- Konu Sahibi EstetikEditor
- #1
Çalışan anneler, ev, evlilik ve çocuklarına yetmenin yanı sıra iş yaşamının temposuna da ayak uydurmak zorunda kalırlar. Zorunda kalmamak adına 'çalışmasınlar' düşüncesi ise bana göre baştan yanlıştır.
Üretebilmek önemli bir 'kimlik' dürtüsüdür ve tatmin edilmelidir. Baş edilmesi gereken konu; kadın ve anne olmanın yanına 'çalışan kadın' kimliğini en uygun biçimde getirebilmektir.
Esasında bir kadın için, kadın olmak da anne olmak da iyi yönetilmesi gereken kimliklerdir. Bu kimliklerin yönetilmesi de başlı başına maharet ister. Yani kadın, eşini ve çocuğunu yönetebilmelidir. Çalışmak, bir de işverenin yönetilmesini zorunlu kılar. Çalışan ve çalışmayan kadın arasındaki tek fark, yönetilmesi gerekenlerin sayısının artmış olmasıdır.
Sayı ne olursa olsun, bir diğerini yönetme becerisi öncelikle kendini yönetmeyi gerektirir. Kısacası, kadın kendini yönetebilme yetisine sahipse bir değil, iki değil, orduyu yönetebilir. 'Çalışan anne olmak' konulu bu yazıda, 'çalışan anne olmak konusunda doğru bilinen yanlışlar', 'çalışan annelerin yaşadıkları olumsuz olaylar', 'çalışan annelerin yapması gerekenler' gibi başlıktan beklenen detaylar üzerinde durabilirdik. Oysa biz annenin de birey olduğu noktasına atıf yapmayı uygun gördük.
Birey Olmak
İnsanın yaşamında birbirini takip eden sekiz evre vardır. Bunlardan biri otuzlu yaşlarında kazanılan üretkenlik evresidir. İşte bu dönemde insan gerçek anlamda birey olabilir. Ne yazık ki herkesin bu evreyi kazanabildiğini söyleyemeyiz. Kaldı ki; diğer evreleri de kazanamayıp, hem kendi kendinden hem de diğerlerinin ondan hoşnut olmadığı bir yaşam süren insan sayısı çoktur.
Birey olabilmek; diğerlerinden olan beklentisini en aza indirmiş olmak demektir. Yani, kendi kendine yetebilmektir. Diğerlerinin kendiliğinden sunduklarını da memnuniyetle kabul etmektir. Kendiliğinden gelen bu jestlerle mutlu olmak, bir çeşit teşekkür etmektir.
Doğmakla birlikte başlayan insanın yaşam evrelerinin her birinin kazanılabilmesi için, o dönemde farkında olmadan bir gerilim yaşanır. Bir başka deyişle, bir evrenin kazanılabilmesi insanın gösterdiği direnç, sabır ve dönemi iyi yönetebilme becerisi ile orantılıdır. Bunun en bilinen örneği çocuğun cinsel kimliğini kazanabilmek için yaşadığı Oedipus Kompleksi'dir. Kompleks denmesinin nedeni, bu dönemin zorlayıcı bir gerilimi olmasındandır.
Her çocuk bu dönemi başarı ile atlatamaz. O zaman, Oedipus Krizi ortaya çıkar ki, bu sorunlu bir durumun varlığını ifade eder. Kısacası, insan yaşam evrelerini kendi yetenekleri ölçüsünde kazanır. Kazanamadığı hallerde sorunlar ortaya çıkar. Tıpkı, birey olmayı başaramamak gibi…
İnsan, Homo Sapienslerin bir kolu olan Homo Sapiens Sapienslerden türemiştir. Sapiens farkında olmak anlamındadır. Sapiens Sapiens ise; farkında olduğunun farkında olmak demektir.
Örneklemek gerekirse; kurt köpeklerini evcilleştirebiliriz, ama hepsini değil. Sadece diğerlerinin zihnini okuma yeteneğine sahip olanlarını. Hayvanların çoğu vücut hareketlerini takip ederler bakışlardaki anlamı değil. Ancak bazıları bakışlardaki anlamı yani diğerlerinin zihnini takip edebilirler. İşte biz kurtların sadece bu yeteneğe sahip olanlarını evcilleştirebiliriz.
Başka bir deyişle, her canlı doğuştan getirdiği yetenekleri elverdiğince gelişir.
Diğerlerinin zihnini okumak, farkında olduğunun farkında olmak demektir. Bu da; beyinde zihin yapılarına sahip olmak demektir. Yani kendinin ve diğerlerinin zihninin farkına varabilmek.
Çalışan yada çalışmayan da olsanız, anne olarak kazanmanız gereken, kendi ve diğerlerinin zihnini okuyabilme yeteneğidir ki; buna empati denir.
Empati, bir diğerinin sıkıntısı ya da sevincini kendi yaşıyormuşçasına hissetmek ile sınırlı bir olgu değildir. Empati diğerinin olduğu kadar, kendi zihninden geçenleri de Okuyabilme yeteneğidir. Bunun için kendi ve diğerleri hakkında bilgiye sahip olmak gerekir (Bkz. Sabiha Paktuna Keskin, Anne İş'te).
Bilgi tecrübesizliğin açığını kapatır. Birey bu şekilde kendini ve diğerlerini yönetebilme yeteneğini kazanır. Evliliğini iyi yönetir, yetiştirdiği çocuklarına da kazandırır.
Zihin yapıları ile anne olmak, çalışan anne olmak konusu arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorulabilir. Ama 'anne olmak' öncelikle 'çocuğu anlamak' demektir. Çocuğu anlamak için de zihni bilmek gerektir.
"Altı yaşındaki oğlunun bebekliğinden beri farkında olduğu aşırı içe kapanıklığı onu rahatsız etmekte idi. Bu yetmiyormuş gibi çocuk 21 kişilik sınıfta en son okuyan olmuştu. Evde birlikte ders çalıştıkları için çocuğun zekâsından şüphe etmiyordu ancak bu başarısızlığa da bir anlam veremiyordu. Üstelik öğretmenden yana da bir sıkıntıları yoktu ama ileride olmayacağı anlamına gelmediğinden, bu konuda kendini rahat hissetmiyordu. Esas içini kemiren bir nokta vardı ki, o da ailede bir şizofrenin olmasıydı.
Çocuğun başarısını arttırmak için onu daha sıkı daha sıkı çalıştırmaya başladı. Bunun için işten ayrıldı. Gecesini gündüzünü çocuğun ders başarısını arttırmaya verdi. Çocuk daha da sessizleşti. Daha başarısız olmaya başladı. Her sabah yatağında tornavida ile sökülmüş, bozulmuş oyuncaklar bulmaya başladılar. Çocuğun üzerine bu kadar düşmemesi konusunda uyarı aldığında 'Ben kötü bir anne miyim?' diye ağladı.
Kesinlikle çok iyi bir anneydi. Diğer anneler gibi. Ancak 'iyi annelik' adına verdiği uğraş ve kendini soktuğu sıkıntı davranışları yanlıştı. Bu kötülük anlamında değil, zihin okumada gösterdiği yetersizlik ile ilgili idi.
Çocuk, üzerindeki baskı sonucu saldırganlaşmıştı. Her sabah yeni bir oyuncağını parçalıyordu. Saldırganlık şimdilik eşyaya yönelikti. İleriki zamanlarda kendine ve diğerlerine de yönelebilirdi. O zaman fark edilebilirliği artardı ancak önemli olan şimdiki halinde fark etmek olmalıydı. Bu da bir zihin okumaydı. Çünkü çocuk oyuncaklarını tornavida ile bozma davranışını ortaya çıkaran içsel sıkıntısını dile getiremezdi. Dile getirdiği biçimiyle de dedikleri bir anlam ifade etmezdi. Daha doğrusu anlamlı kabul edilmemeli idi. Hele hele çocuğun oyuncaklarını tornavida ile yatağında parçalıyor olması, onun 'oyuncaklarını söküp araştırıyor çünkü ileride mühendis olacak' biçimde yorumlanması düşünülmemeliydi bile.
Anne çocuğu ile ilgili kaygılarını eşi ile paylaşmıyordu. Paylaşırsa, gerçek olacaklar gibi geliyordu. Üstelik, eşinin de kaygılanmasını istemiyordu fakat, çocuk ile ilgili bir sıkıntıyı tek başına taşımak da ona artı kaygı yüklüyordu. "
Anne, sezgisel olarak çocuğunda bir şeylerin yolunda gitmediğini bilmektedir. Fakat zihin okuyamadığı için bir anlam verememektedir. Öte yandan kaygısını tek taraflı üstlenme kararı içindedir fakat, eşinin olaya lakayt kalmasına da içten içe öfkelenmektedir. Bu öfke, farkında olmadan davranışlarına yansımaktadır. Evin tadı kaçmaktadır. Bu bir içsel beklentidir:
"ben söylemeden, benim fark ettiğim olumsuzluğu sen de fark et ve benim kaygıma sen de ortak ol!" şeklinde.
Birey olmak, kendi kararlarını kendi vermek ve diğerlerinden olan beklentilerini en aza indirebilmektir. Bu olgunluk, kişinin zihin kapasitesi ve yaşa göre kazanılan kimlik evrelerinin iyi değerlendirilmesi ile mümkündür.
Beklentiyi en aza indirmeyip, bir diğerinin tıpkı sizin gibi duyup düşünmesini beklemek, kişiyi birey olmaktan uzaklaştırır. Dahası karşılanmayan beklentiler, önce protesto sonra saldırganlık davranışlarını ortaya çıkarır. Kişi farkında olmadan beklentisini karşılamayana küsmeye, darılmaya başlar. Beklentisi karşılanmamaya devam ettiğinde de ağız dalaşları ve hatta saldırgan davranışlar ortaya çıkar. Saldırganlık etraftaki eşyalara olabileceği gibi, kendine ve diğerlerine yönelik de olabilir. Tıpkı çocuğun oyuncaklarına yönelmiş sessiz saldırganlığında olduğu gibi.
Bu annenin içine düştüğü bir diğer sıkıntılı durum da, çocuğu için işini bırakmış olmasıdır. Nitekim, otuzlarında ve üretkenlik döneminde olan annenin işten ayrılmasının kendisinde yarattığı sıkıntı açıktır.
Bu sıkıntı ileride ağırlığını daha da belli edecek ve annenin davranışlarına olumsuz yansıyacaktır. Anne işten ayrılırken çocuğunun başarısını arttırmayı hedeflemişti. Bunu kendi öz başarısının önünde görmüş olabilir. Bu hesapta annelik içgüdüsü önemli bir rol oynamıştır. Ancak, birey olmak bu kararlılıkta da beklentinin sıfıra indirilmesini gerektirir. Yani, kişi yeterli bir birey olduğu iddiasında ise, verdiği kararın bilincinde olmalıdır. Çocuk başarılı olsun olmasın, yaptığı özverinin hesabını sormamalıdır. Kaldı ki annelerin çocukları adına işlerini bırakmak durumunda kaldıklarında, çocuk başarılı olsa da bir zaman sonra hesap sorma davranışında bulundukları sık görülür. Bu her iki taraf için de yıpratıcı sonuçlar doğurur. Çocuk için verilen kararlarda çocuğun imzasının olmadığı unutulmamalıdır.
Dolayısıyla kadın, anne de olsa kendi yaşamına anlam katacak biçimde üretmelidir. Aksi halde zaman içinde onun bu dönemini yaşamasına engel olan her şeye karşı öfke duyacaktır. Karşılanamayan beklentilerinin sonucu saldırgan tutum ve davranışlar başlayacaktır. Nitekim kendisi de son zamanlarda durduk yerde çocuğa öfkelenip sesini yükselttiğini ve hatta bunu vurma aşamasına getirdiğini itiraf etmektedir, 'elinde olmadığını' da ekleyerek…
Prof.Dr. Sabiha Paktuna Keskin
Üretebilmek önemli bir 'kimlik' dürtüsüdür ve tatmin edilmelidir. Baş edilmesi gereken konu; kadın ve anne olmanın yanına 'çalışan kadın' kimliğini en uygun biçimde getirebilmektir.
Esasında bir kadın için, kadın olmak da anne olmak da iyi yönetilmesi gereken kimliklerdir. Bu kimliklerin yönetilmesi de başlı başına maharet ister. Yani kadın, eşini ve çocuğunu yönetebilmelidir. Çalışmak, bir de işverenin yönetilmesini zorunlu kılar. Çalışan ve çalışmayan kadın arasındaki tek fark, yönetilmesi gerekenlerin sayısının artmış olmasıdır.
Sayı ne olursa olsun, bir diğerini yönetme becerisi öncelikle kendini yönetmeyi gerektirir. Kısacası, kadın kendini yönetebilme yetisine sahipse bir değil, iki değil, orduyu yönetebilir. 'Çalışan anne olmak' konulu bu yazıda, 'çalışan anne olmak konusunda doğru bilinen yanlışlar', 'çalışan annelerin yaşadıkları olumsuz olaylar', 'çalışan annelerin yapması gerekenler' gibi başlıktan beklenen detaylar üzerinde durabilirdik. Oysa biz annenin de birey olduğu noktasına atıf yapmayı uygun gördük.
Birey Olmak
İnsanın yaşamında birbirini takip eden sekiz evre vardır. Bunlardan biri otuzlu yaşlarında kazanılan üretkenlik evresidir. İşte bu dönemde insan gerçek anlamda birey olabilir. Ne yazık ki herkesin bu evreyi kazanabildiğini söyleyemeyiz. Kaldı ki; diğer evreleri de kazanamayıp, hem kendi kendinden hem de diğerlerinin ondan hoşnut olmadığı bir yaşam süren insan sayısı çoktur.
Birey olabilmek; diğerlerinden olan beklentisini en aza indirmiş olmak demektir. Yani, kendi kendine yetebilmektir. Diğerlerinin kendiliğinden sunduklarını da memnuniyetle kabul etmektir. Kendiliğinden gelen bu jestlerle mutlu olmak, bir çeşit teşekkür etmektir.
Doğmakla birlikte başlayan insanın yaşam evrelerinin her birinin kazanılabilmesi için, o dönemde farkında olmadan bir gerilim yaşanır. Bir başka deyişle, bir evrenin kazanılabilmesi insanın gösterdiği direnç, sabır ve dönemi iyi yönetebilme becerisi ile orantılıdır. Bunun en bilinen örneği çocuğun cinsel kimliğini kazanabilmek için yaşadığı Oedipus Kompleksi'dir. Kompleks denmesinin nedeni, bu dönemin zorlayıcı bir gerilimi olmasındandır.
Her çocuk bu dönemi başarı ile atlatamaz. O zaman, Oedipus Krizi ortaya çıkar ki, bu sorunlu bir durumun varlığını ifade eder. Kısacası, insan yaşam evrelerini kendi yetenekleri ölçüsünde kazanır. Kazanamadığı hallerde sorunlar ortaya çıkar. Tıpkı, birey olmayı başaramamak gibi…
İnsan, Homo Sapienslerin bir kolu olan Homo Sapiens Sapienslerden türemiştir. Sapiens farkında olmak anlamındadır. Sapiens Sapiens ise; farkında olduğunun farkında olmak demektir.
Örneklemek gerekirse; kurt köpeklerini evcilleştirebiliriz, ama hepsini değil. Sadece diğerlerinin zihnini okuma yeteneğine sahip olanlarını. Hayvanların çoğu vücut hareketlerini takip ederler bakışlardaki anlamı değil. Ancak bazıları bakışlardaki anlamı yani diğerlerinin zihnini takip edebilirler. İşte biz kurtların sadece bu yeteneğe sahip olanlarını evcilleştirebiliriz.
Başka bir deyişle, her canlı doğuştan getirdiği yetenekleri elverdiğince gelişir.
Diğerlerinin zihnini okumak, farkında olduğunun farkında olmak demektir. Bu da; beyinde zihin yapılarına sahip olmak demektir. Yani kendinin ve diğerlerinin zihninin farkına varabilmek.
Çalışan yada çalışmayan da olsanız, anne olarak kazanmanız gereken, kendi ve diğerlerinin zihnini okuyabilme yeteneğidir ki; buna empati denir.
Empati, bir diğerinin sıkıntısı ya da sevincini kendi yaşıyormuşçasına hissetmek ile sınırlı bir olgu değildir. Empati diğerinin olduğu kadar, kendi zihninden geçenleri de Okuyabilme yeteneğidir. Bunun için kendi ve diğerleri hakkında bilgiye sahip olmak gerekir (Bkz. Sabiha Paktuna Keskin, Anne İş'te).
Bilgi tecrübesizliğin açığını kapatır. Birey bu şekilde kendini ve diğerlerini yönetebilme yeteneğini kazanır. Evliliğini iyi yönetir, yetiştirdiği çocuklarına da kazandırır.
Zihin yapıları ile anne olmak, çalışan anne olmak konusu arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorulabilir. Ama 'anne olmak' öncelikle 'çocuğu anlamak' demektir. Çocuğu anlamak için de zihni bilmek gerektir.
"Altı yaşındaki oğlunun bebekliğinden beri farkında olduğu aşırı içe kapanıklığı onu rahatsız etmekte idi. Bu yetmiyormuş gibi çocuk 21 kişilik sınıfta en son okuyan olmuştu. Evde birlikte ders çalıştıkları için çocuğun zekâsından şüphe etmiyordu ancak bu başarısızlığa da bir anlam veremiyordu. Üstelik öğretmenden yana da bir sıkıntıları yoktu ama ileride olmayacağı anlamına gelmediğinden, bu konuda kendini rahat hissetmiyordu. Esas içini kemiren bir nokta vardı ki, o da ailede bir şizofrenin olmasıydı.
Çocuğun başarısını arttırmak için onu daha sıkı daha sıkı çalıştırmaya başladı. Bunun için işten ayrıldı. Gecesini gündüzünü çocuğun ders başarısını arttırmaya verdi. Çocuk daha da sessizleşti. Daha başarısız olmaya başladı. Her sabah yatağında tornavida ile sökülmüş, bozulmuş oyuncaklar bulmaya başladılar. Çocuğun üzerine bu kadar düşmemesi konusunda uyarı aldığında 'Ben kötü bir anne miyim?' diye ağladı.
Kesinlikle çok iyi bir anneydi. Diğer anneler gibi. Ancak 'iyi annelik' adına verdiği uğraş ve kendini soktuğu sıkıntı davranışları yanlıştı. Bu kötülük anlamında değil, zihin okumada gösterdiği yetersizlik ile ilgili idi.
Çocuk, üzerindeki baskı sonucu saldırganlaşmıştı. Her sabah yeni bir oyuncağını parçalıyordu. Saldırganlık şimdilik eşyaya yönelikti. İleriki zamanlarda kendine ve diğerlerine de yönelebilirdi. O zaman fark edilebilirliği artardı ancak önemli olan şimdiki halinde fark etmek olmalıydı. Bu da bir zihin okumaydı. Çünkü çocuk oyuncaklarını tornavida ile bozma davranışını ortaya çıkaran içsel sıkıntısını dile getiremezdi. Dile getirdiği biçimiyle de dedikleri bir anlam ifade etmezdi. Daha doğrusu anlamlı kabul edilmemeli idi. Hele hele çocuğun oyuncaklarını tornavida ile yatağında parçalıyor olması, onun 'oyuncaklarını söküp araştırıyor çünkü ileride mühendis olacak' biçimde yorumlanması düşünülmemeliydi bile.
Anne çocuğu ile ilgili kaygılarını eşi ile paylaşmıyordu. Paylaşırsa, gerçek olacaklar gibi geliyordu. Üstelik, eşinin de kaygılanmasını istemiyordu fakat, çocuk ile ilgili bir sıkıntıyı tek başına taşımak da ona artı kaygı yüklüyordu. "
Anne, sezgisel olarak çocuğunda bir şeylerin yolunda gitmediğini bilmektedir. Fakat zihin okuyamadığı için bir anlam verememektedir. Öte yandan kaygısını tek taraflı üstlenme kararı içindedir fakat, eşinin olaya lakayt kalmasına da içten içe öfkelenmektedir. Bu öfke, farkında olmadan davranışlarına yansımaktadır. Evin tadı kaçmaktadır. Bu bir içsel beklentidir:
"ben söylemeden, benim fark ettiğim olumsuzluğu sen de fark et ve benim kaygıma sen de ortak ol!" şeklinde.
Birey olmak, kendi kararlarını kendi vermek ve diğerlerinden olan beklentilerini en aza indirebilmektir. Bu olgunluk, kişinin zihin kapasitesi ve yaşa göre kazanılan kimlik evrelerinin iyi değerlendirilmesi ile mümkündür.
Beklentiyi en aza indirmeyip, bir diğerinin tıpkı sizin gibi duyup düşünmesini beklemek, kişiyi birey olmaktan uzaklaştırır. Dahası karşılanmayan beklentiler, önce protesto sonra saldırganlık davranışlarını ortaya çıkarır. Kişi farkında olmadan beklentisini karşılamayana küsmeye, darılmaya başlar. Beklentisi karşılanmamaya devam ettiğinde de ağız dalaşları ve hatta saldırgan davranışlar ortaya çıkar. Saldırganlık etraftaki eşyalara olabileceği gibi, kendine ve diğerlerine yönelik de olabilir. Tıpkı çocuğun oyuncaklarına yönelmiş sessiz saldırganlığında olduğu gibi.
Bu annenin içine düştüğü bir diğer sıkıntılı durum da, çocuğu için işini bırakmış olmasıdır. Nitekim, otuzlarında ve üretkenlik döneminde olan annenin işten ayrılmasının kendisinde yarattığı sıkıntı açıktır.
Bu sıkıntı ileride ağırlığını daha da belli edecek ve annenin davranışlarına olumsuz yansıyacaktır. Anne işten ayrılırken çocuğunun başarısını arttırmayı hedeflemişti. Bunu kendi öz başarısının önünde görmüş olabilir. Bu hesapta annelik içgüdüsü önemli bir rol oynamıştır. Ancak, birey olmak bu kararlılıkta da beklentinin sıfıra indirilmesini gerektirir. Yani, kişi yeterli bir birey olduğu iddiasında ise, verdiği kararın bilincinde olmalıdır. Çocuk başarılı olsun olmasın, yaptığı özverinin hesabını sormamalıdır. Kaldı ki annelerin çocukları adına işlerini bırakmak durumunda kaldıklarında, çocuk başarılı olsa da bir zaman sonra hesap sorma davranışında bulundukları sık görülür. Bu her iki taraf için de yıpratıcı sonuçlar doğurur. Çocuk için verilen kararlarda çocuğun imzasının olmadığı unutulmamalıdır.
Dolayısıyla kadın, anne de olsa kendi yaşamına anlam katacak biçimde üretmelidir. Aksi halde zaman içinde onun bu dönemini yaşamasına engel olan her şeye karşı öfke duyacaktır. Karşılanamayan beklentilerinin sonucu saldırgan tutum ve davranışlar başlayacaktır. Nitekim kendisi de son zamanlarda durduk yerde çocuğa öfkelenip sesini yükselttiğini ve hatta bunu vurma aşamasına getirdiğini itiraf etmektedir, 'elinde olmadığını' da ekleyerek…
Prof.Dr. Sabiha Paktuna Keskin