenince herkes yaşamını
sen ortaya kendini koydun...
ve bütün suçlarını üzerine
aldın sonra

Bundan işte
bu çocuksu hasretin
Ve ölümcül bir rulet oynadın
insanlarla
hadi dedin, hadi bulun
en zayıf yerimi...

Ve diktin gözlerini gözlerine
kastın bedenini
yükselttin omuzlarını
Öylece kaldın...
Baktılar sana... Baktılar...
Ama yüreğini bir türlü
göremediler.
 
Kimsem Kalmamıştı Artık Uzağımda
Hava güneşliydi,ama ılık bir kan gibi yağıyordu
yağmur yine de...
ıki büklüm olmuştuk,başımızın üzerinde incecik,
bembeyaz ve yorgun bir tülbent vardı...
Kimdin sen,annem miydin,sevgilim mi, o an tanıştığım birimiydin,
yoksa hepsi birden mi,bilmiyordum.
Bildiğim,hava güneşliydi,iki büklüm olmuştuk,
başımızın üzerinde
bembeyaz,sevinçli bir tülbent vardı ve bize
amansızca vuruyorlardı.
Yüzünde anlamlı bir korku ve çok sevdiğim bir
koku vardı...Çünkü bize vurdukça onlar,gerçek
kokumuz çıkıyordu ortaya ve bu koku bizi birbirimize
daha çok bağlıyordu...
Hava güneşliydi,ılık bir kan gibi yağıyordu yağmur
ve amansızca vuruyorlardı bize.
Bense bu anı çok uzun yıllar öncesinden hatırlar
gibiydim.
Zaten ben bu ülkede ne yaşadıysam onu uzun
yıllar öncesinden hissetmiş gibi yaşardım.
Ne yaşadıysam çok uzak yerlerden görür gibi
yaşardım.
Bana benzemeyenlere yakında buralardan gideceğimi
kanıtlamakla geçmişti ömrüm...
Hava güneşliydi,ama ılık bir kan gibi yağıyordu
yağmur yine de...
Ve onlar vurdukça bize alışkanlıklarımız çözülüyordu
böylelikle.
Küçümsediğimiz yollar açılıyordu önümüzde.
Çiçeklerin dudaklarındaki sıcak rüya korkularımızı
dolduruyordu...
Çünkü saf hiçbir şey yoktu bu dünyada.
Kötülükler bile terkederken bir kalbi geride buruk
bir üşüme bırakıyordu.
Zulüm bile saf değildi,bize vuranlar yitirdikleri
masala vuruyorlardı aslında...Hiç bilmedikleri sırlara,hissetmekten korktukları sevgilerine...
ınsan ancak kendi cesedine bu kadar acımasız
olurdu,
ve biz onların hiç yaşamadıkları masallarda,hiç
bilmedikleri sırlarıyla ve hissetmekten korktukları
sevgileriyle birlikte ölmüş cesetleriydik
aslında...
Çünkü saf hiçbir şey yoktu bu dünyada...
Bir ara yüzüne baktım,acıya dayanamayacak gibiydin,
aşk gibiydin,saf bir güzellik gibiydin,olmayacak
birşeydin.
Sonra geçti,gülmeye başladın,bana mutluluklar,
sonsuz mutluluklar diledin,sonra gözlerimden
öptün,şükür dedin,şükür bu hayat bizim değil,
bizim değil bu dünya...Bizim değil bu sınırları kayıp
cesetlerle dolu ülke...
Bize vuranlara hiçbir borcumuz yoktu artık,
çünkü ancak zulüm altındakiler barışabilirdi
cesetleriyle.
Kimdin sen,annem mi,sevgilim mi,o an tanıştığım
biri mi,yoksa hepsi birden mi,bilmiyordum...
Önce kendimle kucaklaştım,sonra senle,çünkü
kendini hiç bulamayan,kayıp insanların eseriydi
bu ülke,bu dünya,bu sınırları kayıp cesetlerle dolu
hayat...
Dışındaydık artık cam fanusun ve başındaydık
henüz fanusun içindeyken küçümsediğimiz yolların...
Kimsem kalmamıştı artık uzağımda.
Kimsem kalmamıştı artık kendisine benzemeyenlere
birgün mutlaka buralardan çıkıp gideceğini
kanıtlamaya çalışan...
Senden başka kimsem kalmamıştı...
Çünkü zulme borçluyduk bizi birbirimize bağlayan
gerçek kokumuzu...
 
Zehirli Çiçek
Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
yüreğimdeki zehirli çiçeği
usulca bıraktım dünyanın dışına...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
son kez ayaklanır düşevlerimde bastırılmış yangınlarım
mahcup ve sinsi bir konuk gibi yaşlandığım düşevlerim...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
cesedim sahile vurur
insanların kıskanarak topladığı cesedim...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
kelimelerin hatırasını sokaklara fırlatırım...
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…