Cezmi Ersöz Şiirleri

Eski bir kadınsın sen,
Aşkı öğretmek için tekrar tekrar dirilen...
Ölümünü bekletiyor şimdi seninle
Sevdası yarım kalmış ömürler.
Boğulmuş ve kanla karışmış yüzü denizin
Sevginle duruluyor...
Aşk, unutulmuş bir sanat gibi,
Ağırbaşlı bir çileyle öğreniliyor şimdi
Eski bir kadınsın sen,
Aşkı öğretmek için celladını tekrar tekrar
Dirilten...
 
O akşam ne çok şey konuşmuştuk onunla... Filmlerden, Polonyalı yönetmen Kieslowski’den. Yakınlarda kaybetmiştik onu. Peki Kieslowski o özellikle Mavi filminde aradığı iyiliği bulmuş muydu? Neredeydi iyilik? Arınmak? Görünmeyen, saklı bir yerde miydi? En dipte miydi iyilik, düşkünlükte miydi? Yoksa iyilik, arınma diye bir şey yok muydu, biz dünya sürgünlerinin çektiğimiz aşk özlemi gibi bir şey miydi, iyiliğe, arınmaya duyduğumuz bu dinmez özlem.Sahi, Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmini de konuşmuştuk... İnsan bir fotoğrafa âşık olabilir miydi? Belki de bugüne dek yapılmış en umutsuz aşk filmiydi Sevmek Zamanı. Gerçekliğin acımasızlığından korkup suretlere sığınan kalplerimizin trajik bir özetiydi sanki.Sonra Behçet Necatigil’i anmıştık, onun Kaçmalar şiirini: Sızlar ince içerlerde yara.Vurur yüzeylerde şeylere üzüntüsü, acısı. Elden kayar bir çatal.Ya da düşüncelerde erir boy’na sigara.Sonra ansızın başını örten şehirli kadınları konuşmuştuk, bir gece rüya görüp, sabah ansızın örtünen subay ve hakim eşlerini... Şehirlerin insanı yapayalnız bıraktığını, buralarda kimsenin kazanamayacağını, sürekli bir yenilgi duygusuyla yaşanacağını anlatmıştık birbirimize.Anlamıştım. Ayrılığımız, geceye birbirimizi emanet edişimiz bu konuştuklarımızla bağdaşmayacak ölçüde yorgun ve ürkekti... Sanki bunca önemli duyguyu, sözü hakkımız olmadan konuşmuşuz gibi suçlu bir şekilde vedalaşmıştık.Acemice kaçar gibi.Bütün bu zamansız vedalaşmaları bir gün konuşmayı düşünerek yatıştıracaktık sanki bu acemiliğin, bu birbirimizden ansızın kopmaların suçlu tedirginliğini.Eve gelince biraz kitap okudum. Bir iki satır bir şey yazdım. Eski yazılarımı gözden geçirdim. Bir türlü bitiremediğim şiirime birkaç dize ekledim... Ama ne yapsam onunla vedalaşırken yaşadığım o suçlu tedirginliğimi içimden atamadığımı hissettim.Bu tedirginlik yoruyordu beni, uyumaya çalışmalıydım.Biraz müzik dinlersem rahatlarım diye düşündüm. Radyomu yanıma alıp yatak odama geçtim. Yatağıma uzandım, bütün gece yalnızları gibi kendime uygun bir radyo istasyonu aramaya başladım... Radyonun frekansları arasında rastgele dolaşırken bir frekanstan gelen sesle ansızın irkildim: “Benim adım Tülay. Sizin radyonuzu ilk kez dinliyorum. İnsanları birbirleriyle buluşturmanız ilgimi çekti. Bu şehirde insanlar çok yalnızlar... İnsanlar ne gariptir ki, sevgiye çok ihtiyaç duyuyorlar, ama sevgiden çok korkuyorlar, özgürlükten korktukları gibi.Evet, bu onun sesiydi. Birçok şeyi konuştuktan sonra suçlu bir tedirginlikle vedalaştığım insandı bu. Peki, onun ne işi vardı bu tuhaf radyoda? Bir anlam verememiştim. Tam bu sırada araya programcı girdi: “Tülay, sen bizim radyoya bir alış, bırakamazsın. Muhabbet FM tiryakilik yapar... Sen de yalnızlıktan yakınıyorsun değil mi? Benim bildiğim bir şey var, kaçan kovalanır, yani kendini ağıra satacaksın; bir de çok önemli bir kural var, kıskandıracaksın.” Programcı o bildik, o yapay, dahası alaycı ses tonuyla hızlı hızlı konuşurken, Tülay o mahcup sesiyle araya girmeye çalışıyordu: “Yo, tam böyle değil asıl söylemek istediğim benim... Biraz önce arayan bir arkadaş vardı, yalnızlıktan bahseden... Bence çok önemli şeyler söylüyordu, sözleri arada kaynadı gitti.”Bu sırada programcı sıkılmış olmalıydı ki aynı alaycı ve küçümseyen ses tonuyla: “Bak Tülay istersen sana şöyle dertlerine uyan bir şarkı çalalım, ne dersin? Yoksa karşılıklı konuşacak birini mi istersin, karar ver, bize göre hava hoş.” Bunu duyunca can havliyle hemen yanıbaşımda duran telefonumun tuşlarına basmaya başladım. Meşgul çalıyordu. Tekrar tuşlara bastım. Bu sırada programcı Tülay’a hangi şarkıyı istediğini soruyordu bir taraftan. Tülay, Mahler’den Ölü Çocuklar Ağıdı’nı istedi... “Haydaaa, o da ne yahu? ” dedi programcı... “Gel sana Selami Şahin’den Özledim’i çalalım, ne dersin? Bak bu şarkı sana çok uyar, dinle beni...” İşte tam bu sırada radyonun telefonunu düşürmeyi başarmıştım. Telefonda karşıma çıkan kıza programa dahil olmak istediğimi söyleyince beni de hemen konuk ettiler. “Tülay, benim” dedim, “ne işin var senin bu radyoda, çok şaşırdım. Bu adam düpedüz seninle alay ediyor, buna nasıl izin verirsin? ” Önce bir sessizlik oldu. Tülay’ın sesi adeta titriyordu: “Ben... Öylesine frekansları dolaşırken rastlantı olarak yani. Şimdi sen karşıma çıkınca... Çok tuhaf oldum...” Programcı fırsatı kaçırmamıştı tabii: “Ooo, Tülay, yoksa eniştemiz mi, evet, şimdi de sizi tanıyalım. Muhabbet FM. İşte böyle buluşturur. Hadi bana dua edin yine... Siz konuşurken fona Devran Çağlar’dan Hep Seveceğim’i koyuyorum. Hadi iyisiniz, böyle hizmet hiçbir yerde yok...”Öfkeden deliye dönmüştüm: “Ne bu rezalet? Bu adamla konuşacak ne buluyorsun” diye sordum.Bir an bir sessizlik oldu. Sonra Tülay konuşmaya çalıştı, sesi güçlükle çıkıyordu ağzından: “İnsanları buluşturuyor o. Bence çok kötü biri değil... Sen de değilsin...” Tülay kesik sesle konuşuyordu. Sanki unutmuştu bir radyoda herkesin önünde olduğunu... Sanki kendisiyle konuşur gibiydi. Devam etti: “Sadece sen daha çok şey biliyorsun ondan... Ama o da olduğu gibi, farklı görünmeye çabalamıyor... Sen ve senin gibiler çok önemli, çok farklıymış gibi görünüyorsunuz, o görünenin altı bomboş, yüzeyin altında pek bir şey yok aslında...” Bu sözler karşısında insan ne diyebilirdi ki susmaktan başka. Hayır görünenin altında yoğun derinlikler, büyük serüvenler, anlamlar mı var demeliydim?Sadece şunu söyledim: “Bugüne dek konuştuğumuz hiçbir şeyin pek bir önemi yoktu sence öyle mi? ..” Yine bir sessizlik oldu, Tülay bugüne dek benimle hiç konuşmadığı düşünceleri anlatıyordu şimdi bana: “Bir anlamda yoktu evet, ne konuşursak konuşalım, ben yine evime aynı iç sızısı, aynı eksiklik duygularıyla dönüyordum. Aynı boşluk duygularıyla... Yetmeyen bir şeyler vardı hep. Her şey sadece sözlerdeydi sanki. Sanki: ‘Hadi hemen bir şeyler yapalım’ desem hiçbiriniz yanımda olmayacakmışsınız gibiydiniz... Hareketsizdiniz sanki hep. Bedenleriniz, elleriniz, ayaklarınız yok gibiydi... İçinizde kimse birbirine bir şey vermeye hazır değilken, herkes birbirinden bir şey alıyor, alamayınca da düşman oluyordu...”Programcı yine araya girmişti: “Hadi yahu, bitmedi mi tartışmanız, bekleyenler var sırada, çabuk tutun elinizi...” “Tülay, ” dedim, “deminden beri ne yaptığımızın farkında mısın? Herkes bizi dinliyor”. “Farkındayım” dedi, acı bir ses tonuyla... “Biliyor musun, benim için hiç önemi yok, ha seninle başbaşa konuşmuşum, ha bu radyoda, herkesin önünde. Biliyor musun ben geceleri belki beni anlayan bir insan, bir dost bulurum umuduyla bu radyo frekanslarını dolaşıp duruyorum... Ama pek bulduğum da söylenemez... Aslını söylemek gerekirse, herkes kendisini o kadar çok zaman gizlemiş ki, sonunda kaybolmuşlar galiba... Şimdi çok istese dahi kimse kimseyi bulamıyor... Kaybolduk! ” Sonra sustu. Kısa bir sessizlikten sonra telefonunu kapattı. Ardından ben de.Yarın yeniden konuşmayı denemeliydim onunla. İlk ve belki de son kez. Hem de bugüne dek bütün konuştuklarımızı unutarak... Buralardan çok uzakta, karanlık bir ormanda karşılaşan ve birbirini o ana dek hiç tanımayan kaybolmuş iki insan birbiriyle nasıl konuşmaya başlarsa öyle... Kurtulmaları, bütün deneyimlerini hiç saklamadan anlatmalarına bağlı olan iki kayıp gibi...
CEZMİ ERSÖZ
 
Biliyorum, konuşacak birşeyimiz yok
Ama yine de gözlerini al gel
Elindeki yarayı, suskunluğunu, acemiliğini
Beni biri severse inanmam
Seni biri severse utanırsın
Bilmediğin bir hastalığa acımak gibi bile olsa gel
Biliyorum konuşucak bir şeyimiz yok
Ama ızdırabım sende, mutlaka al da gel...
CEZMİ ERSÖZ
 
Gölgem Düşmüyor Artık Evinin Duvarlarına
Hadi gir içeri. Ama gözlerindeki o kanayan suçluluk bırak kapıda kalsın. Ona ihtiyacımız yok artık. O hayatın içine birtürlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını, ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu kapıda bırak. Tutkunu olduğum neyin varsa hepsini bırak kapıda. Yoksa ne kadar istesem de konuşamam seninle. Konuşamam, yalnızca ağlarım.
Ne olur gir içeri. Ama girerken tut elinden sevdanın. Yıllar sonra seni yeniden uzağıma düşüren, seni o geri dönüşü olmayan yollara düşüren, yüreğinden aşkımı, dudaklarından adımı, evinden gölgemi silip götüren, o adını kimselere söylemeden ölmek istediğin, o, hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki, dediğin sevdanı al yanına ve gir içeri. İlk aşkının yüzünü yanına al. Utanma benden n'olur. Kalbindeki o sızının halinden en çok aşkınla kavrulmuş yüreğim anlar benim...
Kapat kapıyı. Kapat, içeri hayat girmesin. İçeri yalanlar girmesin. İhanetler, ihtiraslar, oyunlar, maskeler girmesin içeri. Çünkü burada yalnızca sevdan oturuyor. Hayatın içinde soluk alamayan, kendine kalbinde bir yer bulamayan sevdan oturuyor bu evde. Bak, bu ev benim yüreğim. Ne zaman kalbinden kovulsam, ne zaman hayatın ortasında öyle hazırlıksız, öyle savunmasız, öyle yapayalnız kalakalsam gelip sığındığım bu dört duvar benim yüreğim. Burası aşkımın mabedi. Burası sensizliğimin kalesi. Burası deliliğim... Burası baştan ayağa sensin, sevgilim.
Sana sevgilim diyorum hala, bağışla beni. Sen artık bir başkasının sevgilisisin. Yalnızca bu cümleyi kurmamak için bile ölmek isterdim. Seni sonsuza dek kaybettiğim bu günleri hiç yaşamadan ölmek isterdim. Adım dudaklarında yok olmadan, tenim teninde henüz solmadan, daha böylesi yabancın olmadan... Gözlerine baktığımda kendimin değil, bir başka aşkın aksini görmeden önce ölmek isterdim. Ama yapamadım. Nice kaybedişlerden, nice savruluşlardan sonra, artık bu aşkı hayatın pençesinden kurtardık, o dünyevi ihtiraslardan, oyunlardan sıyrıldık ve şimdi artık Tanrı'ya yaklaştık dediğim anda, hayatı, dünyayı ve kaderi yendik dediğim anda, kalbin kalbimin yanında atarken, çocukluğum çocukluğunun ellerinden tutarken, içinde o annemin rahmi kadar huzurlu kokunu soluyarak nefes aldığım yüreğini bırakıp gidemedim. Çünkü zaten hayattan kopmuştum ve cennetteydim. Aşkınla öylesine sarhoştum ki birgün cennetimden kovulacağıma hiç inanmak istemedim.
Evimin, şu talan olmuş yüreğimin dağınıklığını bağışla. Sensizliğe benimle beraber ağladı bu duvarlar. Rutubetleri ondan, aldırma. Otur şöyle, bir sigara yak. Konuşalım. Sözcüklerle değil, sevdamızla konuşalım. Anlatalım herşeyi. Sonra söz bitsin. Ölüme kadar yalnızca susalım. Anlatalım ki bu sevda kanatlarından kırgınlıklarla bağlı kalmasın bu çirkef hayata. Kurtulsun yüklerinden, bağışlasın hayatı ve sonsuzluğa uçabilsin huzurla.
Biliyorum. Seni böylesi sonsuz bir aşkla severek çok büyük bir günah işledim ben. Hayatın girdaplarında savrulup duran ruhuna o yarım ruhumun ağırlığını yükleyerek çok büyük günah işledim. Ne yaptıysan sevdim seni, ne yaşadıysan sevdim. Aşkın o bulup bulup kaybetme oyunlarından yaptığın zırhın içine sakladığın kalbini ne yaparsan yap yıkılmayarak, vazgeçmeyerek ve hep affederek savunmasız bıraktım. Hiç solmayan bir sevda çiçeği olup bozdum ezberini. Direncini kırdım, kalbine girdim. Seni bir kalbi fethetmenin, ona her an kaybedebilme ihtimaliyle bağlanmanın, bir aşk için çırpınmanın o karanlık hazzından mahrum bıraktım. Affet beni, seni aşkın o dünyevi oyunlarından mahrum bıraktım. Belki de bunun için gözyaşlarıyla kazandığın ve yitirmekten çok korktuğun bir sevgiliyi sever gibi değil, sesini bir türlü susturamadığın vicdanını ya da o kusursuz ve daimi sevgisinden bunaldığın ve bu yüzden incitmekten asla çekinmediğin anneni sever gibi sevdin beni. Ama hiç aşık olmadın. Bu yüzden suçlama kendini. Asıl suçlu, bu hayatta kendine yer bulamayan, nereye gitse ya eksik ya fazla kalan, hayatı bir oyun gibi görmeyi ve kurallarına göre oynamayı hep reddeden benim o isyankar, o yaralı ve yabancı ruhum... Sen değilsin sevgilim.
Hayatında önce bir sığıntı gibi yaşamaya, sonra seni kaybetmeye, ardından seni paylaşmaya, sonunda tam da sana kavuştum sanırken aşkın değil vicdanın olmaya, senin için aklına ne gelirse ona dönüşmeye razı oldum hep, katlandım. Hiç pişman olmadım seni sevmekten. Sana hiç kırılmadım. Hep anladım seni. Hayatın içinde soluk alan ve hayat kadar acımasızlaşan o karanlık yanını, buralara ait olmayan, annenin kırgın ömrünün kıyılarında unutulmuş, o yaralı, o sevgiye hasret çocukluğunun, hayatla uzlaşamamış aşk kırgını, yitik ilk gençliğinin ve her şeyin farkında olmanın çaresizliğiyle derinleşen yüzündeki çizgilerin aşkına bağışladım.
Sevdim seni sevgili, sevdim... Seni o bir türlü kucaklayamadığım, ama başımı kaldırıp bakmasam bile hep orada, yukarda olduğunu bildiğim gökyüzüne duyduğum hasret gibi... Seni o suyundan hiç içmediğim, toprağına hiç basmadığım, insanlarını hiç tanımadığım, ama her şeyden kaçıp sığınmak istediğim o uzak ülkelerin hayali gibi... Seni aşkın için gözümü hiç kırpmadan arkamda bıraktığım, gözyaşlarını ve o yaralı ömrünü vicdanım gibi hep içimde sakladığım annemin karşılığı bu hayatta mümkün olmayan duaları gibi... Seni o rahmimden kanaya kanaya söküp atmak zorunda kaldığım, ama kalbimde aşkınla besleyerek büyüttüğüm sevdamızın o masum çekirdeğini tarifsiz bir hasretle özler gibi... Seni öylece, seni çırılçıplak, seni kadere isyan eder gibi, seni Tanrı'ya eş koşar gibi... Sevdim seni sevgili, sevdim...
Beni bir kez öldürüp sensizliğe gömdüğün o yıllarda, o yabancısı olduğum hayatın ıssızlığında soluk almadan ömrümü yalnızca Tanrı'dan gözyaşlarıyla dilediğim o mucize için bekletirken... Sonra Tanrı sesimi duyup o mucizeyi, yani seni, yani o hayatın içine bir türlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını ve ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu yeniden bana verdiğinde... Kalbim kalbinde atarken, çocukluğum çocukluğunun ellerinden tutarken... Mutluluğa dokunarak, mutluluğumun farkında olarak, mutluluktan ağlayarak... Ama bir yanım seni her an yeniden kaybedecek gibi hep tetikte... Sensizliğin o dipsiz uçurumunun kıyılarında korkusuzca dans ederek, seni benden çalan hayatın o acımasız pençesini her an arkamda hissederek... Her gece yüzümü masumiyetinin o benzersiz yurdu olan boynuna gömüp uykuya dalmadan önce bu huzuru bana bağışlayan Tanrı'ya minnetle gülümseyerek... Ve işte tam da o anda ölmeye, sonsuzluğa karışmaya hazır olduğumu ona sessizce fısıldayarak... Sevdim seni sevgili, hep sevdim...
Otur karşıma hadi, bir sigara yak. Konuşalım. Anlat bana sevdanı... İlk aşkının yüzünü anlat... O, hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki, dediğin, o adını kimselere söylemeden ölmek istediğin sevdanı anlat bana. Kalbindeki o sızının dilinden en çok aşkınla kavrulmuş bu yüreğim, sevdanın uğruna solup giden şu çocuk ömrüm anlar. Anlat hadi ne olur. Ama sakın bana hayattan söz etme. Sakın bana, hayat böyle bir yer, her şey bitip tükeniyor, her aşk hayata yenik düşüyor, deme... Hayatın içinde soluk alan ve hayat kadar acımasızlaşan o karanlık yanınla değil, buralara ait olmayan, annenin kırgın ömrünün kıyılarında unutulmuş, o yaralı, o sevgiye hasret çocukluğunla, hayatla bir türlü uzlaşamayan o aşk kırgını, yitik ilk gençliğinle ve her şeyin farkında olmanın çaresizliğiyle gün geçtikçe daha da derinleşen yüzündeki çizgilerle konuş benimle. Hayat dışarıda kaldı, bak. Burada yalnızca sevdan oturuyor. Sevdanın dilinden konuş benimle. Ben hayatın dilinden anlayamam. Biz bu sevdayı hayatın içinde yaşamadık. Biz bu sevdayı hayatın diliyle yaşamadık. Biliyorum bu şizofren aşkım hep korkuttu seni. Bu uyumsuz varlığım, gerçekliğin içinde yaşayan ve en az hayat kadar acımasız olan o yanını çok korkuttu. Benimle hayata yabancılaşmaktan korktun. Bu yüzden yalnızca öykülerinde ağladın o uyumsuz varlığıma. Yalnızca öykülerinde eğildin bu sevdanın önünde. Sen beni yalnızca öykülerinde sevdin...
Şimdi ilk aşkımın yüzü diye sarıldığın ve uğruna adımı dudaklarından, kalbimi kalbinden, gölgemi evinin duvarlarından söküp attığın o sevdanın, yaralı yüreğine rağmen hayatın ortasında dimdik ayakta duruyor olması bir tesadüf mü sence? Hayatla yaralanmış iki kırgın yürekten, onun içinde var olmayı reddederek yalnızca aşkı kendine vatan bileni ve bu yüzden çırılçıplak, savunmasız ve güçsüz kalarak yıkılmış olanı değil, hayatın tam da ortasında ona meydan okuyarak yaşayanı, sevgiye duyduğu güvensizliği yaralı yüreğine kalkan yaparak ayakta kalmayı başarmış olanı seçmen bir tesadüf mü? Hayattan kopmuş bir roman kahramanından sıkılıp, hayatın içinde mücadele eden bir gerçeklik kahramanını tercih etmen bir tesadüf mü?
Anlat bana ne olur... Kaybedecek bir şeyimiz yok artık. Birazdan şu kapıdan çıkıp gideceksin. Aramıza hayat girecek... Aramıza başka bir sevdayla anlamlanan sayısız anlar, sayısız mekanlar, geri dönüşü olmayan anılar, sözler ve koca bir yaşam girecek. Gittiğin o sonsuzluk yolculuğundan seni bir daha geri çağırmayacağım. Duvarları gözyaşlarımla rutubetlenen bu dört duvar yüreğimde geçireceğim karanlık gecelerde bana o mucizeyi yeniden göndermesi için Tanrı'ya yeniden yalvarmayacağım. O hayatın içine bir türlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerinin, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunun, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarının ve ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunun özlemiyle çıldırsam bile, merhametin için yalvarıp sana bir kez daha aynı acımasızlığı yapmayacağım. Kimi geceler başka bir sevdaya sarılıp uyuduğun yatağından ansızın uyanıp doğrulduğunda, o koyu sevdasıyla boşlukta kanayan gözlerimin hayali 'nereye gidiyorsun sevgilim' demeyecek sana... Korkma benden artık. Aşkına rakip değilim. Ömrüne rakip değilim. Seni kadere emanet ettim. Seni ilk aşkının yüzüne emanet ettim. Kırgın değilim ne sana, ne de seni elimden alan bu acımasız hayata... Beni onca kaybedişten ve gözyaşından sonra bu dünyadaki cennetine çağıran, sonra annemin rahmi gibi huzur kokan uykularımızı sonsuza kadar yeniden elimden alan Tanrı'ya bile kırgın değilim ben...
Şimdi git artık sevgilim. Sana sevgilim diyorum hala, bağışla beni. Sen artık bir başkasının sevgilisisin. Yalnızca bu cümleyi kurmamak için bile ölmek isterdim. Seni sonsuza dek kaybettiğim bu günleri hiç yaşamadan ölmek isterdim. Adım dudaklarında yok olmadan, tenim teninde henüz solmadan, daha böylesi yabancın olmadan... Gözlerindeki o çocuksu suçluluğu giderken denize at. Ona ihtiyacın yok artık. Affet kendini... Beni affet... Affet bu yaralı sevdamı... O hayatın içine bir türlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını, ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu yanına al giderken... Tutkunu olduğum neyin varsa hepsini alıp git... Şizofren aşkının son mektubu bu sana... Şimdi söz bitti artık.
Konuşamam artık seninle... Konuşamam, yalnızca ağlarım...
Uçurumun dibinde nasıl göründüğümü
Merak ederdim hep.
Yüzümün aynadaki boşluğuna hep bakmak isterdim.
İnançlarımın kırılıp döküldüğü yeri anlamak için kalabalıklar içindeki yalnızlığıma dokunmak isterdim...
Aşktı adın uçurumda, yanı başımda aynadaki suretimdi yüzüm, aykırı kanardı bana.
İnançlarımın çoğu yalanmış alay ederdi benimle.
Çok geç anladım, kalabalıklar arasındaki senmişsin dokunamadığım...
Yalnızlığım diye küçümsediğim senin sevginmiş,
Geceleri ansızın uyanıp
İncitip durduğum senin yokluğunmuş...
Onca sevişmeden sonra değişmemişsem, sihirli bir aydınlıkta, içimde bir yer sana sonsuz hasret kaldığı içinmiş...
İşte onca yalan geçen hayatımda buymuş tek gerçekliğim...
Cezmi Ersöz
 
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Belki aynı gece,belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik...susuz ve yorgun...Yaşamaya köpekler gibi aç,ama ölüme dünden razı...
Bana geldik...Belki içimizdeki acıyı avutur,koptuğumuz ışığı ikna eder,biraz olsun hiç yaşamamış,hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar,içimizden bir ömür çalar,yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır,buradan,bu hayattan yolumuza devam ederiz,sanmaya geldik...
İçtik,şımardık,ağladık,hayatı özledik,çığlık attık;ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırıl kalp,onca vazgeçiş,onca erteleyiş,onca unutuş bir gecede bağışlanır sandık...
Ama olmadı...Bunu ilk ve son kez sevişirken anladık...Birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda...Aynı anda,belki de peş peşe,derinden,çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi kesik kesik ağlamaya başladık...Engel olmaya çalışsak da,yine de kahredici bir hoşluğu vardı bu ağlayışın içimizde...Bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu...Geçmişimiz bizi geri çağırıyordu...Gidecek bir yerimiz yoktu,ama kaybolmamıştık...Bu yüzden kahredici bir boşluğu vardı göz yaşlarımızın...
Sonra sabah oldu...Sonra acı ve özlemin yerini utangaç bir boşluk aldı...Bütün o eksik hazların yerini derin bir suçluluk duygusu aldı...
Sonra o gitti,yaramda hiç unutamayacağım bir ürperti bırakarak gitti...Yaram ki,kimse onun kadar beni anlayamaz,yaram ki onun kadar kimse beni sevemez...Gözlerimden çok içimdeki yaramı sevdim ben...Çünkü ondan başka kimse bana beni gösteremedi...Herkese,ama herkese yalan söyledim,ama bir tek o biliyordu hepsini...Bir tek o gördü beni kendimi aldatırken...Onu unutmaya çok çalıştım...Yok saymaya...Hayat diye içine girmediğim akvaryum kalmadı...Her mevsim mutluluk modaydı...O akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım...Yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım...Akvaryumun içinde,herkes gibi camların dışında bir yeri özledim...Bana ait olmayan bir hayatta,hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla akvaryumun dışını özledim...Yaramı unutup,neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim...Bilmiyorum,belki bunu da kendi yaramı unutmak içim yaptım hep...Anladım ki,nereye gitsem sonunda yarama dönüyorum...Ne yapsam,ne etsem döndüğüm tek yer yine o eski kalbim...Bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigar...Ne kadar sevse de insan,tükenip,yorulduğu bir saat var...Herkesin bencil bir ömrü var...İşte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi,onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi,çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım...Mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden;hayatlardan,yorgun ve bencil sevgilerden... Utanarak...Sanki kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım...Güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte...Kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben...Onu her arzulayışımda karşıma Tanrı çıkar...Beni böyle eksik,böyle yarım,böyle susuz,böyle bir başına O bırakmıştır...Tanrı vardır ve benim bu sonsuz susuzluğum ondandır...
Bu susuzluğu hissettiğim andan beridir hayattan korkmamayı öğrendim...Kime dokunsam Tanrı’ya sonsuz bir yakarış;kime dokunsam o büyük kopuşun sancısıydı;kime dokunsam kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi...Kime dokunsam eksik,ve yanlış bir Tanrı’ya dokunmak gibiydi...
Tanrı’yı unutmak,içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen...Böyle zamanlarda kalkıp giden her şeyin peşine takılırım...Bütün zamanların,bütün trenlerin,bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim...Farklı olmak adına,kendim olmak adına,herkes gibi olmak adına koşarım giden her şeyin ardından...İçimdeki Tanrı’yı,içimdeki aşkı soluksuz,kimsesiz bırakarak koşarak giderim her şeyin ardından...Kendimi hatırlamamak için her anımı,her dakikamı tıka basa bu hayatla doldururum...içimdeki aşkı,içimdeki susuzluğu unutabilmek için bir projeye,bir yaz boz tahtasına dönüştürürüm kendimi...Her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım...Herkesle ve her yerde olmak için,beni her yere bir an önce yetişmek için,kendime bana ait olmayan bir kalp,bir yüz alıp kimsenin bilmediği,uğramadığı bir boşluğa yerleşirim...Herkes ve her şey olmaz için,beni çağırdıkları her yerde olmak için bu boşlukta yaşadım kimsesiz,bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar,bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim,bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır...Bana Tanrı’sız ömrümü,yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır...Böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi...Verdiğim sözleri,ettiğim yeminleri...Atarım kendimi herkesin ortasına...Gizlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne...Önce ben başlarım kendimi yağmalamaya...O güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerek...Öç alırcasına kendimden...Dökerim her şeyi ortaya...Herkesin kendinden kurtulmak için kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için...
Böylesi gecelerde herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir;böylesi gecelerin sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakmaz...Herkes bir an önce,eksik ve yanlış da olsa bir gece önceki ömrüne dönmek ister...Herkes susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister...
Bunları bilince,bunları hissederek yaşayınca kimseye kızamıyor insan...Öfke dönüp dolaşıp geliyor yine içte patlıyor...İçimde patlıyor...Çünkü kime kızıp,kimi lanetlesem en sonunda onu içimde buluyorum...Suçladığım herkeste biraz ben varım...Kimi yargılasam elimde kanı var...Kime bağlansam onda haksızlık ettiğim ömrüm ,susuz bıraktığım Tanrı’m var...Kime koşup sarılsam onda kolları bağlı erdemim var...Başkalarını yargıladıkça kendini tutsak eden,başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var...Oysa ne yapsam o yurtsuz gecem,susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz...Sorar hesabını...Defalarca gidip gelerek ömrümden,kimlerdi,diye sorar o kanayan yüz bana,kimdi bütün gece onda yargıladıkların...İtildiğim ve sığındığım yüzümden tek bir yanıt çıkar,tek bir ses...O ses der ki,bütün gece yargıladıkların aslında sensin...Bilirsin ki o ıssız gecede bunu sana söyleyen senin sesindir...Sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur...İçinde soluksuz bıraktığın Tanrı’nın sesi,içinde öyle kimsesiz,öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir...Ne olur sus ve öfkelenme der bu ses bana...Boyun eğ bu sese...Kabullen onu...Bir kez olsun kendi sesinin önünde eğil der...Bir kez olsun kulak ver ona...Kulak ver ona,onun neleri yitirdiğini,neleri sonsuza dek kaybettiğini bir kez olsun anların ağzından duy...Yüzünden akan kanı bir kez olsun öp...Sadece gözyaşı değil onlar...Dokun onlara,dokun kendi kanına,yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın...Orada bütün yargıladıkların var...Orada reddettiğin bütün ömrün var...Bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa,hepsi kanında saklı...Seni terk edip ihmal edenler,seni bir türlü anlamak istemeyenler,seni yargılayıp dışarıda bırakanlar orada...Orada,seni deliler gibi sevenler ve senin içine bir türlü giremeyenler...Ne olur bir kes olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır...Ne olur bir kez olsun anla,ömründen daha uzağa gidemezsin...Onca yıl susuz bıraktığın Tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin...Ne olur anla,onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin...Ne olur bir kez olsun anla,yarını yok sayarak hiçbir yere gidemezsin...
Yaşamak ne ki,hem kendini,hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil?..Yaşamak yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?Yaşamak her gittiğin yerde bıraktığın yüzleri kanayarak özlemek değil mi?..
Yaşamak,içindeki o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini bu hayatta aramak değil mi?..
Bu hayatın ne yengisi,ne yenilgisi teselli etti beni...Ne zaman kazandım,ne zaman,artık kurtuldum,desem,daha derin bir boşluk açıldı önüme...Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola,kazandıkça kaybettim,yükseldikçe alçaldım...Ne aklımdan kurtuldum,ne delirdim...
İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmıştı ki,ne zaman aşkın bir güzellik görsem ertelediğim hayatım gelirdi aklıma...İçimdeki erdemi suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü...
Çünkü ne zaman yasadışı bir gece yaşasam anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden...
Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam;çok uzaktan,çok eski bir duygu bana rağmen,bana inat yanımdan geçip giderdi...Kimi sevsem hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı...Kimi sevsem bütün o yanlış hayatım gizlendiği yerden çıkıp gelirdi...Kimi anlamaya çalışsam hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme...Kime elimi uzatsam o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım...
Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim...Kime sarılsam verip de tutamadığım sözler çıkardı karşıma...
İnsan her sabah doğan güneşten utanır...İnsan er ya da geç gelen mevsimlerden utanır...
İnsan onca yıl susuz bıraktığı Tanrı’sından utanır...
İnsan bunca işarete,bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerden utanır...
İnsan yalan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır...
Cezmi Ersöz
 
Gözlerinin Birinde Kamera Varmış
Söylemiştim sana, aşk benim kurtuluşum, soluğum, özgürlüğümdür, diye. Bu sıradan, bu bayağı hayattan, bu günlük, bu insanı haysiyetsiz bırakan korku ve kaygılardan, hesaplardan, kendimi korumak için girdiğim rollerden, baskılardan, aşkımla çıkabilirim ancak; aşk benim için ya hep ya hiçtir, diye.
Çünkü ben sizler gibi olamadım bir türlü.
Sizler çok “duygusalsınız!” Hormonlarınızın size her mevsim oynadığı küçük oyunlara kapılıp âşık olduğunuza inanıyor ve hemen kapılıp gidiyorsunuz; ya da sizler aşk diye birbirinizi kullanarak hayatın sizde açtığı yaraları iyileştiriyor, yıpranmış benliklerinizi onarıyorsunuz. Sonra da geçip giden yazların ardından ve güçlenmiş egolarınızla hesaplı ve korunaklı ilişkilerinize geri dönüyorsunuz. Beraberliklerinizin ya da aşk sandıklarınızın ardında hep bir dönüş kapınız açık sizin. Sizler mevsimlik aşklarınızdan geriye olduğunuz gibi geri dönersiniz. Bense çıktığım yolculuktan sakatlanmış olarak dönerim! Hiçliğe... ve bir kez daha ölmüş olarak. Tıpkı seninle yaşadıklarımdan sonra hissettiğim gibi... Söylemiştim, sana duyduğum aşk, içimde derin ve ölümüne bir kök saldı diye. Sense benimleyken hayatın sende açtığı yaraları iyileştirmiş, yıpranmış benliğini onarmış, kırgınlıklarını, korkularını, zaaflarını bana yüklemiş, sana güven veren, korunaklı ilişkine geri dönmüştün. O kötü enerjini geçirdiğin sahipsiz bir toprak olmuştum sana...
Onu sevdiğimi anladım, ona dönmeliyim, demiştin. Şimdi benim kanımla yeniden güçleniyor ilişkiniz. Şimdi ona okuduğun, ama benim sana yazdığım aşk şiirleriyle, öyküler ve yeniden doğuş efsaneleriyle besleniyor yakınlığınız. Şimdi ilişkinize benim çaresizliğim, itilmişliğim heyecan katıyor. Benden sevgini esirgeyerek, beni ölümün kucağına bırakarak ona döndün. Ne farkı var öyleyse beraberliklerinizin, ilişkilerinizin bu aşağılık, bu adaletsiz, bu esaret dolu hayattan? İlişkiniz benim safdışı edilmemle taçlanıyor şimdi... Safdışı etmek!.. Bu hayatı ne güzel özetliyor!..
Bilmeni isterim, sandığın gibi sadece kadınlar aşkla seviştikleri erkeklere bağlanmaz, kimi erkekler de aşkla seviştikleri kadınlara bağlanırlar. Savruk yılların soldurduğu bedenimin şimdi sana umutsuzca bağlandığı gibi...
Uzun süre sana âşık olmamak için direndim. Sonra bu direnmeye daha fazla dayanamayacağımı anlayınca açtım kapılarımı. Ve kendimi hiç korumadan yaşamaya başladım seninle. Çünkü buydu benim için aşkın doğası. Kimse kendini korumaz. Ya hep ya hiçtir aşk. Ve aşkta yarın yoktur. Birlikte yolculuğa başlanır: İçerilere, kalplere, çocukluğa. Şefkatin ve sevginin esirgendiği günlere. Sonra o sevinçli ıstıraba... Bense sana inanmış, kalplerimize bu yolculuğu yaparken seni yanımda sanmıştım. Oysa sen benimle bu yolculuğa çıkarken ardında hep açık bir kapı bırakmıştın; kaybolmamak ve çok acı çekmemek için ve sonra güvenli, korunaklı ilişkine geri dönebilmek için. Oysa sevgili, böylesi yolculuklara çıkarken geriye bakılmaz, tereddütlere düşülmez... Yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze almadan kimse kurtulamaz bu adaletsiz hayattan, bu sefil esaretten... Kimse gerçekten âşık olamaz.
Ben yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze aldığım bu yolculukta, bu inancımın coşkusunu yeniden yaşamak için her defasında gözlerine bakmıştım. Yazık, görememişim, gözlerinin birinde kamera varmış!..
Şimdi sen hiçliğe bıraktın beni. Ben bu hiçliğin içinden çıkıp çok güç de olsa varlığımı, yani özgürlüğü yeniden bulabilirim. Ya sen sevgili, gözünden hiç çıkarmadığın o kamerayla ve çok acı çekmekten ve yitirmekten hep korkarak yaşarsan nasıl kurtulacaksın bu esaretten, bu adaletsiz dünyadan?..
Cezmi Ersöz
 
Hayalet Sevgiliye
Tek başına bir odada kalıyordun. Odanın duvarları baştan başa camdı... Baştan başa sımsıcak ruhtu... Odanın ortasında çırılçıplaktın... Bir sandalyede oturuyordun... Odan ılık, tanıdık, hiç kesilmeyen bir rüyanın ortasında salınıyordu... Yüzünden dünyadaki bütün zamanlar geçiyordu... Yüzündeki bütün zamanları özlüyordum... Yüzünün bütün zamanlarının dışındaydım... Odanda tek başınaydın, ama o büyüsünü, o derinliğini yaşamayı çok arzulasam da, yine de nerede olduğunu bilmediğim dünyaya senden gidiliyordu... Senin gözlerinden görülüyordu... Senin gözlerinden görülüyordu benim sonsuz düşüm... Sonsuz kayıplığım... Varlığımın bir parçası sana gitmiş, bir parçası bende kalmıştı... Varlığımın sende olan parçası seninle gerçek dünyaya, başka ruhlara, öteki hayatlara gidiyordu... Beni içeri, odana, yanına almamıştın. Varlığımın en sahici, en cesur, en erdemli yanı içerde, seninle kalmıştı, seninle gitmişti öteki hayatlara, başka ruhlara...
Böyle başlamıştı o büyük dışlanmam... Ömrüm odanın kapısında, beni içeri çağırmanı beklemekle geçmişti... Yaşamadım diyemem, yaşadım... Sevgilerim oldu... Başarılar kazandım... Misafirler geldi evlerime... Çılgın, başıboş, şımarık, ihtiras dolu kış akşamlarım oldu... Sevgi dolu mektupları, mailler aldım... Telgraflar, çağrılar... Yolculuklara çıktım... Beni karşılayanlara el salladım sevinçle, içim kamaşarak... İştahlıydım... Arzularım hiç dinmeyecek gibiydi... Doğum günümde kendim aldığım ve sadece kendim yediğim o yalnız doğum günümde bile pastamı keserken herkese ve kendime hak ettiğimizden daha çok şans diledim hep... Ama yine de unutamazdım senin kapında bekletildiğimi, beni içeri almadığını, varlığımın en anlamlı, en sahici parçasının sende kaldığını, o ikiye bölünmüşlüğümün derin sızısını unutamazdım, bunun yıllarca süreceğini ve de hiç dinmeyeceğini...

Bazı geceler penceremi açar derin nefesler alırdım... Nefes alırken gücümü daha da artırsın, acılarımı bana unuttursun diye Tanrı'ya yaranmak Geçerdi aklımdan... Doğanın ayrılmaz bir parçasıydı odan... Odan doğadaki o en ağırbaşlı cinayetlerin ortasında sessizce beklerdi... Daha da ısınırdı sahipsiz ruhlardan yapılmış camları... O camları kırabilsem, sana dokunabilsem, kendimi sana inandırabilsem kainatın bütün şefkati, bütün sevgisi içime akacaktı, biliyorum... Yaşarken hiç tatmadığım bu duygu elimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakındı sanki... Ama neden bu kadar uzaktaydı, hiç anlayamıyordum... Bilmek çözer sanıyordum bu muammayı... Bu uzaklığa çalışırsam beni içeri alırsın diye düşünüyordum... Çünkü yaşadığım şehirlerden en umutsuz durumlardan büyük vaatler, büyük sürprizler çıkarıyorlardı karşıma insanlar... Sanki insanlar o büyük kayboluşlarını unutturmak için bir arada yaşıyorlardı... Ben de o insanlardan biriydim ve bir gün kapını açıp beni içeri alacağını, bir gün beni gerçekten seveceğini sanıyordum... Bu yüzden dünyadaki hiçbir şey üzerinde dikkatimi yoğunlaştıramıyordum.. Bu hayatta hiçbir şeyi tam yapamıyordum... Görenler kendimden intikam alıyorum sanıyorlardı... Sonsuz bir ertelemeydi hayatım... Aslında bu bir gecikmişlik değildi... Hayattan istifa etmek de değildi... Hem sen olmadan nereye gidebilirdim ki? Ben senden uzaklaştığımda gecikmiş olurdum her şeye, seni sevmekten vazgeçtiğimde intikam almış olurdum her şeyden, seni sevmekten vazgeçtiğimde intikam almış olurdum kendimden... Uzağa, istediğim uzaklara gitme şansım ancak yanında olursam mümkündü, Çünkü ne zaman içime baksam yüzünden geçen bütün zamanları, bütün özleyişleri yüzünden gerçek dünyaya açılan yolları, başka ve öteki hayatları görüyordum... Yüzünde varlığımın sende kalan parçasını görüyordum... Böyle zamanlarda yüzünde, acıyla gölgelense de bağışlayan bir gülümseme olurdu... Ve bu gülümseme senin beni bir gün içindeki varlığımla buluşturacağını hissettirdi... İşte o zaman sürgün bitecekti... İşte o zaman yaşadığım bütün endişeler, bu suçluluk, değersizlik duyguları, bu korkular, bu günaşırı intiharlar bitecekti... Bunu bile bile yaşamak nedir bilir misin?... Geri döneceğini bile bile tanımadığın sana hep yabancı yollara düşmek... Karşına çıkan herkeste seni aramak... Seni hatırlattığı için birine âşık olduğunu sanmak... Sen olmadığını bile bile, bütün hayatını bu ilişkiye adamak için çırpınıp durmak... Bunu bile bile yaşamak nedir bilir misin?...
Düşünsene, ben seninle düşlerimi, heyecanlarımı, çocukluğumu, acılarımı aldattım... Seni unuturum diye yaşamaya başladığım her aşkı, ben yine seninle aldattım... Sen beni içine almadığından beri günlerdir ben seninle kendimi aldattım... Bir tek seni sevdiğim doğruydu... Ve bu doğru yüzünden hayatım yalana battı... Sen beni dışladığından beri beni sevenlere bir hayalet hediye ettim... Tepeden tırnağa aşka, tepeden tırnağa özleme batmış bir hayalet... Bu hayaletin içinde beni değil seni gördüler hep... Çoğu bu hayalete dayanamayıp çekip gitti... Kimisi senin beni beklettiğin kapıda, beni bekledi... Seni beklemekten yorulur, onunla birlikte çekip giderim diye buralardan... Ve ben en çok onların sevgisine inandım... En çok onlara derinden üzüldüm... Ve hep merak ettim, karşılıksız ve onca zaman bir hayaleti nasıl böylesine sevebildiler diye... Dünyanın iyi bir yer olduğuna ve yaşamak için çok sebep bulunduğuna bu insanların bir hayalete duydukları o akıl almaz, o sonsuz sevgileri yüzünden bir kez daha inandım... Seni unutmak için başladığı her aşkı yine seninle aldatan bir hayalete... Seninle kendini, bütün hayatını, düşlerini, çocukluğunu yaşadığı bütün acıları aldatan bir hayalete... "Bir tek sana duyduğu sevgisi doğru olan", bu yüzden bütün hayatı büyük bir yalan olan hayalete... Hayalet... Bir Seni sevdim, bir seni sevdi.....
 
İKİ KARANLIK ORMAN BİRBİRİNİ SEVSE NE OLUR / SEVMESE
Anlaşmak diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş zamanlar
dolaşır
varlığımı koruyabilmek için
masaların altında ellerimi, ayaklarımı
parçaladığım
zamanlar
Zamanlar haindir, zamanlar muhbir
İki karanlık orman birbiriyle anlaşsa ne olur,
anlaşmasa
Güvenmek diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş korkular
dolaşır
bense korkumu ölümümün altına sakladım
hep
korkumun kokusunu aldılar
kaçtım kovaladılar
İki karanlık orman birbirine güvense ne olur,
güvenmese
Sevmek diye bir şey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş yalnızlıklar
dolaşır
uydurulmuş anılar, sahte öyküler, hiç
kullanmadığım
yerlerimi bıraktım onlar
yine de son kapıma dayandılar
kapının ardı karanlık deniz
denizde masum, tetikteki sızım, son inancım
gördüler onu
Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur,
sevmese
Cezmi Ersöz
 
Kanaatkâr ve şakacı bir gece lambası gibisin ...
Yanıyorsun sevişmelerin en koyusunda,
sonuyorsun binlerce bilmeceyle.
Dışarda mağrur,başıboş, ahlaksız.
İyi kalpli gunahkârları
aydinlatan bir gece lambasi gibisin...
Kendi yangınına aşık...
CEZMİ ERSÖZ
 
İşte yine başbaşayız içimin acısı
yine birlikteyiz
ver elini
sus ve ne olur incitme beni
Ey kalbimin ağrisi
ver elini
çıkalım seninle soluksuz kalmadan sessizce
bu karanlık ve uğultulu ormandan
İçimin acısı, kalbimin ağrısı aşkım
işte yine başbaşayız
ver elini
sus ve ne olur incitme beni
 
Bir baş dönmesiydi bıraktıgın
içindeki bilgeligi taşırmak için
küçülüyordun karşımda
bütün suçlarımı üzerine alıyordun...
Anlatmaktan yorulmuş bir veda oluyordun
beni ölüme hazırlamak için
küçülüyordun karşımda
bütün suçlarımı üzerine alıyordun
Bir baş dönmesiydi bıraktıgın
kirli, susuz, kutsal sızı
küçülüyordun karşımda
karnındaki bıçak izi yastıgımdı...

 
Biz aşk bahçemizi küçük tuttuk
seninle
içinde güvensizlik ağaçları,
küstüm otları
kendini saklama çiçekleri
Özlem kirli bir kan gibi yüreklerimizi boğmasın
yalnızlık karanlık bir orman gibi
çökmesin içimize diye
biz aşk bahçemizi küçük tuttuk seninle
Önümüzde dokunuşlardan uzak,
İnsafsız ve çok uzun bir kış var diye
koca bir yaz kendini saklama çiçeklerini
suladık durduk yalnızca
Biz aşk bahçemizi küçük
çok küçük tuttuk seninle...
 
Karşılıksız aşkının zehrini taşıyordu bana
Kokusu sinmişti inatçı ruhuma, kitalarıma, ellerime...
Öyle çok öpüşürdük ki,
Ağzının tadıyla yerdim yemeklerimi...
Öylesine inanıyordu ki dünyadaki son aşkla beni sevdiğine,
Bir gün ansızın korkunç bir özlem duymaya başlamıştım
Kim olduğunu bilmediğim birine...
Şimdi ağzımda karşılıksız aşkın o aç tadı...
Karşımda o...
Yine hüzünlü, yine yenik...
Ama eşitiz artık,
Damarlarımızda karşılıkız aşkın o zehirli kanı...
CEZMİ ERSÖZ
 
Sana Asla Rakip Olmadan Ve Gözlerimin En
Çıplak Haliyle Yüreğine Dokunuyorum.Çünki
Seni Anlatırken Kendimi Hatırladım.
Seni Gözlerken Kendime Yakalandım.
Hissediyorum Kaybolmuş Sevginde Benimde
Kaybolmus Sevgim Var
Oysa Ben Hayat Bir Şiir Olsun İsterdim.
Hayat Sonsuz Ve Lekesiz Sarılma Olsun İsterdim.
Ama Olmuyor Du Sevgili.
Ne Zaman birazcık Mutlu Olsam çok ama çok kısa
Surede Gölgelendi hep.
Yazdıgım Sevgi Mektuplarının Zarfını Yine Ben Actım.
Tedirginim evet söylediğin gibi huzursuzum
ve güç bela Yakaladığım Mutluluğumun ,
Bozulmasına Gölgelenmesine Hep Hazırım.
Sen Geleceksin Ve Ben Seni,
En Cok Seni Beklerken Sevdiğimi Hissedeceğim.
Ben Sana Duyduğum Aşkla
İçimdeki Hapishanenin Tünelini Buldum
Okuldan Nasıl Kaçılır Onu Bildim.
Ne Kadar İmkansız Oldugu Söylenirse Söylensin.
Aşk Bir Gün Bir Yerde Sonsuz Bir Bütünleşme
Düşüdür.
Sen Benim İçin Kırk Yılda Bir Gibisin.
Öyle Eksik Öyle Hazin Öyle Paramparça.
Bu Oyunu Hep Oynadık Biz.Sen Sana Verilmesini
Cok İstediğin Aşkla Karşılaşmaktan Cok
Korktugun İçin Ben Seni Yitirmemek İçin Herşeyi
Görmezlikten Geldiğim İçin Hep Oynadık Bu Oyunu
Nasılsa Cok Seversem Karşılık Göremem, Kırılırım,
Cok Seversem Bu Aska Layık Olmadığım Bana
Benden Daha Guclu Biri Tarafından Bir Gun
Mutlaka Soylenir Korkusuyla Fiziksel Guzelliğe
Tapındık,
İçimizdeki O Sonsuz Aşk Özlemini Bastırdık
Cezmi Ersöz
(Kırk Yılda Bir Gibisin)
 
Hatırladım seni
bu büyük boşluğun içinde
neden böyle çok sevildiğini...
Sen hayatın önce içinde olduğun halde
her şeyden ince bir tülle ayrılıyorsun,
her şeyden çocuksu bir kanla
eksik yaşanmış bir baharla ayrılıyorsun...
Kim sevse seni, yitirdiğini seviyor
o büyük eksik neyse onu...
Kim sevse seni, yanlış yüzünü görüyor...
Uzaklaşan bir tutkusun sen
seni seven yitirmeyi öğrenmeli,
Hayatsın...
O kanatan rüya...
Bölünmüş hayatları
son kez aydınlatıyor adın...:a015:
CEZMİ ERSÖZ
 
Onu Hatırlamaya Mecbur Olduğumu Biliyor
Dün, beni derin duygularla sevdiğini söyleyen bir kadına karşı, kabuğuna gizlenen, korkak, hatta ruhsuz biri gibi davrandım... Hatta tedirginliğimi, korkaklığımı bana hissettirdiği için öfke bile duydum ona... Sebebi belliydi: Bu kabuğuna gizlenen, korkak, sevgi yeteneksizi birini nasıl bu denli gözü pek, bu denli koşulsuz duygularla sevdiğini söyleyebilirdi ki o... Görmüyor muydu halimi, hissetmiyor muydu beni kendimle bir türlü örtüştürmeyen etrafımdaki derin boşluğu? Her gün defalarca lanetler yağdırdığım, başkalarından utançla gizlediğim bu sevgi yeteneksizi varlığı nasıl sevebilirdi...
Beni sevmekte ısrar ederek bana verdiği acı ve sıkıntının farkında da değildi anlaşılan!..
Üstelik bütün korku ve kaygılarıma aldırmadan, hatta bütün bunlardan sevgisine ve varlığıma ilişkin gizemli duyarlılık payları çıkarttığını ileri sürmesi beni iyiden iyiye geriletiyor; çevremdeki boşluğu biraz daha büyütüyor; kendimle buluşmamı sağlayan bütün çıkış yollarını kapatıyordu...
Aslında o beni sevgisiyle yukarıya, günlük hayata, olup biten her şeye, anında, hemen oracıkta tepki vermeye çağırıyordu. Birisine araba mı çarptı, hemen o yaralıyı kucaklayıp hastaneye götürmeye; birisi birisine bıçakla mı saldırdı, üstüne mi yürüdü, hemen ayırmaya; olayı kimin başlattığına dikkat edip, gerekirse mahkemede tanıklık yapmaya; komşularla dayanışmaya; çocuk büyütmeye; karşı apartmandaki gözleri görmeyen adama roman okumaya; yan dairedeki yatalak kadına ilaç ve moral taşımaya çağırıyordu... Oysa ben çok istesem de, bunların hiçbirini yapamam. Elimden gelmez, beceremem. Ben istesem de hiçbir şeye müdahale edemem, ben sadece önümde, çevremde olup biten her şeye maruz kalırım. Dayak yiyen adamın kendisini elleriyle, kollarıyla korumasına; bıçaklanan adamın, yandım anam, diye bağırışına; yaralılara yardıma koşan insanların ayak seslerindeki telaşlı ve abartılı sevecenliğe; yatalak kadını ziyaret edip çıkarken, kadının minnetle gülümsemesinin usul usul ve hüzünle sönüp tamamen donmasına; mahkemede verilen ifadelere değil de, ifade veren insanların sanki başka bir gezegenden düşmüşlercesine o yabancı ve ürkek ifadelerine; tam bu esnada, orada yaşanan bütün bu gerginlik ve korkulardan uzakta yalanan bir kediye; güneşin mahkeme camlarındaki tozlu kırılmalarına ve o anda bahçede top oynayan çocukların uzun yıllar öncesinden gelen ve solmuş bir sevincin içimi acıtan seslerine; kendisine roman okunan kör adamın, çevresinde kimsenin görmediği yaratıklar varmışçasına belirsiz, ama güçlü ifadelerle etrafı izlemesine maruz kalırım...
Çünkü en dalgın, en silik, en beceriksiz tanığıyımdır önümden hızla gelip geçen bu gündelik hayatın... Sadece kimsenin çekmeye gerek görmediği garip, işe yaramaz fotoğrafları art arda çekip, belleğimin gizli bölgelerine kaydeder dururum. Sonra ruhumun mağarasına çekilirim usulca... Ve orada, tarihlerinden ve yurtlarından kopan yüzlerin, seslerin, acemiliklerin, dikkate değer görülmeyen davranışların, ancak ters ışıkta bir anlam taşıyan gizemli çelişkilerin üzerine gümüş yağmurlar yağar usulca, belli belirsiz...
Susar, hareketsiz seyrederim, yeryüzünde sır vermeyen zamanın parmaklarından sızan gümüş yağmurunu... Çünkü sonunda yaralılar iyileşir, hapishaneler dolar boşalır, çocuklar büyür, yatalak kadınlar ölür, komşular taşınırlar...
Beni koşulsuz ve ömrü boyunca seveceğini söyleyen sevgili bir gün yorulur ver artık bir başkasına sunduğu sevgisini ona, uzak bir şehre götürmeye karar verir. Otobüsün camına yasladığı bitkin başı hafifçe titremektedir...
Ağzının kenarından sızan belli belirsiz, masum ve ılık suda görürüm yüzümü, kendimi... Uyanmasın, dinlensin diye elimi, başıyla otobüsün camı arasına yavaşça yerleştirir, sonra da ağzından sızan ılık suyu usulca silerim. Çünkü beni mağaramda bıraktığı için ona sonsuza dek minnet borçluyumdur...
Bu yüzden artık onunla her yere gider, onunla bütün sevgileri, özlemleri, acıları ve coşkularını yaşarım... Onu kutsal ve sarsılmaz bir sevgiyle seven ve yaralıların hiç durmadan yardımına koşan, olayları anında gören, hemen tavır alan, mahkemede hakimin gözlerinden dikkatli bakışlarını hiç ayırmayan, kavgaları anında ayıran, sevildiği için, bunda öfkelenmek, içine kapanmak şöyle dursun yaşama dört elle sarılan ve kendine olan güveni ve sevgisi çoğaldıkça çoğalan sevgilisinin yerine koyarım kendimi...
Hatta zaman zaman, garip, anlaşılmaz bir boşluğa düşüp: Sevgilerde yetmeyen bir şeyler var, sanki bu bulutun arkasında gizli bir kapı, şu sisin ardında beni bana hatırlatan bir cümle, bir kelime var, ama bulamıyorum, dediği zamanlarda ona, göremediği kapıyı gösterip; hatırlayamadığı cümleyi, kelimeyi usulca kulağına fısıldayınca gözleri birdenbire sevinçle ışıldadığında, bu ruhumun mağarasından sızan gümüş yağmurları gibi içimi aydınlatırdı.
O şimdi, beni bıraktığı mağaramda geceler boyu kaybolmuş aşk yüzlerini ve yerin üstünde hep eksik kalan ya da unutulmuş duygu hallerini, gümüş bir yağmurun altında buluşturup, birleştirdiğimi de bilmiyordur...
İstediğim anda başka ruhların davetsiz konuğu olduğumu da... Mağaramdaki ruhumun yerin üstündeki ruhumla bir türlü birleşip bütünleşemediğini de bilmiyordur... İşte bu yüzden kötü olduğumu ve her tür kılığa bürünmüş kötülükleri anında hissettiğimi de...
Benim kötülüğümün başkalarına asla zarar vermeyen ve sadece bana korkunç cezalar veren bir kötülük olduğunu da bilmiyordur...
Şimdi kendisine yeni bir sevgili bulan yerin üstündeki sevecen kadın benim onu hiç sevmediğimi düşünüyordur... Elim otobüsün camıyla başı arasındayken bile onu sonsuza dek unuttuğumu sanıyordur...
Ben kendimi bir mağarada ömür boyu yaşamaya, acı veren ve “suçlu bir zevkle” mahkûm ettiğim için, onu sonsuza dek hatırlamaya ve ruhunda konuk olmaya mecbur olduğumu hiç bilmiyordur...
Cezmi Ersöz
 
Eski bir yalnızlıktan ödünç alınmış günlerle
Yaşadım gençliğimi ölü bir kadının saçlarını
Okşayarak ...
Yaşadım babamın ruhuma ithaf ettiği
Bütün pişmanlıkları ,
Bozgun bir kalp ve siyah bayraklı şiirlerle
Dolaştım bütün sahipsiz duyarlıkları...
Ömrümü kayda geçirdi bir sokak
Sokak ki vaiz ve ticaret
Islak tül kokusu ve kömür.
Sokak ki hep kışa doğru yürür
CEZMİ ERSÖZ
 
Sanki Yaşamımı Yıllardır Senin İçin Bekletmişim
Bugün yandaki apartmanın önüne bir ambulans geldi... İki hastabakıcı indi içinden... Bir adamı indirdiler aşağı. Bileklerini bağlamışlardı. Kollarından sıkıca tutuyorlardı... Yüzünde derin çizgiler vardı adamın... Gözleri paramparçaydı ve hiç bir yere bakmıyordu sanki... Durmadan, hepiniz bana karşısınız, bense tek başınayım, siz hepiniz bana karşısınız, diye bağırıyordu... Bu sözler sanki binlerce kez yankılandı kalbimde... Sanki birisi kendi yokluğuna giderken beni anlatıyordu... Hepiniz bana karşısısınız, bense tek başınayım...
Adam ambulansa bindirilirken bir an direndi, binmek istemedi. O direnince ben de elimi uzattım pencereden aşağı, boşluğa doğru, öylesine... İşte tam o sırada geriye dönüp bana baktı.Göz göze geldik... Masumiyetimi gördüm onda. Bir an. İyiliği özleyen yanımı. Alnında derin çizgiler, gözlerinin altı derin morluklarla kaplı çocukluğumu gördüm onda... Onca yoğun, onca hissederek yaşamasına rağmen yine de bu hayattan hiçbir şey anlamamış kalbimi gördüm onda...
Ambulans çekti gitti... Ardından bağırmak istedim. Sesim çıkmadı... Çok istedim o adam gibi kıskıvrak bağlanıp götürülmeyi... Çok istedim o adam gibi sokağın ortasında korkusuzca, hepiniz bana karşısınız, bense tek başınayım, diye bağırmayı... Ama yapamadım... O adam gibi hissettiğim halde, bağıramadım...
Tıpkı sana birkaç gece önce bağırmak istediğim halde bağıramayışım gibi... Rahatsız olmuşsun seni aramamdan. Yakınlarına, durmadan beni arıyor, sevgi dileniyor, diyormuşsun... Sana gönderdiğim mesajları uluorta onlara gösteriyormuşsun... Ben senin önemli ve pahalı bir kölenim ya, köle pazarında beni insanlara teşhir ediyormuşsun... Şimdi ben ona ne söylemeliyim, ben bir insana bu ilişki bitti diyemem ki, bunu onun anlamasını beklerim, diyormuşsun...
Bu hayatta kölelerin sözüne kimse inanmaz ki. İstediğini söyleyebilirsin onlara benim hakkımda, çünkü sen efendisin, hep sana inanacaklardır... Sana güveneceklerdir... Seni teselli edeceklerdir...
Benimse bir köle olduğum bu karanlık ormanımda en sadık duygularım bile ansızın yırtıcı hayvanlar gibi çıkacak karşıma... Ve ben bu yalnızlıkta en çok, en çok kalbime şaşıracağım... Sevgimi küçümseyen o yabancı, o yırtıcı kalbime...
Beni senden çok duygularım küçümseyecek, beni senden çok o yabancı kalbim hırpalayacak... Ben en çok buna şaşıracağım...
Bu ne haksızlık, bu ne basitlik, ne bayağılık, diye sana öfkeyle bağırmak için telefona sarıldığımda, sesini duyar duymaz beni sen değil, beni önce duygularımın, beni önce bana yabancı olan o kalbimin yendiğini hissedeceğim acıyla...
Adımı söyleyeceksin sonra, tutulup kalacağım o an; orada mısın, konuşsana benimle, diyeceksin... İyi misin, seni merak ettim, diyeceksin... Yüzüm ürperecek o an... Mutlu bir ölüm dolaşacak içimde. Birden yaşadığım her şeyi unutacağım... Yaşlı bir köle, yaşlı bir çocuk gibi sorularını uysallıkla yanıtlayacağım...
Bana bunları neden yaptın, beni neden onlara teşhir ettin, sevgimi neden ayaklar altına aldın, diye soramayacağım...
Sevgime onca haksızlık ettiğin, aşkımın önünü acımasızca kapattığın halde sesini duyar duymaz sana duyduğum o derin öfkem birden sonsuz bir hayranlığa dönüşecek yine...
İkimiz de hiçbir şey olmamış gibi yapacağız... Sen benim sevgimi ayaklar altına almamış, ben sana kimseye olmadığı kadar derinden bir öfke duymamış gibi olacağım...
Bu hep böyle olacak... Sense sana duyduğum bağlılıktan emin o gece kendine hayran, yaralarını biraz olsun sarmış olarak uyuyacaksın... Sana duyduğum aşk, ruhunu besleyen bencil bir arzu olarak dönecek sana...
Biliyorum seni sevdikçe hep kendi sevgime haksızlık ettim ben... Seni sevdikçe seni sana hapsettim... Sevdikçe, seni o hep sana dönük bencil arzularına, o sadece başkalarının kanından beslenen hayranlığına hapsettim... Benim gibi kölelerin sevgisi seni böyle yapayalnız, seni böyle kendine tutkun yaptı... Bir köle efendisi için üzülür mü, ben senin için üzülüyorum sevgili... Bir kölenin üzüntüsü bu hayatta ne kaçar geçerliyse o kadar üzülüyorum sana...
Bazen kaçmak istiyorum bu duygulardan, sadece senden değil, bütün insanlardan kaçmak... İçinde sen olduğun için hayatla ilgili bütün meraklarımı öldürüp kendime kapanmak ve orada yaralarımı sarmak istiyorum...
İşte böyle zamanlarda aklına düşüyorum. Köleni merak ediyorsun... Sesimden sana akan kana, o köle hayranlığıma, o kimsesiz tutkuma ihtiyaç duyuyorsun... Gecenin kör bir vakti beni arıyorsun: Biliyor musun, aslında ben hep seni özlüyorum, sana haksızlık ettiğimi biliyorum, ama ne olur izin ver bana, bir şeyleri tüketmek istiyorum, hiçbiri bana ait değil, ama böyle bir zaman bu. Sen benim kötü zamanıma denk geldin. Savruluyorum belki, ama kim olduğumu biliyorum. Belki de kendimden öç alıyorum ben, ama biliyorum bir gün seninle olacağım ben. Kendimi bildiğim kadar bunu da iyi biliyorum...
Ve sonra telefonu kapatıyorsun...Ve kölen için hayat yeniden başlıyor bütün o derin sızısı ve bütün o zavallı vaatleriyle...
Yo hayır, sana şaşırmıyorum, onca terk edilişten, onca aşağılanmadan sonra hiçbir şey olmamış gibi süren ve sen engel çıkarttıkça giderek artan bu sevme heyecanıma şaşırıyorum ben... Düşeceğini bile bile onca ağır kayaları yüksek bir dağın tepesine çıkartıp durmama şaşırıyorum... Dibi delik testilerle bilmediğim uzaklıklara durmadan su taşıma inancıma şaşırıyorum...
Bana bütün bunları söyledikten sonra arkadaşlarına, yakınlarına, beni durmadan arıyor, ona bu ilişkinin bittiğini nasıl söylemeliyim, demene değil, sana böyle gecelerin sonunda, sonraki günlerde ve gecelerde o köle heyecanıyla gönderdiğim mesajları başkalarına göstermene değil, ben en çok kendime şaşırıyorum sevgili... Bunları bile bile, seni o ilk günkü heyecanla sevmeme şaşırıyorum...
Oysa bir yanım çok aydınlık, çok berrak... Acı verecek kadar aydınlık... Seni bu aydınlıkta çok gördüm... Sen benim değilsin, bunu en çok bu aydınlıkta gördüm... Senin de efendin var, seni sonsuz üzen, seni hiç anlamayan, sevgini durmadan küçümseyen bir efendin var, sen onu seviyorsun durmadan... Seni benim gibi birileri öyle yaralamış, öyle kırmış ki, sana iyilik ve şefkat göstereni değil, seni küçümseyenleri, sana durmadan engel çıkartıp, seni durmadan aşağılayanları seviyorsun...
İşte hayat bu sevgilim... Ben senin kölenim... Sen başkalarının...
Bu hayatın acımasızlığını anlatmak için başka bir örneğe gerek yok... Birileri niye daha fakir, neden bunca sefalet, neden durmadan savaşıyor ülkeler, neden bu acımasızlık, bu nefret... Bunları başka yerde aramaya gerek yok... Gerek yok onca politik ve ekonomik tahlile... İkimizin arasındaki faşizm anlatmaya yeter her şeyi.. İkimizin arasındaki faşizm anlatmaya yeter bu hayatı...
Bir yanım çok aydınlık, bir yanım çok berrak... Orada görüyorum her şeyi... Bir yanın sevgini uçurmak istiyor, bir yanın onu soluksuz bırakıyor... Kendinden kurtulmadığın için yapayalnızsın, bu yüzden başkalarının hayranlığına, o köle ilgilerine muhtaçsın... Arzuların hep sana dönük... Kendine gömülmüşsün... Ama birileri seni sevmese, birileri seni aramasa, sana hayran olmasa, gizlendiğin o yerde havasızlıktan ölürsün... Başkalarının o zavallı enerjileriyle, o kimsesiz kalmış sevgileriyle besleniyorsun... Benim gibilerinin o saf, o köle heyecanlarıyla kendine inanıyorsun... Aşk senin için başkalarını cezbetme oyunu haline dönüşmüş... Dünyanın en yalnız panayırı kalbin... Susuz bıraktığın kölelerinin varlığından hayat kazanıyorsun... Birilerini sana muhtaç bıraktıkça zaman kazanıyorsun...
Yaşadığına inanmak için yakınlarına benim sesimi dinletiyorsun, onlara sana yazdıklarımı gösteriyorsun... Kendi yalnızlığını gizlemek için sana duyduğum o köle aşkımı sergiliyorsun karşına ilk çıkanlara...
Bu garip aydınlıkta görüyorum seni... Gizli gizli moda dergilerini, o çok satan magazinleri okuyorsun... Şık, gözalıcı, kusursuz mankenlerin vücutlarına bakıp iç geçiriyorsun... Kendinden çıkıp onlardan birine benzemek, hem bütün hayranlıkları üstüne çekmek, hem de kaybolmak istiyorsun... Kendine bunca hayran, kendinden, o bencil arzularından çıkmamaya bu denli uzakken bile bir başkası olmak, dahası hem en çok arzulanan, hem de ebediyen kaybolmak istiyorsun...
Keşke yaşadığın onca acı bu doyumsuzlukların yüzünden olsaydı... Hiç düşünmeden unuturdum seni... Keşke o derin yüzeyselliklerinin dışında bir başkası olmasaydın sen... Seni o halinle görüp bitirseydim... Keşke söylediğin her şeye inanabilseydim...
Oysa öyle ürkek ki sevgin, seni kim anlamak istese de ister istemez derin boşluğunu sürüyorsun öne... O derin kimsesizliğini... Çünkü seni böyle tanımalarından delice korkuyorsun... Ne zaman biri sana sevgiyi hatırlatsa o derin boşluk açılıyor önünde... O sana yabancı boşluk...
İşte bu yüzden seni gören aydınlığım acı veriyor bana... Çünkü senin imkansızlığında kendimi görüyorum...
Sen ne kadar kendi içinden çıkmasan da ben senin içindeki karanlıkta yüzüyorum çünkü... Öyle bir köle sevda ki bu kendimi unuttukça seni hatırlıyorum...
Sen beni sevmek için bir kez olsun içinden çıkmadın, biliyorum, ama ben seni sevmek için kaç kez çıktım kendimden... Kaç kez senin boşluğundan çaresiz kendime geri döndüm...
Seni öyle ürpertirdi ki içindeki kimsesizlik, öyle çekerdi ki içindeki boşluk seni diplere, bu yüzden hep bir başkası olmayı düşleyerek yaşadın. Kendinden uzakta, kendinden başka biri olmayı... Seni hep bir başkası olarak tanısınlar istedin... İşte sevgili, sen kendine nasıl bir yabancı gibi davrandıysan seni sevenlere de öyle davrandın... Bu yüzden başkalarının hayranlığına derinden muhtaçtın... Kendine saygı duyabilmek için birilerinin köle sevgilerine ihtiyacın vardı...
Bütün bunları bile bile sevdim seni... Bir yanım o acı veren aydınlıkta senin o üşüyen, o dipsiz boşluklarını görüyor, buradan bir çıkış olmadığını hissediyor, ama bir yanım beni durmaksızın sana, boşluklarına, o durmadan üşüyen kimsesizliğine çekiyordu... Ve ne yapsam engel olamıyordum bu yanıma... Acı çekmekten zevk almak mıydı bu bilmiyorum... Ama seni kendim gibi hissediyordum böyle anlarda... Seni yalnız ben kurtarırmışım gibi geliyordu o dipsiz boşluklarından... Bu duygu, bu sana sevgiyle atılma hissi, çok soylu ve kutsal geliyordu bana... Sanki onca yıl kendimi bunun için bekletmiştim...Yapmam gereken en basit, en sıradan şeyleri yapmamış, yaşamımı onca yıl bunun için mahvetmiştim... Sanki bu yüzden onca yıl, yaşamaktan çok oynamış, kendimi dışardan seyretmiştim... Sanki onca yıl beklettiğim yaşamımı bir tek sende doğrulayabileceğimi hissetmişim... İşte bu yüzden bu sana doğru akan köle sevgimi durduramıyorum...
İşte ne oluyorsa o zaman oluyor, kimseden tiksinmediğin, kimseden uzaklaşmadığın kadar benden tiksiniyor, benden uzaklaşıyorsun... Bu yaşadıklarımızı ne kendine ne bana itiraf edemeyecek kadar güçsüz olduğun için seni hiç tanımayan, bütün bu duygulardan uzak birine doğru soluk soluğa kaçıyorsun... O yabancı, o uzağında yaşayan kalbini gözünü kırpmadan ona uzatıyorsun...
Ve sen yine benim yıkımım oluyorsun...
Ve o zaman ben yine geriye, kendime dönüyorum...
Daha fazla acı çekmemek için kendimi alkolle uyuşturmaya, arzularımı yok etmeye, kendimi hissizleştirmeye dönüyorum...
Ve en acısı seni unutabilmek için olmadık insanlarla küçük ölümler deniyorum... Küçük sevgi oyunları... Tıpkı senin beni sevdiğin gibi kendimden çıkmadan sevmeye çalışıyorum onları...
Seni bana unuttursunlar diye ben de senin gibi kendi uzağında yaşayan bir başkası olarak seviyorum onları...
İşte o zaman anlıyorum ki kölelerin de acımasız olduğunu sen öğretmişsin bana... Senin o kimsesiz, o zavallı efendiliğin öğretmiş...
Onların sevgisine kayıtsız kalmayı, onları arzulasam da arzulamıyormuş gibi yapmayı, zaman kazanmayı, kayıtsız kaldıkça, sinsilik yaptıkça aşkta kazanıldığı sen öğretmişsin bana... Onları beni aramaya mahkum etmeyi, beni her aradıklarında bana biraz daha mahkum olduklarını... Sevgilerini o karanlık ormanda benden kurtarmak için beni durmaksızın aramaya mahkum olduklarını sen öğretmişsin bana... Bu yırtıcı hayvanlarla dolu karanlık ormanda ayakta kalmayı, yaralarımı kimsesiz yalamayı sen öğretmişsin...
Sevginin zayıflık olduğunu, ve bu zayıflığı küçümsedikçe büyüyen bütün o sevgilerin durmadan içimizdeki o kimsesiz yaraları sardığını sen öğretmişsin bana...
Oysa o yaralar sarılmıyor sevgili... Senden bana geçen kötülük başkalarına yayılıyor... Aramızdaki faşizm başkalarını da içine alıyor... Sen benim köle sevgimle içindeki boşluğu dolduruyorsun, bense senin imkansızlığınla açılan yaramı başkalarının o köle sevgileriyle dolduruyorum... Sen kendini tanımak için bir kez daha savruldukça, ben senden uzaklaşıp iyi ve yoksul insanları sevmeye adıyorum kendimi... Sen beni unutmak için savruldukça , ben seni unutmak için o iyi ve acı çeken insanları sevmeye çalışıyorum...
Bu yüzden her şey birbirine karışıyor... Sana duyduğum o imkansız sevgim yoksul insanlara, yoksul insanların bana duyduğu sevgi sana duyduğum nefrete karışıyor...
Sahip çıkılmayan her sevgi, her aşk işte bu yüzden kötülüğe dönüşüyor... Her yenik sevgi, her imkansız aşk derin bir kötülük olarak karşımıza çıkıyor...
Gel, küçümseme sana duyduğum zayıflığı... Kendini bu denli önemseme, bu denli önemseme o ışıksız kalmış arzularını...
Bu hayat, bu sahte vaatler, o kimsesiz kalmış arzuların sana seni unutturdu... Sen öyle bir saplandın ki karanlığına yargı yeteneklerin köreldi... Öyle ki kendini unutup o derin boşluğuna taptın sen... Kendini orada aradın... Bu yüzden seni gören aydınlığım hiçbir işe yaramadı, aydınlığımı bir yana bıraktım, o derin körlüğümle gördüm seni... Bu moda kötülüğün içinden gördüm... Öylesine
kırmıştı ki umutlarını bu sana ait olmayan hayat, öylesine küçümsemişti ki seni... Kime bağlandığını hissetsen önce içindeki o yabancı kalbin küçümsemişti seni...
Seni sevenleri ne denli köle yaptıysan o denli köleydin içindeki korkulara... Kendini ne denli kapattıysan, o denli kapatmıştın, aşklara, dostluklara, seni gerçekten sevebilecek olanlara...
Olmayan, hayali, kendi yarattığın şeylere köleydin sen...
O sahte vaatlerde ara yalnızlığını, ben senin gerçeğinim. Saklandığın boşlukta değil hayat, gizlediğin korkularında... Boşluğuna sarıldıkça büyür korkuların, sen o boşluğun yanı başında gizlenensin... Sana tapan kölene gizlendiğin yeri göster..
Bir kez eğil onun önünde... Hem gizlendiğin yere, hem de kölene....
Gel bir kez, hepiniz bana karşısınız, bense tek başınayım, dedirtme, bana... Aramızdaki aşktan yayılmasın faşizm, bir kez seni yanımda hissedeyim... Benim cesaretim sensin... Seni yok sayarak başkaldıramam... Ben bunca eksikken başkaları adına konuşamam... Ben seninle bunca doluyken o iyi ve yoksul insanları yürekten sevemem...
Sevmek insanın kendine çekilmesidir... Sevmek insanın çekildiği yerde sevdiğine baş eğmesidir... Sevmek, insanın yıllardır unuttuğu kendisine dönmesidir... Sevmek insanın yıllar sonra döndüğünde gördüğü şeye gönül rahatlığıyla inanmasıdır...
Öyleyse bir kez olsun bak o susuz kalmış dudaklarıma...
O kirli, o her yerden yara alan hayatıma bak... Seni görmek için başka hiçbir şey görmeyen gözlerime bak...
Göze al, sana aşık kalbimin kanı bulaşsın üzerine, göze al...
Bana bak demiyorum, ama seni sevdiği için kimsesiz kalan ömrüme bak ve bir kez gör kendini orada...
Cezmi Ersöz
 
Burası bir dünya… Burası kalabalık bir meyhane. Burada erkekler hep çoğunlukta. Umutsuzluk da öyle…
Birileri camları kırıyor. Dışarı bakıyor bir adam. Sokağa, geceye bakıyor… Öldüğüne bir türlü inanmak istemediği sevgilisine bakar gibi bakıyor hayata… Öyle bir bakıyor ki, sevmeye hak kazanmak için bile savaşmak gerekiyor, gecikince insan ömür boyu ölü bir sevgiliyi kollarında taşımaya mecbur kalıyor, der gibi bakıyor…
Bir kadın kucağına gelen kedinin tüylerinde arıyor kaybettiği sevginin büyüsünü… Karşı köşedeki eski duvara vuran sarı ışığı seyrediyor iki adam. Sanki suçlu, sanki yasak bir sevişme yaşıyorlarmış gibi mahçup, ama yine de hiç konuşmadan seyrediyorlar duvardaki o sarı ışığı.
Bu gece bana gelmeni istiyorum, ya da sana gelmeyi, ama telefonun hep meşgul. Böyle anlarda hep tasavvufa sarılırım ben. Sabrın yüceliğine…
Telefonun meşgul çalarken eski duvardaki sarı ışığı seyreden adamlara bakıyorum bir taraftan… Lodos rüzgarları vuruyor o sarı ışığa. Tenteler uçuşuyor. Biliyorum, boşuna bekliyorum bu telefonun önünde, burada, bu dünyada; ama olsun, yine de ümitsizce seviyorum seni…
Umudum olsaydı, inansaydım bu hayata, insana ve sana, önünde tükenmek isterdim, önünde veda ederdim bütün bildiklerime, herkesin bilip tanıdığı kendime.
Ben okullarda okurken, yine de hep böyleydim. Sevmezdim herkesin yaptığı şeyi. Sevmezdim müsamereleri. Çabucak biten, sınırları çizilmiş zavallı piknik gezilerini. Gökyüzünün mavisine bakıp terlerdim hep, kapana kısılmış gibi terlerdim.
Oysa görüp göreceğimiz en güzel yerdi dünya; ama bu dünyanın geçerli yasalarına göre en büyük suçtu bunun farkına varmak, okullarda ve her yerde… Sadece bu bile yetmişti zaten hasta biri olmama… Yetti bu zaten, sıradışı ve güvenilmez biri sayılmama…
Beni hasta, beni sıradışı, beni güvenilmez kılan bu yanım yüzünden tatmadığım acı kalmadı, tatmadığım kuşku ve belirsizlik…
Bir gökyüzüne bakıyordum, bir hayata, bir de insanlara… Dikkatim hep dağınıktı bu yüzden… Böyle olmaması gerekir, bu hayat yanlış diyordum acemi sesimle, çocuk sesimle… Yaşadıklarımı anlıyordum ama tecrübe dedikleri o şey oluşmuyordu bir türlü bende… Etrafımdakiler öyle dikkatli ve öyle öfkesizdiler ki, onca yıl boşuna yaşadığımı hissettiriyorlardı sanki bana… Konuşmak soyunmaktı benim için. Sılaya dönmek istemekti. Ne denli çok sıla hasreti çektiğimi hissettirmekti konuşmak.
Oysa sılama kavuşmak ister gibi konuştukça umut kesiliyordu benden. Hatta utanç vericiydi göründüğü gibi olması bir insanın. İnsanın ve hayatın değişebileceğine inanmak aptallık derecesinde ayıptı burada ve her yerde…
Anladım bunu, anladım. Kendim olduğum ve yaşadıkça tecrübe edinmediğim, onca yıl boyunca kendimi dünyanın soğuk gölgelerinin arkasına gizlemediğim için üşüdüm hep ve hiç olmadık zamanlarda utandırıldım; utandırıldım tecrübesiz kendimden…
İşte bu yüzden yıllarca kendimi sevmem için birine muhtaç oldum ben hep. Kendimi sevmem, hayata yeni bir başlangıç yapabilmem için hep birini kendimden çok sevmem, bu yüzden ona ümitsizce bağlanmam ve onun bana acı çektirmesi gerekiyordu, birine eksilmeden tutku duymam için de onun beni üzmesi gerekiyordu.
Öyle çok utandırmışlar, beni benimle öyle çok karşı karşıya bırakmışlardı ki, benim kendimi sevmem için beni benden kopartan, yolumu şaşırtan, sılamı unutturan, bana anlamsızca acı çektiren birine bağlanmam gerekiyordu…
İşte böylesin sen de… Beni benden koparttın. Asıl gitmem gereken yeri, sılamı unutturdun bana. Belki de en çok bu yüzden bağlandım sana. Yıllardır yanıbaşımda derinleşen boşluğumdan, kasvetli geçmişimden, kapana kısılmış gibi geçen döküntü günlerimden kurtardığın için bağlandım en çok sana…
Evet, ölecek kadar acı çekiyorum şu an. Ama bir taraftan bu acının ne denli anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorum. Ve yine de engel olamıyorum bu acıya… Belki de engel olmak istemiyorum.
Bu boşluktan beni kurtardığın için herşeyi yapma hakkını tanıdın kendine. Bana da seni tanımanın, seni anlamanın o büyük yolculuğu, o büyük gizemi düştü… Kendimi unuttum, senin peşine düştüm.
Bir gece aramızda nasılsa bir suskunluk olmuştu.
Ne gördüysen gözlerimde, ne duyduysan suskunluğumda, seni kıskanıyorum, demiştin bana, hatırlıyor musun? Saflığımı kıskanmıştın, ne tuhaf; sana duyduğum aşkı kıskandığını söylemiştin… Beni kendinden kıskanmıştın.
Çünkü, hani bireydin ya sen. Kimseye ait olamazdın ya. Bedenin ve ruhun yalnızca sana aitti; hem Tanrı da yoktu gökyüzünde ve vaktin de çok azalmıştı ya…
Hiç düşündün mü peki, bir kez olsun düşündün mü, neden bu kadar doyumsuz ve aceleci olduğunu.
Eminim düşünmüşsündür. İsteklerinin sınırı olmadığını, kendini arzularının ve hazlarının rüzgarlarına niye bıraktığını düşünmüşsündür…
Biliyor musun, benim için bunların zerrece önemi yok! Kiminle istersen yat. İster kadın, ister erkek… İstediğinle seviş. Özgürlük bir tek geceleri, yatağında ve sadece sabaha kadar tanınıyor sana, bunu benden daha iyi biliyorsun.
İstediğin kadar seviş. Ve beni de arzuladığın zaman ara sadece… Ama bana bir kez olsun gerçekten anlat, neden bu kadar aceleci ve doyumsuzsun.
Neden böyle olduğunu ben çok iyi biliyorum aslında, ama sen anlat, senden duymak istiyorum…
Bazen, gecenin bir yarısı kalkıp bana geldiğine göre, sen de benim seni ümitsizce sevmeme bağlısın aslında.
Vazgeçemediğin tek şey bu belki de bende… Hayatındaki tek sahici şey…
Herşey sevişmek değildir, herşey ten değildir… Çünkü bir yanın hazzın ve arzuların peşinde koşarken, bir yanın giderek derinleşen o boşlukla savaşıyor… Senin aşk dediğin o boşluğu kapatmak, mümkünse unutmak istemek değildir, biliyor olmalısın…
Bak, bunu en çok da kendime söylüyorum. Bir gün arzuların ve hazların dinerse, anlatmak isterim sana neden en çok boşluğumuzdan kaçmak için aşık olmak istediğimizi…
Hatırla ne olur, hatırla, kimden ve neden kaçtığını hatırla… Kendimizden, yanıbaşımızda büyüyen boşluklardan kaçtığımız sürece gidecek bir yer yok aslında, anla…
Ve bu yüzden bana hiçbir şey ifade etmiyor, sen benim için fazla iyisin demen, hiçbir şey ifade etmiyor bana.
Ne olur yıllardır beni benimle karşı karşıya getiren, beni benden kopartan insanların diliyle konuşma…
Beni senden ayıran tek bir şey var oysa… Tek bir şey: Benim seni ümitsizce sevmem… Senin benim tarafımdan ümitsizce sevilmen… Bunun dışında birbirimize öyle çok benziyoruz ki, git gidebildiğin, kaç kaçabildiğin kadar…
Git, benden uzaklara git… Unut bütün değerlerini, değersiz ol. Hiç bir değerin olmasın. İster kadın, ister erkek önüne gelenle yat… Ne yaparsan yap, farkında olmadığını sanırken bile ele vereceksin yine. En güvenmediğin insanların yanında, belki de en çok onların yanında ağzından kaçıracaksın gerçekten seni ele verecek olan şeyleri.
Doyumsuzluğunun peşinde koştuğun anlarda, belki de en çok bu anlarda çarmıha gerilmek isteyeceksin… Biliyor musun, benim hiç bir değerim yok, derken bile, bir başına kaldığında, seni senden kurtaran kimse kalmayınca yanında, dünyanın bütün günahlarını üstüne almak isteyeceksin.
Tanıyorum seni. Tanıdığım için de kaçıyorsun benden, kaçtığın için de ümitsizce seviyorum seni ben…
Çünkü ben, seni sana hatırlatıyorum. Kendimden önce seni boşluğuna çağırıyorum. Bu dünya, bu hayat böyle olmasaydı, en çok beni severdin biliyorum; ve şimdi en çok bununla avunuyorum…
Seni ümitsizce sevdiğim için ne olur kızma, ne olur gücenme bana… Bunu çok istedim. Benim yerimde sen de olabilirdin…
Kıskanırdım seni en fazla, ama kızmazdım, anlardım, hak verirdim, gücenmezdim…
Sürekli mağdur üretiyor bu hayat, sürekli yoksul, sürekli köle…
Herşeye sinmiş bu derin haksızlık, bu uçurum yasası. Biri efendi öbürü köle olmazsa aşk bile olmuyor bu hayatta… Ne olur kızma bana…Git kiminle istersen seviş, ne yaparsan yap; geceler senin, kimi arzularsan arzula, ister sevmediğin insanların bile seni sevmelerini bekle, durmadan onaylanmayı bekle onlardan; isterse durmadan derinleşsin o boşluğun; biliyor musun ümitsizce sevdiğim için seni, daha iyi anladım bu hayatı ben.
Bu imkansız aşk bana insanları ve hayatı daha iyi tanıttı… Bu ümitsiz aşk senin aslında ne denli yalnız ve ne kadar çaresiz olduğunu gösterdi bana…
Bu yüzden kabullendim işte; seni efendi yapan, seni değerlerinden kopartan, etrafındaki onca insana rağmen seni yapayalnız kılan bu aşkın kölesi olmayı kabullendim… Bana düşen de bu… Değiştirmek isterdim bu hayatı, ama değiştiremiyorum, gücüm yetmiyor…
Seni ümitsizce sevmeme kızma, kızma ne olur…
Cezmi Ersöz
 
Senin Gemin Camdan Sevgili
Duydum ki yine umudunu kesmişsin insanlardan,
dostluklardan... Duydum ki yine acımaya başlamışsın
kendine...
Yolunu kimselerin bilmediği, bilmek de istemediği
sevginin o hayal ülkesinde birilerini beklerken çok
üşümüşsün...
İnsan ancak kendisine sevgili olabilir, diyormuşsun.
Şimdi artık yollarda ve binbir hayalin peşinde
sürüklediğin ve yıprattığın sevgine minnet borcunu
ödeyecekmişsin...
Acıyan sevgini şımartacak, onu örtülere saracakmışsın.
Onu kendini güçlü ve korunaklı olduğunu hissetmediğin
hiçbir yerde ortaya çıkarmayacakmışsın...
Sevgini yırtıcı bir kuş gibi yetiştiriyormuşsun.
En iyi savunmanın saldırı olduğunu ve yokolmamak için
yoketmek gerektiğini öğretiyormuşsun ona...
Ona onu, sabırlar, merhametler ve inceliklerle değil,
hazlar, hayranlıklar ve kıskanç ilgilerle
besleneceğini vadediyormuşsun.
Her gece uyumadan önce arkasında Che Guevera’nın resmi
olan aynanla konuşuyormuşsun: Bir sen varsın önemli
olan, bir sen varsın gerçek olan... Hem onca acıya
rağmen hala güzelim...
Ve artık kendime yasaklıyorum başkalarına acımayı ve
hayatın acısını...
Aynadaki nefesinin buğusunu görüyorum buradan.
Gözlerinle gözgöze gelemediğim için tutup aynadaki
buğuyu öpüyorsun.
Yaralı kendini öpüyorsun...
Çekmeceden cüzdanının çıkarıp içindeki kredi
kartlarını seyrediyorsun zoraki bir hayranlıkla.
İçinde sevgini sakladığğın kaleyi daha da
güçlendirmeyi geçiriyorsun aklından.
Kredi kartlarını yalıyorsun dilinle ve onların zehirli
tadını içine akıtıyorsun.
Bankamatikten her para çektiğinde kulağına gelen ölüm
çığlıklarına alıştırmak istiyorsun kendini böylece.
Hem senden güçsüzlerin ölümü, hem bu ölümleri gizleyen
ve bütün katliamları anında temize çeken teknolojinin
zehirli tadı sarıyor şimdi sevginin yaralarını.
Bankamatikten her para çektiğinde kulağına gelen
çocukların ve kimsesizlerin ölüm çığlıklarına
dayanamadığını hissettiğin anlar, senin için hayatta
sadece annenin babanın ve kardeşlerinin önemli
olduğunu söylüyorsun kendine ve akşam iş dönüşü onlara
hediyeler alarak evine dönüyorsun...
Ve eskiden, sevgini bir kalenin ardına saklamadan önce
sadece kendi çocuklarını sevenleri kınadığını unutmak
içinse bu defa başkaları değil kendin kanatıyorsun
sevgini.
Sonra küçük, tüylü bir köpek almak istiyorsun kendine.
Köpegi severken, kucaklarken sana acımasızlık eden
dostlarının, seni sevginin o hayal ülkesinde yıllarca
bekletip düşlerini ve ömrünü çalan sevgililerin
yüzleri geçsin istiyorsun karşından.
Onların yüzleri geçtikçe sahibin olduğun için senden
başka kimseyi sevmeyecek ve bağlanmayacak olan
köpeğine daha da sıkıca sarılmak istiyorsun, öpüp
koklamak.
Kendini öper gibi, yaralı ve belki de artık hiç
iyileşmeyecek olan kendini.
Hiç iyileşmeyeceğini artık kendinden bile
saklayamadığın böyle anlarda para kazanmak istiyorsun,
iş kurup daha çok para kazanmak.
Böyle anlarda bir kalenin ardında gizlediğin herşeye
yanlışlarla dolu olsa da senden izler taşıyan tarihine
bile düşman oluyorsun.
Seni bu hale getirenlerle bir olup bu belki de artık
hiç iyileşmeyecek yaralı kendini yoketmek
istiyorsun... Sonra yorgun düşüyorsun... Artık
dinlenmek istiyorsun. Yarına daha dinlenmiş ve
korkularından kurtulmuş olarak uyanmak istiyorsun...
Ve uykuya dalmadan önce vitrinlere bıraktığın
dalğınlığın geliyor aklına...Kendine bir kez daha
acıyorsun ve bu yüzden pahalı bulup da almadığın
giysileri almaya karar veriyorsun.
Bu pahalı giysiler sayesinde ilgilerin kölesi değil,
ilgilerin merkezi olmayı istiyorsun.
Bu giysiler sayesinde sızlayan sevgilerini örtmek,
örtmek, örtmek istiyorsun. Görünmez olmak istiyorsun.
Oysa senin gemin camdan sevgili...
İşte güçlü balığın güçsüz balığı yokettiği kanlı
denizin her tarafından seni görebiliyorum...
Sadece ben değil dost düşman herkes uykuya daldığını
görebiliyoruz buradan.
Çünkü senin gemin camdan sevgili.
Sıkıntından yediğin tırnaklarının kenarlarını...
Korkulu bir rüya gördüğünde birden silkinişini...
Yaralı sevgini korumak için aldığın onca kötücül
karara rağman nasılsa hep masum kalan sayıklamalarını
görüp duyuyorum buradan...
Kaleni ve kalenin ardında sakladığın yaralı sevgini.
Boşuna saklama sevgini. Senin gibiler hiç örtünemez
sevgili...
Seni bu kanlı deniz ve düşmanların da dostların da
hemen tanır.
Ya benzerini bulup gidersin buralardan.
Ya da seni yokederler sevgili...
Herkes gibi ve herşeyi bilerek yaşamaszın sen
Senin gibiler örtünemez...
Bu kanlı denizde senin gemin camdan sevgili.

Cezmi Ersöz
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…